25 Mayıs 2015 Pazartesi

BUGÜN BENİM DOĞUMGÜNÜM!..


Sevgili gönül dostlarım benim, evet bu gün benim 69. doğum günüm. Yeşil gözlü güzel kadın yanımda olmadan yaşayacağım ilk doğum günüm bu. Ne yapacağımı bilmiyorum. Midem sanki bir Arnavut kaldırımı taşı yutmuş gibi ağır.Durup durup gözlerimden yaşlar boşalıyor. Çok hazırlıksız yakalandım. Dünden kendimi hazırlamam gerekirdi belkide bu güne. Bu sene sarılacak ve şımaracak kimsem yok. 

Bu sabah uyandım. Bahçeye indim. Japon gülleri, zakkumlar, güller açmış. Güllerden bir demet topladım.Yatak odamıza çıktım. Güllerin en güzelini öptüm ve yatağın Yasemin'in yattığı tarafına koydum..Sonra eşimi kaybettikten bu güne kadar her sabah yaptığım gibi mezarlığa gittim. Oturdum çiçeklerini yerleştirdim, Diğer çiçekleri suladım. Sonra resmine sarıldım, ona üzülmemesini işte yaş günümü her zamanki gibi onunla kutladığımı söyledim.Sarıldım daha fazla sarıldım, öptüm gözlerinden defalarca.Çok ağladım.

Sonra Netsel Marinada ki mağazamıza geldim. Mağazamızın tam karşısına ellerimle diktiğim Yasemin ağacını suladım, kokladım,okşadım. Sonra da bilgisayarımı açtım.Yüzlerce mesaj dünyanın her tarafından. Nasıl sevindim, nasıl mutlu oldum bilemezsiniz.Çok duygulandım. Gönderdiğiniz bütün mesajları,gözlerim yaşararak okudum.

O kadar güzel o kadar içten yazmışsınız ki!!! Gönül isterdi ki bütün yazılanları sizlerle paylaşayım.Hiç değilse beni çok etkileyen duygulandıran ve sizleri de duygulandıracağını tahmin ettiğim iki mesajı sizinle paylaşmak istiyorum.

Birinci mesaj İstanbul'dan benim yazılarımı takip eden, tahmin ediyorum Bak yeşil, yeşil, Yasemin kitabımı da okumuş, gencecik bir hanım okuyucumdan gelmiş.

"Yeşil gözlü güzel kadını ilahi bir aşkla seven,sevgisiyle kendine hiç tanımadığı bir çok insanı hayran bırakan, koca yürekli dağ gibi adam. Nice mutlu yaşlara. Bir baba gibi, bir ata gibi seviliyorsun"

İkinci paylaşacağım mesaj Kore Gazisi, dünyaya ender gelen insanlardan biri olan Büyük ağabeyim İsmet Karabenli'den; "Senin ağabeyin olmak benim için tarif edemeyeceğin kadar büyük mutluluk. Doğduğundan bu güne seni bize bağışlayan tanrıma şükranlarımı dualarımı iletiyor, sevginle dolu kalbimle seni kucaklıyor,doğum gününü kutluyorum."

Beni yalnız bırakmadınız, bana kalbinizi açtınız, beni ve yeşil gözlü güzel kadını kalbinizde bir yerlere koydunuz. Allah hepinizden razı olsun.Hepinizi o kadar çok seviyorum ki. Evet, benim hepinizi içine alacak kadar kocaman bir yüreğim var hepinizi.



BEN SENİNLE BENİM



Kemoterapinin ilk dönemlerinde, Yasemin henüz saçlarını kaybetmemişti.

Bir gece yatmaya yakın, güzel evimizde Yasemin’le otururken Yasemin bana döndü ve ‘ Sevgilim bana neden şiir yazmıyorsun” diye sordu. “Güzelim ben sana hep şiirler yazdım. Hatırlamıyormusun?” Diye cevap verdim, sorusuna başka bir soruyla. “Olsun yine yaz” dedi gülerek.

Biraz sonra “ben yatıyorum geliyormusun”  diye ayağa kalktı. Aslında çok istememe rağmen, aklıma şiiri soktuğundan “canım ben biraz oturup televizyon seyredeceğim”diye cevap verdim. “İyimisin sevgilim”diye sordum. “İyiyim canım çok iyiyim” dedi. Öpüştük, biribirimize iyi geceler diledik ve yukarı katta ki yatak odamıza yatmaya gitti.

Bir şise kırmızı şarap açtım. Şarap bardağımı aldım. Çalışma odama geçtim. Radyo üçü açtım şahane bir Schubert eşliğinde saatler geçti ama şiiri de bitirdim.

Sonra köpeklerimi aldım ve sabah üç sıralarında uzun bir yürüyüşe çıktık.

Eve döndüğümüzde bahçemizde ki Yasemin’in en sevdiği begonvilden bir dal kopardım. yazdığım şiire ekledim. Ayaklarımın ucuna basarak yatak odamız da mışıl mışıl uyuyan Güzel eşimin yanındaki sehpanın üstüne koydum.

Sabah uyandığında Yasemin önce başucunda ki begonvili,  sonra da şiiri fark etti. Aldı okudu. Ağladı biraz. Sonra bana sarıldı, öptü öptü biraz daha ağladı.

“Sevgilim” dedim “şiir yazmıyorum ağlıyorsun. Şiir yazıyorum yine ağlıyorsun. Ben de ne yapacağımı bilmiyorum artık”.

Hemen gülmeye başladı. Zaten gülümsemeden duramazdı ki.

Şiirini buzdolaplarımızdan birisinin kapağına, üstünde kızım benim ve kendisinin birlikte çektirdiğimiz bir magnet resimle taktı.

Bu gün Yasemin yok ama o güzel elleriyle taktığı o şiir hala o buzdolabının üzerinde taktığı gibi duruyor.

Aynı şiir “Yasemin. Bak Yeşil Yeşil” kitabımın “32 Yıl Elele” bölümünün ilk sayfasındadır.

İşte o şiiri sizlerle paylaşıyorum.

BEN SENİNLE BENİM

Sen her ”Ben iyiyim” dediğinde, yeşil gözlüm,
Yasemin’im Yasemin kokulum, bir tanem,
ben hayata dönerim, dünyam değişir yaşarım.

Yıldızlar daha bir çoğalır, daha bir parlarlar.
Begonvillerin, zakkumların, Japon güllerinin,
binbir rengini fark ederim.

Denizin mavisi bir başka görünür gözüme,
gönlüm yelken açar, rüzgar saçlarımı okşar.
“Etrafta ne kadar kuş varmış” derim,
bal arılarını bile duyarım.

Sonra keyiflenince, senin nasıl kendinden geçip, eteklerini tutarak,
Rita Hayworth gibi dans ettiğin gelir gözlerimin önüne.
Bakmaya öpmeye doyamadığım gamzelerini düşünür,
dalar, dalar giderim.

Biliyorsun değil mi yeşil gözlüm,
Yasemin’im, Yasemin kokulum, bir tanem,
Dünya seninle güzel ve ben seninle benim.





BAK YEŞİL YEŞİL



Diğer Anadolu şehirlerini bilmem ama Sivas’ta ortaokul ve lise yıllarında büyük seks açlığı çekerek büyüdük. 

Bu açlık bilhassa lise günlerinde daha somut hale geldi. 

Lisemizin o zamanlar şahane bir bahçesi vardı. Bahçede kızlar bir tarafta, erkekler bir tarafta veya oturur veya gezer çaktırmadan birbirleri ile paşlaşırlardı.

O kısacık tenefüslerde ne romantizm yaşanırdı ne romantizm… Kaşla göz arasında işaretler çakılır, mektuplar verilir, halli halli iç geçirilir, baygın bakışlarla bir dahaki tenefüse mesajları verilir, sonra sınıflarımıza dönerdik.

Küçük ve tutucu bir şehir olan Sivas’ta1950, 1960, hatta 1970 yıllarında karşı cinsten biriyle flört etmek, büyük bir hadiseydi. Bir erkekle yalnız gezerken görülen bir kızın hemen adı çıkar, haber anında şehrin en akla gelmez mahallelerine kadar yayılırdı.

Üniversiteyi kazanıp İstanbul’a gelince işler biraz daha değişti.

Hiç değilse kızların birçoğu kız talebe yurtlarında kaldıklarından aile ve mahalle baskısı biraz olsun ortadan kalktığından bu ikili ilişkiler biraz daha su yüzüne çıkmaya başladı.

Artık kızlarla elele tutuşarak gezmeye, sinamalara gidip arka sıralarda falan oturmaya başladık.

Yine de hep endişe ettik. Hep korktuk aman kızın kasap akrabası olur, minibüs şoförü dayısı olur diye. Ne yaparsak yapalım, nereye gidersek gidelim hep o kalp çarpıntısının orada olduğunu hissettik.

Ben öbürlerinden daha şanslıydım çünkü arkeoloji okudum. Bizim kızlarımız farklı ailelerden geldiklerinden, kız erkek ilişkileri daha serbest daha liberaldi.

Arkeoloji Bölümünün diğer bölümlerden farklı bir enerjisi vardı. Ders aralarında koridora dizilir, sigaralarımızı yakar, çaylarımızı yudumlarken Kızlara şarkı söyletir, dans ederdik.

Ben öğrenciliğimin yanı sıra Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı Turizm Bürosunda çalıştığımdan ve kız arkadaşlarımın hepsi yabancı olduğundan rahattım. Yani yerli malı kullanmadığımdan ne endişe ediyordum ne de mahalle baskısı umurumdaydı.

Sonunda Kanada’ya Üniversiteye gitmek nasip oldu.

Toronto şehrinde üniversiteye başladığımda cennete düştüğümü zannettim. Her taraf birbirinden güzel kızlarla doluydu. Her akşam partiler, içki müzik inanamamıştım.

O zamanlar Bob Dylan, Joan Baez, Cat Stevens ,James Taylor, Johnny Mitchel, Jimi Hendrix günleriydi. Bizler çiçek çocuklarıydık. Çok eğleniyorduk. Bulmuşa dönmüştüm, acaba cennettemiydim ne.

Omuzlarıma kadar uzun, yarı kıvırcık, yarı dalgalı saçlarım, biçimli kısa siyah sakallarım, incecik vücudumla güzel bir adamdım( Simdi en az 25 daha ağırım) Birde İngilizceyi aksanlı konuşmam beni kızların daha da ilginç bulmalarını sağladığından, Türkiye de kaybettiğim yılları kazanmak için inanılmaz bir hızla, her gördüğüm, beğendiğim kızla çıkmaya başladım. Ne aile korkusu, ne mahalle baskısı, gel keyfim gel rekora doğru koşuyordum sanki.

Hani hepiniz bilirsiniz tarih kitaplarından; Deli İbrahim’e mesir macunu yedirmişlerde senelerce bir şey olmamış. Sonunda İbrahim Bey öyle bir azmış ki tutabilene aşk olsun. İşte aynen öyle.

Oda arkadaşım Tom Masney’le artık üniversite partilerinin gülü olmuştuk. Akşam fırsat buldukça gittiğimiz okulun diskosunda kızlar etrafımızda bir çember oluşturuyor, bizse en beğendiklerimizi seçip, o yıllarda pek bir popüler olan Travolta’nın bütün figürlerini döktürüyorduk.

O kadar popüler olmuştuk ki Tom ile üniversite koridorlarında yürürken kızların bizi işaret edip “işte bunlar” diye birbirlerine fısıldadıklarını duyuyor, suratımızda bir azgın teke gülümsemesiyle duymamazlıktan geliyorduk.

Bu arada üniversite masraflarımı karşılamak için bazı geceler ve hafta sonları taksi kullanıyordum. Okuldakiler yetmiyor gibi birde taksi kullanırken tanıştığım bir yığın kız arkadaşım olmuştu. Kimler yoktu ki listede öğrenciler, ev hanımları, sekreterler, ressamlar, öğretmenler, garson kızlar, barmen kızlar, hostesler, tele kızlar, bilgisayar uzmanları ve şimdi hatırlayamadığım çeşitli mesleklerden gelen boy boy, renk renk kadınlar.

Sonra mezun oldum. Daha mezun olmadan çok iyi bir öğrenci olduğum için Shereton otelleri beni işe aldı. Kısa zamanda ilerledim ve bu defa da işim icabı çok daha klas, zengin ve kültürlü kız arkadaşlarım oluşmaya başladı. Kimisiyle seyahate çıktım, kimisiyle beraber yaşadım, kimisiyle anı yaşadım. Mekanlar, kıyafetler değişti. Saçlarım kısaldı.

10 yıl Türkiye’ye hiç dönmedim. 10 yıl sonra, her yıl bir başka bir arkadaşımla tatile geldim. Son gelişimde Yasemin’i gördüm ve evlendim.( Tabi bu kadar basit değil, son kitabım,Yasemin bak yeşil yeşil detayları veriyor)

Şimdi ben bütün bunları neden yazdım sizlere, neden sizlerle paylaştım. Öğünmek içinmi, yoksa “vay anasını ne adammış” dedirtmek için mi yazıyorum.

Hiçbirisi değil. Sizlere geçmişim de ne kadar egoist, ne kadar kendine odaklanmış ve ne kadar kendi zevkinden başkasını düşünmeyen bir insan olduğumu anlatmak için. İşte Yasemin böyle bir adamın evlenme teklifine “evet” dedi ve onun teknesine binmeyi kabul etti.

O fırtınalardan, o dalgalardan, soğuktan, sırıl sıklam ıslanmaktan korkmadı. O teknenin batacağına hiç ama hiç inanmadı. Sonunda o tekne ile sağ salim limana ulaşıp bağlayacaklarına inandı. Bütün kalbiyle inandı.

Evet sonunda onun inandığı oldu ve limanımıza girip teknemizi bağladık.

Sonra Yasemin bana döndü ve yüzünden hiç gitmeyen o melek gülümsemesiyle. “Sana neden evet dedim biliyormusun Güven” dedi. “Senin geçmişini, senin ne mal olduğunu çok iyi biliyordum ve bu beni hem ürkütüyor hem de çok negatif yapıyordu sana karşı. Bir de benden 14 yaş büyüktün. Ama sen benimle konuşurken gözlerinin içine çok dikkatli baktım. Bunlar yalnız ve sevgiye susamış bir insanın gözleriydi. O kadar güzel o kadar merhamet doluydular ki, insana böyle bakan birisi kötü olamaz diye düşündüm.

İşte o an kararımı verdim ve bundan sonra hayatımı ölene kadar seninle paylaşmaya, her ne olursa olsun senin yanında olmaya yemin ettim”

“Bana hiçbir şey kanıtlamaya mecbur değilsin. Bana nasıl bir insan olduğunu da izah etmek zorunda da değilsin. Ben senin nasıl birisi olduğunu zaten biliyorum. Hayatında ki bütün kaprisler sona erecek sana söz veriyorum. Ben zaten kapris yapmayı bilmem ki. Beni sev, veya sevmek için gayret göster. Eğer sen bir adım atarsan ben on adım atmaya hazırım. Ben sana “evet” dediğim anda seni hayatımın sonuna kadar seveceğime, sana hayatımın sonuna kadar sadık kalacağıma, seni hayatımın sonuna kadar destekleyeceğime ve üzmeyeceğime söz verdim kendi kendime. Bak Türkiye’den uçakla 14 saat uzakta bir ülkede yaşıyoruz. Eğer sen istersen birbirimizin her şeyi, annesi, babası, bacısı, kardeşi her şeyi oluruz, seninle ikimiz kendimize öyle güzel bir dünya yaratırız ki. Yeterki sen iste”dedi.

İşte 21 yaşındaki bu gamzeli dünya güzeli kız bana kendisinden 14 yaş büyük kazık kadar bir herife işte böyle bir hayat dersi verdi. Ona öyle bir aşık oldum ki ondan önce tanıdığım herkes bir anda tamamen silindi kayboldu gittiler sonsuza kadar.

Sonra kıvır kıvır saçlı, kocaman kocaman gözlü bir kız çocuğumuz oldu ve onu verebileceğimiz bütün sevgiyi vererek çok güzel büyüttük. Yasemin ona ressamlığını ben de ona müziğimi verdim.

Birbirimizi çok sevdik. Bu sevgi inanılmaz bir enerjiye dönüştü ve Marmaris’te her yaptığımız yer güzelliği ile ruhu ile insanların hayranlığını kazandı. Dünya litaratürüne geçti.

İnsanlar bizi çok sevdiler, birlikteliliğimiz ve aramızda ki sevgi kasabalılara örnek oldu.

9 Eylül hastanesinin o kasvet dolu, ümit dolu, acılı, korkutucu, hiç bitmeyen koridorlarında ellerimde Yasemin’in bilmem kaçıncı kan değerleri, raporları için koştururken her türlü pazarlığa hazırdım.

O kadar çok yalvardım ki ellerimi gök yüzüne açıp,”eğer birisinin gitmesi gerekiyorsa Yasemin’imi bağışla ne olur beni al” diye.

Çünkü o güzel insan güzelliği ile, insanlığı ile, asilliği ile, kişiliği sanatıyla bu dünyaya benden çok daha fazla yakışıyordu.

Yaşamayı çok daha fazla hak ediyordu, benim yeşil gözlü güzel kadınım çok daha fazla. Bu dünyanın ona ihtiyacı vardı.

Sonrasını, sonrasını biliyorsunuz.

Ben sözümü tuttum “Yasemin, bak yeşil yeşil” ismini verdiğim kitabımı bitirdim.

Şimdi sıra sizde. Bu kitabı alın. Nereden alabileceğinizi bile bilmiyorum, bilince size yazarım.

Bu kitap sizi hayatınızı yeniden gözden geçirmenize zorluyacak. Sevdiğinizle ilişkinizi inceletecek. Birlikteliğinizi etkiliyecek. Aranızda büyüttüğünüz o problemlerin önemsizliğini, anı yaşamanın ne kadar önemli olduğunu, hayatınızın bir anda tersyüz oluvereceğini çok değişebileceğini, bunu bilerek yaşamanın gerekliliğini gösterecek sizlere.

Hayat arkadaşının ne manaya geldiğini de anlatacak sizlere.

Dedim ya ben sözümü tuttum.

Benden bu kadar diyorum.



ONSUZLUK


Sevgili dostlarım

Sevgilinizi kaybedince sanki her şey de onunla beraber kayboluyor gibi oluyor.

Ne mehtabın güzelliği ne çiçeklerin rengi, ne kuşların cıvıltısı, ne dağların morluğu, ne denizin mavisi kalıyor. Baktıklarınızı görmüyorsunuz, sanki perde inmiş gibi hissediyorsunuz gözlerinize.

Sıkılıyorsunuz, çok sıkılıyorsunuz, her şeyden sıkılıyorsunuz.

İlk karşılaşma, ilk elele yürüyüş, ilk öpüşme, çocuğunuzun olması, Roma seyahati, Paris^te kaybolma, ev aldığınızda ki heyecan, bahar kutlamaları, çocuğunuzun yaş günü, hastalık, hastane hatıraları, ameliyatlar, kemo terapiler derken bir an bu kadar yüklemeden çıldıracak gibi oluyorsunuz, kaldıramıyorsunuz.

Öyle bir doluyorsunuz ki kalbiniz parçalanacak bütün yaşadıklarınız her tarafa saçılacak gibi hissediyorsunuz. İnanılmaz yoruluyorsunuz panik oluyorsunuz.

Çok özlüyorsunuz sevdiğinizi, isyan ediyorsunuz niye böyle oldu bize diye, bu bize yapılır mıydı diye.

Sonra ne yapalım, 32 yıl çok mutluyduk, diye düşünüp avunuyorsunuz.

Bu sizi birazcıkta olsa rahatlatıyor gibi oluyor.

Bakın ne yazmış Ahmet Batman “Bana İkimizi anlat” kitabında. “İnsan elbette yalnız yaşayabilir. Ama birisine alıştıysa ve onsuz kalırsa bunun adı yalnızlık olmuyor. Bizlere yalnızlığı çok yanlış öğrettiler. Etrafınızda kimse yoksa yalnız olduğunuzu hissedebilirsiniz ama çok alıştığınız biri yoksa eğer, bunun adı yalnızlık değil onsuzluk oluyor.

O kadar doğru ki. Ben Kanada da yaşarken 10 yıl Türkiye’ye dönmedim. 10 koca yıl dile kolay, ailenden arkadaşlarında, vatanından, toprağından uzak 10 yıl.

Ama o 10 yıl yalnızlığa tahammül ettim, katlandım.

Bu yaşadığım yalnızlık değil, apayrı Ahmet Batman’ın yazdığı gibi “Onsuzluk” yani Yasemin’sizlik.

Yasemin gideli sadece 6 ay oldu. Kahroluyorum. Her ay, her hafta, her gün, her saat, her dakika onu özlüyorum, çok özlüyorum.

Bu yalnızlık değil bambaşka bir acı, bambaşka bir duygu evet “onsuzluk”

Ne olursa olsun şunu çok iyi bilin ki sevgi dolu, sevgiyle yaşayan insanlar, yarattıkları huzurla çevrelerindekileri ısıtıyor, sevgileriyle ışık tutuyorlar.

Geçenlerde gittiğim bankaların birisinde çalışan zarif bir hanım bana “Allah size sabır versin Güven Bey biz Yasemin hanımı çok özlüyoruz. O bankaya geldiği zaman sanki bankaya güneş doğardı” dedi.

Yasemin’imle her gittiğimiz mekanda insanlar bizim ışığımızı hissederler ve bizi çok severlerdi.

Yasemin’i kaybettikten sonra sizlere yazılar yazdım. Sizlerle duygularımı paylaştım.

Güzel eşim o kadar özel ve o kadar ender gelecek bulunacak bir insandı ki onun “ Alın yazısı, kader, hepimizin başına gelecek, Allah geride kalanlara ömür versin” gibi beylik laflarla gömülüp gitmesini, unutulmasını istemedim.

Sizlerin onu tanımasını istedim. Onun özelliklerini, onun o güzel yüreğini ve kişiliğini bilmenizi istedim.

İstediğime ulaştım. Binin üstünde okuyucum gönderdikleri mesajlarla sevgilime rahmet dilediler. Onu tanımadıklarını ama çok sevdiklerini yazdılar. ”Işıklar içinde yatsın” dediler.

Misyonumu tamamladığımı hissettim.

Yazılarıma son vermeye karar verdim. Yeter artık diye düşündüm.

Çünkü yıpranmış ve yorulmuş hissediyordum kendimi.

Okuyucularımdan öyle bir tepki geldi ki inanamazsınız.

Bana “lütfen yazmaya devam edin, biz üzülüyoruz ama siz bize ışık tutuyorsunuz”
diye yazdılar.

“Yazılarınız içimizde sevgi tomurcukları oluşturuyorlar, varlığını unuttuğumuz duygularımızı yeniden hayata döndürüyorsunuz” diye yazdılar

Ağrı’dan, Mersin’den, Kırklareli’den, Büyükada’dan, Eskişehir’den, Kütahya’dan neredeyse her yerden çok duygulu mesajlar aldım, ben de çok duygulandım.

“Mademki öyle” dedim ve yazılarıma bir müddet daha devam etmeye karar verdim.

Sizlerle paylaştığım her şey birebir sevdiğimle yaşadıklarımdır. Ne bir fazla ne bir eksik.





HATIRA


Halen Marmaris’te yaşıyorum ve Marmaris’te büyük bir ailem var.

Aslında Sivas’lıyız biz. 1930 senelerinde Büyük amcam Marmaris’e sağlık memuru olarak tayin olmuş, sonra küçük amcamı yanına getirmiş Sivas’tan. Derken iki amcam da  evlenmişler çocukları olmuş  böylece Marmaris’te bir Karabenliler ailesi oluşmuş.

2013 senesi Mart ayında amca çocuklarımdan birisi, 40 ıncı evlilik yıldönümlerini kutlamak için bütün aileye, yat limanındaki güzel bir restoranın ikinci katında bir yemek verdi. Yasemin’le bende davetliydim.

Güzel bir yemek ve güzel bir geceydi.

Yemekten sonra klasik Türk müziği söyleyen sempatik bir şarkıcı ud ile şarkılar söylemeye başladı.

Birazdan salondakilerde ona eşlik etmeye başladılar, atmosfer daha bir samimileşti.

Daha sonra sanatkar istekleri söylemeye başladı. Sesine güvenenlerin kendisine eşlik edebileceklerini, isteyenlerin solo şarkı söyleyebileceklerini anons etti.

Böylece birkaç kişi onunla beraber birkaç şarkı söylediler.

Lokantadaki kalabalıktan bazıları ilgilendi, bazıları sohbetlerine devam ettiler.

Biraz kendimi öveceğim ama, benim davudi ve güzel bir sesim vardır.

Müzisyen olduğumdan ve senelerdir türkü, ara sıra da şarkı söylediğimden, sahneye alışkın bir insanım.

Yasemin benim en büyük dinleyicimdi.

Aynı zamanda müzisyen bir babanın çocuğu olduğundan oda güzel söyler ve benim bütün repertuarımı adeta ezbere bilirdi.

Havasına girdiğimizde ben çalardım o söylerdi, veya beraber söylerdik.

Neyse şarkı söyleme sırası bize geldi.

Yasemin’imin benden en severek dinlediği bir şarkı seçtim

Sevgilim o kadar güzeldi ki o gece. Göz kamaştırıyordu çok güzeldi çok.

Ellerini tuttum iki elimle ve yeşil gözlerinin içine bakarak şarkıya başladım.

Birden lokantadaki herkes sustu.

Gözlerimi hiç gözlerinden ayırmadan, ellerini hiç bırakmadan şarkının birinci kıtasını söyledim.

İkinci kıtayı Yasemin’imle birlikte söyledik.

Şarkımız bitince büyük bir alkış koptu.

Müzisyen udunu bıraktı. Masamıza kadar geldi. Boynuma sarıldı ve “Abi bu kadar senelik müzisyenim, bu şarkıyı senin kadar güzel, senin kadar hissederek, duyarak söyleyen hiç kimseye rastlamadım. Vallahi tüylerim diken diken oldu” dedi ve beni yanaklarımdan öptü.

Hiç kimse anlamadı o akşam, aslında o şarkı bir veda şarkısıydı.

O şarkı kalbimizin derinliklerinden geliyordu, acı doluydu, ruh doluydu.

Bir gün önce Yasemin’in sol memesindeki kitlenin kanser olduğunu öğrenmiştik.

Hem de kanserin en azılı cinsi çıkmıştı sevgilimin şansından, en hızlı ilerleyeni.

İkimizin de morali bozuktu, ne hissettiğimizi bilemiyorduk, kafalarımız karmakarışıktı.

Korkuyorduk, çok korkuyorduk. Ne yapacağımızı, nasıl davranacağımızı bilmiyorduk ki.

Ama güzel günlerimizin artık sona erdiğini, bundan sonra büyük sıkıntılar acılar çekeceğimizi ikimizde hissediyorduk.

O şarkıyı söylerken birbirimize gülümsüyorduk ama aslında gülümsememizle ağlıyorduk biz. İnsan gülümsemesiyle ağlar biliyormusunuz?

Sessizce vedalaşıyor, ne olursa olsun, ölene kadar sevgimizin devam edeceğine söz veriyorduk birbirimize biz o şarkıyı söylerken .

Onu, dünyada en sevdiğim varlığımı kaybetme korkusu kalbimi sarmış, içim kan ağlıyordu.

İşte o şarkıyı söylerken bütün hayatımız gözlerimizin önünden geldi geçti şarkının iki kıtasında.

Ve dostlarım o şarkı Yasemin’imle birlikte söylediğimiz son şarkı oldu.

İşte o şarkı, sizlerle paylaşıyorum.

HATIRA

Geçsin günler, haftalar,
aylar, yıllar, mevsimler.
Zaman sanki bir rüzgar,
ve bir su gibi aksın.

Sen gözlerimde bir renk,
kulaklarımda bir ses,
Ve içimde bir nefes,
olarak kalacaksın

Ömrüm sensiz geçse de,
aşkın kalbimde kalsın.
Gülen gözlerin bin bir
teselli ile baksın.

Sen gözlerimde bir renk,
kulaklarımda bir ses,
Ve içimde bir nefes,
olarak kalacaksın.

Sonrasını…Sonrasını biliyorsunuz.












18 Mayıs 2015 Pazartesi

AMA ONLAR BİR MELEKLE YAŞAMADILAR Kİ



Her insanın bir içi dünyası var ve bu dünyalar birbirinden çok farklı.

Eskiler “beş parmağın bile beşi bir değil” demişler ne kadar doğru.

Hayatta bir olayı herkese uygulayamazsınız, daha doğrusu uygularsınız da herkes farklı farklı tepkiler verir beş parmağın beşi bile aynı olmadığından.

Yas tutmak, hasret çekmek, gönül acıcı, ölüm acısı çekmek de aynı.

Kimi ömrü boyunca yas tutar, kimi birkaç ay içinde, kimi birkaç sene içinde, kimi birkaç gün içinde bitirir işi.

Ben bitiremeyenlerdenim.

Şu anda Netsel Marina’daki Yasemin ve kızım Bahar’ın dünyanın emeğini vererek yarattığı şahaser mağazamızda yalnız oturuyorum.

Her tarafım Yasemin’imin yarattığı o güzel tablolarla çevrili yani her yanım Yasemin. Yani Yasemin’im her yerde.

Dışarıda şahane bir güneş var henüz insanı yakmayan cinsinden.

Karşımdaki alanda sevimli bir telaş içinde genç ressamlar resimlerini sergiliyorlar.

Ben senelerdir dışarı bakarken yasemin’imin kapıdan içeri girip güneş arkasında, yüzünde o güzel gülümsemesiyle bana sarılmasına o kadar alışmıştım ki.

Tam yedi aydır dışarı bakıyorum ve hep bekliyorum. Sanki, sanki hala ümidim var, sanki o gittiği yerden dönecek bana öyle bir sürpriz yapacak ki.

Nasıl heyecanlanırdım Allahım nasıl sevinirdim. Vücudunun her santimetre karesini öperdim. O şu kapıdan içeri girse.

Sarılırdım, konuşurdum, anlatırdım, gülerdim ağlardım yine başlardım, yine anlatırdım. Yedi ay neler neler yaşadığımı anlatırdım. Bak bir daha beni bırakıp gitme derdim. Gönül koyardım.

Eğer gitmesi gerekiyorsa onu bu defa yalnız bırakmazdım, giderdim onunla nereye gitmemiz gerekiyorsa beni nereye götürürse, veya nereye götürürseler, hiç düşünmezdim. Evet bu defa giderdim. Ne yapmam gerekiyor sa da yapardım. Yapardım da giderdim de.

Son yedi aydır yaşadıklarımı bir daha yaşamamak için her şeyi yapardım. Giderdim işte.

Yasemin hayatının son günlerini geçirdiği Yücelen hastanesinde yatarken çok sevdiğim bir arkadaşım beni aradı ve bugün yarın bir bebek beklediklerini söyledi ve Yücelen Hastanesinde olduklarını ekledi.

Ona bizimde aynı hastanede kaldığımızı ve oda numaramızı söyledim. Tam bizim odamızın üstünde ki oda da kalıyorlarmış.

Sonra tatlı bir kız çocukları dünyaya geldi. Ne olur hiç değilse göbek adını Yasemin koyun diye rica ettim. Onlarda beni kırmadılar çocuklarının göbek adını Yasemin koydular.

Yasemin henüz hayattaydı minik Yasemin doğduğunda.

İşte ben bugün dükkanımda oturup Yasemin’in kapıdan girmesi hayallerini kurarken arkadaşım ve eşi Minik Yasemin’i getirdiler beni ziyarete.

Henüz yedi aylık ve gözler aynı Yasemin.

Pırıl, pırıl o yeşil gözler gözlerimden hiç ayrılmadılar. Nereye döndürürlerse canımı hemen dönüp gözlerini gözlerime dikti.

Babası da bende birden yüreklerimizi dolu dolu hissettik ikimizde ağladık.

Giderlerken Minik Yasemin başı arkada hala bana bakıyordu.

İşte böyle dostlarım herkesin acısı ayrı. Birçok dost beni teselli etmeye çalışıyorlar yedi aydır. Allah onlardan razı olsun.

Bazen kızıyorlar ve yeter artık diyorlar. Artık gerçekleri kabul et, kendine gel toparlan, hayata sarıl diyorlar.

Herkes birilerini kaybediyor, bak sağına soluna hiç kimse senin kadar uzatmıyor bu işi eninde sonunda toparlanıyorlar diyorlar.

Kızıyorlar, hatta azarlamaya kadar götürüyorlar işi.

“Ama” diyorum. “Ama, onlar bir melekle yaşamadılar ki!!!

Onlar bir melekle yaşamadılar ki.!!!!



ÇOCUK ALLAH’IN BİR LÜTFUMU YOKSA KAZIĞIMI?!!!!




“BABA” bütün hayatı boyunca “bu paranın üstü nerde” diye soran zavallıya denir.



Çocuk sevgisi kitaplardan, internetten, haybeden öğrenilmez. Çocuk sevgisi yaşanır.”Biz böyle bir dünyaya çocuk getirmek istemiyoruz. Sevecek olsak etrafta çocuk mu yok” gibi entel dantel yorumlar züğürt tesellisidir. Bunu da en iyi bu yorumları yapanlar bilirler.

Dedim ya çocuk sevgisi yaşanır, öğrenilmez, çünkü o sevgi bambaşka bir sevgidir. Ne bitki, ne hayvan, ne insan, ne sevgili, ne arkadaş, ne anne, ne de baba sevgisine benzer. Sihirli bir sevgidir. Gizemlidir, efsanevidir, esrarengizdir.

Eşi benzeri olmayan daha önce hiç hissetmediğiniz apayrı bir sevgidir o. Siz bu sevgiyi ancak çocuğunuzu bağrınıza bastığınızda, kokusunu ciğerlerinize çektiğinizde, kalbinizin bir başka çarptığını fark ettiğinizde, hissedersiniz, anlarsınız.

Hayatınız değişir. O minicik varlığın üstüne titrersiniz. Seversiniz seversiniz daha fazla seversiniz, doyamazsınız.

Birden bir mesuliyet duygusu çöker üstünüze. Bir koruma hissi damardan girer ve kimyasallar gibi yapışır vücudunuza. Hayatınızın sonuna kadar, çocuğunuz kaç yaşına gelirse gelsin bu hissin sizinle yaşayacağını, sizinle öleceğini bilirsiniz.

İlk günler, hatta ilk aylar, çocuğunuza gereken ilgiyi göstermek, gereken hizmeti vermek için birbirinizle yarışırsınız. “Ay ne olur be sefer altını ben değiştireyim” diye birbirinize rica edersiniz. “Ay çişini ne kadar güzel yapıyor, kakası da varmış çocuğumun” gibi çocuğunuzun hiç anlamayacağı iltifatlarda bulunursunuz.

Bu sevinç ve heyecan birkaç ay sonra Allah’ın o kaka ve çişe koku ilave etmesine kadar devam eder.

Sonra “Ay bu yine altını doldurdu, kokuyor”lar başlar. Erkek yavaş yavaş alt değistirmelerden kendini soyutlamaya çalışır. Sonunda “Yahu yine bu sıçtı galiba, hayatım şunun altını değiştirsene dediği an iş bitmiştir.

Hastalıklar başlar, öksürük, soğuk algınlığı,  boğmaca, kızamık, bademcik, orta kulak iltihabı, gaz sorunları, suçiçeği. Günlerce gecelerce çocuğunuzun başında oturursunuz.

Bilhassa eğer suçiçeği geçiriyorsa aman elini yüzüne götürmesin, yolmasın yüzünde gözünde iz kalmasın diye bir dakika gözünüzü kırpmadan başına dikilir ayakta sallanırsınız ama uyumazsınız. Gizemli bir sabır peydahlanmıştır bünyenizde, siz de hayret edersiniz.

Çocuğunuz her hafta bir bukelemun gibi değişir. Daha beşikteyken politika nedir bilir kerata. Bir hafta anneye, bir hafta babaya benzer. Yani iki tarafı da idare eder.

Derken büyür. Çok çabuk büyür. Yakalayamazsınız, inanamazsınız. Veeeee! Hiç hazırlıklı olmadığınız KREŞ günleri gelir.

Bir kreş bulursunuz, beğenmezsiniz. Başka bir kreş bulursunuz, bu seferde onlar sizi beğenmezler. Doğru kreşi bulmak zaman alır. Sonunda çocuk öyle veya böyle bir yere yerleştirilir.

İlk günler içiniz içinizi yer. Kalbiniz hiç alışık olmadığınız bir ritimde çalışmaya başlar. Ne kadar uğraşırsanız uğraşın çocuğunuz aklınızdan çıkmaz.

“Acaba yemeğini yiyormu? Arkadaşlarına, öğtretmenine alıştımı? Ayrılırken ne kadar da mahzun bakıyordu güzelim. İyi mi yaptık acaba? Sanki biz kreşlerde büyüdük de ufacık çocuğu kreşe bıraktık. İnşallah kakasını çişini altına yapmaz” diye hayıflanır, endişe üstüne endişe yaşarsınız.

Sonra “Canım o kadar para alıyorlar herhalde bu paranın hakkını verirler. O kadar çocuk var emniyetli bir yer olmasa anneler babalar çocuklarını emanet ederlermiydi? Bir tek bizimki değil ya, bir yığın çocuk var “ diye kendi kendinizi sesli teselli edersiniz. Ama söylediklerinizde samimi olmadığınızı sizde bilirsiniz. Ne yaparsanız yapın, ne düşünürseniz düşünün, çocuğunuzu özlersiniz.

Neyse ki çocuğunuz birden hızlı bir şekilde öğrenmeye ve kelime haznesini geliştirmeye başlar. Mesela evde sizlerle otururken birden “Göt”diyiverir. Siz hayretler içinde bakarken meleğiniz, çük, kaka, bok, ilk harfi “S” ile başlayan erkeklik uzvu ve ilk harfi ”A” ile başlayan kadın üreme organını da sıralar.

Çocuğunuzun anatomide bu kadar kısa zamanda böyle inanılmaz bir aşama göstermesi adeta beyninizi kamaştırır, koltuklarınız kabarır ve hemen bu gidişe acil bir çözüm aramaya başlarsınız.

“Vallahi efendim” derler kreş yetkilileri, “çocuklar birbirlerinden öğreniyorlar. Biz elimizden geleni yapıyoruz, ama maalesef çocukların ağzını bantlayamayız. Evlerinde ne duyuyorlarsa onları tekrar ediyorlar”.

İçinizden “ Ulan acaba elinizden geleni yapmasaydınız bu çocuklar acaba daha neler neler söylerlerdi acaba” demek gelir ama efendiliğe vurur susarsınız.  Silahla şaka olmaz.  Kreşle de şaka olmaz. Anında öğreniverirsiniz.

Sonra ki günler çocuğunuz ağzını açar açmaz tüylerinizin diken diken olduğunu hissederek geçer. Ama zamanla alışırsınız. İlk günlerde gösterdiğiniz reaksiyonu artık göstermediğinizi fark eden çocuğunuzda bunu fark eder ve oyunun heyecanı kalmadığından o kadar fazla sövmez.

Başka şeylere de alışırsınız. Çocuğunuz bir gün eve morarmış bir gözle, veya suratında veya kolunda bir diş iziyle, veya kafasında koca bir şişle gelir. Bunları da sineye çekmek zorunda kalırsınız. “Ne de olsa artık kreşe, öğretmenlerine arkadaşlarına alıştı canım” dersiniz.. Çocuğunuzun kreşinin bir çocuk değil, bir hayvan bırakmaya bile uygun olmadığını bile bile yeni bir kreş bulma zahmeti yerine işi pişkinliğe vurursunuz.

Bu arada çocuğunuzun hastalığı hiç bitmez. Aslında çocuk sahiplerinin hasta, soğuk almış grip olmuş çocuklarını sadistik bir zevkle, hastane yerine kreşe getirmeyi tercih ettiklerinden bütün çocuklar hastadır. Neyse ki dünyanın hemen hemen her ülkesinde yasaklanan antibiyotikler imdada yetişirler.

Ve bir gün çocuğunuz kaybolur. Deli danalar gibi yollara düşersiniz. Saç tellerinizde dahil vücudunuzdaki bütün organlarınız alarma geçer. Rastladığınız insanlara panik içerisinde “Çocuğum kayboldu ne olur onu bulmam yardım edin” diye yalvarır ağlarsınız. Onu tanıyanlar aramaya başlarlar. Tanımayanlara nefes nefese onu anlatırsınız.. “Kıvırcık saçlı dersiniz, kocaman kocaman gözleri var dersiniz. Çocuğunuzun üstündeki elbiselerini tarif edersiniz, ağlarsınız. Kafanızda bin bir senaryo üreterek her tarafa bakarsınız. Bu arada ellerinizi açıp Allah’a dua etmeyi de unutmazsınız. Öfkelenirseniz de. “Bir elime geçerse ben ona gösteririm” gibi sesli tehditlerde sallar, defalarca tekrarlarsınız. Ağlarsınız.

Sonra çocuğunuzu bulursunuz veya bulurlar. Ona öyle bir sarılırsınız ki  ne öfkeniz kalır ne kızgınlığınız. Ağlarsınız, sarılır sarılır ağlarsınız. Etrafınızdaki herkese defalarca teşekkürler edersiniz. Çocuğunuzu kucağınızdan indirmek aklınıza gelmez. Öpersiniz koklarsınız saçlarıyla oynarsınız. Dünyalar sizin olur. Kendinizi yeniden doğmuş gibi hissedersiniz.

Aradan bir süre geçer. Çocuğunuz yine kaybolur.

Meleğinizin artık ilkokula başlamaya hazırdır. Kreşten öğreneceğini öğrenmiştir. Mükemmel küfreder,  göz morartmaya ve kendi gözünün morarmasına alışmıştır. Elindeki ucu açılmış kurşun kalemin veya tükenmez kalemin mükemmel bir silah olarak kullanılabileceğini bilir. Kafası arkadaşlarından ve bazı öğretim üyeleri tarafından yeteri kadar kalınlaştırılmıştır.

Ona okul kıyafetlerini ihtimamla giydirir elinden tutar okula götürürsünüz. Okul dağıldığında da gider alırsınız. Bu işlem çocuk artık okuluna kendi arkadaşlarıyla gidebilecek duruma gelinceye kadar devam eder. Sonra bir gün ona okuluna kendi başına gitmesi gerektiğini anlatır uğurlarsınız. O geri gelene, eve dönene kadar kalbiniz öyle bir çarpar, öyle bir çarpar
ki.

Neyse aradan birkaç ay geçer ve çocuğunuz artık okuluna alışır. Eğer şanslıysanız öğretmenini ve arkadaşlarını sever, okuluna problemsiz gidip gelmeye başlar. Tam bir ohhh çekeceğiniz zaman, birden çocuğunuzun kafasında bir acaiplik, bir haraketlilik dikkatinizi çeker, ve bitlenmeyle tanışırsınız.

Tam bir yıl sabırla o güzelim bukleli kıvır kıvır saçları kesmeye kıyamadığınız için çocuğunuzun kafasında sirke ayıklar ilaç sürersiniz. Bu arada kendiniz bitlenmemek için elinizden geleni yaparsınız. Tam bitti derken her şey yeniden başlar. Neredeyse çocuk okulundan mezun oluncaya kadar bit ayıklar, sirke temizlersiniz.

Sonunda ilkokul biter, ortaokul dönemi başlar ve çocuğunuz teknoloji ile tanışır.

Onu önünüze oturtup bit ayıkladığınız günleri bile ararsınız çünkü şeytan sabırla sırasını beklemiş, yavrucuğunuzun beynini parselleyip parça parça ele geçirmeye hazırdır.

Okula giderken aman yabancılarla sakın konuşma diye ikaz ettiğiniz o çocuk kimlerle tanışır, kimlerle, ne yabancılarla inanamazsınız cep telefonuna alıştıkça.

Mesajlarını okumaya niyetlenirsiniz. Ama bu fikri hem etik bulmaz hem de okuyacaklarınızdan dehşete düşmekten korkarsınız.

Gün geçtikçe çocuğunuzun sizden yavaş yavaş uzaklaştığını hissedersiniz. Artık çağrılmadan, ikaz edilmeden hiçbir şey yapmaz. Gözleri ve parmakları devamlı cep telefonun üzerindedir. Dışarı çıkıp oynamaz.

Kırk defa yemeğe çağırırsınız. O özene bezene yaptığınız tablo gibi yemeklere gözünü  telefonunun ekranından alamadığı için bakmaz fark etmez bile. Yemek yemez, yüzünü doldurur ve kalkar yine köşesine gider.

Bir ara ayağa kalktığında sevinirsiniz ama onun telefonunu şarja takıp bu seferde bilgisayar ekranında kaybolduğunu görürsünüz. Sevinciniz kursağınızda kalır. “Ekranın kararsın, virüsler girsin” diye beddua etmek bile gelir içinizden.

Bu böylece devam eder gider ve bu sorun her gün daha müzmin ve rahatsız bir hal alır. Yemek sırasında veya otururken cep telefonunu yasaklarsınız. Suratı o kadar asılır ki “lanet olsun” der tekrar geri verirsiniz.

Çok üzülürsünüz. O eski güzel günlerin artık geride kaldığını kabul etmek kolay değildir. Çocuğunuza sarılarak, filmler, diziler seyrettiğiniz, saçlarını okşadığınız, onu koklayıp bağrınıza bastığınız günleri çok ama çok özlersiniz.

Sonra çaresizliğiniz daha da artar ve ellerinizi açıp tanrıya ”Neden böyle tanrım diye” sorarsınız. “Beni bu işe karıştırmayın” diye cevap gelir. “Benim teknoloji ile işim olmaz. Çocuklarınızı benden ve benim yarattıklarımdan uzaklaştırmak için elinizden geleni yaptınız. Çocuklarınızın artık dünyadan haberi yok. Cep telefonlarını, ipetleri, bilgisayarları, bilgisayar oyunlarını ben mi icat ettim de benden yardım istiyorsunuz.”

Birden babanızın size yaptığı güzellikler aklınıza gelir. Şöyle elinizin tersiyle bir tane çakmayı düşünürsünüz.

Sonra aklınıza o dünyanın parasını harcayıp aldığınız ideal çocuk yetiştirme kitapları, psikologlarınızın verdiği öğütler gelir. Eliniz kolunuz bağlanır, vazgeçersiniz.

Çocuğunuzun cep telefonunu elinden zorla alıp üstünde tepinmek istersiniz ama o telefona eşek yükü para ödeyip, yüzünüzde büyük bir sırıtmayla kendisine yaş gününde hediye ettiğinizi hatırlarsınız.  Hiçbir bok yapamazsınız.

Seneler çok çabuk geçer. Artık  melek çocuğunuz veya çocuklarınız belli bir yaşa gelirler ve maalesef sizden daha da uzaklaşırlar.

Konuşamazsınız, dertleşemezsiniz. Çektiğiniz doğum acılarını hatırlarsınız, çocuklarınızın ilk ağlaması, onları ilk gördüğünüz an aklınıza gelir. Onu veya onları ilk kucağınıza aldığınızda neler hissettiğinizi düşünürsünüz, geçirdiğiniz uykusuz geceler, hastalandıklarında  duyduğunuz endişe, onu veya onları üzgün gördüğünüzde yüreğinizin nasıl acıdığı, evden ayrıldıklarında eşinizden saklayarak döktüğünüz gözyaşları aklınıza gelir.

Gençliğinizde ananızın defalarca tekrarladığı “Ahhhh kızım itler ana olmasın. Bir ana olda gör” bakalım cümleleri de aklınıza gelir. Hüzünlenirsiniz.

Çocuklarınızın yaptıkları veya yapmadıkları birçok şey sizi çok üzer. Kalbinizin ağrıdığını, midenize kramp girdiğini hissedersiniz. Bazen yemek bile yiyemezsiniz, boğazınızda lokmanız kilitlenir kalır, ama onlara kızmazsınız, kızamazsınız.

Hani o inanılmaz derin televizyon proğramlarında sorulan ve cevap vermek için bir deha olmanız gereken soru “Issız bir adaya düştüğünüzde yanınıza en önemli üç şey almanız gerekse ne alırdınız” sorusu sorulsa, ne olursa olsun “Çocuklarım” diye cevap vermezmisiniz.

İşte bu size Allahın attığı bir kazıktır. Ne olursa olsun evlat sevgisinden vazgeçemezsiniz. Bu Allahın insanlara sabrederek, affederek kendisine ne kadar yakın olacaklarını anlattığı biraz insafsız bir yöntemidir. “işte” der “sizin çocuklarınız için neler hissettiğinize iyi bakın ve benim dünyalar dolusu çocuğumu her ne olursa olsun affetmek, her ne yaparlarsa yapsınlar sineye çekmek için  neler çektiğimi, ne kadar zor günler yaşadığımı, ne kadar yorulduğumu anladınızmı şimdi”

Ama onları düşünürken hala gülümsersiniz.







11 Mayıs 2015 Pazartesi

40 MUM EFSANESİ



Yasemin’imi kaybettikten sonra, 40 mum efsanesini veya inanışını beni ziyaret eden dostlardan dinledim. Bazı okurlarımın yazdıklarından okudum.

Bilmeyenler için yazıyorum; Bu efsaneye veya inanışa göre bir insan çok sevdiği birisini kaybedince içinde 40 mum yanmaya başlarmış ve her geçen gün mumlardan birisi sönermiş.

40 günün sonunda sadece bir mum yanık kalırmış ve ölene kadar o mum sönmezmiş.

İnsanı duygulandıran güzel bir inanış, güzel bir hikaye. Ama benim mumlarım yanmaya çok önceden başladılar.

İki yıl kadar önce Yasemin’im bana yüzünde endişe dolu bir ifadeyle “ Sevgilim bak sol mememde bir sertlik var” dediği anda o mumların ateşini ilk defa içimde hissettim

Her kan testi, her film, her tomografi, her ultrason, her pet makinesi, her M.R sonrası yanan mumlar daha bir fazlalaştılar. Sonuçlar ortaya çıkınca o mumlar neredeyse bir meşaleye dönüştüler.

Sevgilimin ameliyat öncesi yaşadıkları, onu ameliyata hazırlarken ve ameliyat sonrası yaşadıklarım inanın cayır cayır yaktı içimi.

Kemoterapi için her İzmir’e gittiğimizde, her kemoterapi seansı sırasında da cayır cayır yandı içim.

Tedaviden sonra Marmaris’e, evimize dönerken Sakar’dan aşağı inip, Gökova Körfezine kavuşunca o mumların bazılarını söndüğünü, ferahladığımı hissettim. Üç hafta için de olsa evimize dönüyorduk.

İşte her üç haftada bir mumlar bir yandılar, bir söndüler. 24 hafta böyle geçti.

Sonra neler oldu? Sonradan yaşadıklarımıza girip sizleri üzmek istemiyorum. O kadar acı yaşadık ki güzelimle elele, gözgöze, çaresiz o hastane odalarında!!!

Bir bakıma, her şey gibi o mumların da ateşini paylaştık birlikte biz. Ama Yasemin ellerimden kayıp gidince artık o mumların ateşine dayanamaz hale geldim.

Yasemin’imi kaybettiğimin ikinci gecesi “Yasemin Bak Yeşil, Yeşil” adını verdiğim kitabımı yazmaya başladım ve gece gündüz neredeyse hiç ara vermeden üç ay yazdım.

Bu kitap hayatımı kurtardı belki de. Duygularım o kadar yoğundu ki. Yazdıkça yazdıkça mumların bir kısmının söndüğünü hissettim.

Sonra duygularımı sizlerle paylaşmaya başladım. Sonra sizlerden bana mesajlar gelmeye başladı. O mumların bir kısmını da sizler söndürdünüz.

Her şeye rağmen hayat devam ediyor, ama hayat çok acımasız dostlarım.  Öyle acımasız ki! Yılbaşı, Anneler günü, sevgililer günü, bahar çiçekleri, badem ağaçları, gelincikler derken o mumların sayısı nasıl artıyor, nasıl yanıyorlar bilemezsiniz.

Artık çok yoruldum ve yıprandım. İnanın bu mumlarla savaş sonunda çok yordu beni.

Kendime kıymayacak kadar inançlı birisiyim. Ama artık bıçak kemiğe dayandı. İnceldiği yerden kopsun moduna girdiğimi de itiraf etmek zorundayım.

69 yaşına girmek üzereyim. Bir aydan az zaman kaldı. “Adam olana yeter bu kadar yaşamak” diye düşündüğüm çok oluyor son günlerde.

Yasemin’imle öyle güzel bir 32 yıl yaşadık ki. O günlere dönmemin artık imkansız olduğunu biliyorum. Kabul ettim sonunda. Yani yenildim.

O yanımda olmadan yaşadığım, daha doğrusu, ayakta durmaya çalıştığım bu hayatın artık bu kadar çabaya değip değmediğine de emin değilim.

Açıkçası bundan sonra ne olup biteceği, bana ne olacağı da umurum da değil.

İngilizlerin sevdiğim bir lafı vardır, içinde bulunduğum duruma sanki cuk oturuyor.

“As the blind man says let’s see what happens”

Kör adamın söylediği gibi “Görelim bakalım ne olacak”.

İşte “Yasemin, Bak Yeşil Yeşil” ismini koyduğum kitabım da sonunda basıldı geldi. Herhalde bu da son görevim.

Mayıs 14, Perşembe günü saat 18-21 arası (6-9) Marmaris Müjdat Gezen Kültür Merkezinde (Eski Hal Binası) imza günüm var.

Gelebilirseniz sevinirim, ikimizde seviniriz.

Ne olursa olsun, ne olacaksa varsın olsun, hepinize büyük bir teşekkür borçluyum.

Aylardır bize ve yazılarıma ilgi gösterdiniz, dayandınız, tahammül ettiniz.

Bir çoğunuzu hiç tanımasam da sizleri çok seviyorum, seviyoruz aslında!!!









7 Mayıs 2015 Perşembe

CAN YÜCEL BABA’NIN “ BİR EŞİ OLMALI İNSANIN” ŞİİRİNE CEVABIMDIR.




BİR EŞİM OLDU BENİM

Bir eşim oldu benim!!!
Can Yücel Baba, güzel insan.
Bil istedim, yol gösteren sendin.
Bakarken yüreğimin kabardığı,
Gözlerinden gözlerime yüreğinin aktığı…
Delicesine aşık olduğum !
Sabah gözlerimi açtığımda,
Yanımda olduğunu görüp,
Şükürler ettiğim yaradana.
Uyurken saçlarına sefkatle bakıp,
Usulca yüzüne dokunduğum,
Bir eşim oldu benim!!!
Can Yücel Baba, güzel insan.

Varlığını hissedebilmek için
Parmaklarım titrerdi incitirim korkusuyla,
Sürekli çağlayan bir pınar olurdu gönlüm…
Kramplar girerdi mideme,
Onsuzluk aklıma geldikçe.
Rüzgar onun kokusunu getirirdi,
Yağmur onun sesini,
Ellerim yanardı ellerini tutabilmek için.
Akşam onu göreceğim diye yüreğim pır pır ederdi,
Kelebekler gibi olurdu kalbim.
Ayaklarım birbirine dolaşırdı heyecandan,
Akşam eve dönerken eşime.
Beklemek asırlar gibi uzun gelirdi
Görünce, sonsuz bir nur dolduran içime!!!
Bir eşim oldu benim!!!

Yüzüne baktığımda, konuşmadan anlayan derdimi.
Tasamı, öfkemi, sevincimi coşkumu…
Güven duyan bana her şeyiyle,
Başını göğsüme koyup huzurla uyuyan.
Tüm düşüncelerinden arınmış.
Annem, bacım, arkadaşım, dostum, sırdaşım, çocuğum olan,
Şımarabildiğim yanında,
Kıskandığım zaman zaman da
Bir eşim oldu benim!!!

Sabah yolcularken işime içi acıyan,
Daha yollarken özlemeye başlayan,
“Seni şimdiden özledim” diyen,
Bir eşim oldu benim!!!

Akşam dönüşümü bekleyen sabırsızlıkla.
Gözleri yollarda kalan,
Ve kapıyı çalmadan açan,
Hasretle sarılan boynuma,
Özlemle koklayıp öpen,
Yıllardır uzak kalmışcasına!
Bir eşim oldu benim!!!

Her günü başka bir güzel yaşatan,
Bir başka özel, bir başka soluklanma anında
Verdiği hiçbir şeyin yeterli olmadığını düşünüp kahrolan,
Daha fazla ne yapabilirim diye düşünüp hiç yorulmayan
Bir eşim oldu benim!!!

Cennetten köşe almışcasına
Sevdiğim, sakındığım, bakmaya kıyamadığım….
Her bir hücresinden aşkın fışkırdığı,
Çölde Okyanusu yaşadığım
Bir eşim oldu benim!!!
Can Baba güzel insan.
İsmi Yasemin,
yasemin yasemin kokan,
Beni her gördüğünde yüzünde gamzeler açan
Köküne kadar sadık,
Sonuna kadar hanımefendi,
Asilmi asil, ve Allahına kadar güzel,
Bir eşim oldu benim!!!
Yol gösteren sendin,
Bil istedim, bilmeni istedim.














1 Mayıs 2015 Cuma

BELKİ BİZ YİNE BİZ OLURUZ!!!



Anadolu’da kadın olsun, erkek olsun yaşlılar, küfretmezler. Küfretmek onların inanışına göre günahtır. Ama bıçak kemiğe dayandığında beddua ederler.

Bu bedduaların en önde gideni de “karın ölsün” dür.

Çünkü o insanlar eşini kaybeden bir erkeğin ne hallere düşeceğini, ne kadar acı çekeceğini, tabiri caizse ne kadar rezil olacağını bilirler.

Çünkü o insanlar eşini kaybeden bir erkeğin hayatının altüst olacağını ve artık hayatında hiçbir şeyin aynı olmayacağını, bir daha da iflah olmayacağını da çok iyi bilirler.

Şimdi bu bedduanın neden söylendiğini, ne anlattığını çok iyi anlıyorum.

İnsanın hayat arkadaşını kaybetmesi o kadar farklı, o kadar tahammül edilmesi zor bir acı ki, hiçbir acıya benzemiyor.

32 yıl bir yastığa baş koyduğunuz, içtiğiniz su ayrı gitmemiş, gözyaşlarınızı, sevincinizi, mücadelenizi, yoksulluğunuzu, endişelerinizi, sırlarınızı her şeyinizi paylaştığınız insanı kaybediyorsunuz.

Sizi siz yapmış, karakterinizi belirlemiş, ne olursa olsun hep yanınızda olmuş, en kötü zamanlarınızda size kanat germiş, en iyi arkadaşınız, en ihtiyaç duyduğunuz, en sevdiğiniz, en alıştığınız insan sonsuza kadar yok oluyor, kayboluyor hayatınızdan çıkıp gidiyor.

Yasemin’imle Kanada’da yaşarken bazı geceler rüyalarımda Yasemin’in Türkiye’ye tatile gittiğini ve artık Kanada’ya, bana dönmemeye karar verdiğini görür, kalbim çarpa çarpa ter içinde uyanırdım.

Düşünebiliyormusunuz ben sevgilimin rüyalarımda bile benden ayrılmasına dayanamazdım.

Bir de Anadolu’da “fakiri dövme üstünü yırt” derler.

Tam benim içinde bulunduğum durumu anlatıyor.

Sen hayatta en değer verdiğim, en sevdiğim varlığı elimden al, sonrada “bak onu aldık ama sana bir şey yapmadık, sen hala hayattasın” diye önüme sadaka atar gibi acılarla dolu, tatsız tuzsun, günlerimi saydığım bir ömür at.

Demek ki Allah’tan reva dedikleri bu.

Yasemin hayattayken eğer ona bir şey olursa, bunun benim de sonum olacağını ve kendisiyle gideceğimi söylemiştim. Kim bilir kaç kez.

“Sen yaşarsın, yaşarsın, bak ağabeylerin ablaların kaç yaşına geldiler” derdi.

Altı aydır sabahları aynada şimdiye kadar hiç görmediğim, tanımadığım, üzgün, yorgun, hayata küsmüş ihtiyar bir adamla birbirimize hayretler içerisinde bakışıp duruyoruz.

Ben Yasemin’e verdiğim sözü tutmuş, onunla gitmişim demek ki. Çünkü bu aynadaki adamı hakikaten tanımıyorum. Daha önce hiç görmedim.

Aradan altı ay geçti ama ben hala Ezan sesi duyduğum zaman hem çok korkuyor hem çok ürküyorum.

Yine Yasemin’imin ölüm haberini anons edecekler zannediyorum. Tüylerim diken diken oluyor.

Ben o anonsu duymamak için ölmeyi seve seve tercih ederdim.

Sevdiğinizi toprağa verirken kendinizde gömülmüş gibi hissediyorsunuz.

Her şey hemen birkaç dakikada bitiveriyor.

Ölümle hayat arasında sıkıştığınızı hissediyor, şaşırıp kalıyorsunuz.

Sonra kendi kendinize “şimdi ben ne olacağım, ben niye yaşıyorum ki” diye sormaya başlıyorsunuz.

Yasemin seneler önce sanki başına geleceği sezmişti.

Kayserinin Ağırnas kasabasına gitmiştik, Mimar Sinan’ın evini görmeye. Evi ziyaret ettikten sonra köyü gezerken bir yetkili bize bir yeraltı şehri olduğunu ve buralara kadar gelmişken ziyaret etmeden gitmememizi önermişti. Adam o kadar ısrar etmişti ki sonun da mecbur kalmış yer altı şehrini görmeye gitmiştik..

Mağara gibi karanlık bir yere girmiştik. Yürüdükçe tavan alçalmaya ve daha karanlık bir hale gelmeye başlamıştı mağaranın içi. Sonra eğilerek yürümeye başlamıştık. Yol gittikçe daralmış ve daha karanlıklaşmıştı. Sonunda artık yalnız bir kişinin yürüyebileceği darlığa erişmişti.

Birden Yasemin” “ben kendimi iyi hissetmiyorum Güven” demiş ve alelacele geldiğimiz yoldan gerisin geri mağaranın dışına çıkmıştık.

Yasemin’in bütün vücudu zangır zangır titremeye başlamıştı. Belki iki saat durmadan ağlamış, iki saat boyunca ona sarılmış, teselli etmeye çalışmıştım. O kadar kötü olmuştu ki.

İşte sevgilimi toprağa verirken, mezara her atılan kürek dolusu toprağı geri atmak, mezarı doldurmaya çalışan insanlara bu hikayeyi anlatmak onlara yalvarmak, onları durdurmak istedim.

Onlara Yasemin’in karanlığı, dar yerleri sevmediğini, kendisini çok kötü hissedeceğini söylemek istedim.

Yasemin’i kucaklayıp Ağırnasta’ki gibi kollarıma alıp teselli etmek istedim.

“Tamam canım bak dışarıdayız geçti artık demek istedim”. Onu alıp oradan kaçırmak istedim.

Etrafımda o kadar çok adam, o kadar çok şey söylüyorlardı ki hiçbir şey anlayamadığım.

Öyle bir gayretle dolduruyorlardı ki mezarı. Hangisine bakacağımı şaşırdım.

Sanki suç delillerini ortadan kaldırıp, biran önce gözden kaybolmak istiyor gibiydiler.

Bir an delireceğimi sandım.

Bütün vücudum titremeye başladı çaresizlikten.

Ölmek istedim. Çünkü o anda yaşadıklarımdan, çektiğim acıdan, daha kötü olamaz ölüm diye düşündüm.

Ölümün her türlüsüne razıydım. Kalp krizine, beyin kanamasına hatta cenazeye gelen, silahlı bir hayır sahibi belki beni vurur diye ümitlendim.

Yemin ederim beni vursunlar istedim.

Sonra birden Yasemin’le birlikte gömülüyormuşum gibi hissettim.

Ben ikizler burcuydum ve Yasemin ikizlerden iyi olanını, neşeli, hayat dolu, hayata bağlı iyi yürekli olanını beraberinde götürüyordu.

Yani beraber gömülüyorduk. Sevgilim yalnız değildi, yine yanındaydım.

Her zaman ki gibi doğru ve akıllı bir seçim yapmıştı.

Bana hiç tanımadığım, tanıyamayacağım, tanımak istemediğim diğerini bırakmıştı. Çok ara sıra ortaya çıkan beni, ikizlerden sevmediğini.

Aslında iki ölüm gerçekleşmiş gömülen iki kişiydi. Yasemin ve benim güzel yanım.

Sevinmiş, biraz olsun rahatlamıştım.

Sonra tam düşündüğüm gibi oldu hayatım. Sadece gözyaşlarım benim kaldı. Her şeyden soğudum.

Artık hiç tanımadığım bir adamla yaşıyorum daha doğrusu yaşamaya çalışıyorum. Onu tanımaya uğraşıyorum.

Pek bayıldığım da söylenemez. Yaşlı, negatif ve aksi birisiyle yaşamak kolay olmuyor.

Demek ki Yaseminmiş benim iyi tarafımı ortaya çıkaran, bana kim olduğumu fısıldayan.

O fısıltı olmadan kulaklarımda artık kim olduğumu bilmiyorum. Hakikaten bilmiyorum.

Bilmekte umurumda değil. Aldırmıyorum bile artık. Günü yaşıyorum.

Yarım vücutla ne kadar yaşanabilirse. İşte o kadar günü yaşıyorum.

Yani Yasemin gitti. Ben bittim. Biz bittik. O kadarını biliyorum.

Belki bir gün başka bir mekanda,

başka bir boyutta,

Yasemin’ime sarılırsam ben yine ben, biz yine biz oluruz.

Hep dersiniz ya “Allah’tan ümit kesilmez” diye

Kesilmiyor işte.



KURBAN KİM? BAYRAMI


Bilmem 9 Eylül Üniversite Hastanesini bilir misiniz İzmir’de.

İnşallah ne bilirsiniz, ne de yolunuz düşer.

Yasemin’in tedavisi sırasında neredeyse bir buçuk yıl biz bu hastanede yaşadık.

Ürkütücü bir yer ve her zaman inanılmaz kalabalıktı.

Sanki hasta kaynıyor, bambaşka bir dünya, başka bir gezegen gibiydi.

Binalar hacimli, sevimsiz ve iri, Rusya’da kominist rejim sırasında dikilen binalara benziyorlardı.

En ürkütücü ve sevimsiz bina da “Onkoloji Hastanesi” bir yatanın bir daha çıkamadığı veya çıkması mucizelere bağlı olduğu bölümdü.

Yasemin’imle 9 Eylül hastanesine her geldiğimizde, Onkoloji Hastanesi ürküttü, korkuttu beni.

Ölü bir sarı ve neredeyse tonu kaybolmuş turuncuya boyanmış ruhsuz bir binaydı. Ümitsizlik, ölüm akıyordu suratından.

Yasemin kemoterapisini alırken “Allahım ne olur bizi bu hastaneye düşürme, çektiğimiz bize yeter bir de buraları nasip etme” diye ne kadar yalvardım, ne kadar dua ettim bilemezsiniz o korkutucu binaya bakarak. Ne kadar yalvardım ne kadar dua ettim.

Ama sonunda ne dualarım ne de yalvarmalarım işe yaradı. Yolumuz Onkoloji Hastanesine
düştü.

Yasemin artık oksijen desteği olmadan ne nefes alabiliyor ne de yürüyebiliyordu.

Bu sanki yolun sonu gibiydi. Kaldığımız kat ağır hastalarla doluydu.

Yasemin fark etmesin diye onu odadan, geceleri geç vakit herkesin kapısı kapalı olduğunda, oksijen tüpünü monte ettiğim tekerlekli sandalyeyle dışarı çıkarıp, hava aldırmaya çıkarıyordum.

Diğer odalardaki ağır hastaların iniltilerini fark etmesin, son anlarını yaşayan hastalara okunan Arapça duaları duymasın diye ona kitaplar okuyor, şarkılar söylüyordum.

Yasemin’ tuvalete götürüyor, ona yemek yediriyor, çamaşırlarını yıkayıp asıyordum.

Bir gün canım karım o güzel yeşil gözlerini gözlerime dikti ve çok hüzünlü bir ses tonuyla “Ben senin hakkını nasıl ödeyeceğim sevgilim?”diye sordu.

İşte o an, aylardır sakladığım, büyük mücadeleler vererek kontrol etmeye çalıştığım gözyaşlarım gözlerimden şıpır şıpır akmaya başladılar, dayanamadım, artık tutamadım kendimi, tutamadım.

“ Sevgilim” dedim ne hakkından bahsediyorsun. Sen benden bir insan yarattın. Sen benim gibi sadece kendisi için yaşayan bir adamın kalbini yumuşattın, dünyayı, diğer insanları fark etmesini sağladın. Sen beni gavur ellerinden aldın vatanıma geri getirdin. Bu güzelliğine bu zarafetine bu sanatçı kişiliğine rağmen hep beni ve kızımızı ön plana çıkardın. Bize fedakarlığı, hoş görüyü, affetmeyi, sevgiyi öğrettin. Bana bir kız çocuğu verdin dünyayı sevdirdin. 32 yıl benim, 25 yıl kızımızın etrafında bir cennet inşa ettin. Bize bu dünyada cenneti yaşattın. Biz senin hakkını nasıl ödeyeceğiz, canım benim dedim.

Sonra, karı-koca birbirimize sarıldık, helalleştik, uzun süre ağlaştık.

Sonra Yasemin’im uyudu.

Yatağının yanına oturdum. Hayatımız bir sinema şeridi gibi geçti gözlerimin önünden.

O hasta Yatağında dört kişi yatıyordu.

Beş yaşlarında tanıdığım sarı saçları sıkı sıkıya topuz yapılmış, kocaman yeşil gözlü bir kız çocuğu.

Kanada’ya gelin gelmiş, yüzünün her iki yanında iki gamzesi bulunan 20 yaşlarında inanılmaz güzel bir genç kız.

Senelerce çok sevdiği kocasının elini hiç bırakmamış ve onunla beraber büyük bir hayat mücadelesi vermiş, fedakar mı fedakar, mütevazi mi mütevazi dünya güzeli bir kadın.

Çektiği bütün acılara rağmen deliler gibi sevdiği kızı ve kocasından ayrılmamak için o lanet hastalığına karşı mağrur bir mücadele veren, o güzelim saçlarını kemoterapiden kaybetmiş ama hala çok güzel bir anne, bir eş.

Ve ben hepsini kaybetmek üzereydim.

O gün, 9 Eylül Onkoloji Hastanesinin 22 nolu odasında ki hasta yatağının yanında, başını elleri arasına almış, hayatında ilk defa ihtiyar olduğunu kabullenen ve çok ağlayan bir adam vardı.

O gece kurban bayramı arife gecesiydi. Koca hastane bomboştu. Terk edilmiş gibiydi, Karanlık, korkutucu daha bir hüzün doluydu.

Ertesi gün ikimiz de hayatımızın en duygusal ve yapayalnız kurban bayramını, diğer odalarda ki kanserli hastalarla kutladık.

Hiçbirisi bir bayram daha göreceğinden emin değildi canlarımın, hepsi hüzünlü hepsi boynunu bükmüş kaderini bekliyordu.

Birbirimize şeker ikram ettik, bayramlaştık, birbirimizin avuçlarına limon kolonyası döktük, sarıldık, öpüştük.

Kalbim sanki cam kırıklarıyla dolmuş gibi hissettim.

Bir gün sonra taburcu olduk. Yani karımı Onkoloji Hastanesinde bırakmadım ve Marmaris’e evimize getirdim.

10 gün sonra Yasemin’imi kaybettim.

Şimdi sizlerle kalp kalbe konuşalım.

Neden bu yazıları ben kaleme alıyorum.

Amacım sizleri üzebildiğim kadar üzmek mi, yoksa ben böyle üzücü yazılarla kendi kendimi üzmekten zevk mi alıyorum.

İkisi de değil, dostlarım ikisi de değil.

Ben sizlere insanın hayatında nerelerden nerelere gelebileceğini, hayatta neler olabileceğini anlatmaya çalışıyor, bu yüzden üzücü de olsa, yazarken çok ta üzülsem de, yaşadıklarımı ne bir fazla ne bir eksik sizlerle paylaşıyorum.

Bize Marmaris’te üçü bir arada derlerdi. “Ana, baba ve kızları”.

O kadar mutlu, o kadar güzel bir hayatımız vardı ki bir sembol aile haline gelmiştik Marmaris’te.

Lütfen bu yazıya eklediğim resme iyi bakın. Ne kadar mutlu gözüküyoruz değil mi?

Kimin aklına gelirdi bir sene sonra, evet sadece bir sene sonra paramparça olacağımız.

Düştüğümüz durumu görüyorsunuz, daha doğrusu okuyorsunuz.

Hayatta hiçbir şeyin garantisi yok.

“Ne oldum değil ne olacağım demeli” lafı o kadar doğru o kadar akıllıca söylenmiş, o kadar yerinde ki.

Sizlere hep yazdım, Hep yazıyorum, hep yazacağım.

Anı yaşayın, mutlu olun, mutlu edin birbirinizi. UYUMAYIN!!!

Uyumayın derken gece uyumasından bahsetmiyorum.

İnsanlar bütün bir ömür geçirirler, konuşmadan, birbirlerini fark etmeden. Gece gündüz uykuda olduklarından.

Sorun bakın birçok tanıdığınıza “seneniz nasıl geçti” diye. Emin olun, ya hiçbir şey hatırlamazlar, ya da pek az şey hatırlarlar.

Şimdi dürüst olun benimle, son haftada, son aylarda, hatta son senede; kaç defa sevdiğinize veya sevdiğiniz birine şöyle candan sarılıp “ seni çok seviyorum, iyi ki varsın” dediniz.

Son haftada, son aylarda, hatta son senede; sevdiğinizle veya sevdiğiniz birisiyle gözlerinizi nemlendirecek, kalbinizde hissettiğiniz kaç duygusal konuşma yaptınız.

Son haftada, son aylarda, hatta son senede; sevdiğinize veya sevdiğiniz birisine çok sürpriz olabilecek bir hediye veya bir buket çiçek götürdünüz mü.

Olumlu cevap verenlere söyleyecek lafım sözüm yok, ama bu yazdıklarımı okurken utananlar maalesef yaşamıyorlar, mışıl mışıl derin bir uykudalar.

Ne kadar acı, ne kadar yazık koca bir hayatı uykuda geçirmek.

İşte bu yazdıklarımla öle gebere ben bunları anlatmaya çalışıyorum.

Biz Yasemin’le birbirimizden hiç bıkmadık, sıkılmadık.

Günlerce konuşsak yorulmazdık, usanmazdık. O kadar paylaşacak konumuz vardı ki.

Marmaris’te yaşadığımız 25 yıl boyunca Marmaris’liler bizi hiç birbirimizden ayrı görmediler.

Hep el eleleydik veya kolkolaydık veya birbirimize sarılıp yürürdük.

Biz sarılmanın dünyada insanları birleştiren en güzel his olduğuna inanmıştık.

Dünya genelinde kadın erkek ilişkileri ile ilgili en kapsamlı araştırmalardan birinde her ülkeden binlerce kişiye, ilişkilerinde en fazla değer verdikleri, 10 husus sorulmuş.

Bir numara ne biliyormusunuz???

“Konuşma”, evet birbirleriyle konuşma. Dertleşme, dinleme, paylaşma.

İki numara “dokunma”, evet yanlış okumadınız dokunma. Sarılma, el ele tutuşma, kol kola yürüme.

Üçüncüsü sevgi.

“Seks” kaçıncı biliyormusunuz 10 madde içinde; sekizinci. Evet yanlış okumadınız sekizinci.

O hakkında kitaplıklar dolusu kitaplar yazılan, filmler çevrilen, A noktası, B noktası, Yumuşak G noktası, yüzlerce teori üretilen seks sekizinci sırada.

Hayatını sevgi üstüne kurmuş, çok sevmiş ve sevilmiş biri olarak size tavsiyem;

Konuşun birbirinizle, hikayeler anlatın birbirinizi sevdiğinizi söyleyin, dokunun, sarılın, sevin paylaşın hayatınızı, NE OLUR UYUMAYIN!!!

Gülümseyerek hatırlayacağınız bir dolu anınız olsun.

Şunu bilin ki; ne kadar mutlu ederseniz, en az o kadar mutlu olursunuz.

Dönüp dolaşıp bakın yine aynı yere geliyoruz. “Hala vakit varken”

Uyandığınızda çok geç olabilir,

Olmasın, ne olur olmasın.



!!!



Sevgiyi bundan daha güzel ne anlatabilir ki??? Hangi söz, hangi şiir, hangi roman, hangi öykü!!!


ŞEYTAN HİÇ BU KADAR EĞLENMEMİŞTİ!..

Bir önceki fotoğrafa yazdığım mesaj bazı genç dostlarımı gücendirmiş. Ben de bir yazı daha yazmayı uygun buldum.

Şimdi efendim;Rembrant "gece devriyesi veya"night watchers" isimli bu tablosunu 1642 yılında Hollanda'da yapmıştır. Bu resim halen Amsterdam'da Rijks müzesinde sergilenmektedir.

Bu resimde karanlık ve ışık o kadar güzel verilmiştir ki bu gün hala taklit edilemiyor.Resimdeki her karaktere ayrı bir hareket verilmiştir.Boyutları 3.63m.X4.67 olan bu resim o zamanın şartlarına göre devasa bir boyutta yapılmıştır.Resim sanki bir fotoğraftan yapılmış gibidir.

Yıllar önce Biz Yasemin'le bu fotoğrafta gördüğünüz,o çocukların oturduğu koltuklarda oturduk ve hayranlıkla uzun zaman tabloyu inceledik. Müzenin kapanma saati geldiğinden mecburen ayrıldık. Bu tablonun sergilendiği koridorun sonuna kadar Yasemin başı arkada yürüdü. Resme bakmaya doyamadı.

Genç arkadaşlar bana kızmasınlar, gücenmesinler. Ben teknolojiye karşı değilim. Ama her şeyin bir yeri bir zamanı var. Ben kız arkadaşının veya erkek arkadaşının elinden tutmuş diğer elinde telefon yürüyen, bir masada oturup birbirlerini fark bile etmeden başkaları ile mesajlaşan, sizinle konuşurken acaba meşaj geldimi diye ikide bir de telefonlarını kontrol eden,( Bu resimde olduğu gibi) dünyanın en güzel yerinde en enterasan eserlerin önünde kafalarını telefonlarından kaldıramayıp hiçbir şeyin farkına varmayan, teknoloji esiri olmuş şahışlara ve bu insanı ürküten zihniyete karşıyım.

Şimdi şu davranışı Rembrant hak ediyormu????

Eskiler bilirler, merhum Orhan Veli'nin bir şiiri vardır;

Ne Londra Konferansı
Ne atom bombası.
Bir elinde cımbız,
Bir elinde ayna.
Umurunda mı dünya

Bizimkide;

Bir elinde cep telefonu,
Bir elinde Ipet
Mesaj gelmişmi mesaj???
Gerisini siktir et.

Eminim şeytan yaratıldığından beri hiç bu kadar eğlenmemişti!!!