1 Nisan 2015 Çarşamba

YALNIZ ÖLÜME ÇARE YOK



“Göcek’te, sahilde önce şöyle bir el ele dolaşıp, sonra da bir çay içmeye ne dersin?” Diye sorardım yeşil gözlüme.

“Aman ne güzel fikir, sonra da Fethiye’ye gider balık halinde kendimize güzel bir rakı balık ziyafeti çekeriz” diye cevap verir, sonra da küçücük bir kız çocuğu sevimliliğinde, “Ne tatlı adamsın sen yahu” der, sevinir, sarılırdı boynuma. 

Başka bir gün” Söğüt’te güneşi batıralım mı bu akşam?” diye sorardım. “ Sen nasıl istersen canım” derdi.

“Denizi özledim, Bu gece muhteşem bir mehtap var. Yelken açıp şöyle doya doya mehtapta teknemizle bir dolaşmak istiyorum, gelirmisin?” Diye sorar, yalvarır gibi o güzel gözlerinin içine bakardım. “ Gelmem mi? Sen istersin de gelmem mi?” derdi.

Her yere beraber giderdik. El ele, göz göze, gülüşerek, sarmaş dolaş.

Mahalle baskısı kitabımızda yoktu bizim, hiç umursamazdık.

Nerede canımız çekerse sarılır öpüşürdük.

Yalnız bir yere gitsem Marmaris’te hemen “ Yasemin hanım nerede?” diye sorarlar, Yasemin yalnız bir yere gitse ona da hemen “Güven bey nerede” diye sorarlardı.

Marmaris’liler bizi hep birlikte görmeye o kadar alışmışlardı ki.

Marmaris ve çevresinde günü birlik geziler yapmaya bayılırdık. Dünyanın neresine gidersek gidelim Marmaris’e geri dönmek için günlerimizi sayardık.

Her fırsatta, Datça, Mesudiye, Palamutbükü, Söğüt, Selimiye, Bozburun, Gökova, Akyaka, Göcek, Köyceğiz, Fethiye’ye gider, ne usanır ne de yorulurduk.

Şimdi sizlerle o seyahatlerimizin birinde yaşadığımız bir olayı paylaşıyorum. (Bu öykünün bir kısmı “Moruk ve ötesi” kitabımdan alınmıştır.)

Güneşli bir gün eşim Yasemin, kızım Bahar’la Göcek’ten Marmaris’e dönüyoruz. Kızıl yaka yokuşundan indik. Namnam Deresini geçtik.

Eşime “Hep bu yoldan geri dönüyoruz, neden asfalt yol yerine sola sapıp, köy evlerinin arasından, ormanı, çiçekleri; portakal, mandalina, zeytin ağaçlarını seyrederek gitmiyoruz? Nasıl olsa sonunda asfalta çıkacağız”. Dedim.

“Hayır, sevgilim biz yine bildiğimiz yoldan gidelim” diyeceğini bildiğimden, o daha ağzını açmadan, sola dönüp dağ yoluna girdim.

Bir müddet gittikten sonra yol önce iki, sonra üç, sonra da dört oldu ve tabiatıyla kaybolduk.

Sonunda ıssız bir tepeye çıkmaz bir yola girdik.

Bendeniz Yasemin’in gazabından korktuğumdan, pis pis sırıtarak, “Aa burası çıkmazmış” deyip geri geri gitmeye karar verdim ve yolun sağ tarafının çok alçak olduğunu fark edemediğimden, sağ ön ve arka teker birden yolun alçak tarafına düştü.

Bizim koca Mercedes 280, 1976 manda kasa, yola baylan cikleti gibi yapıştı.

Hemen inip arabanın altına baktım. Tam oturmuşuz.

Bir iki denedim, tekerler boşta dönüyor.’’

“Hadi inin arabadan aşağı doğru yürüyelim; belki birilerini bulup arabayı çıkarırız”, dedim ve yokuş aşağı yürümeye başladım.

Böyle hata yaptığımda, birisi bir şey söylerse öfkemin enginlere sığmayıp taşacağını bildiklerinden, Yasemin ve Bahar hiçbir şey söylemeden kuzu kuzu peşimden geldiler.

Birkaç yüz metre yürüdükten sonra, ormanın ortasında çok yaşlı, yüzü güneşten ve yaşlılıktan neredeyse köseleye dönüşmüş, kasketli bir adamın oturduğu bir evin önüne geldik.

Aniden karşısında beliren, asık suratlı, sakallı, küpeli, atkuyruklu bir adam ve iki yabancı bayan gören amca hayretle bizi biraz süzdükten sonra, “ Hayrola, gezmeye falan mı çıktınız, buralarda ne arıyorsunuz?” diye sordu.

Burnumdan soluyarak, bir nefeste olanları anlattım.

Adamcağız ortası siyah plastik elektrik bandıyla sağlamlaştırılmış gözlüklerinin arkasından yüzüne hiç uymayan pırıl pırıl gözlerini gözlerime dikti ve beni pürdikkat dinledi.

Ben konuşmamı tamamladığımda biraz düşündü ve“Hele şöyle geçin oturun bakalım. Bak kaynananız sizi seviyormuş, bizim hanım da daha yeni çay demlemişti. Bir çayımızı içelim, sonra senin derdine çare buluruz” dedi.

O kadar sakin o kadar yumuşak bir ses tonuyla konuştu ki, hiç ikiletmeden evin önündeki terasta, eski ama sağlam görünüşlü sandalyelere çöktük.

Birazdan hanımı geldi. Bizleri gördüğüne hiç şaşırmadan önce benim elimi sıktı sonra Yasemin ve Bahar’a sarılıp öptü. Gözlerinin içi gülerek,”Hoş geldiniz “ dedi ve bir koşu çayları getirmek için tekrar içeri girdi.

Bir müddet kuşların seslerini dinleyerek, teneke saksıların içindeki rengarenk çiçekleri seyrederek çaylarımızı içip sohbet ettik.

Evin hanımı ile bizimkiler hemen buzları kırıp kırk yıllık dostlarmış gibi konuşmaya başladılar ama benim içim kıpır kıpırdı.

Arabanın durumunu aklımdan çıkaramadığımdan, elimdeki çayı ağzımla mı burnumla mı içtiğimi anlayamıyordum.

Huzursuzluğumu ve içinde bulunduğum ruh halimi fark eden amca, hanımından torununu çağırmasını istedi.

Birazcık yaşından, herhalde birazcık da kilosundan, oturduğu yerden güçlükle kalkan hanımı, eve girdi ve yanında on beş on altı yaşlarında, uykudan yeni kalktığından iki eli ile gözlerini ovuşturan, genç irisi, açık tenli ve turuncu saçlı bir çocukla döndü.

Adının Bekir olduğunu söyleyen amca çocuğa “ Bak oğlum, hemen bizim traktörü hazırla, bir kangal da halat al ve bu beyle tepeye gidip beyefendinin arabasını düştüğü yerden çıkar” dedi.

Birazdan ormanın huzurlu sessizliğini adeta yırtan bir gürültüyle traktör, evin önüne geldi. Çocuğun yanına oturdum ve tepeye doğru yola çıktık.

50 metre gittik gitmedik, birden ağaçların arasından bıyıklı, yüzü güneşten kararmış, orta yaşlı bir adam çıktı ve çocuğa nereye gittiğini sordu.

Çocuk olayı anlatınca, bana bir kamyon şoförü olduğunu söyleyen adam, eğer istersem bize katılıp arabanın çıkarılmasına yardım edebileceğini söyledi.

Onu da alıp yolumuzu devam ettik ve arabaya ulaştık.

Bizim kamyon şoförü önce arabanın altına yatıp konumunu dikkatlice inceledi ve bana merak etmememi, bir çekişte arabayı tereyağından kıl çeker gibi çıkaracağını söyledi.

Sonra da halatı alıp bir ucunu dikkatli bir şekilde önce benim arabanın arka tamponuna, diğer ucunu da traktöre bağladı ve çocuğu” Ben işaret vermeden sakın çekme” diye ikaz etti.

Tekrar arabanın altına yattı. Bizim göremediğimiz bir şeyler daha yaptıktan sonra, “Çek” komutu verdi. Bir çekişte aynen dediği gibi, arabayı tereyağından kıl çıkarır gibi çıkardık.

Beş dakika sonra arabayı ihtiyar adamın evinin önüne park ettim.

Adının Esma olduğunu öğrendiğimiz sevimli teyzemiz, çaylarımızı tazeledi. Hayata yeniden dönmüş gibi güle oynaya çayımı içtim. Bize yardım eden adama ve çocuğa yüklü bir bahşiş verdim.

Yardımları, misafirperverlikleri için hepimiz tekrar tekrar teşekkürler ettik. Eşim ve kızım Esma teyzelerinin elini öptüler. O da bizimkilere sarılıp yanaklarından öptü.

Tam ayrılacakken, Bekir Amca yavaşça kolumdan tuttu ve, “Bak oğlum,”dedi o pırıl pırıl gözlerini gözlerime dikip. “Hayatta bir tek ölüme çare yoktur, ondan başka her derde bir çare bulunur; bunu hiç unutma ve sabırlı olmayı öğren”

O sözleri hiç unutmadım.

Evet, bir tek ölüme çare bulunmuyor. O kadar doğru ki.

Eğer Yasemin’im bu gün yaşıyor olsaydı, yemin ediyorum dünya yıkılsa umursamazdım.

Aklınızı başınıza toplayın ve aranızda büyütüp büyütüp problem haline dönüştürdüğünüz sorunlarla hayatınızı zehir etmeyin.

Hoşgörülü olun, affetmeyi deneyin.

Bakın, 5 dakikada çözülebilecek bir problem için felç olabilirdim. Kalp krizi geçirebilirdim.

Sabretmeyi öğrenin.

Şunu iyi bilin ki; eğer Yasemin’ime birisi saldırsa, onu öldürürdüm.

Eğer ona birisi el kaldırsa, o kolu omzundan sökerdim.

Ama, öyle bir güçle karşılaştım ki dostlarım,

sadece sevgilimi alıp götürmesini seyrettim o gücün.

Hiçbir şey yapamadım.

Çaresiz kaldım, çok çaresiz kaldım.

Sadece seyrettim.

Sadece…

Bekir Amcam çok haklıymış cooook.

Bir tek ölüme çare yok demekle.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder