19 Nisan 2015 Pazar

ÖZLEDİM



Dostlarım; 

Bu gün Nisan 19, Yasemin’imi kaybedeli tam 6 ay oldu,

Biz 6 saat bile ayrı kalmaya dayanamazdık. Hayat öyle tuhaf ki.

Biliyorum ikimizde birbirimizi çok özledik.

Oturdum özlemimi, hasretimi en iyi ona anlatırım diye, sevgilime bir mektup yazdım.

İşte o mektup;

Yazmak korkakların işi değil Yasemin’im,

Tabansızların işi hiç değil sevgilim.

Hasretin içimde o kadar büyüdü ki, nefes alamıyorum inan.

Yazmazsam tahammül edemeyeceğimi, yakamı bırakmayacağını biliyorum.

Ben seni, seni yazacak kadar sevdim Yasemin’im.

Kitabını yazacak kadar sevdim.

Yazdıkça içimde tomurcuklandın.

Önce o tomurcuklardan pembemsi beyaz çiçekler, sonra zümrüt yeşili yapraklar çıktı.

O bakmaya doyamadığım gözlerinin yeşili gibi, zümrüt yeşili yapraklar.

Yazdıkça yazdıkça yeniden doğmuş gibi hissediyor kendini insan.

Ne komik değilmi? 69 yaşında insanın kendini yeniden doğmuş gibi hissetmesi.

Yanımda olmasan da inan içimden hiç çıkmıyorsun.

Seni öyle özlüyor, öyle bir özlüyorum ki.

Uyuyorum uyanıyorum, tam senin hasretini biraz azalttım derken, seni yeniden özlemeye başlıyorum.

İnsan bu kadar acı çekmeyi, bu kadar üzülmeyi, hatta bu kadar sürünmeyi ister mi ?

İstiyor işte.

Neleri neleri özlüyorum bir bilsen, neleri neleri.

Sabah kalktığımda yanımda olmana şükretmeyi,

Geceleri “ Seni çok seviyorum, tatlı rüyalar deyip” o güzel başını göğsüme koyup huzur içinde uyumanı,

Eve her döndüğümde sanki yıllarca uzak kalmış gibi bana sarılıp özlemle koklayıp, öpmeni,

Müzik koyup, gözlerini süzerek Emel Sayın taklidi yapmanı,

Havasına girdiğinde eteklerini toplayıp Rita Hayworth gibi dansetmeni,

Hiç bitmeyen sevgini, sadakatini, fedakarlığını, hoşgörünü, güzelliğini, zerafetini,

Bana her baktığında gülen gözlerini,

Yanında şımarmayı özlüyorum, çok özlüyorum be güzelim.

Ne zaman uykum gelse, kendimi yorgun hissetsem,

bana uyuyacak bir yer hazırlamanı,

Üstümü örtmeni,

Hep yanımda olmanı,

Sazımı elime aldığımda, dizimin dibine oturup benimle türkü söylemeni,

Alnımın terlediğini görünce terimi silmeni,

İkimiz de sucuk yedikten sonra, boynuma sarılıp dudaklarımdan öpmeni,

Sonra da “Sevgilim sucuk yemişşin” deyip kahkahalarla gülmeni.

Ben araba kullanırken başını omzuma koymanı, sol kolunla sağ koluma sarılmanı,

O güzel gözlerinden adeta taşan sevgiyi özlüyorum, çok özlüyorum be güzelim.

“Aman sen mutfağa girme, ben ne istersen yaparım” diye beni evimizin mutfağına sokmamanı,

Ama sana yaptığım İtalyan, Fransız, Çin, Hint yemeklerini tattığında, yüzünde tam bir sürprize uğramış ifadeyle “Çok şahane olmuş sevgilim” deyip hayretler içinde yüzüme bakmanı.

Okey oynarken acemice taş çalmaya çalışmanı,

“Ben senin çay içmeni anlayamıyorum. Bir dakika içinde o kaynar çayı boğazından aşağı boca ediyorsun. Ne biçim ağzın, ne biçim boğazın var. Ben senin gibi çay içsem, bütün ağzım, boğazım su toplar, yanar, haftalarca ne bir şey yiyebilir, ne de içebilirim” diye bana fırça atmanı,

Resim yaparken gözlerinin başka bir dünyaya gitmesini, yüzünde ki ifadenin değişmesini,

O güzel, uzun parmaklı elinde tuttuğun fırça veya kalemin dans etmesini seyretmeyi.

Bayıldığım, çok ama çok sevdiğim gamzelerini,

Bana sımsıkı sarılıp, beni öpmeni özlüyorum, çok özlüyorum be güzelim.

El ele, diz dize, gülerek kıkırdayarak oturduğumuz, Konti’nin Meyhanesini, Muhammet’in Lokantasını, Bono’yu, İçmeler’deki Ali’nin Pizzacısını, Akyaka’da ki Halil’in yerini,

Söğüt’te güneşi batırmayı, Selimiye’de denize girmeyi, Palamut Bükü’nde çakıltaşı toplamayı, Eski Datça’da fotoğraf çekmeyi, Fethiye balık Halinde balık yemeyi, Göcek’te bir çay içip sahilde el ele dolaşmayı, Taşlıca’da daha yeni doğmuş oğlaklarla oynamayı,

Yükseklik sevmemene rağmen, sırf benimle olmak için, inat edip benimle tepelere tırmanmanı,

Fırtınalı havalarda çıkıp, sırıl sıklam olduğumuz yelken yarışlarını,

Bana kızdığında “vallahi senden çok iyi kaynana olurmuş biliyormusun Güven” demeni,

Ormanda köpeklerimizle yaptığımız yürüyüşlerimizi,

Sana bakarken yüreğimin kabarmasını.

Özlüyorum, çok özlüyorum be güzelim.

Her kemoterapin tamamlandığında, “Neyse bu da bitti” diye sevinip, İzmir’den Marmaris’e evimize dönmemizi,

Sabahları” Ne güzel bir gün” diye yataktan kalkmamızı,

Gökyüzünün mavisini, Yıldızların pırıltısını, Begonvillerin, Japon güllerinin, leylakların renklerini,

Gözlerim, o güzelim saçlarını,

Ben, sana sarılmayı, seninle gülmeyi şakalaşmayı,

Kış günleri şöminemizi yakıp önünde “bak yeşil yeşil” şarkısıyla sarmaş dolaş dansetmeyi,

Seninle yaşamayı özlüyorum, çok özlüyorum be güzelim.

Seni seviyorum, çok seviyorum Yasemin Karabenli, asil kadınım benim.

Karabenli soyadını sonuna kadar hak eden, yeşil gözlü güzel kadınım benim.

Seni sana kavuşana kadar seveceğim.

Kanım damarlarımda donana kadar.

Kalbim durana kadar.

Bak ne güzel anlatmış Rahmetli Neşet Ertaş bu türküsünde özlemi, ayrılığı hasreti.

Cahildim dünyanın rengine kandım.
Hayale aldandım boşuna yandım.
Seni ilelebet benimsin sandım.
Ölürüm sevdiğim, zehirim sensin
Evvelim sen oldun, ahirim sensin.

Bir daha ki mektubuma kadar diyorum,

Neredesin, nerelerdesin bilmiyorum,

Ama öpüyorum, çok öpüyorum.




BAHAR’IMIN YAŞ GÜNÜ


Dün kızım Bahar 28. yaş gününü kutladı.
Bu kızımın annesiz kutladığı ilk yaş günüydü.
27 yıl eşim Yasemin, hayatını adadığı, dünyada en değer verdiği varlık olan kızını hediyelere boğdu, ona özel yaş günü kartları, tablolar yaptı. Sarıldı öptü, saçlarını okşadı defalarca.
Onu çok sevdiğini, onun gibi bir kızı olduğu için ne kadar şanslı olduğunu, onunla iftihar ettiğini fısıldadı kulağına hep.
Sonra yine sarıldı öpücüklere boğdu kızını, yine saçlarını okşadı defalarca.
İnsanın çocuğunun hem annesi hem babası olması, olmaya çalışması zor, çok zor.
Elimden geleni yaptım ama Yasemin’imin yokluğu o kadar belli oluyordu ki .
Bu seferki yaş günü tuzsuz ekmek gibi, çiçeksiz bahar, yıldızsız gökyüzü gibiydi. Hüzünlüydü, sanki ruhsuzdu.
Sonunda kızıma bir mektup yazdım ve ona mor bir orkide hediye ettim.
Kimbilir, belki ilerde o verdiğim mektubu okur, hatırlar. Bu gün benim Yasemin’imin resimlerine bakıp hatırladığım gibi .
“Olan ölene olur” lafı doğru. Bir varmış bir yokmuş gibi hissediyor insan.
Şimdi o yazdığım mektubu kızımın izniyle sizlerle paylaşıyorum
Sevgili kızım,
Demek bugün 28 yaşına giriyorsun, zaman nasılda uçup gitmiş.
Doğumunda kendimden geçtiğim, o kafasında üç adet kıvrık saç, bir gözü açık bir gözü kapalı, zayıf upuzun, sarı renkli, göbeğini ellerim titreyerek kestiğim kız çocuğu bugün 28 yaşına giriyor Teeeee.
Canım kızım, doğumundan bir ay sonra, ne senden ne de annen Yasemin’den artık ayrı kalamayacağımı, senin ve annenin an be an büyüdüğünüzü görmenin benim için dünyada ki en önemli hedef olduğuna inandım.
Birçok insanın hayal bile edemeyeceği, senelerce deli gibi çalışıp yarattığım kariyerimi, geleceğimi, her şeyi gözümü kırpmadan noktaladım ve hep sizlerin yanında olabileceğim yeni bir hayata yelken açtım.
20 yıl yaşadığım ve çok sevdiğim, vatandaşı olduğum Kanada’yı bıraktım, sizlerle beraber Türkiye’ye Marmaris’e kesin dönüş yaptım.
Senin köklerinden, akrabalarından uzak büyümene gönlüm razı olmadı.
Pişman mı oldum? Kesinlikle hayır. Sizlerle yaşadığım her dakika, her saat, her gün, her hafta, her ay, her sene için Allah’a dualar ettim, şükürler ettim.
Kıldığım her Cuma namazında, açtığım her oruç sonrasında ellerimi açıp Allah’tan annen ve senle yaşayabileceğim en uzun zamanı diledim.
Biz üçümüz bir sevgi yumağı oluşturduk. Albümlerimizde ki resimlere baktığımda bu o kadar belli ki.
Kasaba halkı bize “ayrılmaz üçlü” derdi, hatırlıyormusun? Hakikaten de ayrılmaz üçlüydük biz.
Sen hem şanslı hem de şanssızdın. Çünkü seni çok seven, üzerine titreyen ama aynı zamanda da çılgın bir annen ve baban vardı.
Hangi anne baba daha iki aylık kızlarını bağırlarına basıp Avrupa gezisine çıkar, millet o yaştaki çocuklarını evlerinden bile çıkarmaya korkarken.
Notre Dam Kilisesinin tepesinde mamanı yedin.
Eyfel Kulesinin tepesinde altını değiştirdik.
Louvre Müzesinde çamaşırlarını yıkadık.
Alhamra sarayının bahçesinde annenin bayıldığı, nilüferlerle dolu havuza soktuk seni.
Kamp yerlerinde ki lavabolarda banyo yaptın. Kamp arabasında uyumaya alıştın.
Venedik’te sana ilk bebek arabanı aldık.
Henüz daha altı aylıkken üç defa Atlantik geçtin. Ne hastalandın, ne şikayet ettin, ne de huysuzlaştın.
O kadar uslu, o kadar güler yüzlü bir çocuktun ki be kızım, gözünü açıp ta bizleri karşında görür görmez gülmeye başlardın.
Hiç ağlayarak uyandığını hatırlamıyorum ki.
Sana New York’ta kışın ortasında ikinci bebek arabanı aldık, ama az kalsın New York’ta poponu donduruyorduk.
Ben ve annen senle çok mutluyduk çok. Büyümeni adım, adım, dakika, dakika izledik. Hiç bir anını kaçırmamaya çalıştık.
Sonra yıllar geçti, büyüdün be yavrum. Senin bir gün artık yuvadan uçacağını annen de ben de biliyorduk.
Her baba kızı için mümkün olabilecek en güzel geleceği düşler.
Ne zaman senin evliliğini yargılasam melek annen hemen” Çocuklar mutlular. Damadım kızımı seviyor, kızımda onu seviyor. Benim için önemli olanda bu, o kadar” deyip kestirip attı ve konuyu kapattı.
Annenin mezarına gitmek istemediğini değil, gidemediğini biliyorum.
Annen hakkında konuşmak istemediğini değil, konuşamadığını da hissediyorum.
Orkideler senin de çok iyi bildiğin gibi annenin en sevdiği çiçeklerdi. Orkidelerle düğününüzün yapıldığı salonu cennete çevirmişti Yasemin’im.
O orkideler hala evimizin salonunda duruyorlar ve ben onlar gözüm gibi bakıyorum biliyormusun?
Sana verdiğim bu orkideye çok iyi bak kızım. Çünkü bu çiçek annenin ruhu ve benim sevgimle dolu.
Konuş onunla, dokun, sev onu, sevdiğini hissettir.
Göreceksin nasıl serpilecek, büyüyecek inanamayacaksın.
Yeniden bir seçim hakkım olsa aynı kararı verirmiydim bilmiyorum ama, senin baban, Yasemin’imin eşi olmaya gözüm kapalı “evet” derdim, “binlerce defa evet”
Maalesef bu senin ilk yaş günün annensiz. Biliyorum bu ikimiz içinde zor.
Ama o bizimle Bahar, Bazen bana dokunduğunu, senin o güzelim saçlarını okşadığını hissediyorum. İnan ki hissediyorum.
İşte böyle, badem gözlü güzel kızım, bana annesinin mirası.
İyi ki doğdun Alexia Bahar Karabenli Yılmaz.
İnşallah eşinle çoook uzun seneler birlikte en az ben ve annen gibi mutlu yaşar, birbirinize gösterdiğiniz sevgiyle, mutluluğunuzla diğer insanlara ışık tutar, örnek olursunuz.
Baban, Güven Karabenli
12-04-2015



6 Nisan 2015 Pazartesi

OLMUYOR BE DOSTLARIM, OLMUYOR!!!



Olmuyor be dostlarım olmuyor, 

zaman her şeyin ilacı değil, maalesef.

Ne yaparsam, neyi denersem deneyim olmuyor.

Beş ay oldu Yasemin’im gideli ve her geçen gün hasretim daha bir arttı.

Duyduğum acı daha bir üstüne üstüne koydu.

Bu insanın bir yerini kırmasına benziyor.

Hani sıcağı sıcağına ağrı o kadar hissedilmez ya.

Sonra çıkıyor acısı, öyle bir acıyor ki.

Günler geçtikçe, ne kaybettiğini çok daha iyi anlıyor geride kalan.

Biraz da bu acının hafiflemesine izin vermek istemiyor insan,

sanki o zaman gideni tamamen kaybedeceğinden korkuyor.

Geceler yine şaraptır, biradır, votkadır, rakıdır geçiyor.

Ama o uyanmalar yok mu sabahları yapayalnız uyanmalar,

Öyle bir koyuyor ki, mide kasılıyor, kalp nasıl ağrıyor, nasıl ağrıyor.

‘’Mutlu ol, bak ne güzel bir beraberliğin olmuş, artık anılarınla yaşa” diyorsunuz meşajlarınızda bana.

Anılarla yaşanmıyor ki, her anı sanki bir bıçak gibi saplanıyor insanın tam yüreğinin ortasına.

Ne kimseye yaklaşmak, ne de kimsenin bana yaklaşmasını istiyorum.

Çünkü korkuyorum, dayanamam yeni anılarım olmasına.

Olmuyor be dostlarım olmuyor!!!

İnanın elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum.

Spor yapmaya çalışıyorum, köpeklerimi gezdiriyorum.

Yürüyüşlere çıkıyorum, düşünmemeye çalışıyorum.

Kır çiçeklerini görmemezlikten geliyorum,

Badem ağaçlarına bakmıyorum, bakamıyorum.

Ama,o kıpkırmızı gelinciklere, gelince dayanamıyor ki insan.

Hep Yasemin’imi görüyorum onların arasında, uçuşan sarı saçlarıyla.

İşte o zaman hissediyorum, öyle bir hissediyorum ki!!!

Kalbimin yarısı benim ama, yarısı yeşil gözlü, o güzel kadının hala…



MADEM ÖYLE, HAYAT DEVAM ETSİN BARİ !!!


“Toparla kendini diyorlar” bana, “artık her şey bitti. Yapacak bir şey yok. Giden geri gelmez. Gerçekleri kabullen artık” diyorlar. Hayat devam ediyor diyorlar.

Ben bütün bunları dinliyorum. Hatta inanıyor gibi hissediyorum. Hatta bu söylenenlere hak bile veriyorum.

Ama kalbimde incecik bir ses var. Hiç susmuyor, küçük bir çocuk gibi.

İşte o çocuğa laf geçiremiyorum ki. O çocuğu kontrol edemiyorum ki.

“Hayır” diyor “hayır, her şey bitmedi. Hiçbir şey bitmedi. Onlar hiçbir şey bilmiyorlar. Ne dedikleri umurumda bile değil. O hiçbir yere gitmedi. Hayır diyorum işte hayır diyor”, o küçük inatçı çocuk. Onun kalbimin derinliklerinde adeta tepindiğini hissediyorum.

Sonra ağlamaya başlıyor ve “hadi ona gidelim” diyor.

Birlikte sevgilime, mezarına gidiyoruz. Bu her gün böyle.

“”Bak diyor “işte burada, hiçbir yere gitmemiş”, sonra sevgilimin fotoğrafını işaret ediyor “Bak hala ne kadar güzel”

“Biliyormusun o bizi görüyor” diye devam ediyor.

Sustuğumu hiçbir şey söylemediğimi görünce, “Sen onun bizi gördüğünü hissetmiyormusun” diye soruyor.

“Evet” diyorum “Ben de hissediyorum”

Sonra onunla senli benli konuşmaya başlıyor. Neler anlatıyor, neler.

Gülüyor, ağlıyor fotoğrafına sarılıyor öpüyor.

Sonra çiçekleri düzeltiyor, “Bu çiçekler hiç solmasın, hep sulayalım, kururlarsa yenilerini alır dikeriz değil mi” diye soruyor.

“Evet” diyorum, “hiç solmayacaklar, hiç solmayacaklar, söz veriyorum”.

Sonra “Hadi artık gitmemiz lazım” diyorum.

“Neden” diye soruyor “Çok mu acelemiz var”.

“Hayat devam ediyor” diyorum, merdivenlerden inmeye başlıyoruz ama hala mezara bakmaya devam ediyor.

Hiç gitmek istemiyor.

“Önüne bak” diyorum “düşüp bir yerini acıtacaksın”.

“Umurumda değil düşersem düşerim” diyor ve “Yarın yine geleceğiz değil mi” diye soruyor..

“Evet” diyorum “Onu buraya koyduğumuzdan bu güne kadar hiç gelmediğimiz oldu mu?”

“Bazen korkuyorum” diyor. “Sanki bir gün gelmekten vazgeçeceksin”

“Hayır” diye cevap veriyorum. “Yaşadığım sürece, bu merdivenleri çıkacak gücüm olduğu sürece her gün seni buraya getireceğim”

“Hava çok kötü olursa, yağmur çok yağarsa bile de mi?”

“Evet” diyorum, “nasıl olursa olsun”

Bir süre susuyor, konuşmuyor.

Sonra birden “Hayat devam ediyor dedin biraz önce değil mi?” diye soruyor

“Evet” diyorum “hayat devam ediyor”
.
“Biz olmasak devam etmez mi” diye soruyor

“Devam eder, tabi ki devam eder. Ama belki biz de olsak iyi olur diye düşünüyorum” diyorum.

“Madem öyle, hayat devam etsin bari” diyor

Merdivenlerden iniyoruz.

Ama o hala arkaya bakıyor.



1 Nisan 2015 Çarşamba

YALNIZ ÖLÜME ÇARE YOK



“Göcek’te, sahilde önce şöyle bir el ele dolaşıp, sonra da bir çay içmeye ne dersin?” Diye sorardım yeşil gözlüme.

“Aman ne güzel fikir, sonra da Fethiye’ye gider balık halinde kendimize güzel bir rakı balık ziyafeti çekeriz” diye cevap verir, sonra da küçücük bir kız çocuğu sevimliliğinde, “Ne tatlı adamsın sen yahu” der, sevinir, sarılırdı boynuma. 

Başka bir gün” Söğüt’te güneşi batıralım mı bu akşam?” diye sorardım. “ Sen nasıl istersen canım” derdi.

“Denizi özledim, Bu gece muhteşem bir mehtap var. Yelken açıp şöyle doya doya mehtapta teknemizle bir dolaşmak istiyorum, gelirmisin?” Diye sorar, yalvarır gibi o güzel gözlerinin içine bakardım. “ Gelmem mi? Sen istersin de gelmem mi?” derdi.

Her yere beraber giderdik. El ele, göz göze, gülüşerek, sarmaş dolaş.

Mahalle baskısı kitabımızda yoktu bizim, hiç umursamazdık.

Nerede canımız çekerse sarılır öpüşürdük.

Yalnız bir yere gitsem Marmaris’te hemen “ Yasemin hanım nerede?” diye sorarlar, Yasemin yalnız bir yere gitse ona da hemen “Güven bey nerede” diye sorarlardı.

Marmaris’liler bizi hep birlikte görmeye o kadar alışmışlardı ki.

Marmaris ve çevresinde günü birlik geziler yapmaya bayılırdık. Dünyanın neresine gidersek gidelim Marmaris’e geri dönmek için günlerimizi sayardık.

Her fırsatta, Datça, Mesudiye, Palamutbükü, Söğüt, Selimiye, Bozburun, Gökova, Akyaka, Göcek, Köyceğiz, Fethiye’ye gider, ne usanır ne de yorulurduk.

Şimdi sizlerle o seyahatlerimizin birinde yaşadığımız bir olayı paylaşıyorum. (Bu öykünün bir kısmı “Moruk ve ötesi” kitabımdan alınmıştır.)

Güneşli bir gün eşim Yasemin, kızım Bahar’la Göcek’ten Marmaris’e dönüyoruz. Kızıl yaka yokuşundan indik. Namnam Deresini geçtik.

Eşime “Hep bu yoldan geri dönüyoruz, neden asfalt yol yerine sola sapıp, köy evlerinin arasından, ormanı, çiçekleri; portakal, mandalina, zeytin ağaçlarını seyrederek gitmiyoruz? Nasıl olsa sonunda asfalta çıkacağız”. Dedim.

“Hayır, sevgilim biz yine bildiğimiz yoldan gidelim” diyeceğini bildiğimden, o daha ağzını açmadan, sola dönüp dağ yoluna girdim.

Bir müddet gittikten sonra yol önce iki, sonra üç, sonra da dört oldu ve tabiatıyla kaybolduk.

Sonunda ıssız bir tepeye çıkmaz bir yola girdik.

Bendeniz Yasemin’in gazabından korktuğumdan, pis pis sırıtarak, “Aa burası çıkmazmış” deyip geri geri gitmeye karar verdim ve yolun sağ tarafının çok alçak olduğunu fark edemediğimden, sağ ön ve arka teker birden yolun alçak tarafına düştü.

Bizim koca Mercedes 280, 1976 manda kasa, yola baylan cikleti gibi yapıştı.

Hemen inip arabanın altına baktım. Tam oturmuşuz.

Bir iki denedim, tekerler boşta dönüyor.’’

“Hadi inin arabadan aşağı doğru yürüyelim; belki birilerini bulup arabayı çıkarırız”, dedim ve yokuş aşağı yürümeye başladım.

Böyle hata yaptığımda, birisi bir şey söylerse öfkemin enginlere sığmayıp taşacağını bildiklerinden, Yasemin ve Bahar hiçbir şey söylemeden kuzu kuzu peşimden geldiler.

Birkaç yüz metre yürüdükten sonra, ormanın ortasında çok yaşlı, yüzü güneşten ve yaşlılıktan neredeyse köseleye dönüşmüş, kasketli bir adamın oturduğu bir evin önüne geldik.

Aniden karşısında beliren, asık suratlı, sakallı, küpeli, atkuyruklu bir adam ve iki yabancı bayan gören amca hayretle bizi biraz süzdükten sonra, “ Hayrola, gezmeye falan mı çıktınız, buralarda ne arıyorsunuz?” diye sordu.

Burnumdan soluyarak, bir nefeste olanları anlattım.

Adamcağız ortası siyah plastik elektrik bandıyla sağlamlaştırılmış gözlüklerinin arkasından yüzüne hiç uymayan pırıl pırıl gözlerini gözlerime dikti ve beni pürdikkat dinledi.

Ben konuşmamı tamamladığımda biraz düşündü ve“Hele şöyle geçin oturun bakalım. Bak kaynananız sizi seviyormuş, bizim hanım da daha yeni çay demlemişti. Bir çayımızı içelim, sonra senin derdine çare buluruz” dedi.

O kadar sakin o kadar yumuşak bir ses tonuyla konuştu ki, hiç ikiletmeden evin önündeki terasta, eski ama sağlam görünüşlü sandalyelere çöktük.

Birazdan hanımı geldi. Bizleri gördüğüne hiç şaşırmadan önce benim elimi sıktı sonra Yasemin ve Bahar’a sarılıp öptü. Gözlerinin içi gülerek,”Hoş geldiniz “ dedi ve bir koşu çayları getirmek için tekrar içeri girdi.

Bir müddet kuşların seslerini dinleyerek, teneke saksıların içindeki rengarenk çiçekleri seyrederek çaylarımızı içip sohbet ettik.

Evin hanımı ile bizimkiler hemen buzları kırıp kırk yıllık dostlarmış gibi konuşmaya başladılar ama benim içim kıpır kıpırdı.

Arabanın durumunu aklımdan çıkaramadığımdan, elimdeki çayı ağzımla mı burnumla mı içtiğimi anlayamıyordum.

Huzursuzluğumu ve içinde bulunduğum ruh halimi fark eden amca, hanımından torununu çağırmasını istedi.

Birazcık yaşından, herhalde birazcık da kilosundan, oturduğu yerden güçlükle kalkan hanımı, eve girdi ve yanında on beş on altı yaşlarında, uykudan yeni kalktığından iki eli ile gözlerini ovuşturan, genç irisi, açık tenli ve turuncu saçlı bir çocukla döndü.

Adının Bekir olduğunu söyleyen amca çocuğa “ Bak oğlum, hemen bizim traktörü hazırla, bir kangal da halat al ve bu beyle tepeye gidip beyefendinin arabasını düştüğü yerden çıkar” dedi.

Birazdan ormanın huzurlu sessizliğini adeta yırtan bir gürültüyle traktör, evin önüne geldi. Çocuğun yanına oturdum ve tepeye doğru yola çıktık.

50 metre gittik gitmedik, birden ağaçların arasından bıyıklı, yüzü güneşten kararmış, orta yaşlı bir adam çıktı ve çocuğa nereye gittiğini sordu.

Çocuk olayı anlatınca, bana bir kamyon şoförü olduğunu söyleyen adam, eğer istersem bize katılıp arabanın çıkarılmasına yardım edebileceğini söyledi.

Onu da alıp yolumuzu devam ettik ve arabaya ulaştık.

Bizim kamyon şoförü önce arabanın altına yatıp konumunu dikkatlice inceledi ve bana merak etmememi, bir çekişte arabayı tereyağından kıl çeker gibi çıkaracağını söyledi.

Sonra da halatı alıp bir ucunu dikkatli bir şekilde önce benim arabanın arka tamponuna, diğer ucunu da traktöre bağladı ve çocuğu” Ben işaret vermeden sakın çekme” diye ikaz etti.

Tekrar arabanın altına yattı. Bizim göremediğimiz bir şeyler daha yaptıktan sonra, “Çek” komutu verdi. Bir çekişte aynen dediği gibi, arabayı tereyağından kıl çıkarır gibi çıkardık.

Beş dakika sonra arabayı ihtiyar adamın evinin önüne park ettim.

Adının Esma olduğunu öğrendiğimiz sevimli teyzemiz, çaylarımızı tazeledi. Hayata yeniden dönmüş gibi güle oynaya çayımı içtim. Bize yardım eden adama ve çocuğa yüklü bir bahşiş verdim.

Yardımları, misafirperverlikleri için hepimiz tekrar tekrar teşekkürler ettik. Eşim ve kızım Esma teyzelerinin elini öptüler. O da bizimkilere sarılıp yanaklarından öptü.

Tam ayrılacakken, Bekir Amca yavaşça kolumdan tuttu ve, “Bak oğlum,”dedi o pırıl pırıl gözlerini gözlerime dikip. “Hayatta bir tek ölüme çare yoktur, ondan başka her derde bir çare bulunur; bunu hiç unutma ve sabırlı olmayı öğren”

O sözleri hiç unutmadım.

Evet, bir tek ölüme çare bulunmuyor. O kadar doğru ki.

Eğer Yasemin’im bu gün yaşıyor olsaydı, yemin ediyorum dünya yıkılsa umursamazdım.

Aklınızı başınıza toplayın ve aranızda büyütüp büyütüp problem haline dönüştürdüğünüz sorunlarla hayatınızı zehir etmeyin.

Hoşgörülü olun, affetmeyi deneyin.

Bakın, 5 dakikada çözülebilecek bir problem için felç olabilirdim. Kalp krizi geçirebilirdim.

Sabretmeyi öğrenin.

Şunu iyi bilin ki; eğer Yasemin’ime birisi saldırsa, onu öldürürdüm.

Eğer ona birisi el kaldırsa, o kolu omzundan sökerdim.

Ama, öyle bir güçle karşılaştım ki dostlarım,

sadece sevgilimi alıp götürmesini seyrettim o gücün.

Hiçbir şey yapamadım.

Çaresiz kaldım, çok çaresiz kaldım.

Sadece seyrettim.

Sadece…

Bekir Amcam çok haklıymış cooook.

Bir tek ölüme çare yok demekle.



SOL KOLUM VE BEN!!!


Bu gün genç ve şeker bir hanım, sevgiyle koluma girdi.

Kol kola bir süre yürüdük.

Birden sol kolumun hala benim ve yaşıyor olduğunu hissettim.

Beş aydır taşıdığım o kol sanki yeniden hayata döndü.

Bir sevindi, bir sevindi.

Hatırladı, 32 yıldır kendine sevgiyle sarılan o kolu hatırladı, çok iyi biliyorum.

Sahibesi geri dönmüş yavru bir köpek gibi heyecanlandı.

Yemin ediyorum heyecanlandı.

İkimizde heyecanlandık.

Sol kolumda,

Bende.

İkimizde.