26 Şubat 2015 Perşembe

GÜL TUTAN DERVİŞ


Biz gençliğimizde Amerikan filmleriyle büyüdük. ( gerçi şimdi de pek fark yok ya) Hollywood bizleri öyle bir kafaya aldı ki, Amerika bir yana dünya bir tarafa diye düşünerek büyüdük, serpildik. Bilmediğimiz tanımadığımız erkek olsun kadın olsun sinema artisti yoktu. Amerikan arabaları, Amerikan şarkıcıları, Amerikan şehirleri, Amerikan evleri, Amerikan Üniversiteleri, liseleri, Amerikan tarzı saç kesimleri, varsa Amerika yoksa Amerika’ydı hayat o yıllar da bizler için.

O filmlerde hayran hayran Amerikan üniversitelerini ve oradaki öğrencilerin yaşamlarını seyreder sinir olurdum. Mideme ağrılar girerdi. Ellerinde kitapları ,çantaları ile  tertemiz koridorlardan sınıflarına koşuşan, duvar kenarlarında, yerlerde, çimenlerin üzerinde, bulabildikleri her mekanda oturup ders çalışan, müzik dinleyen veya birbiri ile huzur içinde sohbet eden kızlı erkekli öğrencileri, yemyeşil spor sahalarını, öğrenci cafelerini, diskoteklerini, sporun her dalında faaliyet gösteren sporcuları seyrederdim imrenerek.

Polis kordonları, polis kontrolları, pankartlar, hiç bitmeyen öğrenci-polis, öğrenci-öğrenci çatışmaları, fakülte baskınları, koridorlarda sıkılan kurşunlar, atılan bombalar, Molotof kokteyleri, devamlı kapanan üniversiteler, ölenler, yaralananlar, sakat kalanlar,  silah sesleri, acaba bu gün fakülteyi kim basacak diye yürek çarpıntısıyla, acele acele tamamladığımız testler, imtihanlar geçerdi aklımdan o Amerikan filmlerini seyrederken. Seyrettikçe içimde ki isyan duygusu daha bir büyür, midem cayır cayır yanmaya başlardı.

Dört senemi geçirdiğim oturup şöyle problemsiz bir çay içip arkadaşlarımızla  sohbet etmenin nasip olmadığı, İstanbul Edebiyat Fakültesini düşünürdüm. Ne günah işlemiştik ki Amerikalı kardeşlerimiz kendi üniversitelerinde öğrenciliklerinin zevkini çıkarıp, zengin olanaklar içinde huzurla okurken, bizlere sürünmek cezası kesilmişti.

Ben de o üniversitelerde okuyacaktım. Benim de kırmızı bir spor arabam olacaktı. Ben de kocaman evlerde yaşayıp çok para kazanacaktım. Ben de pahalı restoranlarda o playboy magazinlerinde ağzımız sulanarak izlediğimiz koca memeli, sütun bacaklı dilberlerle kadeh tokuşturup hayatımı renklendirecektim.

Sonunda Kanada’ya kapağı attım dostlarım ve o hayallerimdeki üniversiteye girdim. İstanbul’da okuduğum yıllarda yaşadığım problemlerden sonra burada ki üniversite o kadar kolay geldi ki dört yıl sonra dekanın şeref listesinde mezun oldum. Ayrıca mezuniyet tezim birinci seçildi bir sürü de para kazandım.

Seneler geçti. Tam 10 yıl Türkiye’ye dönmedim. Tam on yıl. Türkiye’de yaşadıklarım beni o kadar etkilemiş, o kadar soğutmuştu ki. Çok çalıştım. İşimde çok iyi yerlere geldim. Güzel bir adamdım. İnsanları etkilemeyi biliyordum Evet kırmızı bir spor arabam oldu. Kocaman bir evim oldu. En pahalı restoranlarda yemek yediğim, beraber yaşadığım, tatillere çıktığım koca memeli, sütun bacaklı bir yığın kız arkadaşım oldu. İşte o çok imrendiğim hayatın tam merkezindeydim artık. Hayatım is seyahatlerinde, pahalı otellerde, toplantı salonlarında, hava alanlarında geçiyor en pahalı elbiseler giyiyor en pahalı arabalarla işime gidip geliyordum. Evet, o filmlerde gördüğüm Amerikan rüyasını sonunda gerçekleştirmiştim. Ama bütün bunları gerçekleştirdikten sonra içimde sebebini bilemediğim, anlayamadığım öyle bir boşluk oluştu ki inanamazsınız. Sanki yolun sonuna gelmiştim. Kendi kendime Peggy Lee’nin o meşhur şarkısında sorduğu soruyu sorup duruyordum: Is that all there is( hepsi bu muydu?)

İşte sevgili dostlarım; kader mi dersiniz, alın yazısı mı dersiniz, yoksa meleklerin bir oyunumu dersiniz bir sürü olaydan sonra(yakında çıkacak ‘’Yasemin’’ isimli kitabımda detayları okursunuz) Türkiye’ye döndüm. Yaseminle evlendim ve çiçeği burnunda güzel eşimi aldığım gibi Kanada’ya getirdim. Ben 35, Yasemin henüz 21 yaşındaydı.

Düşünün, 21 yaşında, İngilizceyi yeni  öğrenmiş, hayatında hiç ailesinden ayrılmamış, hiç yurt dışına çıkmamış, tipik tutucu bir Türk ailesinde yetişmiş, uzun boylu kocaman yeşil gözlü, devamlı gülümseyen dünya güzeli bir kız çocuğuydu Yasemin.

İlk bir kaç ayımız Yasemin’i beni tanıyan iş ve özel arkadaşlarıma tanıştırmakla geçti. Her tarafı tablolar ve heykellerle dolu evimizi çok sevdi Yasemin.  Kocaman ağaçlarla çevrili, bakımlı ve her tarafı yemyeşil mahallemizi de çok sevdi. Sonra onu benim devamlı gittiğim lokantalara ve barlara götürdüm. İşte o mekanlar da eskiden tanıdığım, mastırlı, doktoralı, markadan başka bir şey giymeyen ve ellerinde şarap kadehleri bana pervasızca sarılıp tebrik edip kendisine kıskançlıkla nazarlar atan kızlara rastladı Yasemin. Hiç aldırış bile etmedi. Bana daha fazla sarıldı. ‘’Ne güzel’’ diye düşündüm. ‘Gencecik ama ne kadar kendinden emin’’ diye sevindim.

Sonra Yasemin’e evimizde bir resim stüdyosu yaptık ve istediği bütün malzemeleri Toronto’da ki onlarca Art mağazalarından satın aldık. Ben işteyken canım karım o güzel resimlerini yapmaya başladı. Bir hafta sonra her eve geldiğimde Yasemin’in bir resim üstünde çalıştığını, ben içeri girdiğimde onu aceleyle kaldırıp başka bir resimle uğraştığını fark ettim. Onun mahremine girmek istemediğimden veya bir şekilde taciz etmek istemediğimden üstünde durmadım.

Aradan birkaç ay daha geçti. Bir akşam evimizde çalışma odamda otururken Yasemin yüzünde tuhaf bir ifade, gözleri dolu dolu odaya girdi ve elindeki poster boyunda karakalem bir resmi masamın üstüne adeta fırlattı ve ‘’Bak bakalım ‘’ dedi ‘’O mastırlı, doktoralı, süslü kız arkadaşların bunu yapabilirler mi?’’ Sonra arkasını döndü ve hıçkıra hıçkıra ağlayarak odadan çıktı gitti.

Masamın üzerinde ki resme baka kaldım. İnanılmaz güzel, güzel ne kelime muhteşem, bir o kadar ruh dolu, dantel gibi işlenmiş, elinde gül tutan kara kalem bir derviş resmiydi bu resim. Bir an kafam tamamen durdu ve kendimi çok kötü hissettim. O anda Yasemin’in o güzel yemyeşil gözlerinin sadece güzel değil, ışıklarla dolu olduğunu ve hayatım boyunca o gözlerin gördüğü detayları ışıkları göremeyeceğimi anladım. O bu yaptığı resimle sanki bana ‘’Beni artık anla, sev’’ diyordu.   Ne kadar büyük bir bok olduğunu ispatlamak için güzel gözlümü götürdüğüm mekanlarda, ne kadar üzdüğümü ne kadar duygulandırdığımı utanarak fark ettim.

 Yerimden kalktım ve mutfak penceresinin önünde bana arkası dönük omuzları titreyerek ağlayan eşimin yanına gittim. Önce ne yapacağımı bilemedim sonra omuzlarından hafifçe tutup onu kendime çevirmek istedim. Önce biraz direndi, sonra bana döndü. Kafasını göğsüme gömüp iyice ağlamaya başladı. Sıcak bir yaz akşamı olduğundan ve üzerim çıplak olduğundan göğsüme damlayan o gözyaşı damlalarını hissettim. O damlaların derimden geçip kalbime dolduklarını ve ölünceye kadar orada kalacaklarını da hissettim. İşte o an Yasemin’i ne kadar sevdiğimi ve ona ne kadar aşık olduğumu fark ettim. Biraz ağlaması azalınca çenesini yavaşca tutup o güzel yemyeşil gözlerinin içine baktım ve’’Demek öyle ha, arkamdan dolaplar çeviriyorsun. Beni evden gönderip sakallı, bıyıklı adam resimleri yapıyorsun’’ dedim. Bu defa da o güzelim gamzelerini göstererek gülmeye başladı. Sonra öptük birbirimizi, uzun uzun öptük. Sarıldık.

Yaa… dostlarım, o günden sonra hayat benim için ‘’Yasemin’’ oldu. Hep onu gördüm, hep ona odaklandım. Bütün hayatımı değiştirdim. Bir kaç sene sonra da kucağımızda iki aylık bebeğimizle Türkiye’ye Marmaris’e kesin dönüş yaptık. O kırmızı spor arabaları, kocaman evleri, pahalı ofisleri, limuzinleri, hava alanlarını, iş toplantılarını, o kadar yıl deli danalar gibi çalışıp inşa ettiğim kariyerimi hepsini, hepsini arkamda bıraktım. Ne pişman oldum ne de dönüp bir daha bakmayı düşündüm. Bir çok kişi bize ‘’Yahu insan oraları bırakıp buralara gelir mi’’ sorusunu sordu. Her seferinde Yasemin’imle birbirimize bakıp sadece gülümsedik.

İşte bu yazıma eklediğim resim tahmin ettiğiniz gibi, yeşil gözlü güzel eşimin yaptığı o bizi birbirimize bağlayan, hayatımızı tümüyle değiştiren  ‘’Sihirli derviş’in’’ resmidir.





24 Şubat 2015 Salı

BIRAKIN DELİ ZANNETSİNLER SİZİ!!!


Kanada’da ilkbahar yoktur, olmaz. Kış biter, birden yaz başlar. Bir tek İngiliz Kolombiya’sı bölgesinde ilkbahar yaşanır o kadar. 

Sivas’ta doğmuş, büyümüş, çocukluğu tarlalarda kır çiçekleri ve envai çeşit kuşlar arasında geçmiş biri olarak ilkbaharı çok özledim, Kanada’da yaşarken. Tam 10 yıl Türkiye’ye dönmedim. 10 yıl kır çiçeklerine de kuşlara da hasret kaldım.

Sonunda Yasemin’le nişanlanmak için Büyükçekmece’ye geldim. O zamanlar,1982 yıllarında henüz her taraf apartmanlarla dolmamıştı. Yaseminlerin evinin önündeki tarlalarda kır çiçeklerine görünce aklım başımdan gitti. Rengarenk, kırmızı, mor, sarı, pembe, gökkuşağının her rengi çiçeklerle dolu o tarlalara çıplak ayak daldım. Çiçeklerle konuşarak, onları okşayarak bir tarladan bir tarlaya koştum koştum.

Evlerinin balkonlarından beni seyreden Yasemin’lerin komşuları. ‘’Bula bula bu herifimi bulmuşlar, koca herif, çıplak ayak tarlalarda koşuyor, çiçeklerle konuşuyor. Manyakmıdır nedir. Gül gibi kızımıza yazık’’ demişler.’’ Kızı yaktılar’’ diye üzülmüşler.

Yasemin bana komşularını ne kadar güzel etkilediğimi söyleyince, ona bahar çiçeklerinin benim için çok önem taşıdığını, 10 yıldır bu çiçeklerin özlemini çektiğimi ve Sivas’ta yaşadığım çocukluk anılarımı anlattım saatlerce. Sonra evlendiğimizde sevgilimi alıp Sivas’a götürdüm.

Ona, Aşık Veysel’in bahar çiçeklerini, laleleri, nergisleri, sümbülleri, gelincikleri gösterip, şairin ‘’Haziranda Sivas’ta Ölünmez’’ satırlarını boşu boşuna yazmadığını söyledim.

Bir yıl sonra, Büyükçekmece’de Yasemin’le elele, o kır çiçekleri ile dolu tarlalarda çıplak ayak koşarken, bu defa balkonlarından bizi seyreden komşuları ‘’ Vah vah yazık oldu kıza. O da kocası gibi delirdi, manyaklaştı’’ demişler.

Baharı o kadar severdik ki bir kızımız olunca adını ‘’Bahar’’ koyduk.

Marmaris ve çevresinde bahar çiçeklerinin sihirli bir sırası vardır ve hiç bozulmaz.

Önce minik minik yalancı laleler açarlar. Morun, pembenin, mavinin en güzel tonlarını yansıtırlar. Yasemin ve kızım Bahar’la bu çiçeklerin yetiştiği yerleri keşfetmeye bayılırdık. Yüzlerce fotoğraflarını çeker, sonra da suçlu suçlu küçük bir demet yapar evimize götürür, yaşata bildiğimiz kadar yaşatırdık

Sonra bembeyaz papatyalar açınca kırmızı cipimize atlar Önce Bayır’a sonra da eski Bozburun; Söğüt yoluna çıkar, kendimizi, kocaman gri kayaların arasından, basamak basamak tepelerden fışkıran papatyaların arasına bırakırdık. ‘’Sessizlikler vadisi’’ derdim ben o vadiye. Marmaris’in hiç bitmeyen inşaatları, molozları, beton kamyonları, grayderleri, kepçeleri, matkapları, hilti feryatlarından sonra cennet gibi gelirdi o vadi bize. İnsan yapısı hiçbir şey yoktu. Arıların böceklerin vızıltılarını dinleyerek, Yasemin’imle elele, saatlerce otururduk papatyalar arasında. Sarılırdık birbirimize, öpüşürdük.

Sonra Badem ağaçları çiçek açardı. Önce Selimiye, söğüt, Bozburun’ a gider, o kar yağmış gibi çiçeklerle kaplı tepeleri seyreder, yüzlerce fotoğraf çekerdik. Yetmezdi, Datça’ya giderdik. Datça’da ki badem ağaçlarıyla konuşurdu Yasemin. Badem çiçeklerini koklar, badem ağaçlarına sarılır onlara teşekkür ederdi. O beyazın her tonu, pembenin her tonu çiçekler arasında kaybolur gider, vaktin nasıl geçtiğini anlamazdık.

En sonunda kıpkırmızı gelinciklere sıra gelirdi. Yasemin’im en çok da gelincikleri severdi. Gelincik tarlalarına girer, çiçekler dokunur, onların etrafında dans eder, hangisine bakacağını şaşırırdı. Ona göre dünyada ki en güzel kırmızı gelincik kırmızısıydı. Hiç ayrılmak istemezdi gelinciklerinden. Gelincikler solmaya başlayınca bir hüzünlenirdi ki.

Yeşil gözlü güzel karımın ömrü de kır çiçekleri gibi kısa oldu. Ama yaşadığı dünyayı yarattığı resimler ve tablolarıyla kır çiçekleri gibi güzelleştirdi.

Bu sene biz gidemiyoruz. Sizler gidin bizim yerimize. Tutun sevgilinizin elinden, cep telefonunuzu da bilgisayarınızı da kapatın baharı karşılayın birlikte. Yalancı lalelerin, papatyaların, badem çiçeklerinin, gelinciklerin fotoğraflarını çekin. Konuşun onlarla, dokunun onlara, aralarında sarılın birbirinize dans edin. Baharın kokusunu çiğerlerinize çekin ‘’Ohhhh be dünya varmış’’ diyene kadar. Bırakın millet deli zannetsin sizi. Ne kadar deli zannederlerse, o kadar güzel yaşıyorsunuz demektir. İnanın bana.

Sevgililer gününde kalbim çok ağrıdı dostlarım.

Şimdi bahar geliyor, korkuyorum, çok korkuyorum.



23 Şubat 2015 Pazartesi

KIRMIZI ELBİSE

Sevgili dostlarım,arkadaşlarım.Bilmem Leo Buskalia'yı tanırmısınız.Eminim içinizde tanıyanlar vardır. ben tanimayanlar için bir özet yazıyorum.Leo İtalyan asıllı bir Amerikalı frof. Sevgi, beraberlik,aşk üzerine yazılmış bir yığın kitapları olduğu gibi yıllarca çeşitli televizyon kanallarına aynı konular üzerinde proğramlar yaptı ve seminerler düzenledi.Çok şeker, çok duygulu insanlarla çok güzel iletişim kuran hem insanları çok seven hem de onlara kendini hakikaten sevdiren ve dinleten bir hatipti. Ben kendisiyle seminerlerinden birinde tanıştım ve kucaklaştık.

Leo'nun anlatacak hep birinden ilginç hikayeleri vardı. İşte bunlardan birini sizinle paylaşıyorum.

Bir gün Leo'nun ofisine bir 60 yaşlarında bir adam gelir ve ''Leo'' der. '' benim eşim evliliğimiz boyunca bir kırmızı elbise istedi, her seferinde hayır dedim, ne aldım ne de almasına izin verdim. Karım öldü, çok pişmanım, şimdi bir kırmızı elbise alıp ona giydirip gömmek istiyorum, ne dersin?''

Adamı sonuna kadar dinleyen Leo konuşma biter bitmez yerinden Fırlamış ve ''Bir an önce kafana bir şey geçirmeden siktir ol git'' demiş herife ''defol ofisimden serseri pezevenk, o kadar yıl zavallı kadına bir kırmızı elbise almamıssın şimdimi aklın başına geldi, onu öldürdükten sonra, siktir git gözüm görmesin'' diye bağırmış çağırmış ve adamı ofisinden
kovmuş.

Şimdi resmimize bakım sevgilim'in elbisesi kırmızı ve onu ben aldım. Benim de gömleğim kırmızı onu da sevgilim bana almıştı. Ben ona yalnız kırmızı elbiseler almadım. Canım'a gök kuşağındaki bütün renklerden elbiseler aldım, oda bana gök kuşağındaki bütün renklerden gömlekler, tişörtler aldı.

Çok beklemeyin,sonra veya ilerde veya başka zaman lafları boş laflar çünkü sonra ilerde veya başka zaman ne olacağını bilemezsiniz.Yapacaklarınızı şu anda yapın, beraberken, eleleyken.

Gecikmeyin, sakın gecikmeyin. Sonra hem başınıza hem de başınızı vurduğunuz duvara yazık olur.

Yazmamı siz istediniz



HERŞEY BİR RÜYA MIYDI?

Dün gece uyurken yorganı üstüme çektim ve birden panikledim. Yasemin'in üstünü açtım zannettim.Bir daha da uyuyamadım. Sonra sabaha kadar ne yapacağımı bilemeden gezdim, gezdim. Aşağı kata indim, su içtim. Televizyon seyretmeye çalıştım. Köpekleri gezdirdim. Sonra yine su içtim ve salonda ki fotoğrafımızın önünde sabahı ettim.

İşte insanın en iyi arkadaşı,dostu olmadan yaşaması daha doğrusu yaşamaya çalışması, daha doğrusu yaşadığını zannetmesi böyle bir şey.


KALP ACISI

Yasemin'imle senelerce söylediğimiz bir türkümüz vardı bizim. Ben saz çalardım, birbirimizin gözünün içine bakarak o kadar içli, o kadar duygulu söylerdik ki. Dinleyenler de çok duygulanır, çok severlerdi. Ne zaman sazımı elime alsam bizden bu türküyü söylememizi isterlerdi.Türkünün en sevdiğimiz bölümünü yazıyorum;

Vay ne olur, ne olur,
Sevda sır ilen olur.
Gözdür alemi gezen,
Gönül bir ilen olur.

Evet benim güzel dostlarım. Hakikaten gönül bir ile oluyor,Yeter ki size bakarken kalbi gözlerinden fışkıran o ''Biri'' Allah size nasip etsin, karşınıza çıkarsın.



GÖNÜLDEN BAKIŞ


Sevgili dostlarım,güzel insanlar.

Söğütte kızımız Bahar'ın çektiği bu resimde Yasemin'imin gözlerindeki ifadeye,sevgiye çok dikkat edin. Bakın o sevgi o gözleri o yüzü nasıl güzelleştiriyor.

32 yıl hep böyle sevgiyle, ilgiyle bakan, söylediklerini dinleyen,her sırrını paylaşan, ağlarsa ağlayan, gülerse gülen,kendisine bir evlat verip dünyayı sevdiren, oturup beraber türküler söylediği en iyi dostu, hayat arkadaşını nasıl özlemez,nasıl yüreği yanmaz.

''Ölenle ölünmez!! inanın hiç bir şey ifade etmiyor sadece laf, bir klişe. Ölenle ölünüyor, gömülen sadece sevdiğiniz olmuyor, eğer hakikaten seviyorsanız, siz de onunla gömüldüğünüzü hissediyor ve bundan sonra ki ömrünüzün sadece bir gün doldurmadan ibaret olacağını isteseniz de istemezseniz de fark ediyorsunuz.

''Zaman her şeyin ilacıdır'' ise kuru teselli,çaresizlikle yaratılmış başka bir kelimeler topluluğu.. İnsanın hasreti, acısı gün geçtikçe daha bir artıyor.Belki de ilk zamanlar sıcağı sıcağına ne olduğunu anlayamıyorsunuz ve asıl acınız, üzüntünüz sonra başlıyor. Günler geçtikçe dalga dalga büyüyor,katmerleniyor.

Şimdi sizlerle inşallah yakında yayımlanacak olan son kitabım ''Yasemin.bak yeşil yeşil'' in giriş sayfasını paylaşıyorum.

İşte o güneş ve güneş batımı. hani yeryüzünün bütün renklerini sinesinde toplayan,hani Atatürk'ün İzmir Pasaport'ta oturup, rakısını içerken o Yunan asılı garsonu çağırıp ''Venizelos hiç buraya gelip güneş batışını seyredermiydi'' diye sorup aldığı ''Hayır efendim'' cevabı karşısında '' O zaman niye İzmir'i almaya kalktı ki'' diye merak ettiği, o güneş ve o güneş batımı.

İşte o güneş önce Pasaport'tan başlayıp, denizin kenarında perde duvar gibi dikilen, Yeşiltepe, Karataş, Göztepe, Güzeyalı apartmanlarını ve feribotu aydınlattı.

Sonra parkları, envai çeşit ağaçları, çiçekleri, mavi beyaz belediye bisikletlerini, piknik masalarında teneke bira içip midye dolma yiyen gençleri, tinercileri...Türbanlı aileleri geçip, İnciraltı'nda her an yıkılabilir zihniyeti ile emaneten yapılmış marketleri, müzikli salonlarını, balık restoranlarını, kafeleri söyle bir okşadı.

Sonra da Rusya'da kominizim zamanında inşa edilen devasa binalara benzeyen, Dokuz Eylül Üniversite Hastanesi ana binasını altıncı katına, özel odaların bulunduğu koridorlardan birine geldi. Urla'ya bakan açık bir pencerenin önünde, tekerlekli sandalyede oturan, yeşil gözlü, saçları kemoterapiden dökülmüş güzel kadını ve Anthony Hopkins'e benzeyen, uzun beyaz saçlı,beyaz sakallı adama ulaştı...

''Hayatım!! dedi adam. ''Bak denizden rüzgar ne güzel esiyor. Hadi oksijenini biraz kapatalım da deniz havası al. Çok yoruldun. Eğer ihtiyaç duyarsan hemen açarım.'' '' Sen bilirsin'' dedi güzel kadın, oksijeni kapatılınca bunalacağını bile bile. O kocaman yemyeşil gözlerini kocasının gözlerine dikip gülümsedi. Zaten otuz iki yıllık evlilikleri süresinde hep 'peki' veya 'sen bilirsin' demeye alışmıştı.''Peki'' dedi ''Sevgilim hadi deneyelim:''


SENİ SEVİYORUM


Benim güzel dostlarım.

Şunu çok iyi bilin ki ben sizlere yazdığım yazıları sizlerden sempati beklediğim için yazmıyorum. İçimden geldiği gibi, belki yazdıklarımın kalbinizin bir köşesinde küçücük bir yer bulacağını ve birlikteliklerinizin birazcık ta olsa pozitif yönde etkileyeceğini düşünerek yazıyorum.

Bu yazı bahar çiçekleri hakkında.

Hepinizin bildiği gibi, Marmaris'te turizm sezonu ilk baharın sonlarına doğru başlar. Mekanlar temizlenir, duvarlar boyanır, bütün kış yalnız ve hüzün içerisinde kendi başlarına terk edilmiş mekanlar canlanmaya başlarlar. Bu arada kış aylarında nasılsa birden ortadan kaybolan o acayip saç tıraşlı ve giyimli karakterler birden boy göstermeye başlarlar. Nalbur dükkanları dolar boşalır, aman sezona yetişşin de ne olursa olsun kafasıyla yarım kalan binalar mucizevi bir şekilde bitirilir, sonra da çiçeklendirme başlar.

Eşim Yasemin ve ben de bu sırayı takip ettiğimizden hem Marmaris Netsel Marinada ki mağazamızı hem de İçmelerde ki lokantamız Mona Titti'iyi çieklendirmek için çiçekçilere çok giderdik.Yine böyle bir sezon başı gittiğimiz çiçekçide almak istediğimiz çiçekleri aldıktan sonra, iki adet orta boy, birisi bembeyaz çiçekler açmış diğeri pembemsi mor çiçekler açmış iki ağaç dikkatini çekti sevgili eşimin.

''Bak sevgilim'' dedi. ''şu ağaçlar ne kadar güzel açmışlar. Bizim 500 metre kare bahçemiz var, biz hiç böyle bahar da güzel çiçekler açan ağaçlar dikmedik, şunların güzelliklerine bak. Keşke bizimde böyle ağaçlarımız olsaydı, ne kadar güzeller''

Neyse aldıklarımızın parasını ödedik ve Marinada ki mağazamıza geldik. Ben Yasemin'i mağazada bıraktım çiçekçiye geri döndüm, iki ağacıda satın aldım ve bahçemizin en güzel yerlerine diktim. Sonra ortası boş üçken şeklinde kırmızı balonlar aldım ağaçların dallarından astım. Sonra da her balondan kartlar sallandırdım ve hepsinin üstüne seni çok seviyorum yazdım, bıraktım.

O gün akşam karanlığında geldiğimiz için Yasemin bahçedeki ağaçları fark etmedi. Ertesi sabah kalkıp balkona çıktı ve ağaçları gördü.Arkası bana dönük bayağı bir süre öylece durdu. Sonra o güzelim yemyeşil gözleri gülerek bana döndü, bu arada gözlerinden şıpır şıpır yaşlar aktığını fark ettim. Hem gülüyor hem ağlıyordu. Hani bir taraftan güneş açar bir taraftan yağmur yağar ya.İşte aynı öyle. Böyle birbirimize bir müddet baktık, sonra bana doğru yürüdü , sımsıkı sarıldı ve ''sağol canım, çok teşekkür ederim, seni çok seviyorum, sen bir tanesin diyerek ve bunları defalarca tekrarlayarak, öptü, öptü defalarca öptü beni.İşte böyle bahar kokan bahçemizde yeni ağaçlarımıza bakıp birbirimizin kalp atışlarını dinleyerek, fark ederek sarıldık sarıldık.

İşte bu anları, bu sözcükleri, bu gülümsemeleri bu göz yaşlarını ne parayla ne malla ne mülkle alamazsınız. Sadece sevdiklerinizi dinleyerek, onların nelere ilgi duyduklarını fark ederek, daha doğrusu onların sizin hayatınızda ki önemini fark ederek ancak yakalayabilirsiniz mutluluğu inanın bana, Bu bu kadar kolay ve bu kadar zor. Sevdiklerinizi ne kadar mutlu ederseniz o mutluluk katlanarak size geri dönecektir buna inanın yeter.

O hastane kapılarında, eğer birisi gelip de bana ''eşini tamamen iyileştirebiliriz, bütün servetini verirmisin'' deseydi, sırtımda ki gömleğe, ayaklarımdaki ayakkaplarıma kadar verir, hiç de arkama bakmazdım.

Sevdiklerinize sahip çıkın, onları minicik de olsa , karınca kararınca sürprizlerle mutlu edin. Sevgililer gününü beklemeyin. Klişe olmaktan kendinizi kurtarın.

Hepsi bu


KARICIĞIMA MEKTUP

Üç ay oldu karıcığıma mektup.

Üç ay önce sen gidince,
nikah düştü dediler,müjde verir gibi.
Benimle yine evlenirmisin Yasoş?
ne olur evet de, evet deki, seni bizden alandan geri istemeye geleyim seni.
Olmazsa uzanır yatarım yanına boylu boyunca.
Baş ucumuzda bir kaç çam ağacı,
bir kaç Japon gülü.
Ama bir kaç da yasemin çiçeği olmalı be yeşil gözlüm,
eski günlerdeki gibi.



DEMEK Kİ EVLİLİK BUYMUŞ


Dostlarım

Yıllar önce Kanada'da yaşarken kilisede bir arkadaşımın düğününe gitmiştim.Filmlerde görmüşşünüzdür güzel güzel giyinmiş tertemiz insanlar, rengarenk çiçekler, yine tertemiz büyük bir özenle giydirilmiş meraklı ve heyecanlı çocuklar, org müziği eşliğinde bir temiz yüzlü rahip nikahı kıydı. Rahibin yüzükleri takmadan önce yaptığı konuşmayı hayretle gözlerim yaşararak dinledim ve Ulaaa dedim kendi kendime demek ki evlilik buymuş ve bu konuşma hayatımın sonuna kadar kulaklarımdan gitmedi, beynime kazındı.

Ne diyordu adamcağız, söz verin diyordu, söz verin hayatınız boyunca birbirinizi seveceğinize ve birbirinize sahip çıkacağınıza. İyi günleriniz, kötü günleriniz olabilir her ne olursa olsun verdiğiniz sözü hiç unutmayın elleriniz biribirinden ayrılmasın.Siz evlenmeye karar verdiniz bunun önemini ve manasını unutmayın. Hayat ne getirirse getirsin yolunuzun üstüne siz sevginizle,fedakarlığınızla, kararlılıgınızla ve en önemlisi birlikteliğinizle hakkından gelirsiniz.Birbirinizi sevin, Bi irbirinize karşı duygulu, saygılı ve dürüst olun yeter. Bu gün çok önemli bir karar verdiniz ve çok önemli bir imza atıyorsunuz bunu hiç aklınızdan çıkarmayın.

Ben evliliğin bu kadar önemli, bir nikah töreninin bu kadar kutsal olduğunu bilmiyordum ki.Kabul ediyormusun ''evet'', siz kabul ediyormusunuz e''evet'', şahitler efendim,sizi karı koca ilan ediyorum,Allah selamet versin benim bilidiğimin hepsi buydu,o ana kadar bir türlü alışveriş.

İşte o gün evliliğinde evlenmenin de ne demek olduğunu anladım.Canım Yaseminim'le İstanbulda o iğrenç nikah memuru bizi evlendirirken ben kalbimdeki o rahibi dinliyor ve ona söz veriyordum.( neden iğrenç dediğimi Yasemin isimli kitabımı okuyunca anlarsınız.)

Yasemin'i kaybettikten sonra bana defalarca çok şanslı olduğum ve böyle güzel bir evlilik yaşadığım söylendi.Başka bir alternatif bilmiyordum ki çünkü kalbime yazmıştım verdiğim sözü de, yaşayacağım evliliğimi de. Ben sözümü vermiştim ve de attığım imzanın altına ruhumu koymuştum.

Sevginin başka izahı var mı? neredeyse 70 yaşına geliyorum ve ben bilmiyorum hiç de merak etmedim.


20 Şubat 2015 Cuma

HERŞEY ŞANS DEĞİL


Yasemin aramızdan ayrılalı bu gün dört ay oldu dostlarım. Tam dört ay.. . Geceleri yatağa gitmek istemediğim, gündüzleri yataktan çıkmak istemediğim dört ay. Sevgilim olmadan neden yaşadığımı, nasıl yaşayacağımı , onun hasretine nasıl dayanacağımı bilmediğim, bilemediğim dört ay.

 Yasemin’i kaybettikten sonra bir çok kişi bana ‘’Ne kadar şanslıymışsınız 32 yıl böyle  güzel bir evlilik, böyle güzel bir  beraberlik yaşamışsınız’’ dediler.
Bense, güzel bir evlilik, güzel bir birlikteliğin bir şans eseri olmadığını, belki sadece birbirimize rastlamamızın bir şans olarak kabul edilebileceğini, mutlu bir evliliğin ve birlikteliğin temellerinde başka değerler olduğunu anlatmaya çalıştım.

Onlara sevginin, duyguların, sabrın, fedakarlığın, alçak gönüllüğün, affetmenin, nezaketin, anlayışın, zarifliğin ve çok çalışmanın, ne kadar gerekli olduğunu, mutlu bir beraberliğin ancak bu değerleri anlayıp yaşamakla mümkün olabileceğini vurguladım. Bizim 32 yıl bu değerleri fark ederek, yaşayarak mutlu bir birliktelik kurmayı başardığımızdan bahsettim.

Ben Yasemin’imi çok sevdim. O kadar sevdim ki, sevgimi ve sevgilimi birkaç sayfada izah etmem, anlatmam mümkün olmadığından Yasemin’ime ithaf ettiğim bir kitap yazdım.

Yasemin 32 yıl her sabah gözlerini açtığında bana ‘’Günaydın sevgilim’’ dedi, sarıldı ve öptü. Her gece uyumadan önce ‘’ İyi geceler sevgilim seni çok seviyorum’’ deyip sarılıp öpmeden uyumadı. Bazı geceler tansiyonum düşüp kabus gördüğüm de beni hep öperek uyandırdı. Sonra bana sımsıkı sarılıp‘’Geçti canım, geçti sevgilim’’ diyerek kollarında uyuttu.

Kanada’ya hiç ayrılmadığı Türkiye’den ve ailesinden ayrılıp daha 22 yaşında gencecik bir kız olarak geldi. İnanılmaz bir sabır ve azimle bir gün bile yakınmadan, kendini bu tamamen değişik ülkeye adapte edip beni kendine hayran bıraktı.

 O benim 10 yıl uzak kaldığım ülkeme bir köprü olup, memleketimi bana yeniden sevdirdi.

Kanada’da yaşadığımız sürece bir dakika boş oturmadı, gözlemledi devamlı kitap okudu resimler yaptı. Kendini inanılmaz geliştirdi. Bir defa olsun memleket ve aile özlemini dile getirmedi, şikayet etmedi.

Aldığımız evleri düzenleyip dekora ederken, saatlerce elleri su toplayana kadar özveriyle, heyecanla sevgiye çalıştı. Ben yoruldum, o yorulmadı.

Kanada’da ki o rüya gibi evimizin bahçesinde yaktığımız kocaman bir ateşin etrafında, Yunanlı, Latin Amerikalı, Kanadalı müzisyen arkadaşlarımla 40 ıncı yaş günümü kutlarken, kulağıma eğilip yüzünde o çok sevdiğim, güzel gamzelerini açığa çıkaran gülümsemesiyle, mahçup, mahçup’’ Bir bebeğimiz olacağını’’ fısıldadı.

Normal doğum yaptı Yasemin. Kızımızın doğumuna girdim. Sevgilimin ellerini tuttum. Alnında biriken ter damlaların sildim. Onunla beraber nefes aldım. Onun acılarını elimden geldiği kadar paylaşmaya çalıştım. Doğum belki de hayatımda en duygulandığım deneyimdi. Eşimin yavrumuzu doğurmak için yaşadığı sıkıntılara, sancılara, fedakarlığa bire bir şahit oldum. Kızım doğunca göbek bağını ellerimle kestim. Karımın saçlarını okşadım, gamzelerini ellerini öptüm öptüm. Defalarca teşekkürler ettim ona. Hem ona, hem de onun nezdinde bütün kadınlara karşı saygım sevgim, hayranlığım arttı.

Türkiye’ye kesin dönüş yaptığımızda, büyük bir hayat mücadelesi verdik. Hep benim yanımda oldu hep bana destek verdi. Günlerce, haftalarca, aylarca, hatta senelerce en az benim kadar çalıştı çabaladı.

Birbirimizi o kadar seviyorduk ki, bu sevginin bize verdiği o inanılmaz enerjiyle dünyaca tanınan mekanlar yarattık.

Kıvır kıvır saçlı, kocaman gözlü kızımızı kucağına alıp onu insan anatomisiyle tanıştırıp, sabırla resim yapmasını öğretti. Yılar sonra inanılmaz başarılı bir ressam olmasını sağladı.

Yaptığım en aptal işlere bile kızmadı. Önce o melek gülümsemesiyle yüzüme baktı, sonra kahkahalarla güldü. 32 yıl her yüzüme baktığında gülümsedi. Her Yasemin dediğimde yüzüme gülümseyerek baktı.

Hiçbir zaman, hiç kimsenin önünde hiçbir mekan da ne kendisini ne beni küçük düşürecek bir laf etmedi, harekette bulunmadı. Ne beni kötüledi ne şikayet etti. Ne dedikodu yaptı. Ne kimse hakkında kötü düşündü. Yaşadığı sürece bir tek insanı kırmadı, incitmedi. Telefonda bile gülerek konuşurdu.

Dağa çıktım, beninle dağa çıktı. Yelkene çıktım, benimle yelkene çıktı. Fırtınalı havalarda yat yarışlarına katıldım, benimle geldi. Motorsiklet aldım, arkama binip benimle seyahat etti. Kurt köpeklerimiz yavruladı, yavruları anneyle birlikte sildi temizledi yuvasına yerleştirdi.

İçmeler’e beraber çok güzel bir ev yaptık. Duvar içlerine tablolar yaptı. Dış duvarlara melekler resmetti. Birbirinden güzel vitray ışıklar, pencerelere vitray süslemeler yaptı. Deli gibi çalıştı. Bir şahaser ortaya çıkardı.

Açtığımız her mekana yaptığı tablolarla, yarattığı eserlerle ruh verdi, renk kattı. Birbirinden güzel tabloları satıldı, dünyanın her tarafına gitti.

O kadar güzel, kabiliyetli ve havalı bir kadın olmasına rağmen hep mütevaziydi. Ne kibirli oldu ne de kibirli olanları sevdi. Saçlarını makyajını hep kendisi yaptı. 32 yıl bir defa bile kuaföre gitmedi.

Hep yapıcı oldu. O güzel ağzından bir kere olsun kötü bir laf bir küfür duymadım, yapamazdı ki, söyleyemezdi ki.

Hastalığı sırasında ne şikayet etti, ne yakındı ne de hastalığından kimseye bahsetti. Onun kitabında kendi problemleri için başkalarını rahatsız etmek yoktu.

Son derece iyi niyetli ve kibardı.  Bir gün yine tedavisi için İzmir’e giderken bana’’Sevgilim belki de hakkımızda hayırlısı buydu. Bak hep benimlesin. Ben hastalanmasam kim bilir şimdi nerelerde, neler yapıyordun’’ dedi.

Yasemin bana bakarken gözleri hep sevgi doluydu. Sevgilim bana adeta gözleriyle değil kalbiyle bakardı.

 O lanet Hastalığın karşısına aslanlar gibi dikildi. Küçülmedi. Bu aşağılık hastalık onu acizleştiremedi, çirkinleştiremedi.

İnanılmaz affedici o kadar hoşgörü sahibiydi ki, İzmir’de, ameliyata girerken yattığı sedyeden ellerimi tutup beni teselli etmeye çalışıyor gülümsüyordu. Bir defa bile, böyle hayati tehlikesi olan bir ameliyata girerken, hayatında belki de en önemli varlık olarak gördüğü biricik kızının neden yanında olmadığını sormadı, yakınmadı.

O kadar sabırlı, o kadar güzel ve çevresine nazikti ki, kemoterapi bölümünde çalışanlar onu her gördüklerinde ‘’Sultanımız gelmiş’’ deyip utandırdılar. Ne zaman bir iltifat duysa hep utanırdı.

Tedavisi sırasında belki yüz kez kan alınmasına, onlarca defa röntgen, ultrason, mamografi, tomografi, pet, MR çekilmesine rağmen ne kızdı ne öfkelendi. Kendisine tedavi uygulayan insanlara karşı, canı çok da acısa hep gülümsedi ve kibar davrandı.

Biz birbirimizi çok sevdik.

Sevgilime hep iyi davrandım. Evliliğimiz süresince ona ne el kaldırdım ne hakaret ettim. Onun kendini geliştirmesi için elimden geleni yaptım.

Çok kabiliyetli, ve çabuk öğrenen ve zeki bir insandı. beni her zaman kendisine hayran bıraktı.

Allah ona ressamlığı zaten doğarken vermişti. Ona istediği bütün malzemeleri aldım. Gitmek istediği bütün okullara ve kurslara gönderdim. Her fırsatta onu seyahatlere çıkardım, müzelere, sanat galerilerine götürdüm. Sergiler açmasına yardımcı oldum.

Lokantalarımıza, mağazalarımızı ziyaret eden misafirlerimize Yasemin’in eserlerini gösterdim, tanıttım. Onu hep ön plana çıkardım.

Ne olursa olsun, nerde olursak olalım ona hep sarıldım ve sevgiyle öptüm. Ona her zaman onu ne kadar sevdiğimi ne kadar aşık olduğumu söyledim.

Ben de onu sabahları öpüp’’ Günaydın sevgilim’’ dedim. Ben de ona ‘’İyi geceler sevgilim, seni çok seviyorum’’ dedim. Geceleri uyumadan önce.

Ne zaman bir yerden dönsem, sanki uzun bir seyahatten dönmüş gibi ona sarıldım öptüm, sevgiyle çarpan kalp atışlarını dinledim..

Otuz iki yıl ellerini bırakmadım.

Yasemin beni sevdi. Çünkü benim insanlara haksızlık yaptığımı veya onların hakkını yediğime veya haysiyetleriyle oynadığıma bir kere olsun şahit olmadı.

Aileme sahip çıktım.  Karıma ve kızıma dünya bir tarafa kendileri bir tarafa olduğunu hep söyledim. Güzel eşimin onayı olmadan hiçbir projeye başlamadım. Ona ne kadar değer verdiğimi, kendisinin benim için olmazsa olmaz olduğunu hep hissettirdim.

Hastalığı sırasında ne kadar üzüldüğümü, yıkıldığımı fark etti. Test sonuçlarını beklerken kalbimin nasıl çarptığını duydu.

O kemoterapi koltuğunda oturup kimyasalları vücuduna zerk ederlerken sanki benim damarımdan bana veriyorlar gibi hissettiğimi bildi.

Geceleri hastanede oksijenle nefes alıp verirken benimde nefesimin daraldığını, zorlukla nefes aldığımı gördü.

O pet denen lanet makinaya girmeden Yasemin’i  kapattıkları 4  metre karelik her tarafı kurşunla kaplı oda da, yine kurşunla kaplı bir enjektörle damarına bir ilaç verip, bana odadan çıkmamı  radyo aktif miktarının zararlı olduğunu,  bir saat sonra çekime alınacağını söylediklerinde onu böyle bir odada bir saat bırakmamın mümkün olmadığını söyleyip, odadan çıkmayı reddettim. Sarılıp, ellerini tutup, öperek çekime kadar yanında kaldım.

Hastalığının her dönemi yanındaydım el eleydim onunla. O güzelim saçları döküldüğünde, üzülmesin diye her gün kafasını defalarca öptüm, okşadım. Bu görünüşünün de ona yakıştığını, yine çok güzel olduğunu, onu bu lanet hastalığın bile çirkinleştirmeye gücü yetmediğini defalarca söyledim. Defalarca söyledim.

Şimdi siz bu birlikteliğe şans diyebilirmisiniz?.

İnsan böylesine sevdiği birisini kaybedince, kendisini hiç alışmadığı,  alışamayacağı, adeta  boğulduğunu hissettiği  bir yalnızlık içinde buluyor. Yaşadıkları hayatın sadece bir anıların toplamı olduğunu anlıyor.  Hiç değilse bu anılar yetim, öksüz kalmasın diye yazmaya başlıyor.

Şimdi kalbimin neden ağrıdığını, onun hasretinin neden her geçen gün daha bir büyüdüğünü, neden yazdığımı, sevgilimle bir zamanlar oturduğumuz mekanların önünden neden geçemediğimi, onunla yürüdüğümüz yollara neden giremediğimi, o yanımda olmadan araba bile kullanamadığımı, müzik dinleyemediğimi, Yasemin’imin her yerde ama hiçbir yerde olmadığının beni ne kadar yorduğunu, ne kadar yıprattığını belki daha iyi anlayabilirsiniz .

Hepinizi çok seviyorum. Lütfen benim için, bu gün sevdiğinize veya sevdiğiniz birine sarılıp onu ne kadar sevdiğinizi, iyi ki hayatınızda var olduğunu söyleyin. Şunu iyi bilin ki; Ben bunu bir defa daha yapabilmek için hayatımı verirdim.

Hala vakit varken.

                               
                                                                    

AH O MELEKLER YOKMU O MELEKLER!!!!




1968 yılında İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümün de üniversiteye başladım. Tarih bölümün de tahsil gören bütün öğrenciler erkek ve neredeyse hepsi tek kaşlı olduğundan bu bölüm beni pek açmadı. Benim gönlümde o zamanlar İstanbul sosyetesinin okuduğu arkeoloji bölümü yatıyordu. Bir yıl önce Ankara Dil Tarih Üniversitesinde kaçak girdiğim bir arkeoloji dersinde, slayt gösterileri sırasında ışıkların söndürülüp mumlar yakılarak öğrencilerin mum ışığında not almalarını, çok romantik bulmuştum.
Kaçıncı yedek olduğumu hatırlamıyorum fakat büyük bir ilgi ile beklediğim arkeoloji bölümüne üniversite açıldıktan iki hafta sonra transfer oldum. Çok sevindim. O yıllarda arkeolojinin ne olduğunu ve bir arkeoloğun ne halt karıştırdığını pek az kişi biliyordu. ( gerçi hala öyle ya!)
‘’ Çocuğunuz ne okuyor?’’
‘’ Tıp efendim’’
‘’ Oh ne güzel Allah bağışlasın’’
‘’ Sizinki ne okuyor?’’
‘’ Dişçilik’’
‘’ Ne kadar güzel aferin evladıma’’
‘’ Benimki Orta Doğu da mühendis çıkacak’’
‘’İnşallah efendim Maşallah’’
‘’ Sizin çocuk’’
‘’ Arkeoloji okuyor, arkeolog çıkacak ‘’
‘’ Öyle mi… vah, vah’’
Neyse ki üniversitenin en güzel kızları ve enteresan delikanlıları arkeoloji bölümündeydi. Mankenler, fotoroman oyuncuları( O zamanlar foto romanlar çok modaydı) fotoğrafçılar, turist rehberleri çooook renkli bir bölümdü İstanbul Arkeoloji bölümü. Dördüncü katta ki küçük fakat çok şirin kitaplığımızdan deniz görünür, kitaplık müdüresi, hafif kaçık Zafer Hanım, havasına girince aryalar söylerdi.
Arkeoloji bölümünün diğer bölümlerden çok farklı bir enerjisi vardı. Ders aralarında koridora dizilir, sigaralarımızı yakar, çaylarımızı yudumlardık. Sonra Merih’i havaya sokar, mankenlik yaptırırdık. Hakikaten de Merih sonunda çok tanınmış bir manken oldu. Merih Akalın en sevdiğim arkadaşlarımdan biridir. Merih’le aramızda ki arkadaşlık ve sevgi hiç değişmedi. Aradan yıllar geçmesine rağmen onu her gördüğümde o tatlı, yaramaz arkeoloji öğrencisi Merih’i hatırlarım.
Arda Uskan çok farklı ve aynı zamanda çok meziyetli bir öğrenciydi. Öğrenciliğinin yanı sıra, mükemmel fotoğraflar çeker, şarkı sözü, senaryo yazar, moda sovları tertiplerdi. Türkiye’ye fotoroman modasını Arda getirmiştir denilebilir. Moda’daki evlerinde sık sık partiler düzenler, yakın arkadaşları olan birçok ünlüyü bu partilere davet ederdi. Barış Manço, Moğollar bunların bazılarıydı. Arda çok iyi bir arkadaşımdı.
Arkeoloji bölümü ikinci yılım da artık popüler bir öğrenciydim. Bu kadar kısa bir zamanda güzel bir çevre edindim. İkinci yılın sonunda babası çok varlıklı bir sarraf olan F. İle çıkmaya başladık ve sonunda F’nin ‘’Bak beni babamdan isteyip duruyorlar ha!’’ tehditleri sonunda nişanlanmaya karar verdik.( Bu arada F. çok güzel bir kızdı)
F’nin ailesi bize o zamanların flaş mekanlarından biri olan Kervansaray’da gazetelerin sosyete sütunlarına geçen bir nişan yaptılar. Bütün arkeoloji bölümü nişan törenindeydi.
Bizim bu diller destan nişana, nişanlımın ailesi kendi akrabalarını, bizde İstanbul’da yaşayan bizim akrabalarımızı davet ettik. Bundan önceki yazımda bahsettiğim Cemal Abi, eşi İsmet hanım, kızları Nuriye ve Yasemin de nişanımıza gelen akrabaların içindelerdi. Yazımın sonuna eklediğim siyah beyaz fotoğrafa iyi bakın. Bu gün hala albümüm de duran bu fotoğrafta; eski nişanlım ayakta, annemle karşılıklı gülüşüyorlar. Aralarından küçük bir kızın adeta hırslı bir surat ifadesiyle nişanlıma baktığını görüyorsunuz. Sanki ‘’Sen boşuna heveslen bakalım, o seninle nişanlanıyor ama sonunda benimle evlenecek’’ diyor, o bakışla. O surat ifadesiyle. İşte o küçük çocuk ‘’Yasemin’’ yani eşim.

Yıllar sonra Yasemin’le evlendiğimizde bu fotoğrafı kendisine gösterdim. O çocuğun kendisi olduğunu görünce gözlerine inanamadı güzelim. Ona’’ Bak Yasemin’cim eğer o nişan gecesi birisi gelip sen bu kızla nişanlanıyorsun ama ondan ayrılacak ve yıllar sonra, aha şu yeşil gözlü küçük kızla evleneceksin dese, herhalde herifi döverdim’’ dedim.
Yaa, işte siz buna ‘’Aşk sürprizleri sever mi dersiniz, aşk tesadüfleri sever mi’’ dersiniz o size kalmış. Ama ben biliyorum. Ah o melekler yok mu o melekler.

,

16 Şubat 2015 Pazartesi

EVET HAYAT SÜRPRİZLERLE DOLU



Sevgili dostlarım, güzel insanlar, bekli de artık sizlere dert ortaklarım desem daha doğru olacak galiba, çünkü devamlı benim dertlerimi okuyor mızmızlığıma katlanıyorsunuz. Emin olun ki başka çıkış yolum yok gibi. Sizlere yazmak, sizlerle durumumu paylaşmak bana geçici de olsa bir huzur bir rahatlık veriyor.

Eminim herkesin hayatında bir takım sürprizler oluşur. Bu yazımda sizlerle 69 yıllık hayatımda yaşadığım sürprizlerden birini paylaşıyorum. Sonra ki yazılarımda bu sürprizler devam edecek.

Ben henüz yirmili yaşların başlarındayken Sivas’taki baba evimizi satıp, annem ile çok yaşlı bir şoförün kullandığı, daha hesaplı olsun diye eşyalarımızı inşaat malzemeleri üstüne yüklediğimiz bir kamyonla İstanbul’a taşınmış, Karagümrük’de kiraladığımız bir evin alt katına yerleşmiştik. Ne kadar mutlu olmuştum. Ne severdim İstanbul’u. Bazen rüyalarımda İstanbul’dan başka bir yere taşındığımızı görür, kan ter içerisinde uyanır, sonra düş gördüğümü anlar, yüzümde rahatlamış, sevinçli bir gülümsemeyle uykuma geri dönerdim

İstanbul’a taşınmamız akıllıca bir karardı. Babamın vefatı, ağabeylerimin başka şehirlere göç etmeleri,  ablalarımın evlenip gitmeleri sonucu annemle ikimiz kalmıştık Sivas’ta. Ben de üniversiteye başlayıp İstanbul’a gidince, bu defa annem yapayalnız kalmıştı. Başka akrabamız da yoktu. İstanbul’da biraz uzaktan da olsa yeni akrabalarla tanışmak güzeldi. Belki biraz uzaktan akrabalardı ama çok candan ve misafirperver insanlar olduklarından kısa zamanda kaynaşmış, sık sık görüşür olmuştuk.

Bir film artisti kadar yakışıklı, son derece şık giyinen ve mükemmel saz çalan Cemal Abi, eşi İsmet hanım ve iki kızı Nuriye, Yasemin bu ailelerden birisiydi. Ben de saz çaldığımdan onlara sık sık gider Cemal Abiden saz dersleri alırdım. Atik Ali semtinde bize yakın bir apartmanın giriş katında otururlardı.

Güzel bir bahar akşamı güneş batarken Üniversiteden yürüyerek eve dönüyordum. Bir yandan üstüme üstüme gelen evleri seyrediyor bir yandan her tarafa asılmış rengarenk çamaşırlara bakıyor, bir yandan da çok kötü yapılmış kaldırımlara ve çukurlarla dolu taş döşeli yolda düşüp bir yanımı kırmamak için yola konsantre olmaya çalışıyordum. Birden Cemal Ağabeylerin evinin önünde olduğumu fark ettim. Evin caddeye taşan eski Osmanlı tarzı kafesli demir penceresinden kıkırdamalar, gülüşmeler geliyordu. Merak edip pencereye yaklaştığımda iki küçük kızın pencereyi açmış kafesin içine yastıklar koymuş,  oturduklarını gördüm. Birisi 7 diğeri 5 yaşında, devamlı kıkır kıkır kıkırdayan, iki güzel sevimli kız çocuğu. Büyük olan kıvırcık saçlı kahverengi gözlü gülerken burnundan adeta güvercin sesleri çıkarıyor, kocaman yeşil gözlü, sarı saçları sıkı sıkı taranmış,  topuz yapılmış küçük olan ise, yüzünde muzip bir ifadeyle ablasını gülmesine katılıyor, ona eşlik ediyordu.

‘’Ne yaptığınızı zannediyorsunuz siz, akşam karanlığında pencereyi açmış kafesin içinde oturuyorsunuz. Ya buradan kötü niyetli biri geçse, vallahi elini bu demirden sokar ikinizi de boğar ‘’ dedim birazda abartarak korksunlar da içeri girsinler diye. Kızlar önce bana bir baktılar, sonra birbirlerine bakıp yine kıkırdamaya kahkahalar atmaya devam ettiler.

 ‘’Anneniz nerede sizin bakalım’’ diye üsteledim. Epey bir güldükten sonra annelerinin gezmeye gittiğini, kapıyı üstlerinden kilitlediğini, canları sıkıldığından kafesin içinde oturduklarını söylediler ve hemen gülmelerine devam ettiler. Bu defa onlar daha yumuşak bir ses tonuyla gece vakti pencerenin içinde oturmalarının sakıncalı olduğunu lütfen pencereyi kapatıp içerde oturmalarını rica ettim. Hiç beklemediğim bir uysallıkla pencereyi kapatıp içeri geçti oturdular. Ben de gidiyormuş gibi yapıp, birkaç adım attım ve evin duvarına yaslanıp beklemeye başladım.

Tahmin ettiğim gibi birkaç dakika sonra pencere yine açıldı ve eski yerlerini aldılar. Ben de yine karşılarına dikildim. Beni yine karşılarında görünce önce biraz korktular sonra da kahkahalarla gülmeye başladılar. O kadar güzel o kadar içten gülüyorlar, o kadar eğleniyorlardı ki ben de dayanamadım hep beraber epeyce güldük. Sonra bir daha pencereyi açmayacaklarına söz verip içeri geçti oturdular. Ben de bu defa onlara inanıp evimin yolunu tuttum.

İşte sevgili dostlarım. Aradan yıllar yıllar geçti. Ben neredeyse bütün dünyayı dolaştım. Nişanlandım ayrıldım. Evlendim ayrıldım.  İstanbul ‘a tatil için geldiğimde o kafesli pencerenin içinde kıkır kıkır gülen, koca koca yeşil gözlü, sarı saçlı, küçük kızı büyümüş serpilmiş ve çok güzel bir genç bir kız olarak buldum. Allah nasip etti, evlendim onunla, Yasemin’imle inanabiliyormusunuz? İşte o küçücük kız tam 32 yıl benimle evli kaldı.  Bana 32 yıl cenneti yaşattı. Deliler gibi aşık olduk, sevdik birbirimizi.. Sonunda henüz 52 yaşında kansere yakalandı ve 54 yaşında geçti gitti. Siz inanabiliyormusunuz. Ben hala inanamıyorum.