18 Mayıs 2015 Pazartesi

ÇOCUK ALLAH’IN BİR LÜTFUMU YOKSA KAZIĞIMI?!!!!




“BABA” bütün hayatı boyunca “bu paranın üstü nerde” diye soran zavallıya denir.



Çocuk sevgisi kitaplardan, internetten, haybeden öğrenilmez. Çocuk sevgisi yaşanır.”Biz böyle bir dünyaya çocuk getirmek istemiyoruz. Sevecek olsak etrafta çocuk mu yok” gibi entel dantel yorumlar züğürt tesellisidir. Bunu da en iyi bu yorumları yapanlar bilirler.

Dedim ya çocuk sevgisi yaşanır, öğrenilmez, çünkü o sevgi bambaşka bir sevgidir. Ne bitki, ne hayvan, ne insan, ne sevgili, ne arkadaş, ne anne, ne de baba sevgisine benzer. Sihirli bir sevgidir. Gizemlidir, efsanevidir, esrarengizdir.

Eşi benzeri olmayan daha önce hiç hissetmediğiniz apayrı bir sevgidir o. Siz bu sevgiyi ancak çocuğunuzu bağrınıza bastığınızda, kokusunu ciğerlerinize çektiğinizde, kalbinizin bir başka çarptığını fark ettiğinizde, hissedersiniz, anlarsınız.

Hayatınız değişir. O minicik varlığın üstüne titrersiniz. Seversiniz seversiniz daha fazla seversiniz, doyamazsınız.

Birden bir mesuliyet duygusu çöker üstünüze. Bir koruma hissi damardan girer ve kimyasallar gibi yapışır vücudunuza. Hayatınızın sonuna kadar, çocuğunuz kaç yaşına gelirse gelsin bu hissin sizinle yaşayacağını, sizinle öleceğini bilirsiniz.

İlk günler, hatta ilk aylar, çocuğunuza gereken ilgiyi göstermek, gereken hizmeti vermek için birbirinizle yarışırsınız. “Ay ne olur be sefer altını ben değiştireyim” diye birbirinize rica edersiniz. “Ay çişini ne kadar güzel yapıyor, kakası da varmış çocuğumun” gibi çocuğunuzun hiç anlamayacağı iltifatlarda bulunursunuz.

Bu sevinç ve heyecan birkaç ay sonra Allah’ın o kaka ve çişe koku ilave etmesine kadar devam eder.

Sonra “Ay bu yine altını doldurdu, kokuyor”lar başlar. Erkek yavaş yavaş alt değistirmelerden kendini soyutlamaya çalışır. Sonunda “Yahu yine bu sıçtı galiba, hayatım şunun altını değiştirsene dediği an iş bitmiştir.

Hastalıklar başlar, öksürük, soğuk algınlığı,  boğmaca, kızamık, bademcik, orta kulak iltihabı, gaz sorunları, suçiçeği. Günlerce gecelerce çocuğunuzun başında oturursunuz.

Bilhassa eğer suçiçeği geçiriyorsa aman elini yüzüne götürmesin, yolmasın yüzünde gözünde iz kalmasın diye bir dakika gözünüzü kırpmadan başına dikilir ayakta sallanırsınız ama uyumazsınız. Gizemli bir sabır peydahlanmıştır bünyenizde, siz de hayret edersiniz.

Çocuğunuz her hafta bir bukelemun gibi değişir. Daha beşikteyken politika nedir bilir kerata. Bir hafta anneye, bir hafta babaya benzer. Yani iki tarafı da idare eder.

Derken büyür. Çok çabuk büyür. Yakalayamazsınız, inanamazsınız. Veeeee! Hiç hazırlıklı olmadığınız KREŞ günleri gelir.

Bir kreş bulursunuz, beğenmezsiniz. Başka bir kreş bulursunuz, bu seferde onlar sizi beğenmezler. Doğru kreşi bulmak zaman alır. Sonunda çocuk öyle veya böyle bir yere yerleştirilir.

İlk günler içiniz içinizi yer. Kalbiniz hiç alışık olmadığınız bir ritimde çalışmaya başlar. Ne kadar uğraşırsanız uğraşın çocuğunuz aklınızdan çıkmaz.

“Acaba yemeğini yiyormu? Arkadaşlarına, öğtretmenine alıştımı? Ayrılırken ne kadar da mahzun bakıyordu güzelim. İyi mi yaptık acaba? Sanki biz kreşlerde büyüdük de ufacık çocuğu kreşe bıraktık. İnşallah kakasını çişini altına yapmaz” diye hayıflanır, endişe üstüne endişe yaşarsınız.

Sonra “Canım o kadar para alıyorlar herhalde bu paranın hakkını verirler. O kadar çocuk var emniyetli bir yer olmasa anneler babalar çocuklarını emanet ederlermiydi? Bir tek bizimki değil ya, bir yığın çocuk var “ diye kendi kendinizi sesli teselli edersiniz. Ama söylediklerinizde samimi olmadığınızı sizde bilirsiniz. Ne yaparsanız yapın, ne düşünürseniz düşünün, çocuğunuzu özlersiniz.

Neyse ki çocuğunuz birden hızlı bir şekilde öğrenmeye ve kelime haznesini geliştirmeye başlar. Mesela evde sizlerle otururken birden “Göt”diyiverir. Siz hayretler içinde bakarken meleğiniz, çük, kaka, bok, ilk harfi “S” ile başlayan erkeklik uzvu ve ilk harfi ”A” ile başlayan kadın üreme organını da sıralar.

Çocuğunuzun anatomide bu kadar kısa zamanda böyle inanılmaz bir aşama göstermesi adeta beyninizi kamaştırır, koltuklarınız kabarır ve hemen bu gidişe acil bir çözüm aramaya başlarsınız.

“Vallahi efendim” derler kreş yetkilileri, “çocuklar birbirlerinden öğreniyorlar. Biz elimizden geleni yapıyoruz, ama maalesef çocukların ağzını bantlayamayız. Evlerinde ne duyuyorlarsa onları tekrar ediyorlar”.

İçinizden “ Ulan acaba elinizden geleni yapmasaydınız bu çocuklar acaba daha neler neler söylerlerdi acaba” demek gelir ama efendiliğe vurur susarsınız.  Silahla şaka olmaz.  Kreşle de şaka olmaz. Anında öğreniverirsiniz.

Sonra ki günler çocuğunuz ağzını açar açmaz tüylerinizin diken diken olduğunu hissederek geçer. Ama zamanla alışırsınız. İlk günlerde gösterdiğiniz reaksiyonu artık göstermediğinizi fark eden çocuğunuzda bunu fark eder ve oyunun heyecanı kalmadığından o kadar fazla sövmez.

Başka şeylere de alışırsınız. Çocuğunuz bir gün eve morarmış bir gözle, veya suratında veya kolunda bir diş iziyle, veya kafasında koca bir şişle gelir. Bunları da sineye çekmek zorunda kalırsınız. “Ne de olsa artık kreşe, öğretmenlerine arkadaşlarına alıştı canım” dersiniz.. Çocuğunuzun kreşinin bir çocuk değil, bir hayvan bırakmaya bile uygun olmadığını bile bile yeni bir kreş bulma zahmeti yerine işi pişkinliğe vurursunuz.

Bu arada çocuğunuzun hastalığı hiç bitmez. Aslında çocuk sahiplerinin hasta, soğuk almış grip olmuş çocuklarını sadistik bir zevkle, hastane yerine kreşe getirmeyi tercih ettiklerinden bütün çocuklar hastadır. Neyse ki dünyanın hemen hemen her ülkesinde yasaklanan antibiyotikler imdada yetişirler.

Ve bir gün çocuğunuz kaybolur. Deli danalar gibi yollara düşersiniz. Saç tellerinizde dahil vücudunuzdaki bütün organlarınız alarma geçer. Rastladığınız insanlara panik içerisinde “Çocuğum kayboldu ne olur onu bulmam yardım edin” diye yalvarır ağlarsınız. Onu tanıyanlar aramaya başlarlar. Tanımayanlara nefes nefese onu anlatırsınız.. “Kıvırcık saçlı dersiniz, kocaman kocaman gözleri var dersiniz. Çocuğunuzun üstündeki elbiselerini tarif edersiniz, ağlarsınız. Kafanızda bin bir senaryo üreterek her tarafa bakarsınız. Bu arada ellerinizi açıp Allah’a dua etmeyi de unutmazsınız. Öfkelenirseniz de. “Bir elime geçerse ben ona gösteririm” gibi sesli tehditlerde sallar, defalarca tekrarlarsınız. Ağlarsınız.

Sonra çocuğunuzu bulursunuz veya bulurlar. Ona öyle bir sarılırsınız ki  ne öfkeniz kalır ne kızgınlığınız. Ağlarsınız, sarılır sarılır ağlarsınız. Etrafınızdaki herkese defalarca teşekkürler edersiniz. Çocuğunuzu kucağınızdan indirmek aklınıza gelmez. Öpersiniz koklarsınız saçlarıyla oynarsınız. Dünyalar sizin olur. Kendinizi yeniden doğmuş gibi hissedersiniz.

Aradan bir süre geçer. Çocuğunuz yine kaybolur.

Meleğinizin artık ilkokula başlamaya hazırdır. Kreşten öğreneceğini öğrenmiştir. Mükemmel küfreder,  göz morartmaya ve kendi gözünün morarmasına alışmıştır. Elindeki ucu açılmış kurşun kalemin veya tükenmez kalemin mükemmel bir silah olarak kullanılabileceğini bilir. Kafası arkadaşlarından ve bazı öğretim üyeleri tarafından yeteri kadar kalınlaştırılmıştır.

Ona okul kıyafetlerini ihtimamla giydirir elinden tutar okula götürürsünüz. Okul dağıldığında da gider alırsınız. Bu işlem çocuk artık okuluna kendi arkadaşlarıyla gidebilecek duruma gelinceye kadar devam eder. Sonra bir gün ona okuluna kendi başına gitmesi gerektiğini anlatır uğurlarsınız. O geri gelene, eve dönene kadar kalbiniz öyle bir çarpar, öyle bir çarpar
ki.

Neyse aradan birkaç ay geçer ve çocuğunuz artık okuluna alışır. Eğer şanslıysanız öğretmenini ve arkadaşlarını sever, okuluna problemsiz gidip gelmeye başlar. Tam bir ohhh çekeceğiniz zaman, birden çocuğunuzun kafasında bir acaiplik, bir haraketlilik dikkatinizi çeker, ve bitlenmeyle tanışırsınız.

Tam bir yıl sabırla o güzelim bukleli kıvır kıvır saçları kesmeye kıyamadığınız için çocuğunuzun kafasında sirke ayıklar ilaç sürersiniz. Bu arada kendiniz bitlenmemek için elinizden geleni yaparsınız. Tam bitti derken her şey yeniden başlar. Neredeyse çocuk okulundan mezun oluncaya kadar bit ayıklar, sirke temizlersiniz.

Sonunda ilkokul biter, ortaokul dönemi başlar ve çocuğunuz teknoloji ile tanışır.

Onu önünüze oturtup bit ayıkladığınız günleri bile ararsınız çünkü şeytan sabırla sırasını beklemiş, yavrucuğunuzun beynini parselleyip parça parça ele geçirmeye hazırdır.

Okula giderken aman yabancılarla sakın konuşma diye ikaz ettiğiniz o çocuk kimlerle tanışır, kimlerle, ne yabancılarla inanamazsınız cep telefonuna alıştıkça.

Mesajlarını okumaya niyetlenirsiniz. Ama bu fikri hem etik bulmaz hem de okuyacaklarınızdan dehşete düşmekten korkarsınız.

Gün geçtikçe çocuğunuzun sizden yavaş yavaş uzaklaştığını hissedersiniz. Artık çağrılmadan, ikaz edilmeden hiçbir şey yapmaz. Gözleri ve parmakları devamlı cep telefonun üzerindedir. Dışarı çıkıp oynamaz.

Kırk defa yemeğe çağırırsınız. O özene bezene yaptığınız tablo gibi yemeklere gözünü  telefonunun ekranından alamadığı için bakmaz fark etmez bile. Yemek yemez, yüzünü doldurur ve kalkar yine köşesine gider.

Bir ara ayağa kalktığında sevinirsiniz ama onun telefonunu şarja takıp bu seferde bilgisayar ekranında kaybolduğunu görürsünüz. Sevinciniz kursağınızda kalır. “Ekranın kararsın, virüsler girsin” diye beddua etmek bile gelir içinizden.

Bu böylece devam eder gider ve bu sorun her gün daha müzmin ve rahatsız bir hal alır. Yemek sırasında veya otururken cep telefonunu yasaklarsınız. Suratı o kadar asılır ki “lanet olsun” der tekrar geri verirsiniz.

Çok üzülürsünüz. O eski güzel günlerin artık geride kaldığını kabul etmek kolay değildir. Çocuğunuza sarılarak, filmler, diziler seyrettiğiniz, saçlarını okşadığınız, onu koklayıp bağrınıza bastığınız günleri çok ama çok özlersiniz.

Sonra çaresizliğiniz daha da artar ve ellerinizi açıp tanrıya ”Neden böyle tanrım diye” sorarsınız. “Beni bu işe karıştırmayın” diye cevap gelir. “Benim teknoloji ile işim olmaz. Çocuklarınızı benden ve benim yarattıklarımdan uzaklaştırmak için elinizden geleni yaptınız. Çocuklarınızın artık dünyadan haberi yok. Cep telefonlarını, ipetleri, bilgisayarları, bilgisayar oyunlarını ben mi icat ettim de benden yardım istiyorsunuz.”

Birden babanızın size yaptığı güzellikler aklınıza gelir. Şöyle elinizin tersiyle bir tane çakmayı düşünürsünüz.

Sonra aklınıza o dünyanın parasını harcayıp aldığınız ideal çocuk yetiştirme kitapları, psikologlarınızın verdiği öğütler gelir. Eliniz kolunuz bağlanır, vazgeçersiniz.

Çocuğunuzun cep telefonunu elinden zorla alıp üstünde tepinmek istersiniz ama o telefona eşek yükü para ödeyip, yüzünüzde büyük bir sırıtmayla kendisine yaş gününde hediye ettiğinizi hatırlarsınız.  Hiçbir bok yapamazsınız.

Seneler çok çabuk geçer. Artık  melek çocuğunuz veya çocuklarınız belli bir yaşa gelirler ve maalesef sizden daha da uzaklaşırlar.

Konuşamazsınız, dertleşemezsiniz. Çektiğiniz doğum acılarını hatırlarsınız, çocuklarınızın ilk ağlaması, onları ilk gördüğünüz an aklınıza gelir. Onu veya onları ilk kucağınıza aldığınızda neler hissettiğinizi düşünürsünüz, geçirdiğiniz uykusuz geceler, hastalandıklarında  duyduğunuz endişe, onu veya onları üzgün gördüğünüzde yüreğinizin nasıl acıdığı, evden ayrıldıklarında eşinizden saklayarak döktüğünüz gözyaşları aklınıza gelir.

Gençliğinizde ananızın defalarca tekrarladığı “Ahhhh kızım itler ana olmasın. Bir ana olda gör” bakalım cümleleri de aklınıza gelir. Hüzünlenirsiniz.

Çocuklarınızın yaptıkları veya yapmadıkları birçok şey sizi çok üzer. Kalbinizin ağrıdığını, midenize kramp girdiğini hissedersiniz. Bazen yemek bile yiyemezsiniz, boğazınızda lokmanız kilitlenir kalır, ama onlara kızmazsınız, kızamazsınız.

Hani o inanılmaz derin televizyon proğramlarında sorulan ve cevap vermek için bir deha olmanız gereken soru “Issız bir adaya düştüğünüzde yanınıza en önemli üç şey almanız gerekse ne alırdınız” sorusu sorulsa, ne olursa olsun “Çocuklarım” diye cevap vermezmisiniz.

İşte bu size Allahın attığı bir kazıktır. Ne olursa olsun evlat sevgisinden vazgeçemezsiniz. Bu Allahın insanlara sabrederek, affederek kendisine ne kadar yakın olacaklarını anlattığı biraz insafsız bir yöntemidir. “işte” der “sizin çocuklarınız için neler hissettiğinize iyi bakın ve benim dünyalar dolusu çocuğumu her ne olursa olsun affetmek, her ne yaparlarsa yapsınlar sineye çekmek için  neler çektiğimi, ne kadar zor günler yaşadığımı, ne kadar yorulduğumu anladınızmı şimdi”

Ama onları düşünürken hala gülümsersiniz.







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder