26 Şubat 2015 Perşembe

GÜL TUTAN DERVİŞ


Biz gençliğimizde Amerikan filmleriyle büyüdük. ( gerçi şimdi de pek fark yok ya) Hollywood bizleri öyle bir kafaya aldı ki, Amerika bir yana dünya bir tarafa diye düşünerek büyüdük, serpildik. Bilmediğimiz tanımadığımız erkek olsun kadın olsun sinema artisti yoktu. Amerikan arabaları, Amerikan şarkıcıları, Amerikan şehirleri, Amerikan evleri, Amerikan Üniversiteleri, liseleri, Amerikan tarzı saç kesimleri, varsa Amerika yoksa Amerika’ydı hayat o yıllar da bizler için.

O filmlerde hayran hayran Amerikan üniversitelerini ve oradaki öğrencilerin yaşamlarını seyreder sinir olurdum. Mideme ağrılar girerdi. Ellerinde kitapları ,çantaları ile  tertemiz koridorlardan sınıflarına koşuşan, duvar kenarlarında, yerlerde, çimenlerin üzerinde, bulabildikleri her mekanda oturup ders çalışan, müzik dinleyen veya birbiri ile huzur içinde sohbet eden kızlı erkekli öğrencileri, yemyeşil spor sahalarını, öğrenci cafelerini, diskoteklerini, sporun her dalında faaliyet gösteren sporcuları seyrederdim imrenerek.

Polis kordonları, polis kontrolları, pankartlar, hiç bitmeyen öğrenci-polis, öğrenci-öğrenci çatışmaları, fakülte baskınları, koridorlarda sıkılan kurşunlar, atılan bombalar, Molotof kokteyleri, devamlı kapanan üniversiteler, ölenler, yaralananlar, sakat kalanlar,  silah sesleri, acaba bu gün fakülteyi kim basacak diye yürek çarpıntısıyla, acele acele tamamladığımız testler, imtihanlar geçerdi aklımdan o Amerikan filmlerini seyrederken. Seyrettikçe içimde ki isyan duygusu daha bir büyür, midem cayır cayır yanmaya başlardı.

Dört senemi geçirdiğim oturup şöyle problemsiz bir çay içip arkadaşlarımızla  sohbet etmenin nasip olmadığı, İstanbul Edebiyat Fakültesini düşünürdüm. Ne günah işlemiştik ki Amerikalı kardeşlerimiz kendi üniversitelerinde öğrenciliklerinin zevkini çıkarıp, zengin olanaklar içinde huzurla okurken, bizlere sürünmek cezası kesilmişti.

Ben de o üniversitelerde okuyacaktım. Benim de kırmızı bir spor arabam olacaktı. Ben de kocaman evlerde yaşayıp çok para kazanacaktım. Ben de pahalı restoranlarda o playboy magazinlerinde ağzımız sulanarak izlediğimiz koca memeli, sütun bacaklı dilberlerle kadeh tokuşturup hayatımı renklendirecektim.

Sonunda Kanada’ya kapağı attım dostlarım ve o hayallerimdeki üniversiteye girdim. İstanbul’da okuduğum yıllarda yaşadığım problemlerden sonra burada ki üniversite o kadar kolay geldi ki dört yıl sonra dekanın şeref listesinde mezun oldum. Ayrıca mezuniyet tezim birinci seçildi bir sürü de para kazandım.

Seneler geçti. Tam 10 yıl Türkiye’ye dönmedim. Tam on yıl. Türkiye’de yaşadıklarım beni o kadar etkilemiş, o kadar soğutmuştu ki. Çok çalıştım. İşimde çok iyi yerlere geldim. Güzel bir adamdım. İnsanları etkilemeyi biliyordum Evet kırmızı bir spor arabam oldu. Kocaman bir evim oldu. En pahalı restoranlarda yemek yediğim, beraber yaşadığım, tatillere çıktığım koca memeli, sütun bacaklı bir yığın kız arkadaşım oldu. İşte o çok imrendiğim hayatın tam merkezindeydim artık. Hayatım is seyahatlerinde, pahalı otellerde, toplantı salonlarında, hava alanlarında geçiyor en pahalı elbiseler giyiyor en pahalı arabalarla işime gidip geliyordum. Evet, o filmlerde gördüğüm Amerikan rüyasını sonunda gerçekleştirmiştim. Ama bütün bunları gerçekleştirdikten sonra içimde sebebini bilemediğim, anlayamadığım öyle bir boşluk oluştu ki inanamazsınız. Sanki yolun sonuna gelmiştim. Kendi kendime Peggy Lee’nin o meşhur şarkısında sorduğu soruyu sorup duruyordum: Is that all there is( hepsi bu muydu?)

İşte sevgili dostlarım; kader mi dersiniz, alın yazısı mı dersiniz, yoksa meleklerin bir oyunumu dersiniz bir sürü olaydan sonra(yakında çıkacak ‘’Yasemin’’ isimli kitabımda detayları okursunuz) Türkiye’ye döndüm. Yaseminle evlendim ve çiçeği burnunda güzel eşimi aldığım gibi Kanada’ya getirdim. Ben 35, Yasemin henüz 21 yaşındaydı.

Düşünün, 21 yaşında, İngilizceyi yeni  öğrenmiş, hayatında hiç ailesinden ayrılmamış, hiç yurt dışına çıkmamış, tipik tutucu bir Türk ailesinde yetişmiş, uzun boylu kocaman yeşil gözlü, devamlı gülümseyen dünya güzeli bir kız çocuğuydu Yasemin.

İlk bir kaç ayımız Yasemin’i beni tanıyan iş ve özel arkadaşlarıma tanıştırmakla geçti. Her tarafı tablolar ve heykellerle dolu evimizi çok sevdi Yasemin.  Kocaman ağaçlarla çevrili, bakımlı ve her tarafı yemyeşil mahallemizi de çok sevdi. Sonra onu benim devamlı gittiğim lokantalara ve barlara götürdüm. İşte o mekanlar da eskiden tanıdığım, mastırlı, doktoralı, markadan başka bir şey giymeyen ve ellerinde şarap kadehleri bana pervasızca sarılıp tebrik edip kendisine kıskançlıkla nazarlar atan kızlara rastladı Yasemin. Hiç aldırış bile etmedi. Bana daha fazla sarıldı. ‘’Ne güzel’’ diye düşündüm. ‘Gencecik ama ne kadar kendinden emin’’ diye sevindim.

Sonra Yasemin’e evimizde bir resim stüdyosu yaptık ve istediği bütün malzemeleri Toronto’da ki onlarca Art mağazalarından satın aldık. Ben işteyken canım karım o güzel resimlerini yapmaya başladı. Bir hafta sonra her eve geldiğimde Yasemin’in bir resim üstünde çalıştığını, ben içeri girdiğimde onu aceleyle kaldırıp başka bir resimle uğraştığını fark ettim. Onun mahremine girmek istemediğimden veya bir şekilde taciz etmek istemediğimden üstünde durmadım.

Aradan birkaç ay daha geçti. Bir akşam evimizde çalışma odamda otururken Yasemin yüzünde tuhaf bir ifade, gözleri dolu dolu odaya girdi ve elindeki poster boyunda karakalem bir resmi masamın üstüne adeta fırlattı ve ‘’Bak bakalım ‘’ dedi ‘’O mastırlı, doktoralı, süslü kız arkadaşların bunu yapabilirler mi?’’ Sonra arkasını döndü ve hıçkıra hıçkıra ağlayarak odadan çıktı gitti.

Masamın üzerinde ki resme baka kaldım. İnanılmaz güzel, güzel ne kelime muhteşem, bir o kadar ruh dolu, dantel gibi işlenmiş, elinde gül tutan kara kalem bir derviş resmiydi bu resim. Bir an kafam tamamen durdu ve kendimi çok kötü hissettim. O anda Yasemin’in o güzel yemyeşil gözlerinin sadece güzel değil, ışıklarla dolu olduğunu ve hayatım boyunca o gözlerin gördüğü detayları ışıkları göremeyeceğimi anladım. O bu yaptığı resimle sanki bana ‘’Beni artık anla, sev’’ diyordu.   Ne kadar büyük bir bok olduğunu ispatlamak için güzel gözlümü götürdüğüm mekanlarda, ne kadar üzdüğümü ne kadar duygulandırdığımı utanarak fark ettim.

 Yerimden kalktım ve mutfak penceresinin önünde bana arkası dönük omuzları titreyerek ağlayan eşimin yanına gittim. Önce ne yapacağımı bilemedim sonra omuzlarından hafifçe tutup onu kendime çevirmek istedim. Önce biraz direndi, sonra bana döndü. Kafasını göğsüme gömüp iyice ağlamaya başladı. Sıcak bir yaz akşamı olduğundan ve üzerim çıplak olduğundan göğsüme damlayan o gözyaşı damlalarını hissettim. O damlaların derimden geçip kalbime dolduklarını ve ölünceye kadar orada kalacaklarını da hissettim. İşte o an Yasemin’i ne kadar sevdiğimi ve ona ne kadar aşık olduğumu fark ettim. Biraz ağlaması azalınca çenesini yavaşca tutup o güzel yemyeşil gözlerinin içine baktım ve’’Demek öyle ha, arkamdan dolaplar çeviriyorsun. Beni evden gönderip sakallı, bıyıklı adam resimleri yapıyorsun’’ dedim. Bu defa da o güzelim gamzelerini göstererek gülmeye başladı. Sonra öptük birbirimizi, uzun uzun öptük. Sarıldık.

Yaa… dostlarım, o günden sonra hayat benim için ‘’Yasemin’’ oldu. Hep onu gördüm, hep ona odaklandım. Bütün hayatımı değiştirdim. Bir kaç sene sonra da kucağımızda iki aylık bebeğimizle Türkiye’ye Marmaris’e kesin dönüş yaptık. O kırmızı spor arabaları, kocaman evleri, pahalı ofisleri, limuzinleri, hava alanlarını, iş toplantılarını, o kadar yıl deli danalar gibi çalışıp inşa ettiğim kariyerimi hepsini, hepsini arkamda bıraktım. Ne pişman oldum ne de dönüp bir daha bakmayı düşündüm. Bir çok kişi bize ‘’Yahu insan oraları bırakıp buralara gelir mi’’ sorusunu sordu. Her seferinde Yasemin’imle birbirimize bakıp sadece gülümsedik.

İşte bu yazıma eklediğim resim tahmin ettiğiniz gibi, yeşil gözlü güzel eşimin yaptığı o bizi birbirimize bağlayan, hayatımızı tümüyle değiştiren  ‘’Sihirli derviş’in’’ resmidir.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder