1 Mayıs 2015 Cuma

KURBAN KİM? BAYRAMI


Bilmem 9 Eylül Üniversite Hastanesini bilir misiniz İzmir’de.

İnşallah ne bilirsiniz, ne de yolunuz düşer.

Yasemin’in tedavisi sırasında neredeyse bir buçuk yıl biz bu hastanede yaşadık.

Ürkütücü bir yer ve her zaman inanılmaz kalabalıktı.

Sanki hasta kaynıyor, bambaşka bir dünya, başka bir gezegen gibiydi.

Binalar hacimli, sevimsiz ve iri, Rusya’da kominist rejim sırasında dikilen binalara benziyorlardı.

En ürkütücü ve sevimsiz bina da “Onkoloji Hastanesi” bir yatanın bir daha çıkamadığı veya çıkması mucizelere bağlı olduğu bölümdü.

Yasemin’imle 9 Eylül hastanesine her geldiğimizde, Onkoloji Hastanesi ürküttü, korkuttu beni.

Ölü bir sarı ve neredeyse tonu kaybolmuş turuncuya boyanmış ruhsuz bir binaydı. Ümitsizlik, ölüm akıyordu suratından.

Yasemin kemoterapisini alırken “Allahım ne olur bizi bu hastaneye düşürme, çektiğimiz bize yeter bir de buraları nasip etme” diye ne kadar yalvardım, ne kadar dua ettim bilemezsiniz o korkutucu binaya bakarak. Ne kadar yalvardım ne kadar dua ettim.

Ama sonunda ne dualarım ne de yalvarmalarım işe yaradı. Yolumuz Onkoloji Hastanesine
düştü.

Yasemin artık oksijen desteği olmadan ne nefes alabiliyor ne de yürüyebiliyordu.

Bu sanki yolun sonu gibiydi. Kaldığımız kat ağır hastalarla doluydu.

Yasemin fark etmesin diye onu odadan, geceleri geç vakit herkesin kapısı kapalı olduğunda, oksijen tüpünü monte ettiğim tekerlekli sandalyeyle dışarı çıkarıp, hava aldırmaya çıkarıyordum.

Diğer odalardaki ağır hastaların iniltilerini fark etmesin, son anlarını yaşayan hastalara okunan Arapça duaları duymasın diye ona kitaplar okuyor, şarkılar söylüyordum.

Yasemin’ tuvalete götürüyor, ona yemek yediriyor, çamaşırlarını yıkayıp asıyordum.

Bir gün canım karım o güzel yeşil gözlerini gözlerime dikti ve çok hüzünlü bir ses tonuyla “Ben senin hakkını nasıl ödeyeceğim sevgilim?”diye sordu.

İşte o an, aylardır sakladığım, büyük mücadeleler vererek kontrol etmeye çalıştığım gözyaşlarım gözlerimden şıpır şıpır akmaya başladılar, dayanamadım, artık tutamadım kendimi, tutamadım.

“ Sevgilim” dedim ne hakkından bahsediyorsun. Sen benden bir insan yarattın. Sen benim gibi sadece kendisi için yaşayan bir adamın kalbini yumuşattın, dünyayı, diğer insanları fark etmesini sağladın. Sen beni gavur ellerinden aldın vatanıma geri getirdin. Bu güzelliğine bu zarafetine bu sanatçı kişiliğine rağmen hep beni ve kızımızı ön plana çıkardın. Bize fedakarlığı, hoş görüyü, affetmeyi, sevgiyi öğrettin. Bana bir kız çocuğu verdin dünyayı sevdirdin. 32 yıl benim, 25 yıl kızımızın etrafında bir cennet inşa ettin. Bize bu dünyada cenneti yaşattın. Biz senin hakkını nasıl ödeyeceğiz, canım benim dedim.

Sonra, karı-koca birbirimize sarıldık, helalleştik, uzun süre ağlaştık.

Sonra Yasemin’im uyudu.

Yatağının yanına oturdum. Hayatımız bir sinema şeridi gibi geçti gözlerimin önünden.

O hasta Yatağında dört kişi yatıyordu.

Beş yaşlarında tanıdığım sarı saçları sıkı sıkıya topuz yapılmış, kocaman yeşil gözlü bir kız çocuğu.

Kanada’ya gelin gelmiş, yüzünün her iki yanında iki gamzesi bulunan 20 yaşlarında inanılmaz güzel bir genç kız.

Senelerce çok sevdiği kocasının elini hiç bırakmamış ve onunla beraber büyük bir hayat mücadelesi vermiş, fedakar mı fedakar, mütevazi mi mütevazi dünya güzeli bir kadın.

Çektiği bütün acılara rağmen deliler gibi sevdiği kızı ve kocasından ayrılmamak için o lanet hastalığına karşı mağrur bir mücadele veren, o güzelim saçlarını kemoterapiden kaybetmiş ama hala çok güzel bir anne, bir eş.

Ve ben hepsini kaybetmek üzereydim.

O gün, 9 Eylül Onkoloji Hastanesinin 22 nolu odasında ki hasta yatağının yanında, başını elleri arasına almış, hayatında ilk defa ihtiyar olduğunu kabullenen ve çok ağlayan bir adam vardı.

O gece kurban bayramı arife gecesiydi. Koca hastane bomboştu. Terk edilmiş gibiydi, Karanlık, korkutucu daha bir hüzün doluydu.

Ertesi gün ikimiz de hayatımızın en duygusal ve yapayalnız kurban bayramını, diğer odalarda ki kanserli hastalarla kutladık.

Hiçbirisi bir bayram daha göreceğinden emin değildi canlarımın, hepsi hüzünlü hepsi boynunu bükmüş kaderini bekliyordu.

Birbirimize şeker ikram ettik, bayramlaştık, birbirimizin avuçlarına limon kolonyası döktük, sarıldık, öpüştük.

Kalbim sanki cam kırıklarıyla dolmuş gibi hissettim.

Bir gün sonra taburcu olduk. Yani karımı Onkoloji Hastanesinde bırakmadım ve Marmaris’e evimize getirdim.

10 gün sonra Yasemin’imi kaybettim.

Şimdi sizlerle kalp kalbe konuşalım.

Neden bu yazıları ben kaleme alıyorum.

Amacım sizleri üzebildiğim kadar üzmek mi, yoksa ben böyle üzücü yazılarla kendi kendimi üzmekten zevk mi alıyorum.

İkisi de değil, dostlarım ikisi de değil.

Ben sizlere insanın hayatında nerelerden nerelere gelebileceğini, hayatta neler olabileceğini anlatmaya çalışıyor, bu yüzden üzücü de olsa, yazarken çok ta üzülsem de, yaşadıklarımı ne bir fazla ne bir eksik sizlerle paylaşıyorum.

Bize Marmaris’te üçü bir arada derlerdi. “Ana, baba ve kızları”.

O kadar mutlu, o kadar güzel bir hayatımız vardı ki bir sembol aile haline gelmiştik Marmaris’te.

Lütfen bu yazıya eklediğim resme iyi bakın. Ne kadar mutlu gözüküyoruz değil mi?

Kimin aklına gelirdi bir sene sonra, evet sadece bir sene sonra paramparça olacağımız.

Düştüğümüz durumu görüyorsunuz, daha doğrusu okuyorsunuz.

Hayatta hiçbir şeyin garantisi yok.

“Ne oldum değil ne olacağım demeli” lafı o kadar doğru o kadar akıllıca söylenmiş, o kadar yerinde ki.

Sizlere hep yazdım, Hep yazıyorum, hep yazacağım.

Anı yaşayın, mutlu olun, mutlu edin birbirinizi. UYUMAYIN!!!

Uyumayın derken gece uyumasından bahsetmiyorum.

İnsanlar bütün bir ömür geçirirler, konuşmadan, birbirlerini fark etmeden. Gece gündüz uykuda olduklarından.

Sorun bakın birçok tanıdığınıza “seneniz nasıl geçti” diye. Emin olun, ya hiçbir şey hatırlamazlar, ya da pek az şey hatırlarlar.

Şimdi dürüst olun benimle, son haftada, son aylarda, hatta son senede; kaç defa sevdiğinize veya sevdiğiniz birine şöyle candan sarılıp “ seni çok seviyorum, iyi ki varsın” dediniz.

Son haftada, son aylarda, hatta son senede; sevdiğinizle veya sevdiğiniz birisiyle gözlerinizi nemlendirecek, kalbinizde hissettiğiniz kaç duygusal konuşma yaptınız.

Son haftada, son aylarda, hatta son senede; sevdiğinize veya sevdiğiniz birisine çok sürpriz olabilecek bir hediye veya bir buket çiçek götürdünüz mü.

Olumlu cevap verenlere söyleyecek lafım sözüm yok, ama bu yazdıklarımı okurken utananlar maalesef yaşamıyorlar, mışıl mışıl derin bir uykudalar.

Ne kadar acı, ne kadar yazık koca bir hayatı uykuda geçirmek.

İşte bu yazdıklarımla öle gebere ben bunları anlatmaya çalışıyorum.

Biz Yasemin’le birbirimizden hiç bıkmadık, sıkılmadık.

Günlerce konuşsak yorulmazdık, usanmazdık. O kadar paylaşacak konumuz vardı ki.

Marmaris’te yaşadığımız 25 yıl boyunca Marmaris’liler bizi hiç birbirimizden ayrı görmediler.

Hep el eleleydik veya kolkolaydık veya birbirimize sarılıp yürürdük.

Biz sarılmanın dünyada insanları birleştiren en güzel his olduğuna inanmıştık.

Dünya genelinde kadın erkek ilişkileri ile ilgili en kapsamlı araştırmalardan birinde her ülkeden binlerce kişiye, ilişkilerinde en fazla değer verdikleri, 10 husus sorulmuş.

Bir numara ne biliyormusunuz???

“Konuşma”, evet birbirleriyle konuşma. Dertleşme, dinleme, paylaşma.

İki numara “dokunma”, evet yanlış okumadınız dokunma. Sarılma, el ele tutuşma, kol kola yürüme.

Üçüncüsü sevgi.

“Seks” kaçıncı biliyormusunuz 10 madde içinde; sekizinci. Evet yanlış okumadınız sekizinci.

O hakkında kitaplıklar dolusu kitaplar yazılan, filmler çevrilen, A noktası, B noktası, Yumuşak G noktası, yüzlerce teori üretilen seks sekizinci sırada.

Hayatını sevgi üstüne kurmuş, çok sevmiş ve sevilmiş biri olarak size tavsiyem;

Konuşun birbirinizle, hikayeler anlatın birbirinizi sevdiğinizi söyleyin, dokunun, sarılın, sevin paylaşın hayatınızı, NE OLUR UYUMAYIN!!!

Gülümseyerek hatırlayacağınız bir dolu anınız olsun.

Şunu bilin ki; ne kadar mutlu ederseniz, en az o kadar mutlu olursunuz.

Dönüp dolaşıp bakın yine aynı yere geliyoruz. “Hala vakit varken”

Uyandığınızda çok geç olabilir,

Olmasın, ne olur olmasın.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder