Biz gençliğimizde Amerikan filmleriyle büyüdük. ( gerçi
şimdi de pek fark yok ya) Hollywood bizleri öyle bir kafaya aldı ki, Amerika
bir yana dünya bir tarafa diye düşünerek büyüdük, serpildik. Bilmediğimiz
tanımadığımız erkek olsun kadın olsun sinema artisti yoktu. Amerikan arabaları,
Amerikan şarkıcıları, Amerikan şehirleri, Amerikan evleri, Amerikan
Üniversiteleri, liseleri, Amerikan tarzı saç kesimleri, varsa Amerika yoksa
Amerika’ydı hayat o yıllar da bizler için.
O filmlerde hayran hayran Amerikan üniversitelerini ve
oradaki öğrencilerin yaşamlarını seyreder sinir olurdum. Mideme ağrılar
girerdi. Ellerinde kitapları ,çantaları ile tertemiz koridorlardan sınıflarına koşuşan,
duvar kenarlarında, yerlerde, çimenlerin üzerinde, bulabildikleri her mekanda
oturup ders çalışan, müzik dinleyen veya birbiri ile huzur içinde sohbet eden
kızlı erkekli öğrencileri, yemyeşil spor sahalarını, öğrenci cafelerini,
diskoteklerini, sporun her dalında faaliyet gösteren sporcuları seyrederdim
imrenerek.
Polis kordonları, polis kontrolları, pankartlar, hiç
bitmeyen öğrenci-polis, öğrenci-öğrenci çatışmaları, fakülte baskınları,
koridorlarda sıkılan kurşunlar, atılan bombalar, Molotof kokteyleri, devamlı
kapanan üniversiteler, ölenler, yaralananlar, sakat kalanlar, silah sesleri, acaba bu gün fakülteyi kim
basacak diye yürek çarpıntısıyla, acele acele tamamladığımız testler,
imtihanlar geçerdi aklımdan o Amerikan filmlerini seyrederken. Seyrettikçe
içimde ki isyan duygusu daha bir büyür, midem cayır cayır yanmaya başlardı.
Dört senemi geçirdiğim oturup şöyle problemsiz bir çay içip
arkadaşlarımızla sohbet etmenin nasip
olmadığı, İstanbul Edebiyat Fakültesini düşünürdüm. Ne günah işlemiştik ki
Amerikalı kardeşlerimiz kendi üniversitelerinde öğrenciliklerinin zevkini
çıkarıp, zengin olanaklar içinde huzurla okurken, bizlere sürünmek cezası
kesilmişti.
Ben de o üniversitelerde okuyacaktım. Benim de kırmızı bir
spor arabam olacaktı. Ben de kocaman evlerde yaşayıp çok para kazanacaktım. Ben
de pahalı restoranlarda o playboy magazinlerinde ağzımız sulanarak izlediğimiz
koca memeli, sütun bacaklı dilberlerle kadeh tokuşturup hayatımı
renklendirecektim.
Sonunda Kanada’ya kapağı attım dostlarım ve o hayallerimdeki
üniversiteye girdim. İstanbul’da okuduğum yıllarda yaşadığım problemlerden
sonra burada ki üniversite o kadar kolay geldi ki dört yıl sonra dekanın şeref
listesinde mezun oldum. Ayrıca mezuniyet tezim birinci seçildi bir sürü de para
kazandım.
Seneler geçti. Tam 10 yıl Türkiye’ye dönmedim. Tam on yıl.
Türkiye’de yaşadıklarım beni o kadar etkilemiş, o kadar soğutmuştu ki. Çok
çalıştım. İşimde çok iyi yerlere geldim. Güzel bir adamdım. İnsanları
etkilemeyi biliyordum Evet kırmızı bir spor arabam oldu. Kocaman bir evim oldu.
En pahalı restoranlarda yemek yediğim, beraber yaşadığım, tatillere çıktığım
koca memeli, sütun bacaklı bir yığın kız arkadaşım oldu. İşte o çok imrendiğim
hayatın tam merkezindeydim artık. Hayatım is seyahatlerinde, pahalı otellerde,
toplantı salonlarında, hava alanlarında geçiyor en pahalı elbiseler giyiyor en
pahalı arabalarla işime gidip geliyordum. Evet, o filmlerde gördüğüm Amerikan
rüyasını sonunda gerçekleştirmiştim. Ama bütün bunları gerçekleştirdikten sonra
içimde sebebini bilemediğim, anlayamadığım öyle bir boşluk oluştu ki
inanamazsınız. Sanki yolun sonuna gelmiştim. Kendi kendime Peggy Lee’nin o
meşhur şarkısında sorduğu soruyu sorup duruyordum: Is that all there is( hepsi
bu muydu?)
İşte sevgili dostlarım; kader mi dersiniz, alın yazısı mı
dersiniz, yoksa meleklerin bir oyunumu dersiniz bir sürü olaydan sonra(yakında
çıkacak ‘’Yasemin’’ isimli kitabımda detayları okursunuz) Türkiye’ye döndüm.
Yaseminle evlendim ve çiçeği burnunda güzel eşimi aldığım gibi Kanada’ya
getirdim. Ben 35, Yasemin henüz 21 yaşındaydı.
Düşünün, 21 yaşında, İngilizceyi yeni öğrenmiş, hayatında hiç ailesinden ayrılmamış,
hiç yurt dışına çıkmamış, tipik tutucu bir Türk ailesinde yetişmiş, uzun boylu
kocaman yeşil gözlü, devamlı gülümseyen dünya güzeli bir kız çocuğuydu Yasemin.
İlk bir kaç ayımız Yasemin’i beni tanıyan iş ve özel
arkadaşlarıma tanıştırmakla geçti. Her tarafı tablolar ve heykellerle dolu
evimizi çok sevdi Yasemin. Kocaman
ağaçlarla çevrili, bakımlı ve her tarafı yemyeşil mahallemizi de çok sevdi.
Sonra onu benim devamlı gittiğim lokantalara ve barlara götürdüm. İşte o
mekanlar da eskiden tanıdığım, mastırlı, doktoralı, markadan başka bir şey
giymeyen ve ellerinde şarap kadehleri bana pervasızca sarılıp tebrik edip
kendisine kıskançlıkla nazarlar atan kızlara rastladı Yasemin. Hiç aldırış bile
etmedi. Bana daha fazla sarıldı. ‘’Ne güzel’’ diye düşündüm. ‘Gencecik ama ne
kadar kendinden emin’’ diye sevindim.
Sonra Yasemin’e evimizde bir resim stüdyosu yaptık ve
istediği bütün malzemeleri Toronto’da ki onlarca Art mağazalarından satın
aldık. Ben işteyken canım karım o güzel resimlerini yapmaya başladı. Bir hafta
sonra her eve geldiğimde Yasemin’in bir resim üstünde çalıştığını, ben içeri
girdiğimde onu aceleyle kaldırıp başka bir resimle uğraştığını fark ettim. Onun
mahremine girmek istemediğimden veya bir şekilde taciz etmek istemediğimden
üstünde durmadım.
Aradan birkaç ay daha geçti. Bir akşam evimizde çalışma
odamda otururken Yasemin yüzünde tuhaf bir ifade, gözleri dolu dolu odaya girdi
ve elindeki poster boyunda karakalem bir resmi masamın üstüne adeta fırlattı ve
‘’Bak bakalım ‘’ dedi ‘’O mastırlı, doktoralı, süslü kız arkadaşların bunu
yapabilirler mi?’’ Sonra arkasını döndü ve hıçkıra hıçkıra ağlayarak odadan
çıktı gitti.
Masamın üzerinde ki resme baka kaldım. İnanılmaz güzel,
güzel ne kelime muhteşem, bir o kadar ruh dolu, dantel gibi işlenmiş, elinde
gül tutan kara kalem bir derviş resmiydi bu resim. Bir an kafam tamamen durdu
ve kendimi çok kötü hissettim. O anda Yasemin’in o güzel yemyeşil gözlerinin
sadece güzel değil, ışıklarla dolu olduğunu ve hayatım boyunca o gözlerin
gördüğü detayları ışıkları göremeyeceğimi anladım. O bu yaptığı resimle sanki
bana ‘’Beni artık anla, sev’’ diyordu. Ne kadar büyük bir bok olduğunu ispatlamak
için güzel gözlümü götürdüğüm mekanlarda, ne kadar üzdüğümü ne kadar
duygulandırdığımı utanarak fark ettim.
Yerimden kalktım ve
mutfak penceresinin önünde bana arkası dönük omuzları titreyerek ağlayan eşimin
yanına gittim. Önce ne yapacağımı bilemedim sonra omuzlarından hafifçe tutup onu
kendime çevirmek istedim. Önce biraz direndi, sonra bana döndü. Kafasını
göğsüme gömüp iyice ağlamaya başladı. Sıcak bir yaz akşamı olduğundan ve üzerim
çıplak olduğundan göğsüme damlayan o gözyaşı damlalarını hissettim. O
damlaların derimden geçip kalbime dolduklarını ve ölünceye kadar orada
kalacaklarını da hissettim. İşte o an Yasemin’i ne kadar sevdiğimi ve ona ne
kadar aşık olduğumu fark ettim. Biraz ağlaması azalınca çenesini yavaşca tutup
o güzel yemyeşil gözlerinin içine baktım ve’’Demek öyle ha, arkamdan dolaplar
çeviriyorsun. Beni evden gönderip sakallı, bıyıklı adam resimleri yapıyorsun’’
dedim. Bu defa da o güzelim gamzelerini göstererek gülmeye başladı. Sonra öptük
birbirimizi, uzun uzun öptük. Sarıldık.
Yaa… dostlarım, o günden sonra hayat benim için ‘’Yasemin’’
oldu. Hep onu gördüm, hep ona odaklandım. Bütün hayatımı değiştirdim. Bir kaç
sene sonra da kucağımızda iki aylık bebeğimizle Türkiye’ye Marmaris’e kesin
dönüş yaptık. O kırmızı spor arabaları, kocaman evleri, pahalı ofisleri,
limuzinleri, hava alanlarını, iş toplantılarını, o kadar yıl deli danalar gibi
çalışıp inşa ettiğim kariyerimi hepsini, hepsini arkamda bıraktım. Ne pişman
oldum ne de dönüp bir daha bakmayı düşündüm. Bir çok kişi bize ‘’Yahu insan
oraları bırakıp buralara gelir mi’’ sorusunu sordu. Her seferinde Yasemin’imle
birbirimize bakıp sadece gülümsedik.
İşte bu yazıma eklediğim resim tahmin ettiğiniz gibi, yeşil
gözlü güzel eşimin yaptığı o bizi birbirimize bağlayan, hayatımızı tümüyle
değiştiren ‘’Sihirli derviş’in’’ resmidir.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder