22 Kasım 2017 Çarşamba

GUZEL ADAM
Öyle üzgün, öyle endişeli bakma güzel adam. Aradan kaç yıl geçerse geçsin hiç fark etmiyor. Her geçen yıl yıl senin değerini daha fazla anlıyor, seni daha fazla seviyor, daha fazla özlüyoruz. Senin sevgin kemikleşti bizim kalbimizde biliyor musun? Hissediyor musun?
Ölüm yıldönümünde evlatların Turkiye'nin her köşesinden koşup gelmedi mi? Kabrin dolup dolup boşalmadı mı? Hiç utanmadan, her nasılsa senin her ölüm yıldönümünde hastalanıp, yıllardır seni yok saymaya, unutturmaya calışanlar önunde ceketlerini ilikleyip saygı duruşunda bulunmadılar mı?
Sen hep vardın, varsın, var olacaksın.
Fırtına çınar ağaçlarını ne yıkabilir ne de yerlerinden sökebilir. Sadece belki bazı dallarını kırar.
Ve o dalların yerine sağlam ve görkemli yeni dallar yetişir.
Öyle üzgün, öyle endişeli bakma güzel adam.
Sana karşı olanlar kiminle dans ettiklerini bilmiyorlar.
Ögretiriz, öğrenirler...!
Ne güzel bakar insan sevdiğine gönlüyle gözlerini birleştirdiğinde.
Ne güzel yerleşir melekler gözbebeklerine pencerelere yerleşen afacan, sevimli çocuklar gibi.
Ve biz buna "Anı yaşamak" deriz.
Aslında yaşamaktır bu...
Budur yaşamak.
MERHABA, Bu gün Pazar. Bütün gece yağmur yağdı, gök gürledi, şimşek caktı durdu Marmaris'te. Pazar gününü iple çeken vatandaşlar tabii hayal kıriklığına uğradılar. Bu yüzden hem onları hem de sizleri gulumsetecek bir yazı paylaşmaya karar verdim. Havanın kötülüğune aldırış bile etmeyin. Sizin havanız güzel olsun yeter. İyı pazarlar.
ROMANTİZMİN DİBİ
Göz damlası olsan 
Gözüme damlatsalar
Tansiyon hapım olsan
Yutsam
Serumum olsan
Koluma bağlasalar
Stent olsan
Damarımı açsalar
Neşter olsan
Bağrımı kesseler
Insülün olsan.
Kendime vursam
Fitil olsan!..
Olma olma...


EVLİLİK
Sevgilim!.
Ben senin yanında ben değilim
Sen benim yanimda sen değilsin.
Ne ben sen olabilirim
Ne de sen ben olabilirsin.
Ama biz olabiliriz istersen.
Atıveririz imzayı
Bir dünya yaratırız senle ben
Biraz senden biraz benden
Bir yanda sen, bir yanda ben
Birbirimizi üzmeden
gölgelemeden,
Engellemeden,
Bitirmeden
Sevgilim!...


FIRÇANİN DİBİ
Seni seviyorum derken ağzın dolu dolu söyle. Öperken de adam gibi öp. Ağzının ucuyla, ruj dener gibi öpme. Dudaklarım test dudağı değil.
Terbiyesiz.
SEN-FONİ
Bu gün yağmur yağdı
Ama calıştım
Durmadım
Islandım
üşüdüm
Üşüďün mü diye soran
Bir sesti duymak istediğim
Sırtın ıslandın mı diye
Dokunan bir el
Delisin sen
Diye bir azarlama
Bir bardak çay
NAYLON ŞEYH KARARDI...
Bir can doğmadan önce o canın kaderi yukardakiler tarafından belirlenir, alnına yazılır ve paketlenip dünyaya gönderilir. Alın yazısı aĺındadır, ama görülmez.
Insan kaderini kendi belirler lafı masaldır. İnsan kaderini belirlemez, belirleyemez. Çünkü yukarıda yazdığım gibi kaderi zaten belirlenmiş, alnına yazılmış olarak dünyaya gelir ve yaşamı süresince sadece alnına yazılanları uygular.
Bir keçi alın. Boynuna uzun bir ip bağlayın. Ipi de sağlam bir kazığa bağlayın. Keçi ipin müsade ettiği bölgede yayılır, koşar, yatar, dolaşır, gezer hür olduğunu zanneder, ta ki ipin sonuna gelinceye kadar. Sonra boynundaki ip gerilince ancak bağlandığını anlar. Belli bir süre kurtulmaya çalışır, sonunda boş verir ve kaderine razı olur. Eğer keçi laf dinlemez, asiliğini, isyanını sürdürür, ipini zorlamakta ısrar ederse kesiverirsiniz.
Insanların kendi kaderini kendi belirlemesi masalı da böyledir işte. Dünyada yaşayan her insanın boynuna bağlanmış bir ipi vardır. Bu ipte alın yazısı gibi oradadır ama görünmez. Bütün ipler farklı uzunluktadır. Kimi yaşadığı evin kapısına kadar, kimi köyünün hudutlarına, kimi yaşadığı şehrin çıkışına, kimi benim ipim gibi Sivas'tan taa Kanada'ya kadar uzar.
Ama öyle veya böyle, eninde sonunda her insan ipinin sonuna gelir ve boynundaki ipi fark eder. Ya ipinden kurtulmaya calışır ya da kabullenir. Kabullenmek en akıllı karardır. Ipten kurtulmaya çalışanlara ikazlar gelir. Bu ikazlar; ipini zorlama, sakin ol, bu ip senin emniyetin için, kaderine razı ol, isyancı olma, ilahi adalet gibi ikazlardır. Eğer bu uyarılar kaale alınmazsa yukardakiler devreye girer ve uyarılar cezalara dönüşür. Bu cezaları hepimiz çoooook iyi biliriz. Yüksek tansiyon, kalp yetersizliği, tıkanan damarlar, adele ağrıları, gizli şeker, astım akciğer, karaciğer problemleri, böbrek yetersizliği, panik atak, daha neler neler denenir.
Uysallaşma oluşursa ömür biraz daha uzatılır. Olmazsa final bölumüne gelinir, ipin ucu kaçar, yani ip çekilir. Yani keçiyi kesiverirler.
.
Ve biz buna ecel der, kuzu kuzu kabulleniriz. Ecel ölümün, caresizliğin gizemli ve yumuşatılmış adıdır.
TEST
Şimdi size kazık bir soru soruyorum.
Eğer Azrail tepenize dikilse ve "Zamanın geldi. Ama ruhunu alıp götürmeden sana bir kıyak yapacağım. Geçmişinden bir gün seçmene ve o günü aynı yaşta, aynı sartlarda tekrar yaşamana izin veriyorum" dese hangi günü seçerdiniz.
Zor degil mi? Eğer kafanız karmakarışık olup da hangi günü tekrar yaşamak istediğinize karar veremiyorsanız, demek ki güzel yaşamışsınız. Çok güzel günleriniz olmuş. Hangisini seçeceğinizi bilemiyorsunuz.
Eğer fazla düşünmeden, belki de hiç düşünmeden sıp diye seçiminizi yaparsanız. Naylon Şeyhiniz olarak yaşamınızı bir gözden geçirin, çok gec olmadan tekrar yaşamak isteyeceğiniz günlerin sayısını artırın derim.
Hani son yıllarım çok moda olan bi lafı var ya! "Anı yaşayın"
"Zararın neresinden dönerseniz kârdır" boşuna dememişler.
Şaka yapmıyorum.
BELKİ
Bazen söylenecek sözler biter ve "Belki" devreye girer. " Belki uysal bir kelimedir. Nereye çekerseniz oraya gider. Ve "Belki" çok güzel bir kelimedir. Çünkü sartlar ne olursa olsun hala insana ümit verir.
Belki döner, belki sever, belki olur, belki yazar, belki arar, belki bilir, belki çıkar, belki gelir, belki anlar, belki yaşar, belki dinler belki görür, belki bulur, belki söyler, belki öder, belki biter, belki başlar...
Belki utanır, belki doyar, belki susar, belki bırakır, belki ölür 😉
"Belki" çok güzel bir kelimedir. Ve " Belki" uysal bir kelimedir. Nereye cekerseniz oraya gider.
HEPSİ BU MUDUR DEVAM
Geçen haftaki "HEPSİ BU MUDUR" Başlıklı yazımda, "Ďünyaya tekrar gelmek istermisiniz?" soruma okurlarımın bir çoğunun "Hayır tekrar gelmek" istemiyorum" yanıtı verdiğini, duygulandığımı, üzüldüğümü yazmıştım.
Uzun bir süre ne yazacağımı düşündüm. Gelen mesajları ve yorumları defalarca okudum. Şu sonuca vardım ; Bu yanıtları verenler aslında dünyayı sevmediklerinden değil, dünyada olup bitenlerden, yaşadıkları üzücü olaylardan, kötu tecrübelerden ve maalesef insanlariın bencilliğinden, vefasızlığından, zalimliğinden, vurdumduymazlığından bıkıp usandıklarından böyle bir karar almışlardı. Yani dünya masumdu. Suç her zamanki gibi insan oğlundaydı veya kaderleri böyleydi.
Kışisel nedenlerinizi bilemem ve herhangi bir yorum yapamam. Ancak son 15 yılda ülkemizde sahit olduğumuz olayları kabullenmemiz, ıçimize sindirmemiz mümkün değil. Adeta ülkenin üstüne ölu toprağı serptiler. Hepimiz etkilendik, yaşamdan soģuduk, soğuttular.
Bizleri bu hale düsürmek, ülkemizi mutsuz, umutsuz insanların yaşadığı bir ülke haline getirmek için şeytani oyunlar oynanıyor, plan üstüne planlar yapılıyor.
Bu işin politik çirkinliğini hepiniz biliyorsunuz. Defalarca yazdık paylaştık. Tekrar etmek istemiyorum. Ama bu işin bir de psikolojik yanı var. Televizyonlarda devamli kötü haberler ve insanı deprasyona sokmak amacıyla yapılmış proğramlar yayınlanıyor. İnsanları mutlu edecek pozitif düşündürecek, umitlendirecek proğramlara özellikle neredeyse hiç yer verilmiyor. Seyrettiklerimizin hemen hemen tümü acı, gözyaşı, hastalık, ölüm, şiddet iç eriyor. Ne zaman bu proğramlardan sıkılıp yabancı bir film izlemeye kalksak acaip yaratıklar, kan, şiddet, ateşlenen çeşit ceşit silahlar, cinayetler, toplu katliamlar görüyoruz. Belgesel filmler bile şiddet ve vahşet dolu. Ceylanları parçalayan arslanlardan, önüne geleni yutan dev yılanları izlemekten gına geldi artık.
Bu filmlerin yapıldığı Holywood denen yerin kimlerin elinde olduğunu ve dünyadaki insanlara her istedikleri mesajı verdiklerini, görsel medyayı nasıl kontrollarında tuttuklarını dünya alem biliyor.
Ikinci dünya harbinde naziler binlerce Yahudiyi kamplarda toplayıp, deprasyona sokmak için her seyi denediklerini, bu arada nazi bilim adamlarının bu insanların reaksiyonlarını, davranış biçimlerini, ruh hallerini gözlemleyerek, sözüm ona bilimsel araştırma yaptıklarını biliyor muydunuz?. Binlerce insanın deney faresi gibi kullanıldığına inanabiliyor musunuz?
Bana sorarsanız ayni pislik bize uygulanıyor. Bu seytan ruhlu yaratıklar şimdi aynı taktıği bize uygulayıp olanları inceliyor, davranışlarımızı, ruh halimizi ,yaşamımızı, yaşam tarzımızı gözlemliyorlar.
Peki ama ne yapmamız lazım? Cep telefonlarında, bilgisayarlarda bayrak zincirleri yaparak, Atamızin resimlerini paylaşarak bir yere varamayız. Reaksiyon göstermeliyiz. Üzerimize oynanan oyunları fark etmeliyiz. Uyanmalıyız, dur demeliyiz, isyan etmeliyiz.
Açın pencerenizi "Yeter ulan, ben bu geri zekalı programları, bu asparagas haberleri, bu yalanları, bu vahşet içeren filmleri, bu iç karartıcı dizileri seyretmek zorunda değilim" diye bağırın. Komşularınız duysun, utanmayın. Seyretmeyi reddedin. Onları kendi silahlari ile vurun. Reytinglerini düşürün, sürünsünler. Bakın, birer birer, birbiri ardına nasıl kayboluyorlar. Deney fareleri olmadığımızı gösterin onlara. Asıl gücün kimin elinde olduğunu o melanet dolu kafalarına sokun.
Yukarıda yazdığım gibi kişisel nedenlerinizi bilemem ve yorum yapamam. Ama bu duruma dur demek sizin elinizde. Bu ülkeyi güzellestirmek,dünyanızı hayatınızı değiştimek de sizin elinizde.
Belki o zaman daha farklı düşünürsünüz.
Bu gece Marmaris'te mehtap o kadar güzel ki. Denizin yüzü pırıl pırıl seyretmeye doyamıyorum. Marmaris'i İçmeler'e bağlayan sahildeki o eşsiz yolda yürüyor, denizden püfür püfür esen oksijeni ve iyotu ciğerlerime cekiyorum. Kimseler yok, yol bomboş. Önünden geçtiğim evlerin pencerelerinden akseden ışıklardan açık televizyon ekranlarını fark ediyorum.
Daha ne yazabilirim bilmiyorum...
(Bu yazımı lütfen paylaşırsaniz sevinirim?
PİR SULTAN
Küçüktüm, ilkokuldaydım. Herhalde ücüncü sınıftaydım. Okumaýı öğrendiğimden her gördüğümü okuyordum. Bir gün her nasılsa nüfus cüzdanım geçti elime. O zamanlar nüfus cüzdanı derlerdi, sayfaları vardı. Daha fazla deftere benziyordu. Merakla açıp incelemeye başladım. Önce adımı okudum, heyecanlandım. Sonra babamın adını okudum saşırdım. Ben babamın adı Ahmet sanıyordum, Ahmet Hamdi yazıyordu. Baba senin adın Ahmet değil mi diye sordum. "Hamdi benim ikinci ismim oglum" dedi Biraz hayal kırıklığına uğradım, biraz da içerledim neden benim ikinci ismim yok diye.
Kafamı karıştıran sadece o değildi. Sonra baba "Hanefi ne demek" diye sordum. " Sünni demek oğlum" dedi. Hic bir şey anlamadım. Sonra babam uzun uzun Sünni'nin ne olduğunu anlattı. Yine hiç bir seý anlamadım. Daha fazla anlattı. Daha fazla anlamadım. Hiç de umursamadım, merak da etmedim.
Bu tutumum büyüyünce de devam etti. Her dinden her ırktan, her renkten arkadaşım oldu. Din aklıma bile gelmedi. Inançlı, Allah'ın yarattıklarına hayran olan, bir insandım. İlk eşim Hristiyandı. Babası çok büyük bir üniversitenin dekanıydı. Her Pazar kilisede vaaz verir, bütün aile büyük bir zevkle anlattıklarıni dinlerdik. Kilisede evlendim. Noelin gelmesini dört gözle bekler, noel süslemelerine, sarkılara ilahilere bayılırdım.
Budist tapınaklarını ziyaret ettim. Yunanistan'ın Meteore bölgesindeki Kalambaka kasabasının yakınında kayaların tepelerine inşa edilmiş Ortodoks kiliselerinin hepsine teker teker çıkıp kızım ve eşim için mum yaktım. Avrupa'da görmediğim katedral kalmadı. Çok sevdiğim Ermeni, Yahudi, Ataist , Hristiyan arkadaşlarım oldu, hala var. Cuma namazlarına giderim. Ramazanda orucumu tutarım. Bütün din kitaplarını okudum. Evimde hepsi mevcut. Aynı zamanda Mesnevi baş ucu kitabımdır
Alevi canlarım hayranlık duyduğum, çok özel insanlardır. Devrimci, sapına kadar Atatürkçü, yaratıcı, hassas, duygulu, dürüst ,mütevazi, müziğe aşık insanlardır Aleviler. Örnek alınacak insanlardır. Dillerinden Allah, Muhammet Ali düşmez Onlarla birlikteyken öyle huzur duyarım ki.
Bu seneki Pir Sultan şenliklerine davet ettiler sağolsunlar. Kitaplarımı imzaladım. Asure karıştırdım. Birbirinden güzel türküler dinledim. Semah ekibini seyrettim. Kız erkek o kadar duygulu, birbirlerine karşı o kadar saygılı, o kadar ahenk içindeydiler ki dayanamadım duygulandım ağladım. Utandım gözlüklerimi taktım.
Bütün kitaplarım satıldı.
Bu arada fotoğrafta gördüğünüz birbirinden güzel çocuklar Sivaslı ailelerin çocukları. Hiç çevremden ayrılmadılar Bir dahaki Pir Sultan Şenliklerinde buluşmak üzere söz verdik birbirimize.
Allah nasip ederse sözümü tutacağım. Daha şimdiden özledim kerataları. Bir yıl nasıl sabredeceğim bilmem.
Hayırlısı.
İSYAN EDİYORUM
Ben de Sarıyer börekçisine oturup, dosta, düşmana karşı kocaman bir tabak börek yemek istiyorum, şöyle ellerim yağli yağlı. Sonra da yağlı ellerimi üstüme başıma sürmek, temizlemek istiyorum? Niye olmasın? Benim neyim eksik? Herkes yiyor, niye ben yiyince kilo alıyorum ki?
Ben de Gaziantep baklavacısına oturup baklava yemek istiyorum. Şöyle ellerim yapış yapış. Sonra da önce sağ, sonra sol elimi bileğime kadar ağzıma sokup, parmaklarımı yalamak istiyorum. Niye olmasın? Benim neyim eksik? Kimseye dokunmuyor da niye tatlı bana dokunuyor ki?
Ben de rakı şisesinin dibini bulmak, ağzımı yaya yaya, sözlerini unuttuğum sarkılar söylemek, kaymış gözlerle sağımdakine, solumdakine sarılıp öpmek istiyorum. Niye olmasın? Benim neyim eksik? Karaciğerime ne oluyor. Neden isyan ediyor ki?
Ben de dünyaya boş verip okey oynamak istiyorum. Ben de belden asağı, kadınları aşşağılayan iğrenç, ırkçı şakalar yapmak, sonra da gülerken sigara krizine girip geberene kadar öksürmek istiyorum. Kırmızı ışıkta geçmek istiyorum. Sarhoşken araba sürmek istiyorum. Vurdum duymazlığın zevkini çıkarmak istiyorum. Niye olmasın? Benim neyim eksik? Niye karısıyorlar ki?
Ben de aşık olmak istiyorum...
Benim de donum var. Ben de tarzan olmak istiyorum.
Niye olmasın? Neyim eksik?
NAR AĞACI VE KIZI..
Her sabah Gül'ün evininin bahçesindeki demir kapının demir mandalını yukarı kaldırıp güne başlamadan önce, kapının sağ tarafında ki minicik nar ağacı ve üzerindeki bir tanecik nar çekiyor dikkatimi. Durup bir kac dakika inceliyor sevgiyle bakıyorum. Tek çocuklu bir anne gibi gözüküyor gözlerime o minik sevimli ağaç. Sanki vaktinden önce evlendirilmiş çocuk bir gelin gibi. Kimbilir ne kadar seviyor bu bir tanecik narını diye düşünüyorum. Birisi hoyratça bu narı koparıp alır götürürse acaba ne kadar mutsuz olur üzülür diye endişe ediyorum.
O bir tanecik nar o kadar güzel ki. Masal gibi kıpkırmızı bir rengi var. Ucundaki taçı usta bir mimarın elinden çıkmıs gıbi ölçülu, krem rengi. Sabah güneşinde pırıl pırıl parlıyor. Küçücük bir kız cocuğu gibi nazlı nazlı, belli belirsiz sabah rüzgarında sanki omuzlarını bir o yana, bir bu yana sallıyor. Kız olduğundan o kadar eminim ki.
Şimdi bütün bunları neden yazdım? Basit bir kişilik testi için. Şiz olsanız ne yapardınız? Benim gibi hayran hayran seyreder miydiniz? Insallah birisi koparmaz diye endise eder miydiniz? Her sabah narı dalında görunce yüzünüze bir gülümseme yayılıp, bir "Ohh" çeker miydiniz? Narı koparıp "Ne yapalım ben koparmasam başkası koparırdı diye kendinizin avukatlığını mı yapardınız? Veya hic bir sey düşünmeye gerek duymadan "Aaaa.. ne guzel bir nar, ne salak insanlar var koparmak hiç kimsenin aklına gelmemis" deyip koparıp çantanıza atarmıydınız? Olgunlaşmasını mı beklerdiniz? Ne yapardınız?
Yaaa... yine döndük melek şeytan efsanesine. İste insan hayatı böyle ?Devamlı "Neye karar versem acaba kimi dinlesem, kimin tarafini seçsem" diye geçip gidiyor ve neredeyse hersey bilincimiz dışında otomatik olarak gerçekleşiyor.
Düşünün bakalim siz nasıl birisiniz? Ne düşünürdünüz? Ne yapardınız? Kimi dinlerdiniz? Kimin tarafına yönelirdiniz?
Nar'a ne olurdu?
(Yazımın üstündeki linke girerseniz güzel bir şarkı dinler, narı,nar çiçeğini,nar ağacını daha çok seversiniz)
MELEK DE SEN DE, ŞEYTAN DA SEN DE...
Yalnızlık hayalkırıklığından daha kötü değil. Sevgi ve beklenti melekle şeytan gibi. Meleklerin kanat seslerini fark ederek yaşamak da, şeytanın dürtmelerine esir olmak da var hayatta. Herkesin tercihi kendine.
Melekler insanın kalbine şeytan insanın beynine yerleşir. Melekler bize gözlerimizi açik tutmayı, etrafımızdaki güzellikleri fark etmeyi, gülümsemeyi, hoşgörüyü, sabretmeyi merhameti, sevgiyi ,sevmeyi sevilmeyi., şükretmeyi, inançlı olmayı öğretmeye çalışırlar. Şeytan beynimizi ele geçirip yarattıği igrenç oyunlarla gözlerimizi kör etmeye, herşey de bir negatiflik, fesatlık oluşturmaya uğraşır. En büyük silahı dildir.
Dilini tut. Insanın başına ne gelirse dilinden gelir, Bir defa konuş, iki defa dinle, dilin kemigi yoktur. Boğaz dokuz boğumdur, (bir sey söylemeden 9 kez düşun) gibi deyimler ve ata sozleri veya benzerleri her din de her kültur de vardır.
İnsanin dili ve kalbi aynı telden çalarsa bu yüzüne akseder. Rahmetli Neşet Ertaş "Tatlı dillim, güler yüzlüm" türküsünü boşuna yazmamıştır. Dili kalbınin önüne geçen mutsuz olur, mutsuz eder.
Aynaya dikkatle bakan aslında meleği de, şeytanı da görür. Ama görmemezlikten gelir. Bu da şeytanın başka bir oyunudur.
İnsanların çoğu gözleri açık ölürler. Bu sanki büyük bir pişmanlığın göstergesidir.
Ama son pişmanlık fayda etmez.
(Canlarım, sizlerle paylaştığım son yazımda, "dünyaya tekrar gelmek ister misiniz" soruma bir yığın "hayır" yorumu ve cevabı aldım, üzüldüm. Naylonda olsam duygularım var benim. Bu duygularımı ileriki yazilarımda sizlerle paylaşacağım.)
KAZIĞIN GÜZELİ
Çocuklarınız olunca ananızı, babanızı anlarsınız
Evlenirler hayatı anlarsınız
Boşanırlar hayal kırıklığına uğrarsınız
Yeniden evlenirler. Daha büyük bir hayal kırıklığına uğrarsınız. Hayret edersiniz, anlayamazsınız.
Çünkü çocuklarınız sizin anlamanız icin yaratılmamışlardır.
Çünkü onlar sizin hayallerinizi gerçeklestirmek icin de yaratılmamışlardır.
Sizin gibi düşünmeleri de gerekmez. Zaten isteseler de düşünemezler. Çünkü emirlerini çok yüce bir yerden alırlar.
Onlar size karşılık beklemeden sevmeniz, ne olursa olsun sahip çıkmanız icin emanet edilmişlerdir, unutmayın.
Ve aslında çocuk kendi hissettiklerini anlayasınız diye Allah'ın yüzünde keyifli bir gülümsemeyle insanoğluna attığı en büyük kazıktır.
Eger hala anlamadıysanız anlarsınız anlarsınız.
Zamanı gelince anlarsınız.
HEPSİ BU MUDUR?// İS THAT ALL THERE İS?
Birilerini sevdik, birilerini sevmedik veya sevemedik..
Birileri bizi sevdi, birileri sevmedi, veya sevemedi
Birilerine bağlandık, birileri bize bağlandı. Veya bağlanamadık, bağlanamadılar.
Birilerini fark ettik, birilerini fark etmedik birileri de bizi fark etti veya fark etmedi.
Üzdük, üzüldük, zaman geçti, üzüldüklerimize güldük, güldüklerimize üzüldük.
Hayal kırıklığına uğradık, hayal kırıklığına uğrattık.
Hatalar yaptık, hatalar yaptılar.
Bir ömür böyle geçti, ve ben hala neyi paylaşamadık bilmiyorum.
Filmi geri sarsak yaşadıklarımızı tekrar yaşamak mümkün olsa yaşamımız farklı mı olurdu onu da bilmiyorum.
Belki de bilmemek pişman olmaktan "Ahhh keşke" demekten daha iyi bir duygu.
Dünyaya yeniden gelmeyi hak ediyor muyum acaba? Diye soruyorum kendime zaman zaman.
Ediyorum galiba. Verilecek fazla hesabım yok. Cevap veremeyeceğim fazla soru da yok. İnsan olmaya uğraştım hep.
Bır de siz düşünün bakalım. Dünyaya yeniden gelmeyi hak ediyor musunuz? Veya haketmek için bundan sonra ne yapmalısınız? Veya dünyaya yeniden gelmek istiyor musunuz?
Bence düşünün hem de hemen bu yazımı okur okumaz düşünün.
Sonra da duygularınızı yazın bana isterseniz.
Yalnız beyninizi bir kenara koyun. Kalbinizi devreye sokup yazın. Kendinize karşı dürüst olmanın tek yolu bu. Yazmak zorunda değilsiniz. Ama mutlaka sorun bu soruyu kendinize.
Söz veriyorum. Eğer yazarsanız ben de kalbimi devreye sokup okuyacağım.
Naylon Şeyhiniz...
Duygu dolu, samimi mesajlarınız, Dualarınız, kabaran yüreğiniz, iç cekişleriniz, yaşaran gözleriniz için teşekkürler. Hepsini hissettim ben.
Şimdi biraz gülumseyin
Olur mu?
ÜMİTSİZ AŞK
Sevgilim...
Seni sigaramin dumanına saramıyorum
Çünkü sigara
İçmeyi sevmiyorum.
Sevgilim...
Seni kadehlere doldurup içemiyorum
Çünkü içki dokunuyor.
Sevgilim...
Seni kalbime sokup sevemiyorum
Çünkü kalbim tekliyor.
Sevgilim...
Ben de seni doktor kontrolunda seviyorum.
Göz damlam
Bebek aspirinim
Tansiyon hapım
Serumum benim.
BİR EKİM SABAHI
Saatime bakıyorum Sabahın dördü. Döndüm durdum yatağımda. Denemediğim pozisyon kalmadı uyumak için, olmadı. Sonunda kalktım, çalışma odama indim, masamın başına geçtim, yazmaya başladım. Nikotine karşı hiç dayanıklılığım olmamasına rağmen bir de sigara yaktım, iyi mi? Heveslendim.
İşte, yazarlık böyle bir şey, kafanızda satırlar dans etmeye başladı mı yandınız. Dolu bir kafayla uyuyamıyorsunuz. Yazmanız lazım, boşaltmanız lazım o satırları. Başka türlü rahatlamanız mümkün değil.
Güzel bir sabah. Ortalık serinlemiş. Mahallenin bütün horozlarını tek tek dinliyorum. Köpekler havlıyorlar. Bazıları o kadar kararlı ve ısrarlı havlıyorlar ki sanki dünyanın sonu geldi sanıyorsunuz. Gece kuşları da var bu arada, dev çam ağaçlarının karanlığında ötüyorlar.
Oturdum sağ elim çenemde, bir yandan sakallarımla oynuyor, bir yandan düşünüyorum. Üç yıldır sizlere yazıyorum. Sonunda yeşil gözlü güzel kadını hepinize tanıttım. Onu sizlerle tanıştırdım. Gerekliydi bu yazılar, gerekliydi. Onun böyle sessiz sedasız ölüp, gömülüp gitmesine gönlüm razı olmadı. Çok yoruldum, çok üzüldüm, çok gözyaşı döktüm, çok midem yandı. Ama sonunda sizlere bir melekle yaşamanın güzelliğini, ve o meleği kaybetmenin inanılmaz acısını anlatabildim. Bana binlerce mesaj gönderdiniz. Rahmet okudunuz. Hatta bazılarınız yeni doğan bebeklerinize yasemin adını koydunuz. Dahası bahçelerine, iş yerlerinin önüne yasemin çiçekleri diken okurlarım oldu.
Sizlere güzel kızım Bahar’ı da anlattım. Boy boy resimlerini koydum. Onun o kalbiyle bakan güzel, derin kocaman gözlerini gördünüz. Kızımı da tanıdınız biraz. Bahar bu gün fevkalade bir ressam, başarılı bir piyanist, aynı zamanda gitar çalıyor, besteler yapıyor ve şahane şarkılar söylüyor. Sesi o kadar güzel ki. En önemlisi; herkesin sevdiği, sanatına ve kişiliğine saygı duyduğu bir insan oldu ve hiç kimsenin anlayamayacağı gizemli derin bir iç dünyası var.
İşte böyle “F” vitaminlerim canlarım benim. Eşim ve kızım benim herşeyimdi.. En güzel günlerimi onlarla paylaştım. Çok şanslı birisiyim çok. Benim ufkumu açtılar, bana güzel bir insan olmayı öğrettiler. Onlar sayesinde, onların sevgisiyle kocaman bir kalbim oldu benim. Şimdi birisi cennette, diğeri çok mutlu bir yaşam sürdürüyor. Eşi de başarılı bir ressam kendisi gibi.
Bana gelince yoruldum ama görevimi tamamladım. Sonra sizlere farklı yazılar yazdım. Hayatın farklı taraflarını paylaştım. Daha önce de yazdığım gibi kitaplarımdan alıntılar koydum facebook sayfama.
Bu gün Ekimin on dokuzu. Üç yıl oldu Yasemin’i toprağa vereli. Tırnaklarımızla kazıya kazıya yarattığımız güzelim sanat mağazamız, her köşesini dantel gibi işlediğimiz evimiz öksüz kaldı. Kurt köpeklerimiz öldüler birbiri ardı sıra, dayanamadılar.
Yasemin’e Allah senden razı olsun demiyorum. Razı olduğunu biliyorum. Çünkü yarattığına iftihar edeceği bir insandı o. Sanatıyla dünyayı güzelleştirdi, güzelliğiyle ışık saçtı, o güzel gülüşüyle içimizi ısıttı, kişiliğiyle insanlık öğretti, yol gösterdi, örnek oldu, ders verdi. Kızımıza mükemmel bir anne oldu. Bana 32 yıl cenneti yaşattı.
Mekanı cennet olsun demiyorum. Orada olduğunu biliyorum.
Sevdiklerinizle uzun, mutluluk dolu bir yaşam dileğiyle.


İLK KAZAMIZ
Yıllar önce bir akşam İsmet abim ile akşam yemeğine gidiyorduk. Arabayı abim kullanıyordu.Köy içinden geçerken abim taze süt almak istedi, durduk. Adam sütü getirdi. Belki hatırlarsınız, bir ara koka kola iki parçalı şişeler kullanıyordu. Bize verilen şişenin alt kısmı her nasılsa çıkartılmış. Élimize altı yuvarlak, yani bir yere konması mümkün olmayan bir şişe tutuşturdular. Hareket ettik ve ben elimdeki şişeyi koyacak bir yer aramaya başladım. Birden müthiş bir metal gürültüsüyle sarsıldık. Yüzüm arabanın ön camına çarpıp geri geldi, Cam parça parça oldu. Eektrik direğine çarptığımız için caddenin bütün ışıkları söndürmeyi becerdik..
Meğer abim bu oğlan şişeyi nereye koyacak acaba, kaygısıyla yola bakmayı unuttuğundan direğe bindirmiştik. Elimi yüzüme götürdüm parmaklarım ıslandı, kan kaybediyordum. Abimin de sol kaşının üstü kanıyordu. Direksiyona göğsü çarptığı için ( bu arada ikimizde kemer takmamıştık) direksiyon sağa doğru eğilmişti. “Abi iyi misin? diye sordum. “Hayır iyi değilim” cevabını alınca güçlükle arabadan çıkıp karanlıkta yardım aramaya başladım.
İçmelerdeki fırıncı bizi arabasına aldı, hastaneye getirdi. Kesiklerimizi temizlediler, kanları sildiler, pansuman yaptılar. Polise ifade verdik. Ertesi gün abimin göğüs ağrıları sürdüğünden benim cipi alıp Muğla Devlet Hastanesine gittik. Çekilen filmde kırık olmadığı, sadece adele ezilmesi olduğu tesbit edildi. Abimin göğsündeki yağlar hava yastığı görevi yapmış kaburgalarını korumuştu.
Hastaneden çıktık.. Muğla'nın Marmaris çıkışında uzun bir yokuş vardır. O günlerde yollar iki ayrı şerit değildi ve yokuşun sonuna kadar araba sollamak yasaklanmıştı. Önümde kağnı hızıyla seyreden kamyonu dayanamadım solladım geçtim. Yokuşun sonunda pusuya yatmış polis bizi durdurdu. Bir memur benim cama gelip ehliyetimi ve ruhsatımı istedi.
Ben aranırken, adam ikimize bir baktı. Elimizdeki yüzümüzdeki bantları ve pansuman izlerini görünce “Ne oldu size yahu?” diye sordu. Biz de mümkün olduğu kadar zavallı bir ses tonuyla boynumuzu büküp “ Dün kaza geçirdik” dedik. Bu arada ben “Arabayı abim kullanıyordu” dedim ve abimi işaret ettim. Adam ikimizi bir daha süzdü. “Ulan” dedi. “Daha dün kaza geçirmişsiniz şu halinize bakın. Bu gün hala manyak gibi araba kullanıyorsunuz. Hiç mi ders almadınız? Hiç mi aklınız başınıza gelmedi? Sonra abim’e döndü. “Koskoca adamsın, saçından sakalından utan be. Hadi siktir olun gidin adamın asabını daha fazla bozmayın” dedi. Adam kararını değiştirmeden hemen gazladım.
Biraz gittik “Abim bana döndü“ Sattın beni lan” dedi. “ Ben ise abime şöyle bir baktım. “Hah, şimdi bu yara berelerinle tam bir Kore Gazisine döndün” dedim. ( Bildiğiniz gibi abim bir Kore gazisidir) “Siktir lan geri zekalı” diye cevap verdi.
Sonra Marmaris’e gelinceye kadar güldük. Ben daha fazla güldüm.
Hala hatırladıkça, yazdıkça gülüyorum.
VİCDAN İÇİNDE VİCDAN
Yemek yerken hep üstüme başıma, yetisebildiğim her yere döküyorum. Sonra, "Ahhh gençlik" diyorum. Birden içimden bir ses; "Sus lan uyuz, sen gençliğinde de aynı boktun, pis herif" diyor. Hemen susuyorum, temizliğe başlıyorum.
Bazen vicdanımın sesini dinlemek cok zor biliyor musunuz?. Sizinkini bilmem ama benimkinin ağzı çok bozuk, bir o kadar da kaba.
Çok vicdansiz!..
İŞİN SIRRI
Kendisine yöneltilen soruya hemen bir cevap vermedi uzun beyaz saçlı, beyaz sakallı adam. Önce sol kulağındaki küpesine gitti parmakları. Sonra sağ bileğindeki rengarenk bileklikleri sol eliyle, sonra sol bileğindeki , rengarenk bilekliikleri, sağ eliyle şöyle bir düzeltti.
Sonra kendisine bu soruyu soranları derin derin süzdü. Ne enterasan diye düşündü. Okurlarımın bazıları bana “hocam”, bazıları “abi”, bazıları “bey diye hitap ediyorlar. Halbuki ben hep aynı adamım, dedi kendi kendine. Ama “hocam” denmesine bayılıyordu yani.
Düşündüklerine güldü. Önce ağzının iki yanında sıralanan çizgiler, sonra alnında birbirine parelel üç adet derin çizgi, sonra siyah göz altları, gözlerinin etrafındaki çizgiler, en sonunda da ela gözleri güldü.
“ Hayır”dedi hala gülümsemeye çalışarak. “Ben içip içip yazmıyorum. Yazıp yazıp içiyorum”.
BİR VARMIŞ, BİR YOKMUŞ
Geçenlerde gözlerim yoruldu. Yazıma biraz ara verdim. Dirseklerimi çalışma masama dayadım. İki elimle yüzümü tuttum. Neden benim de pırıl pırıl bir mersedesim yok acaba diye kızdım.
Hatta kafamı çalışma masama vurmak geldi içimden. İsyan bile ettim kaderime. Ne güzel olurdu, ama hava atardım haa. Bir de koca tesbih sallandırırdım dikiz aynasından. Bütün arabaları sollar sollar geçerdim. Beni seyredenlerin gözlerindeki kıskanç bakışları yakalardım. Sonra da pişmiş kelle gibi sırıtırdım, diye öküzce hayaller kurdum.
Ahhh... şu banka borçları olmasa, turizm eskisi gibi kazandırsa, yine bire alıp ona satsak. Seyahatlere çıksam. En lüks lokantalarda yemek yesem. Şu uzuuun bacaklı, ince belli, dimdik yürüyen Rus dilberleri süzüp, ben de iç üstüne, iç geçirsem. Hesap, kitap yapmadan pahalı giysiler alsam. Gucci gözlüklerim, Armani pijamalarım, Paul Shark donlarım olsa, diye düşündüm. Sonra düşündüklerimden utandım. Ateş bastı. Sakallarımin altından yüzümün kızardığını hissettim. .
Televizyonlarda artık en geri zekalıların bile inanmadığı şu iğrenç taraflı yayınları kesseler. Uzun adam ekranlara çıkmasa, bağırmasa, tehdit etmese, gaf üstüne gaf yapmasa, daha fazla batmasa, ülkeyi daha fazla batırmasa, Amerika bütün politikacıları, politikaları, gizli teskilatları, yardakçılarıyla yerin dibine batsa. Dünya kurtulsa ne olur? Diye sordum kendi kendime.
Arkadan konuşmalar, dedikodular, dedikocular, çifte standartlar olmasa. Durmadan kadınlarla uğraşmasalar. Dinler ortadan kalksa. Din kitapları, kiliseler, camiler, sinagoklar, imamlar papazlar hahamlar, din bezirganları sonsuza kadar ortadan kaybolsalar. Allah ile aramıza girmeseler, girmeye çalışmasalar. İnsanlara da bilgisayarlara yükler gibi doğa sevgisi, hayvan sevgisi insan sevgisi, kibarlık, hassaslik, zariflik, yüklemek mümkün olsa ne güzel olurdu diye de düşündüm.
Sonra, neyi paylaşamıyoruz acaba, "kim ne götürmüş lan?" diye sordum, bir de tokat atmak istedim kendi kendime. Ama kıyamadım. Öksüz, yetim, dulum ya... Birden öptüğum kızlar aklıma geldi nedense. Gezdiğim ülkeler, boşalan rakı şiseleri, ilk arabam, ilk işim, ilk evim, ilk aşkım, ilk hayalkırıkĺığım, mutlu günlerim acı dolu günlerim birer birer gözlerimin önünden geçtiler.
Sonra çok muhterem bir dostun cenazesine gittim. Dua ettim, toprak attım. Herkes gitti. Ben kaldım. Mezarı suladım. Tuğlaları yıkadım. Çicekleri düzelttim. Bire bir vedalastım. ." Ne guzel birisiydin Elizabeth, melek kadın" dedim. Tesekkur ettim. Sonra bütün mezarlığı gezdim. Bütün mezarları, baķımlı, bakımsız, görkemli, gariban, yıkılmış, unutulmus, hepsini inceledim. Kimine dokundum, kiminin çiceklerini düzelttim. Üşenmedim, mezar taşlarındaki kadın erkek isimlerini teker teker okudum. Keşke mezar taşları bilgisayar ekranı olsa merak ettiklerimin dügmesine basıp hayat hikayelerini okumak mümkün olsaydı diye hayal kurdum. Bir tanesinin dayanamadım resmini çektim. Sizlerle paylaştım.
Sanki hiç yaşamamış gibiydiler.
(Bu yazım dünyayı paylaşamayanlara)
MARMARİS'İN ORTA YERİ SİNEMA DEĞİL
Orhan Veli Rumeli Hisarın da oturmuş, oturmuş da bir türkü tutturmuş. Ben de bir türkü tutturmuşum, ama Marmaris'in ortasına oturmuş da tutturmuşum o türküyü.
Denizi çevreleyen dağlara, bakıyorum. Nasıl güzeller, katmer gibi çizgi çizgi. Hafiften duman sarmış tepelerini. Her birinin güzelliği farklı. Renkleri, ışıkları, yükseklikleri, gölgeleri, usta bir ressamın özene bezene yarattığı muhteşem bir tabloyu anımsatıyorlar. Deli zeytinler, kızıl çamlar, sandal ağaçları günlük ağaçları, meşe, gürgen, palamut ýeşilin her tonu mevcut. Baktıkça içim kabarıyor, duygulanıyorum, gözlerim yaşarıyor.
Denize bakıyorum, sezon yorgunu. Ama hala pırıl pırıl. Tur tekneleri de yorgun, denizciler de. Aylardan Ekim. Güneşin en güzel ve merhametli zamanı. Ne yakıyor, ne üşütüyor. Plajlar boşalmış güzellerini özlüyor, obezlerinden kurtulduklarına seviniyorlar. Jigololar sezonu kapatmışlar. Geceleri barlar da, lokantalar da garsonlar o acaip danslarını Allah canımı al der gibi sergiliyorlar. Artık barların tepesine tirmanacak enerjileri kalmamış, yorulmuşlar. Her gece babaanneleri yaşında kadınları, koca kıçlarını koyacak yer bulamayan İngiliz dilberlerini eğlendirmeye çalışmak canlarını okumuş, pestillerini cıkarmış.
Meydan okumadığımız ülke kalmadığından sezon fiyasko. Esnaf kışı nasıl geçireceğini, çoluk çocuğunu nasıl doyuracağını düşünüyor. Bankalar aç kurt gibi saldırıyor. Ümitler ümitsizce gelecek sezona kalmış.
Köyceğiz de eylem planlayan yedi PKK lıdan beş tanesi öldürülmüş, ikisi yakalanmış. Köyceğiz güzel. Köyceğiz şirin. Köyceğiz huzurlu, emeklilerle dolu. Köyceğiz burnumuzun dibi.
Allah'ın yarattığı güzelliklerin milliyeti olur mu? Kürt olsun Türk olsun, bunu ne zaman anlayacaklar acaba bilmiyorum ki. İnsan ekmeğini yediği, suyunu içtiği dünyaya ihanet eder mi? kıyar mı? Bindiği dalı keser mi?
Dedim ya, Orhan Veli hocam; Marmaris'in ortasinda oturmuş, oturmuş da bir türkü tutturmuşum.
Ama Marmaris'in orta yeri sinema değil.
"OLMAZ" DİYE BİR ŞEY YOK
Televizyonlarda her konuda her şeyi bilen ahkam üstüne ahkam kesen insanları seyretmeye dayanabiliyor musunuz? Allah aşkına söyleyin dayananabili yormusunuz? Benim midem bulanıyor. Yemin ederim midem bulanıyor. Hele bu oturumları bilmiş bilmiş co-ordine eden kadın veya erkek "efendim Cafer Bey'in yorumlarını nasıl değerlendiriyor sunuz Hulusi Bey" gibi sorular sorunca, tüylerim diken diken oluyor, neredeyse televizyonun ekranına tükürmek istiyorum.
Bence en güzeli bu artık tahammül edilmez hale gelen günlerde telefonlardan, televizyonlardan, magazinlerden, gazetelerden hatta diğer insanlardan uzaklaşmalı, kulaklarımızı bütün insan seslerine, yorumlarına kapatıp kuş seslerine rüzgarın uğultusuna dalgaların sahile çarpmasına, ball arılarınin vızıltısına kelebeklerin kanat çırpmasına, odaklanmalız. Bu ülkenin ne zorluklarla kurtarıldığını, nasıl bu günlere geldigimizi defalarca kendimize hatırlatmalı, bırakıp başka ülkelere gitmek yerine, kalıp bu haksızĺıklara, sergilenen bu rezilliklere karşı mücadele etmenin bir minnet borcu, vatan sevgisi olduğuna inanmalıyız. Kendimizi her şeyden, herkesten soyutlayıp sadece vicdanının sesini dinlemeliyiz.
Sonra geceleri ışıklardan kaçıp yılıdızları seyretmeli, çocukluk günlerindeki gibi, çiceklerle konuşmalı, hayvanlara sarılmalı, dağlara tepelere tırmanmalı, zirvelere çıkmalı, iki elimiz kanda olsa gün batımını, şafak sökmesini izlemeliyiz. Dolunayın denizdeki aksine bakıp bakıp ;Benim güzel ülkem sana neler neler yapıyorlar, ne oyunlar oynuyorlar? diye bağırmalı hatta feryat etmeliyiz. Ne yapacağımıza, nerede duracağımıza yalnız ve cesur kendimiz karar vermeliyiz.
Şimdi insanlardan uzak, insanları yok sayan bir karar varmak böyle bir yaşam yaratmak mümkün mü diye sorabilirsiniz.
Bektaşiye sormuşlar abdest almadan namaz kılınır mı diye. Ben kıldım oldu demiş.
İmkansız değil yani...
Ben deniyorum oluyor.
Sonuç????
Naylon Şeyhiniz loves you...
KAHKAHALAR VE HAYALLER
Gün olur coşuverir, coşku dolu hayaller kurarız..
Sonra bu hayalleri kahkahalarımızın üzerine yükler, yağmur bulutlarının üzerine çıkarır, güneşin ışıklarını gösterir, yildızlara ulaştırır, kelebeklerle uçurur, bal arılarıyla buluştururuz.. Begonvillere, japon güllerine bahar çiçeklerine, yediverenlere, bögürtlenlere, dağ çileklerine, portakal çiçeklerine kondururuz, yetmez...
Limon ağaçlarına, kara kekiklere, ada çaylarına, oğul otlarına, zakkumlara, gece safalarına, Kıbrıs akasyalarına, yaseminlere fesleğenlere ortancalara ,melissalara da kondururuz.
Sonra da çocuk gülüşlerinin, türkülerin, nihavent sarkıların, klarnet taksimlerinin, içkili gazinoların, biracıların, tinercilerin, sahilde midye dolma yiyenleri etrafindan şöyle bir dolaştırırız o hayalleri.
Sonra bir deli rüzgar çıkar. Kahkahaları ve hayalleri önune katar, kahkahaların ve hayallerin toplandıği bir başka dünyaya götürür.
.
Sadece bazı hayaller geri dönerler sahiplerine.
Dönmeyen, dönemeyen hayallere ne oldüğunu, nerede olduklarını kimseler bilmez.
Bilemez ki...
BİR BEN VAR, BENDEN İÇERİ
Vallahi ben sizi anlamıyorum. Hüzünlü bir yazı yazıyorum, beğenme rekorları kırıyor. Sonra mesajlar yazıyorsunuz. Üzüntülü yazılar yazmayın, üzülüyoruz diye. Gönül koyuyorsunuz. Bu defa komik bir yazı paylaşıyorum, komik olduğunu biliyorum çünkü yazarken en fazla ben gülüyorum. Sonuç fiasko. Benim kadrolu okuyucularımın haricinde kimsenin eli beğen düğmesine gitmiyor. Neyi seviyorsunuz, neyi beğeniyorsuz, ne gormek, okumak istiyorsunuz anlayamıyorum ki...
Simdi canlarım biliyorsunuz ben 71 yaşındayım. Yaşıyorum ama taze değilim. Hani yaşlı, Yahudi asıllı bir teyze, Büyük Ada da balıkçıya " bu baliklar taze mi?" diye sormuş. Çocuk " görmüyor musun teyze? canlı bunlar, canlı" deyince " bende canlıyım, ama taze değilim evladım" demiş. Öyle işte. Ömrümün büyük bir bölümünü yurt dışında geçirdim. Çok seyahat ettim. Bu arada yıllarca felsefe calıştım. Daha önce de yazdığım gibi Osho' nun talebesi oldum. Okullarına devam ettim. Toronto, Ķöln, Amsterdam merkezlerinde kaldım. O muhterem insanın dizinin dibinde oturup, onu dinlemek nasip oldu. Kanada da 10 yıldan fazla Gurdieff& Ouspensky felsefe merkezine devam ettim. İnanılmaz bilgili, derin, dünya tatlısı insanlarla tanıştım. Dünyanın her köşesinden arkadaşlarım oldu.
Kars doğumlu büyük filozof Gurdieff; insanın bir makina olduğunu, insanların eğer hayatlarında bir yerlere varmak istiyorlarsa, herşeyden önce bir makina olduklarını kabul etmeleri gerektiğini söyler. Her din kitabının en başında "kendini bil veya tanı( know yourself) yazdığına dikkat çekerek, kendi makinasını tanımaya çalışmayan kimseden ne kendisine, ne de başkasına hayır gelir" der.
Gudieff'e göre" ben" diyen insanın içinde bir tane değil, bir yığın ben, ben, benler vardır. Bir "ben" olur derken, bir "ben" hayır olmaz, bir diğeri beyaz derken, başka biri beyaz demektedir. İste insanın kararsızlığı, kafasının karışıklığı, tutarsızlığı, mutluluğu veya mutsuzluğu içinde yaşayan bu farklı kişiliklerin davranış biçimlerinden oluşur. İnsanoğlu bir değildir. Mesela son yıllarda birisini öldürmüş veya birisine tecavüz etmiş bir şahıstan bahsederken," Aaa, halbuki ne kadar efendi, kibar sevgi dolu birisiydi dendiğini duymus veya okumuşsunuzdur. İste bu suçu işleyen, o şahsın içinde yaşayan cani ruhlu bir " ben"dir. Gurdieff'in dediği gibi makinasını tanımayan içindeki benlerin farkında olmayan bir insan büyük hatalar yapabilir, katil, hatta seri katil bile olabilir. Çok iyi tanıdığınıza inandığınız birisinin bir davranışıyla sizi büyük bir hayal kırıklığına uğratması işte bu yüzdendir. "Bunu senden beklemezdim dediğiniz şahsın icinde ne "sen" ler vardır inanamazsınız. Bunu ne siz bilebilirsiniz, ne de kendisi.
Yani sevgili "F" vitaminlerim benden hep ayni tip yazılar beklemeyin. Çünkü o yazıları yazan hep aynı "ben" değil. Sizlere yazılarımı yazarken bilgisayarımın başında o gün hangi "ben" in oturacağını bilmiyorum. Bazen bir "ben" in yazdığıni diger bir "ben" hayretler içinde okuyor. Sonra bütün benler bir araya geliyor, karar veriyor ve yazıyı paylaşıyoruz. Yani o kadar kolay değil.
Yani ne çıkarsa bahtınıza, daha doğrusu bahtımıza.
Öpüyoruz, Ekim ayınız güzel olsun..
Aslinda bugün bir yazı paylaşmaya niyetli değildim ama dayanamadım. Bu size pazar neşesi olsun. ( hani bana hep bizi üzme diyosunuz ya)
ŞARJ
Cep telefonları hayatımızı domine etmeye devam ediyorlar. Hala bu meretin iyi mi kötü mü, faydalı mı, değil mi olduğunu anlamış değilim. Bir seytan icadı olduğunu, seytanın seyredip seyredip götüyle güldüğünü biliyorum. Gözlerimizi beynimizi elimizden alıyor mu? Insanları birbirinden koparıyor mu? Sosyal hayatımızın ağzına sıc....mu? Yeri gelince hayatımızı bile kurtarıyor mu? Yalnızlığa ilaç mı? anlamış değilim. Ama cep telefonumun "Şarjım bitti bitiyor" diye zavallı zavallı sinyal vermesine bayılıyorum. Ulan diyorum hayatımı kontrol etmen, kendini bir bok sanman buraya kadar işte. Insan gibisin. Bak böbürlendin böburlendin sonunda pilin bitti. Boku yedin iste. Şarja takmadan önce bunları cep telefonuma söylüyorum. Valla söylüyorum. Hatta "Bak fazla konusma takmam haa" diye tehdit bile ediyorum.Özellikle yalvaran bir iki sinyal daha duymak istiyorum. Yüreğim yumuşayınca kedinin önüne ciğer atıyor havalarında takıyorum şarja. Asıl patronun kim olduğunu anlasın kafir icadı.
Sonra acaba insanları da sarja bağlamak mümkün olsaydı şarsları bittiği zaman nasıl olurdu, nasil hissederlerdi diye düşünüyorum. Sonra da tüylerim diken diken oluyor. Çünkü bu kadınların elinde müthis bir silah olur, baş ağrısını falan unuturlardı.
"Özür dilerim hayatım şarj etmem lazım" .Ay ne anlayışsız adamsın yahu, şarjım düşük diyorum". "Şurada bir kaç saat sarj etmeme bile dayanamıyor musun bencil herif???". Tabi şarjim biter aksama kadar çalışıyorum, oturduğum mu var? Ikide bir sarjım biter tabi. Paraya kıyıp doğru dürüst bir sarj aleti alsaydın. Bu olasılık listesi daha uzar gider, ama erkeği asıl bitiren ne olurdu biliyor musunuz.
Ayy... Allah seni ne yapsin. Bu senin şarj edilmis halin mi?
MUTLULUĞUN SIRRI
Arabasını titizlikle, kendinden emin, mükemmel bir şekilde park edebilen bir kadın mükemmel bir kadındır. Böyle bir kadına her şeyinizi emanet edebilir, her konuda güvenebilirsiniz. Hele bir de başı ağrımıyorsa ananız sizi kadir gecesi doğurmuştur. Önce horon tepin. Sonra yatın kalkın dua edin.
UYUMAYI ÖZLEDİM
Sevgili naylon şeyhin naylon müritleri. Bu defa durum ciddi yardımlarınıza, önerilerinize şiddetle ihtiyacım var. Var çünkü çok yoruldum. Son beş yıldır kafamı yastığa koyup ta şöyle dinlendirici, deliksiz bir uyku çektiğim vaki değil. Devamlı aynı veya benzeri rüyalar görüyor, devamlı uyanıyorum. Ve sabahlları yorgun, dayak yemiş gibi, betonlaşmış bir mide ile uyanıyorum.
Rüyalarımda hep bir şey yapmaya calışıyor, yapamıyorum. Hep bir şeyler yanlış gidiyor. Mesela, seyahate cikacağım pasaportumu bir türlü bulamıyorum. Hava alanına gideceğim kayboluyorum, bir türlü ulaşamıyorum. Hangi uçağa bineceğime karar veremiyorum, uçak kalkıyor. Bir türlü bavullarımı hazırlayamıyorum. İşte böyle uykumun arasında çırpınıp, sinirlenip duruyor, sonra uyanıyorum. Sonra tekrar uyuyorum ve aynı lanet rüya kaldığı yerden devam ediyor, kesintisiz.
Bu şimdi sizlerle paylaşacağım fıkraya benziyor biraz. Adamcağızın biri ne zaman uykuya dalsa rüyasında koca bir TIR kullanmaya başlıyor ve sabahlara kadar TIR'ın direksiyonunda oturuyor. Sabahları yorgun perişan bir şekilde uyanıyor. Her gece aynı rüya.
Bir gün gözlerinin altı simsiyah yolda giderken bir arkadasına rastlıyor.arkadaşı onu böyle perisan bir durumda görunce "Bu ne hal bir derdin mi var" diye soruyor. Adamcağız derdini anlatınca arkadaşı ona bir hipnozcunun ismini adresini veriyor ve muhakkak gidip görmesini öneriyor.
Adam çaresiz hipnozcunun mekanına gidiyor. Hipnozcu güler yüzlü tatli dilli sakallı tombiş birisi. Adamın anlattıklarını ilgiyle dinliyor ve "Gece uykun geldiginde uyumadan beni ararsan, ben seni bu dertten kurtarırım" diyor.
Adam sevinerek evine gidiyor ve hemen o gece hipnozcuyu çağırıyor. Hipnozcudan "Uyu simdi yavrum" komutunu alan adam uyuyor. Sonra hipnozcu "TIRI senden aldım uyumaya devam et" diyor. Adam bebek gibi uyumasına devam ediyor, kurtuluyor.
Aylar sonra hikayemizin kahramani yolda giderken bir arkadaşına rastlıyor. Adam yorgun, adam perisan. "Hayrola neyin var" diye soruyor. Arkadaşı "Sorma birader uyuyamıyorum. Başımı yastığa koyar koymaz bir esmer, bir sarışın, bir kızıl saçlı afet rüyama giriyor, bir onu, bir öbürünü derken sabah oluyor. Valla böyle giderse ölüp gideceğim diyor.
Bizim ki hemen hipnozcunun adresini veriyor. Arkadaşı sevine sevine gidiyor. Aradan bir hafta geçiyor, yine arkadaşını yolda görüyor. Ama adam yine perişan, gözlerinin altı daha da siyah . "Ne oldu oğlum hipnozcuyu görmeye gitmedin mi diye soruyor. "Evet hemen gittim cevabını alınca "eeeee" diyor. Zavallı arkadaşı "Abicim" diyor "Hipnozcu beni uyuttu karıları aldı sonra elime bir TIR tutuşturdu. Şimdi sabaha kadar TIR kullanıyor yorgunluktan ölüyorum" diyor.
Yani benim sevgili okurlarım insallah sizin Önerileriniz hipnozcunun tarzinda olmaz
Bekliyorum...
NAZIM'IN KADINLARI
Her Allah'ın günü yeni bir üzücü haberle sarsılıyoruz. Bu adamlar hep oralardaydılar ama yıllardır hiç bu kadar şımarmamış, nankörlüklerini, pisliklerini hiç bu kadar dışa vurmamışlardı. Cumhuriyeti yıkmak, hilafete dönmek, şeriat uygulamak, Atatürk devrimlerini ortadan kaldırmak, Atamıza saldırmak, açıktan açığa hakaret etmek, resimlerini ters asmak, okullarda tedrisatı değiştirmek, sınıflarda and içmek yerine küçücük çocuklara tekbir getirterek derse başlatmak daha neler neler,
Ama beni en fazla üzen ve çileden çıkaran kadınlarımıza karşı takındıkları tavır ve yapmak istedikleri. Bütün amaçları Atamızın kadınlarımıza tanıdığı hakları birer birer ortadan kaldırmak. Kölelik devrine geri dönmek. O kadar zoruma gidiyor ki. Dünya tarihini inceliyorum. Kadinlar hep ezilmişler, hep haksızlığa ugramışlar, oldürülmüşler, yok sayılmışlar, tecavüze ugramışlar, cadı diye yakılmışlar, kız cocukları diri diri gömülmüşler. Düşüne biliyor musunuz bütün bunlar din maskesi altında gerçekleştirilmiş. Her vahşete bir kılıf bulmuşlar. Yani yobazın milliyeti yok, onlar her yerdeler.
Bu adamlar o kadar kör olmuşlar ki, kadını da erkeği de yüce Allah'ın yarattığını görmüyorlar. Allah'ın bebek yapma, üreme, hayatı devam ettirme mesuliyetini kadınlara vererek onlara ne kadar değer verdiğini, güvendiğini görmüyorlar, anlamıyorlar. Ya çekemiyorlar, ya kabullenmek işlerine gelmiyor.
Eğer kadınlar asırlardır yok sayılıp, aşağılanmak yerine dünya yönetiminde söz sahibi olsalardı, emin olun bugün bu yaşadığımız vahşet yaşanmaz, bu ölümler, harpler olmazdı. Çünķü bir çocuğun doğması, büyümesi, yetışmesi için verilen emeği, çekilen acıyı erkeklerden çok daha iyi bildiklerinden kıyamazlardı onların ölüp ölüp gitmesine.
Bir de kadınlar anlaşılmaz, güvenilmez mahluklardır diye dünya da dolaşan boktan bir cümle, inanış vardır. Hayır efendim kadınlar anlaşılmaz, güvenilmez varlıklar değillerdir. Sadece erkekler onlar kadar zeki, duygu dolu, fedakar, sabırlı yaratıcı, becerikli olmadıklarından böyle asılsız bir inanış arkasına sığınmayı tercih etmişlerdir de ondan.
Kadınların kötüsü, hırslısı, bencili yok mu? Diye sorabilirsiniz sevgili erkek okurlarım. Tabi ki var. Iste onlar yaradılışları sırasında vücutlarına gereğinden fazla erkek hormonu pompalanlardır inanın. Duygusal, anlayışlı, merhametli, sefkatli, yaratıcı erkekler ise, yaradılışları sırasında vücutlarına biraz da olsa kadınlik hormonu pompalanlardır buna da inanın. Bunları yazdığım için bana kızabilirsiniz ama benim inancım ve hayat felsefem bu. Samimi olarak sizlerle paylasmaya çalışıyorum. O kadar.
Sonunda kadınına, sevgilisine, eşine değer veren, ailesine sahip cıkan, kadınların haklarını koruyan, bütün erkeklerin alınlarından öpüyorum. Kadınları aşağılayan, hakaret eden, emeklerini görmeyen, onları yok saymaya calışan, şiddet uygulayan, hatta aleni sokak ortasında infaz edip, cep telefonları ile videoya ceken yobazlara da burada çoooook söyleyeceklerim var. Ama yaşım ve aldığım terbiye buna izin vermiyor. Anlayan anlar.
Bütün kadınlar; her ırktan, her dinden, her renkten iyi ki varsınız. Dünya sizinle güzel. Allah yardımcınız, yolunuz açık olsun.
Mücadelenizde yalnız değilsiniz