11 Eylül 2015 Cuma

GÖZLÜKLER AYNI AMA ADAM AYNI ADAM DEĞİL



Sivas’ta 7 yaşında kayak yapmaya başladım. 10 yaşında şehir takımına seçildim. Üniversiteye gidene kadar Palandöken, Sarıkamış, Erciyes, Uludağ kaymadığım dağ kalmadı, o zamanın ilkel kayakları, ilkel ayakkabılarıyla.

Sonra Kanada’ya gittim. 20 yıl kaldım. 20 kış kayak yaptım. İnsanların yürüyerek inmeye korktuğu tepelerde, dağlarda, dünyaca meşhur kayakmerkezlerinde yüzümde bir deli gülüşü, sakallarım bıyıklarım dona dona kaydım, kaydım. Yüzlerce defa düştüm, kalktım üstümdeki, gözlüklerimin içindeki karları temizledim, yüzümdeki o deli gülüşünü yeniledim, kaymaya devam ettim, daha hırslı daha çılgınca.

1988 yılında kesin dönüş yaptık Marmaris’e. Rüzgar sörfüyle tanıştım. Her Allah’ın günü en az 10 saat sörf yapmaya başladım. Sörfüme atlar Marmaris limanından çıkar bütün gün açık denizde sörf yapar, tur tekneleriyle geri dönerdim. Onlarca defa düşmüş, güneşten kapkara yanmış sırım gibi. Teknelerdeki çocuklar “abi yanmışındır bir bira açalımmı” diye dalga geçerler, turistler resmi mi çekerlerdi.

Sonunda rüzgar sörfü kesmemeye başladı. Ben de yelkene başladım. Tam 20 yıl yelken yaptım kendi yelkenli yatımla. Solo, yalnız, kendi başıma. Denizde ki huzura, yelkenler full açık, son sürat yol alırken, yelkenlerin, rüzgarın, deniz suyunun sihirli esrarengiz sesine, bayıldım, bayıldım. Çok fırtınalar yaşadım, ama hepsinin hakkından geldim. Halatlar ellerimi mi kesmedi, denize mi düşmedim, yelkenlerim mi yırtılmadı. Ama ne olursa olsun o tekneyi sağ salim yerine getirip yuvasına bağlamayı başardım.

Senelerce yat yarışlarına katıldım yarıştım, yeşil gözlü güzel kadın da yarıştı benimle aslanlar gibi. Dümen tuttu, kusursuz, cesur.

15 yıldır motosiklet kullanıyorum. Yamaha 850 TDM, 250 Kg çıkmadığım yol tırmanmadığım dağ kalmadı. Düştüm zaman zaman da.

15 yıl önce tenise başladım. Yaz demedim kış demedim gece demedim, gündüz demedim, tenis oynadım, Turnuvalara katıldım kupalar kazandım. Kazasız belasız yüzlerce set tenis oynadım, maçlar yaptım.

İşte dostlar bu kadar aktif bir hayatım vardı benim ve bütün bunlara rağmen ne bir yanımı kırdım ne de sakatladım, bu kadar yıldır.

5 gün önce 20 yılda binlerce defa inip çıktığım evimin ortasında ki merdivenden düşüp omzumu sakatladım. Yerinden çıkan kemiği üç saat süren bir ameliyatla yerine vidaladılar. Kendimden de salaklığımdan da utanıyorum.

Beni bu halde gören dostlarım, önce motor kazasımı diye soruyorlar. Ben “hayır” deyince “yelken mi o zaman” diye devam ediyorlar. Ben den yine “hayır” cevabı alınca tenise dönüyorlar. Ben bir salağım, merdivenden düştüm de böyle oldu demeye utanıyorum.

Anadolu’da atalarımız boşuna “attan düşen ölmez ama eşekten düşen ölür” dememişler.

Bir de bilmem nazara inanırmısınız. Ben artık inanmaya başladım. Yıllarca yeşil gözlü güzel kadına yüzlerce insan, yerli yabancı, saçlarınız ne güzel Yasemin Hanım dediler, dediler kızcağız önce saçlarını kaybetti.

Turnuvada ki son çiftler tenis maçımız bitti. Rakibim İngiliz bana” you have a very strong right arm and your services are amazing( senin sağ kolun çok kuvvetli, servislerin inanılma güçlü) dedi ve sağ omzumu okşadı gülerek.

10 dakika sonra evde merdivenden düştüm ve işte o omuz sakatlandı.

Adamın gözleri masmaviydi.

Artık neye inanırsanız, nazara mı, kadere mi, olacağı varmışa mı, görünmez kazaya mı yoksa benim salaklığıma mı tercih sizin.

Ama şunu çok iyi biliyorum. Gözlükler aynı ama, adam aynı adam değil artık.



HİÇ KİMSENİN HİÇ KİMSESİ



Bu yazımı yine sol kolumla yazıyorum ve bu yazım, sağ olsunlar benim yazılarımı içtenlikle okuyan, destekleyen hanım okuyucularıma gidiyor.

Yeşil gözlü güzel kadın güzelliğinin yanı sıra, o kadar fedakar, iyimser, affeden, kin tutmayan, sabırlı, güler yüzlü birisiydi ki tahmin edemezsiniz. 

Belki de bu karakteri, bu inanılmaz hoşgörüsü, sabrı, sessizliği, her şeyi içine atması onu böyle erkenden elimizden aldı.

Keşke kızsaydı, bağırsaydı, öfkesini açığa vursaydı,”Yeter” deseydi, “Yeter” Nazım Hikmet gibi isyan etseydi güzelim. Bize haddimizi bildirseydi.

Ey benim iyimser hallerim,
Çabuk aldanışlarım,
Alttan alışlarım,
Hatayı hep kendimde buluşlarım,
Değmeyeceklere kafayı takışlarım,
Yoktan yere akıp giden gözyaşlarım,
Hepinize elveda…
Artık ben hiç kimsenin, hiç kimsesi olmayacağım.

Nazım Hikmet

Evet, bakın Yasemin şimdi hiç kimsenin hiç kimsesi değil, öyle bir “Hepinize elveda” dedi ki sonunda.

Ne olursunuz siz siz olun, size yapılan haksızlıklara tepki gösterin direnin. İçinize atmayın. “Hayır” diyeceğiniz yerde “Hayır” “Yeter” diyeceğiniz yerde “Yeter” “Dur” diyeceğiniz yerde “Dur demesini bilin. Ne tepki verecekseniz verin ama ne olur size karşı yapılan haksızlıklara sabredip, boynunuzu büküp içinize atmayın. Sonra çok pişman olabilirsiniz. İş işten geçtikten sonra “Ahhhh keşke” sizi hiçbir yere götürmeyecek, size artık hiçbir faydası olmayacak.

Gösterin tepkinizi tekrar yazıyorum kim olursa olsun, kime olursa olsun. Eşinize, çocuklarınıza, akrabalarınıza, arkadaşlarınıza, komşularınıza kim hak ediyorsa, hep içinize, hep içinize atmayın.

Unutmayın bir tek ölüme çare yok ve son pişmanlık fayda getirmeyecek.



EVE DÖNÜŞ



Biraz uyudum aklım başıma geldi evimde.Hastanede geçen üç gün benim için zor , çok zor oldu çünkü yeşil gözlümle bu hastanede yaşadığım ve hiç hatırlamak istemediğim bir yığın anı anı doldu beynime, gözlerime, kalbime.Cayır cayır yandı içim. Hastaneye neden geldiğimi bile unuttum. Bir de beni koydukları 07 numaralı oda tam çocuk bölümünün yanında olduğundan duvarlarda Yasemin'in çocuklar için yaptığı resimleri görebiliyordum.

Size fiziksel olarak çektiğim acıları detaylarıyla anlatmayacağım. Çünkü ben duygularımı paylaşırım ama bu tür acıları saklayan bir insanım.Ama zor bir ameliyat olduğunu söyleyebilirim.

İyi şeyler olmadı mı oldu.Canımın acısına değdi mi değdi.Bazı okurlarım Marmaris'e beni ziyarete gelmek istediler Türkiye'nin her yanından, okurlarım beni ameliyattan sonra evlerine davet ettiler, bana bakmak, sahip çıkmak istediler. Bunlar ne güzel duygular biliyormusunuz. İnsanı nasıl da hayata bağlayan duygular.Ne güzel insanlarsınız sizler. Aramızda böyle bir sevgi bağı olmasına ne kadar seviniyorum biilemezsiniz. Bilhassa çok zor günler yaşarken ülkemizde birbirimize karşı böyle duygularımız oluştuğunu bilmek ne kadar güzel.

Ameliyathanenin önünde sedyede kurbanlık koyun gibi yatarken kızım Bahar yanıma oturdu.O kocaman gözlerini gözlerime dikti. Bana öyle sevgi dolu bakmaya başladı ki. Çocukluğundan 25 yaşına kadar baktığı gibi baktı gözlerime.Sonra o gözler yeşil oldular, sonra saçlarının rengi değişti ve saçlarımı okşamaya başladı.. Size yemin ediyorum dünyada en sevdiğim iki insan iç içe karşımdaydılar.Saçlarımı okşuyan sevgilim, yeşil gözlü güzel kadınımdı.Yanılma ma imkan yoktu çünkü 32 yıl o güzel elin, o rengarenk bir kelebeğin suya dokunduğu gibi zarif dokunuşunu çok iyi biliyordum . Ben o ameliyat hanenin önünde o kadar mutluydum ki hiç bitmesin istedim. İçimde ne korku ne de heyecan vardı.

Sonra Bahar beni kapıya kadar iterek getirdi ve orada kaldı,Öptü beni yanaklarımdan. Ameliyat masasına yattığımda yeşil gözlüm doktorların arkasından yine her zaman ki o asil gülüşüyle bana bakıyordu. Yüzünde ki ifade bir annenin çocuğuna baktığı bir çeşit sevgi ifadesiydi. Gözlerim gözlerine takılı ben de ona gülümsedim.

Beni ameliyat edecek doktor arkadaşım gülümsediğimi fark etti ve"hayrola abi neden gülümsüyorsun "diye sordu. "Hiiiç" dedim aklıma komik bir şey geldi.

Sonra gözlerimi kapadım.Huzur içinde hissettim kendimi. Meleğim yanımdaydı yanıbaşımdaydı. Sonrasını hatırlamıyorum.

Dostlarım hala çok yorgunum..Bu gecelik ancak bu kadar yazabiliyorum.Hepinize iyi geceler ve sabır diliyorum. tekrar tekrar teşekkür ediyorum ilginiz için.


İNANÇ


Yasemin’im,

Yaradana inanıyorum. Yaradanı seviyorum. 

Hasretin dayanılmaz olunca, ona ara sıra gönül koyuyorum, isyan ediyorum, ama biliyorum o beni anlıyor, seviyor, şımarmama kızmıyor. Çünkü o senin hasretinin ne kadar zor olduğunu biliyor. Yoksa bu kadar erken almazdı seni benden.

Senin gibi bir meleği yaratana, seni bana layık görene, seni bana nasip edene, nasıl inanmam, güzel gözlüm bir tanem, onu nasıl sevmem ki?

Şimdi sen onunlasın biliyorum. Ama 10 ay da geçse, 10 yıl da geçse, ellerin ellerimde, gözlerinde gözlerimde olacak.

Bunu böyle bil!

Seni tamamen bırakamam ben, dayanamam ki.

Şimdi seni özleme sırası bende.


GÜLMEK



Siz gülmenin, Allah’ına kadar gülmenin ne olduğunu bilirmisiniz? 

Ben bilirim daha doğrusu bilirdim. Ben hem gülmesini hem de güldürmesini çok seven birisiydim. Öyle ki insanlar benim onlarla paylaştığım komik hikayeleri, olayları dinler sonra hem o anlattıklarma gülerler, hem de benim kahkahalarla gülmeme gülerlerdi. O kadar eğlenirdim ki. Ben herkesten fazla gülerdim.

Ben gülerken Yeşil gözlü güzel kadın eğer yanımdaysa oda benimle birlikte gülerdi. Onu güldürmeye bayılırdım çünkü her güldüğünde o güzel gamzeleri ortaya çıkar, ben de doya doya seyrederdim. “Bu adam seninle olduğu sürece sen hiç yaşlanmazsın” derlerdi Yasemin’e.

Eğer sevgilim yanımda olmazsa onu düşünür, ne kadar şanslı bir insan olduğuma sevinir, mutluluğuma, mutluluğumuza gülerdim. Daha kapıdan çıkar çıkmaz, “Allah ısmarladık” der demez özlerdim onu. Kahkahalarla gülerken akşam olunca onu tekrar göreceğimi bilirdim. İşte o zaman o kahkahalar daha bir uzar daha bir ruh dolardı. O kahkahalar arasında onu görürdüm, onun günümün nasıl geçtiğini soracağını, başını omzuma koyacağını, saçlarımı, sakallarımı okşayacağını, bana sarılıp öpeceğini bilirdim. Gülerdim daha fazla gülerdim. Hayat ne kadar da güzeldi.

Şimdi gülmem öksüz kaldı. Bazen bir şeyler duyuyor veya okuyor gülmeye başlıyorum ve anında sevgilim aklıma geliyor. Hani insanın yemek yerken yemek boğazında kalır ya işte aynen öyle hissediyorum. Gülmem boğazımda kalıyor.

Allah kimsenin gülmesini boğazında bırakmasın. O kadar zor ki.

Şimdi gülün,. Gülme sırası sizde. Eğer Allah’ına kadar bir sevdiğiniz varsa, gülün Allah’ına kadar gülün.

Sonra söylemedi, yazmadı demeyin.

Gülün, midenize ağrılar girene kadar, gözlerinizden yaşlar gelinceye kadar gülün, sevdiğiniz için, veya mutluluğunuz için, veya bir seveniniz, bir bekleyeniniz olduğu için gülün olur mu?...

Nasrettin Hoca’nın dediğini unutmayın. “Madem ki her şeyiniz var helva yapacak, yapın lan”.

Hayatınızın, birlikteliğinizin tadını çıkarın.

Hala vaktiniz, fırsatınız varken.



CAN BABA, YİNE CAN BABA



Sevgilim,

Geçen gün Can Baba’nın yine güzel bir şiiri elime geçti. İsmi “Seninle olmanın en güzel yanı”

Bu güzel, duygu dolu şiirini şöyle bitirmiş güzel insan.

“Ama sen hiç benimle olmadın ki”
Ya aklın başka yerdeydi, ya yüreğin”

Ne zor bir birliktelik, ne acı bir duygu, ne edilmesi güç bir itiraf.

Ne güzel, biz hep birlikteydik be güzelim. Sen hep benimleydin, ben de hep seninle. Ta ki Khalil Gibran’ın yazdığı gibi “Ölüm meleğinin beyaz kanatları bizi ayırana kadar”

Ne senin aklın, ya da yüreğin başka yerdeydi, ne de benim.

Biz birbirimize baktığımızda, ne gözlerimiz başkalarını görür, ne de el ele tutuştuğumuzda ellerimiz başka elleri özlerdi.

Ama yine Khalil Gibran’ın dediği gibi cennetin rüzgarlarının aramızda dans ettiğini hissederdik.

Bizim kalbimizden başka gidecek yerimiz yoktu ki.

Varmıydı?...



RUHLAR HER ZAMAN HÜZÜNLÜ HİKAYELER ANLATMAZLAR


Eski tarihi binalar, kasabalar, şehirler bana nedense hep hüzün verirler. Hatta kalbimi bazen öyle bir hüzünle doldururlar ki artık taşıyamayacak gibi hisseder, ilk bulduğum yere oturur, gözlerimi bir yerlere dikerim. 

Neden böyle hissederdim, bana ne olurdu anlayamazdım. Bilhassa sıvaları dökülmüş, altından kat kat boyaları çıkmış, eski tuğla duvarlar beni çok etkilerdi. Böyle bir duvarın önünde durur, dakikalarca bakardım, o ayrı ayrı boyalara. Parmaklarım ucuyla dokunur, okşardım. Bazen konuşurdum bile.

Bana göre o kat kat boyalar, o evde biribirinin üstüne yaşamış insanlardı. İşte ben o boyalara dokunduğumda, sanki orada yaşamış olan ruhlara dokunuyor gibi hissederdim. Mesela Venedik’ten hiç ayrılmak istememiştim. Herkes St. Marco Meydanında klasik müzik dinleyip expresso içerken, ben bir duvardan diğerine koşturmuştum.

Bir de mezarlıklar; İsimleri okur, yazılanları okur, mezar taşlarını inceden inceye incelerdim. Mezarlıklar benim için canlı bir tarihti, Eğer hava güneşliyse, birde her yanım çiçeklerle doluysa, öyle huzur duyardım ki. İnanın etrafımda uçuşan ruhları hissederdim.

Her birinin bir hikayesi vardı o ruhların. Kimisi vefasızlıktan bahseder, kimisi erken ve vakitsiz ölümden şikayet eder, kimisi yalnızlıktan, kimisi hayattayken hiç anlaşılamamaktan. Ve ben oturduğum yerden sabırla dinlerdim onları. Üzülürdüm, gözlerimde yaşarırdı, ama gülerdim de. Ruhlar hayat dolu komik anılarda anlatırlardı, hüzünlü hikayelerin yanı sıra. O kadar güzel vakit geçiririmdim ki inanın hiç ayrılmak içimden gelmezdi.

Yeşil gözlü güzel kadın bana hep “Güvenciğim sevgilim” derdi eğer seni yabancı bir şehirde veya mekan da kaybedersem hiç endişelenmem. Çünkü seni elimle koymuş gibi bulurum. Sen ya bir mezarlıkta oturursun, ya da eski sıvaları dökülmüş bir duvarın önünde”

Bulurdu da, eliyle koymuş gibi, bulurdu da!

Şimdi aramak zorunda değil. Çünkü her sabah saat 9.00 ile 9.30 arası nerede olacağımı biliyor.

Ama ben artık ne mezarlıkları seviyorum, ne de sıvası dökülmüş eski duvarlarla konuşuyorum.



1 Eylül 2015 Salı

SAPIK



 Sevgili dostlarım bu yazımı sizlerle paylaşmak zorundayım. Çok güldüm. Hem güldüm hem duygulandım. İnşallah sizlerde gülersiniz. Sizleri her yazımla üzmek tercihim değil.

Hani sizlerle dün paylaştığım “RİCA” isimli yazım vardı ya. Beğenildi, paylaşıldı,  çok güzel, sevgi dolu, duygulu mesajlar aldım. Ama bir tanesi var ki sizlerle paylaşmaya karar verdim.

Efendim bu mesaj çok eski, çok sevdiğim, benim yaşlarımda, ortaokulu ve liseyi birlikte okuduğum, üniversiteye giderken aynı yurt odasını paylaştığım bir arkadaşımdan, yani kader arkadaşımdan geldi. Sonra da telefon açtı bana. Aramızda aynen su konuşma geçti.

Canım kardeşim, gözünü sevdiğim böyle rica, mica gibi yazılar yazıp başımızı derde sokma.
Niye,  ne oldu ki
Ne olsun senin tarif ettiğin gibi karıma sarılmaya kalktım.
Eee, ne güzel
Ne güzeli oğlum. Önce “sapıııık” diye bağırdı, sonra delirdiğime hükmetti. Şimdi de benle konuşmuyor.
Yavrum siz kaç senelik evlisiniz
Aşağı yukarı 45 senedir evliyiz.
Daha önce hiç sarılmadınız mı?
Sarıldık tabi ki sarıldık. Ama senin tarif ettiğin gibi değil.
Nasıl sarıldınız peki?
Sarıldık işte, herkes nasıl sarılıyorsa.
Herkesin nasıl sarıldığını nereden biliyorsun?
Görüyoruz artık kör değiliz ya.
Yani adet yerini bulsun diye.
Gerektiği zaman.
Çok merak ettim, ne zaman gerekiyor?
İşte ne bileyim, hani ayrılırken, seyahate falan çıkarken.
Onun haricinde hiç içinizden sarılmak gelmedi mi.
Yooook, zaten ben yorgun argın geliyorum, onunda dizileri var. Yani zamanımız olmuyor.
İnanmıyorum,  yani, birbirinize sarılmaya zamanınız olmuyor.
Oğlumuz 40 yaşına geldi. Anasına sarıldığımı görse herhalde beni döğer.
Bunları senden duyduğuma inanamıyorum. Neyse sonunda barışırsınız.
Kaç defa denedim. Korkulu, korkulu yüzüme bakıyor. Sana inanıp denedik işte.
O zaman sen kendi yöntemine dön, demek ki benim tarifim belli yaşlara kadar etkili. Sen nasıl alıştıysan öyle devam et. Et ki ikimizin de başı derde girmesin.

Ya vay anasını sayın seyirciler. Şimdi siz bu olayı nasıl yorumlarsınız. Bence hem komik aynı zamanda trajikomik.  Adamcağız 45 yıllık karısına şöyle bir sıkı sıkı sarılmaya kalkıyor. Sapık damgası yiyor. Veya oğlundan dayak yiyeceğinden korkuyor.


Yani “yesun oni ninesu, yesun oni ninesu” ( Türkçesi: yesin onu ninesi, yesin onu ninesi) Bu duruma başka ne yazabilirim bilmiyorum. İçimden bu geldi.

TEK BAŞINA TANGO OLMUYOR İŞTE!!!


Bizim İçmeler’in en yüksek tepesinde Yasemin’imle insan üstü emek harcayarak yarattığımız çok güzel bir evimiz var. 

Evimizin hemen yanındaki sekiz adet lüks apartman dairelerinin yarısından fazlasını Ruslar satın aldılar. İnanılmaz güzel insanlar, inanılmaz güzel dostlar. 

Bunlardan birisi Moskova’da yaşayan, her geldiğinde bana en kalitelisinden koca bir şişe viski hediye getiren, Serge isimli varlıklı, başarılı bir mimar.

Geçenlerde Marinada ki mağazamda otururken Serge benim telefonuma bir mesaj gönderdi. Mesajında Moskova’dan bir haftalığına Marmaris’e tatile geldiğini, beni çok görmek istediğini, Crazy Daisy isimli barda olduğunu, eğer vakit bulur gelirsem çok sevineceğini yazdı.

Bu adı geçen barın senelerdir önünden bile geçmek istemediğim, müthiş gürültülü ve itici bir yer olduğunu bilmeme rağmen, artık “arkadaş için çiğ tavuk bile yenir” moduna girdim. Gönül koyar, ne olur ne olmaz, belki bundan sonra bana viski falan getirmez korkusuyla, istemeye istemeye de olsa gitmeye karar verdim.

Crazy Daisy kalabalıktı ama Serge’yi bulmak zor olmadı.

Ukranya’lı birkaç kızın arasında elinde, içki kadehi, deniz tutmuş gibi iki yana sallanan Serge beni karşısında görünce Angelika Jolie’nin dudaklarını anımsatan dudaklarında tipik bir alkolik gülümsemesiyle bana sarıldı ve hemen bir viski ısmarladı.( Bu arada Serge bu dünyada tanıdığım tek Angelika Jolie dudaklı erkektir. Dalga geçmiyorum) Ruslarda adettir ama dudaktan öpüşmedik.

Tabi biribirimize hiçbir şey söyleyemedik müzikten. Önce sevgiyle birbirimize bön bön baktık. Sonra ikimizde birbirimizin kulağına bir şeyler bağırdık. Ne o bir şey anladı, ne de ben bir şey anladım.

Daha ben birinci içkimi bitirmeden, ikincisi, sonra üçüncüsü, derken şöyle bir etrafıma baktım;

Efendim burası taş döşeli büyük bir mekan ve her tarafa bistro masaları yerleştirilmiş. Yani insanlar oturmuyorlar. Masaların etrafında ayakta dikiliyorlar.

Hiç kimse birbirine bakmıyor ve dokunmuyor. Herkesin gözü bir yerlere dikilmiş ama baktıkları yeri görmüyor gibi bakıyorlar. Yani bakıyorlar ama baktıklarından emin değiller.

Müzik manyak bir volümde çalıyor ama dans eden yok.

En fazla bir omuz hareketi veya çok çılgınlaşırlarsa birazcık kalçalarını sallıyorlar, ama her beş dakikada bir sağ ellerini havaya kaldırıp baş parmaklarıyla yukardaki birini veya birilerini tehdit eder gibi işaret çakıyorlar.

Sanki “ben sana gösteririm” gibi hatta bazıları işi daha da ileri götürüp “ben senin ananı” gibi bir tarzla parmak sallıyorlar.

İşte böyle birbirlerini fark etmeyen, birbirlerine dokunmayan, ayakta gökyüzüne parmak sallayan yüzün üstünde insan. Tamamen kendi içlerine dönük bir çeşit masturbasyon topluluğu.

Konuşmak imkansız. Bakıyorum birisi ümitsiz ama iyi niyetli, yanındakinin kulağına bir şey söylemeye çalışıyor, daha doğrusu bağırıyor. Dinleyenin suratındaki salak ifadeden hiçbir şey anlamadığını fark ediyorsunuz. Sonra diğeri onun kulağına bağırıyor bu defa o salak ifade onun yüzüne yerleşiyor.

Gençliğimde benim gittiğim barları, diskoları düşündüm bir an.

Biz beraber gittiğimiz kızlara dokunmak için elimizden geleni yapardık. Sarılır dans ederdik. Sarılır öpüşürdük. Beraber el ele kucak kucağa dans ederdik. Ne Travolta kalırdı ne Grease.

Bu millet birbirine dokunmamak, göz göze gelmemek için ellerinden geleni yapıyor. Bunun neresi eğlence neresi, iyi vakit geçirmek?

Dördüncü viskiden sonra işaretle Serge’ye artık gitmem gerektiğini, daha fazla eğlenmeye ne zamanımın nede kalbimin müsait olduğunu anlattım.

O da bana işaretle “iyi geceler seni gördüğüme memnun oldum” dedi.

Bir an mors alfabesi kullanmayı düşündüm ama yorgun olduğumdan vazgeçtim.

Dünya nerelerden nerelere gelmiş. Eğlence sektörü öyle bir hale gelmiş ki ben işin içinden çıkamadım. Vay anasını sayın seyirciler.

Biz hayatımızı duygu dolu, birbirimize sarılarak, birbirimizin kokusunu, nefesini hissederek geçirdik. Öyle güzel yaşadık ki.

Yasemin’imle aramızda 14 yaş vardı. Tabi biz profesyonel olup sahnelere çıkmadık ama güzel yaşadık. İzlediğiniz videodaki gibi. Disiplinli, saygılı, sevgi dolu, gözlerimizde hep kalplerimizden çıkıp gelen o “iyi ki varsın, seni çok seviyorum” bakışı ile, Allah’a şükrederek.

Her seferinde sanki ilk defa sarılıyormuş gibi birbirimize sarılarak, titreyerek heyecanlanarak yaşadık biz.

Hayatımızdan müzik hiç eksik olmadı, saatlerce dans ettik yorulmadık, bıkmadık usanmadık “ ben sana mecburum” bizim şiirimizdi.

Biz birbirimize sarılıp dans ederken dünyamız değişirdi. Ne kimseyi görür ne fark ederdik.

Şimdi bu seyrettiğiniz videodan, o muhteşem tango gösterisinden, çekin alın o zarif, güzel, inanılmaz güzel dans eden kadını.

O sahnede ki dağ gibi, kendine güvenen, sevdiği kadınla tango yaparken her attığı adımda yerleri titreten, seyredenlerin kalplerinde adeta bir taht kuran adamın yerini, yapayalnız, kolları bomboş kalmış, şaşırmış ne olduğunu anlayamayan bundan sonra ne olacağını, ne yapacağını, ne yapması gerektiğini bilmeyen, sahnede kalsın mı, gitsin mi karar veremeyen yaşlı bir adamın aldığını göreceksiniz.

Çok güzel giyinmiş, yorgun, yalnız ve yaşlı bir adam.

İşte böyle güzel dostlarım benim. Ne kadar kendinizi inandırmaya çalışırsanız çalışın, ne kadar uğraşırsanız, uğraşın tek başına tango yapılmıyor.

Sahne orada, ışıklar orada, seyirciler de orada. Şov devam ediyor ama yeşil gözlü güzel kadınsız olmuyor işte.

Olmuyor,olmuyor işte.