28 Haziran 2018 Perşembe


NAYLON ŞEYHİNİZİN DEDİYSEK YANİ...
Gözlerim çok yoruldu, olsun yeteri kadar gördüm nasıl olsa artık görmesem de olur diyebiliyor musunuz?
Kulaklarım duymuyor, olsun yeteri kadar duydum artık duymasam da olur diyebiliyor musunuz?
Gülmek içimden gelmiyor, olsun yeteri kadar güldüm artık gülmesem de olur diyebiliyor musunuz.
Dişlerim eskisi gibi öğütmüyor, olsun yeteri kadar öğüttüm artık öğütmesem de olur diyebiliyor musunuz?
Kalbim eskisi gibi çarpmıyor, olsun yeteri kadar çarptı artık çarpmasa da olsun diyebiliyor musunuz.
Kimse artık beni sevmiyor, olsun yeteri kadar sevdiler, artık sevmeseler de olur diyebiliyor musunuz?
Kimseyi sevmiyorum, olsun yeteri kadar sevdim, artık sevmesem de olur diyebiliyor musunuz?
Kimse benimle ilgilenmiyor, olsun yeteri kadar ilgilendiler artık ilgilenmeseler de olur diyebiliyor musunuz?
Diyemiyorsanız o zaman ağlamayı bırakın. Demek ki yaşamak için hala nedenleriniz var.
Diyebiliyorsanız o zaman Allah yardımcınız olsun. Naylon Şeyhlik de bir yere kadar yani.
BABA OLMAK ZOR, BABASIZ OLMAK TA ...
Yıl 1963, Ocak ayının ikisi. Sivas'ın zemheri soğuğu donduruyor. Buzlar damlardan sarkıyor yerlere kadar. İlk kitabımı ithaf ettiğim, ömrünün 35 yılını eğitim dünyasına adamış, güzel insan Gezici başöğretmen, tatlılığıyla, güler yüzüyle, mütevaziliği ile Sivas'lıların gönlüne yerleşmiş, " Emmi" lakabını hak etmiş, Babam Ahmet Karabenli'yi omuzlar üstünde Halifelik mezarlığına götürüyoruz.
Soğuk en az eksi 30. Ayaz insanların ellerini, ayaklarını, kaşlarını, kirpiklerini donduruyor. Sivas'ın neredeyse yarısı gelmiş cenazeye. Kalabalık cenaze arabasını reddediyor ve bayrağa sarılı tabutu mezarlığa kadar omuzlarımda taşıyorlar. Emmilerine vazifelerini sonuna kadar yapmaya kararlilar o soğukta. Belediye Bandosu devamlı Scopen'in cenaze marşını calıyor.
17 yaşında lise öğrencisiyim. Müdür yardımcısı Şahap abi "Güven'i yalnız bırakmayın" demiş arkadaşlarıma izin vermiş. İkisi iki kolumda. Diğerleri sessizce arkamda yürüyorlar. Kimse ne yapacağını, ne diyeceğini bilmiyor. Bu bizim ilk cenazemiz. İlk defa babamı kaybediyorum.
Yıl 2018, Şirinköy Haşim Baba Bahçesi. Zemheri soğuğu yok Mart ayının yirmi dördü. yağmur bir yağıyor bir duruyor. Şirin, mütevazi köy camisinin önünde askeri tören var. Askerler büyük adımlarla omuzlarında bayrağa sarılı güzel bir adamı, bir Kore Gazisini mezarlığa taşıyorlar. Biraz sonra kalabalık cenazeyi askerlerden devir alıyor.Kuş cıvıltıları var, rengarenk çiçekler açmış, her taraf yemyeşil. Mis gibi portakal çiçeği kokuyor. Bando yok. Kollarıma giren lise arkadaşlarım da yok. Nasıl arıyorum onları nasıl arıyorum. Başım dönüyor, bazen düşecek gibi hissediyor, "aklını başına al milletin acısı kendine yetiyor" diyor kızıyorum kendi kendime. Abim İsmet Karabenliyi defnediyoruz. Bu kaybettiğim ikinci babam.
Acılara alıştığımı zannediyordum, herşey o kadar üst üste geldi ki hala ayakta kaldığıma en fazla ben hayret ediyorum. Belki de bu bir çeşit yaşam yüzsüzlüğü.
Allah düşmanımı böyle terbiye etmesin, intihan etmesin.
Anam dertlenince, duygulanınca"ahhh oğlum ahhhh, itler ana olmasın" derdi.
Ben de baba da olmasınlar diyorum. Babasız kalmak ta zor, baba olmak ta zor. Hatırlanmayanlar, aranmayanlar , gönül koymayın, boşverin şöhret anaların olsun.
Hepinize sarılıp öpüyorum. Babalar gününüz kutlu olsun.
KAMİL AMCA ( Bayram hediyeniz)
Marmaris'i İçmeler'e bağlayan yaklaşık altı kilometrelik bir yol vardır. Otuz yıldır bu yolu gider gelirim, her defasında yeni güzellikler keşfederim. Otuz yıldır bırakın bıkmayı her defasında daha da heyecanlanırım.
Bilhassa bahar ve yaz aylarında nereye bakacağımı şaşırırım. Her taraf rengarenktir. Yolun iki tarafında açan kırmızının, pembenin, beyazın her tonunu sereserpe sergileyen zakkum çiçekleri aklınızı başınızdan alır. Bir de onlara mor begonvilleri, zambakları, sardunyaları, mis gibi kokan çam ağaçlarını, çitlenbikleri, turuncu sandal ağaçlarını, meşeleri, gürgenleri, ağaçtan ağaca atlayan, sincapları, ağaç dallarına konan arı kuşlarını ekleyince dünyanız değişir. Nereye bakacağınıza karar veremezsiniz.
İşte o yaşlı amcayı ilk kez sizlere bu yolda, İçmeler'in girişinde ki zakkumların gölgesinde, Turunç yönüne vasıta beklerken görmüştüm. Yüzünde bir haftalık sakal, başında bir yarım kasket, sağ elinde ki bastonuna dayanmış, gözleri dalmış, sessiz sessiz bekliyordu. Alnı ve gözlerinin etrafı kırış kırıştı. Çok yorgun ve yalnız gözüküyordu.
Sonra ki günler onu bastonuna dayanarak sessizce yoldan karşıya geçerken izledim. Hep aynı yerden geçiyor, hep aynı yerde bekliyordu arabasını. Merak ettim. Belediye'ye uğrayıp zabıtalardan kim olduğunu öğrendim. Tuvalet bekçisiydi. Adı Kamil di. Bütün gün çalışıyor akşam olunca her gün aynı saatte evine dönüyordu.
Ertesi gün bir şise büyük rakı aldım( o zamanlar memleket AKP ile henüz tanışmadığından rakı almaya paramız yetiyordu) Tam işinden ayrılıp zakkumların gölgesinde arabasını beklediği zamana denk getirdim, arabamla önünde durdum, indim, rakıyı uzattım ve "Al bunu benim için akşam eve dönünce afiyetle içersin" dedim. Hayretle yüzüme baktı. "Ben bunu kabul edemem" dedi. "Kamil Amca al çekinme içimden geldi, al işte" diye ısrar ettim. "Neden çekiniyorsun" diye sordum. "Ben bunu alamam evladım, sen olmadan boğazından geçmez, bir akşam bize gelirsin, hanım mezeleri hazırlar, oturur, konuşur; dertleşir içeriz, yoksa dünyada kabul etmem" dedi. "Bak Kamil Amca ben esnafım, turizm sezonunda bizim gecemiz gündüzümüz yok, devamlı çalışıyoruz, sen bunu al afiyetle iç, sonra sezon bitince ikinci şişeyi birlikte içeriz" dedim. "Çok sağol evladım bana gücenme ama alamam. Beni nerede bulacağını biliyorsun. O zaman, sezon bitince rakını alır gelirsin, oturur birlikte içeriz" dedi. Omzumu okşadı, bakışlarıyla mahsun mahsun özür diledi. Gülümsedi, dişlerinin yarısı eksikti.. O kadar duygu dolu ve tatlı bakıyordu ki artık ısrar etmedim, edemedim.
Yaaa sayın seyirciler ben Kamil Amca'ya bir güzellik yapmaya çalışırken, o bana bir güzellik yaptı, ders verdi. Tok gözlülüğü, zarifliği, temiz kalpliliği, sabırlı olmayı ve cömertliği öğretti. Bir bakıma utandırdı beni.
Bende kendini adam zannederdim.


SİZ BİLİRSİNİZ
Bazen insanın içine öyle bir yaşam sevinci bir dolar ki adeta ayakları yerden kesilir , göğsü coşkudan yerinden fırlayıp çıkacak gibi olur. Kanı damarlarında dolaşmaz, dans eder. İçinden "Merhaba hayat seni seviyorum" diye haykırmak gelir. Bunlar meleklerin dokunmasıdır.
İşte bu dokunmalar birer kıvılcım olur içinizdeki yaşam ateşini tutuşturur, sizleri hayata bağlarlar. Mesela henüz doğmuş bebeğinize ilk bakış, sevgilinizin gözlerinizin içinde kaybolup "seni seviyorum" demesi, size bütün sevgisiyle içinden geldiği gibi sarılıveren bir çocuk, mezun olduğunuzda babanızın sizinle iftihar etmesi. Lise arkadaşlarınızla bir araya gelip gönülden gönüle sohbet etmek, uzun seyahatlere çıkıp uzun zamandır görmediğiniz dostlarınızla hasret gidermek, dürüst ve namuslu olduğunuzu hissetmek, verecek hesabınızın olmaması, kedinize, köpeğinize, muhabbet kuşunuza duyduğunuz sevgi, güzel sözler duymak, güzel şeyler söylemek, bazen güzel bir şarkı da olabilir o kıvılcımların bazıları.
Ne kadar çok kıvılcımınız olursa o kadar hayata bağlanır, o kadar güzel yaşarsınız çünkü içinizdeki ateş hep canlı kalır.
Veya ateş olmayan yerden duman çıkmaz.
Siz bilirsiniz!....
Yaşam bir kararlar düğümüdür.
PAPATYALAR
Bir yazı okudum. "Hüzünlü yürekler" rumuzu ile gönderilmiş bir alıntı. Özetle; adam bir sahil kahvesine gitmiş garsonu çağırmış iki çay söylemiş. Garson neden iki çay, siz bir kişisiniz? Diye sorunca bir tanesi gönlümdeki için diye cevap vermiş.
Garson çayları getirmiş ve çayların yanına bir demet papatya koymuş. Adam gözlerinde soru dolu bir bakışla bakınca; Bu çiçekler gönlünüzde ki için efendim demiş garson.
Bu yazıyı okuyunca yıllar önce ki bir anım aklıma geldi. Marmaris yat limanında çok güzel ve popüler bir lokantam vardı. Bir gün orta yaşlı iyi giyinmiş bir beyefendi geldi ve iki kişilik bir masaya sessizce oturdu. İki kişilik yemek, yanında iki duble rakı ısmarladı. "Rakınıza buz isterminiz?" diye sordum. "Lütfen iki bardağa da koyarmısınız" diye rica etti. "İsterseniz misafiriniz geldiğinde koyayım erimesin" dediğimde "olsun siz koyun lütfen" dedi güçlükle işitilecek bir ses tonuyla..
Lokanta çok kalabalık olduğundan arasıra göz atabildim bir ihtiyacı var mı diye. Bütün gece oturdu ve karşısındaki boş sandalyeye baktı. Kadehini kaldırdı diğer kadehle tokuşturdu. Her seferinde gülümsedi bunu yaparken. Sonra İki sigara yaktı. Bir tanesini filtresi boş sandalyeden tarafa sigara tablasına koydu, diğerini gözleri dalıp giderek içti bitirdi. Sonra birer tane daha yaktı. Kendi yemeğini yedi, içkisini içti, ne diğer yemeğe, ne de diğer içkiye dokundu. Sonunda hesabını ödedi ve geldiği gibi sessizce yürüdü gitti.
Bakın işte bu anımı hatırlattı bana okuduğum yazı. O yıllar okusaydım bu yazıyı ben de adamcağızı incitmemeye çalışarak bir çiçek koyardım herhalde masasına.
Utandım, duyarsızlığıma utandım. Para kazanma derdindeydim.


TANRIYA BİR MEKTUP DAHA
Genç ölümleri kabullenemiyorum. Hele sakat çocuklara hiç bakamıyorum içim yanıyor. Onların o normal çocuklar gibi koşmaya oturmaya oynamaya çalışmaları yok mu, o ümitsiz gayretleri yok mu içim eziliyor. Ya o anne, o baba o çocuklarının haline nasıl dayanıyorlar, nasıl katlanıyorlar? Ya biz ölüp gittikten sonra bu çocuğa kim bakacak, bu çocuk ne yapacak, ne olacak korkusu.
Eğer bu insanları dedikleri gibi sonunda cennetine koyacaksan bu dünya da neden bu kadar eziyet çektiriyor, cehennemi yaşatıyorsun ki?
Neden hep iyi, dütüst, merhamet dolu, yaratıcı güzel insanlar ölüp ölüp gidiyor da sahtekar, hırsız, yalancı, acımasızlar adeta dünyaya kazık çakıyorlar, neden diktatörler yaratıyorsun?
Kullarının mükafatlandırılmaları için ille de acı çekmeleri, sürünmeleri şart mı. Seni sevmeleri, inanmaları, dua etmeleri, şükretmeleri yetmiyor mu?
Bir de ey güzel Allahım şu deve kuşlarını yaratmasan olmazmıydı?


MÜLAYİM SERT BUGÜN
Geçen gün "seni seviyorum" başlıklı bir yazımı paylaştım. Yorumlar hatta telefonlar aldım. Çoğunluğu evli çiftlerdi. Bana böyle sevgi hakikaten var mı? Bu dünyadan mı bahsediyorsunuz. Hayal dünyasında yaşıyorsunuz tadında sorular sordular, yazılar döşendiler.
Şimdi ben ne yazmıştım özetle; Sevginizin gözlerine baktığınızda kayboluyor musunuz, gözleriniz yaşarıyor mu? Gece yattığınızda önce onun uyumasını bekleyip nefes alıp verdiğini duyduktan sonra huzur içinde uyuyor musunuz? Gece uyanıp uyandırmadan sırtını öpüyor musunuz. Sabah uyandığında günaydın deyip sarılıyor musunuz. O soğuk aldığında öksürdüğünde ciğerleriniz sökülüyor gibi hissediyor musunuz? Ateşi çıktığında siz de cayır cayır yanıyor musunuz, alnı terlediğinde terini siliyor musunuz falan.
Efendim bunlar çok fazlaymış, bunları yapan kalmışmıymış.
Şimdi sıkı durun . İşte burada naylon şeyhiniz dayanamaz, devreye balıklama atlar ve der ki ; "Evet" hem de çok evet" yukarıda sıraladıklarımın hepsini çocuklarınıza severek, bayılarak, yüreğiniz kabararak yapmıyor musunuz? Düşünün bakalım hangisi çok fazla, hangisi abartılı? Hiçbiri, öyle değil mi? Hatta çocuklarınız kaç yaşına gelirse gelsinler daha fazlasını bile yapıyorsunuz. Peki bütün bunları, bu fedakarlıkları hoşgörüyü, sevgiyi çocuklarınıza gösteriyor da neden birbirinizden esirgiyorsunuz, neden üşeniyorsunuz, neden inanmıyor, layık görmüyorsunuz?( Bu soruları sadece kadınlara sormuyorum erkek kadın herkese soruyorum)
Ne olacak biliyor musunuz. Sizin o al bebek gül bebek büyüttüğünüz prensesiniz, minik kediniz yarın bir koca veya sevgili bulacak yüzünüze bile bakmayacak, aklına bile gelmeyeceksiniz. Aaa bu benim minik kızım mı dizimin dibinden ayrılmayan, gözlerimin içine bakan kızım mı diye şok olacaksınız. O deli olduğunuz prensiniz bir kız bulup evlenecek, belki yüzünü zor göreceksiniz. telefon bile açmaya üşünecek. Siz merak edip arayacaksınız.( Sadece sorunları ve problemleri olduğunda melekleşecekler)
Tabi bu arada müstesnalar olacaktır ama hepimiz biliyoruz müstesnalar kaideyi bozmaz.
Sonunda ne olacak biliyor musunuz? Herkes gidecek, siz karı koca bir köroğlu bir ayvaz başbaşa kalacak, yüzyüze bakacaksınız.
Sonuç olarak; Sevginizi içinize atmayın üşenmeyin, gösterin birbirinize. Çocuklarınıza dalıp birbirinizi unutup, ihmal etmeyin. Yatırımınızı doğru yapın. Gençliğinizde ne ekerseniz yaşlılığınızda onu biçeceksiniz unutmayın. Hayat arkadaşınızın değerini bilin. Zararın neresinden dönerseniz kardır.
Bence bu günden tezi yok aklınızı başınıza alın.
Benden söylemesi. Şeyhin sabrı da bir yere kadar lan.
Yani.
SENİ SEVİYORUM
"Seni seviyorum" demek yetmez çocuk Sevdiğini göstereceksin, hissetttireceksin. "Beni sev" demek acizliğin, zavallılın göstergesidir sevdireceksin.
Sevgilinin gözlerinin içine baktığında kayboluyormusun? Gözlerin yaşarıyor, kalbinin ritmi değişiyor mu? Ona dokunduğunda, elini tuttuğunda bir kelebeğin kanadını tutar gibi ince ve zarifmisin? Gece yattığında, önce onun uyuduğundan emin olup, huzur içinde nefes alıp verdiğini dinleyip şükrediyormusun? Dünyalar senin oluyor mu? Uyandırmadan uzanıp sırtını öpüyormusun? Sabah sevdiğin gözlerini açtığında dünyan değişiyor mu? Gülümsüyor, sarılıp saçlarını kokluyor, "hoşgeldin sevdiğim günaydın" diyor musun? Bir saat bile görmesen özlüyor musun? Alnı terlediğinde fark edip siliyor musun? "Üşüdüm" dediğinde ceketini çıkarıp omzuna koyuyormusun? Yağmurda şemsiyeyi onun tarafına uzatıp sağ omzunun ıslanmasını sineye çekiyor musun? "Ayaklarım buz gibi" dediğinde ayaklarına bağrına basıp ısıtıyor musun eskimolar gibi? Dünyayı onunla paylaşıyor, onunla gülüyor onunla ağlıyormusun? Onu dinliyormusun? Elma yiyorsan soyup ilk dilimini ona veriyor musun? Sevdiğin soğuk alıp öksürdüğünde senin ciğerlerin sökülür gibi oluyor mu? Ateşi çıktığında cayır cayır yanıyormusun. Ona seninle olduğu, hayatını seninle paylaştığı için teşekkür ediyor musun? Mutluluğunu dile getiriyor musun.
Sevgini sevdiğinin boynuna zincir gibi takmak yerine sevdiğine kanat yapıp onu uçuruyormusun.
Dedim ya Seni seviyorum demek yetmez çocuk.
Varmısın böyle sevmeye sen bana onu söyle.
İşte o zaman binlerce defa seni seviyorum diyebilirsin.
Çünkü doğruyu söylüyorsun.
( yeni kitabımın "denemeler" bölümünden)
DUA EDİYORUM
Metropollarda, yabancı ülkelerde siren sesleri hiç durmaz. Bilhassa Kuzey Amerika da bu sirenler edepsizleşir, ayyuka çıkarlar. Bazı geceler uykunuzu bölerler, uyuyamazsınız. Bizim şehirlerimizde de siren sesleri duyarsınız ama araya giren ezan insana huzur verir rahatlatır. O korkutucu siten seslerini böler veya bana öyle gelirdi.
Kanada da yaşarken ezan seslerini o kadar özlerdim ki. Bazen televizyonda özellikle Türkiye de veya Arap ülkelerinde geçen filmleri arar bulurdum, ezan sesi duymak için, özlem gidermek için..
Kadrolu okuyucularım bilirler. Yıllar önce Kanada'da yaşarken tam on yıl sonra Türkiye'ye tatil için döndüğümü yazmıştım. İşte o gecikmiş tatilde Marmaris'te abimin evinde kalırken sabah erkenden sabah ezanı okunmuş, horozlar ötmeye başlamışlardı. Gerek ezan, gerekse horoz ötmelerini o kadar özlemiştim ki dünyalar benim olmuş çok sevinmiştim.
Yıllar sonra Marmaris'e kesin dönüş yaptık ve ben her ezan okunduğunda duygulandım sevindim. Bu duygularım 12 yıl öncesine kadar devam etti.
Son 12 yıl içerisinde din o kadar istismar edildi, öyle bir vahşet sergilendi, yobazlar öyle bir azdı, öyle olaylara şahit oldum ki ezan sesinden korkar ürperir hale geldim. Ezan duyduğumda "Allahu Ekber" diye haykırarak saldıran, kafa kesen, kadınları sokak ortasında öldüren, insanları diri diri yakan, kendilerini patlatarak günahsız kadın erkek, çocuk bir yığın masum insanı katleden katiller gözümün önüne geldi. Dini dillerine dolayıp zavallı yoksul insanları kandıran sömüren şeytan ruhlu siyasetçiler aklıma geldi. Ezan seslerinden neredeyse korkar hale geldim.
Şimdi bütün bu çirkinliklerin sona ermesi için dua ediyorum. Dünyayı kendi çıkarları ve hırsları içın bu hale getiren, İslam dinini ve müslümanlığı öcü gibi gösterenlerin cehennemin dibine gitmeleri için dua ediyorum. Eski günlere dönmek, ezan seslerini tekrar sevmek, duygulanmak için dua ediyorum.
Bunca yıldır çektiğimizin artık sona ermesini, Allah'ın beni ve benim gibi düşünenleri, hissedenleri feraha çıkarması için dua ediyorum.
KANEPE VEYA BANK
Merhaba, benim adım kanepe,
ama bir kalbim var benim.
Duygularım da var.
Siz bana bank da diyebilirsiniz
Alınmam, hiiiiç alınmam
Kıymıklarımı da çıkarmam.
Ağacım Köyceğiz'den geldi.
Demirlerimi Marmaris'te yaptılar.
Koyu kahverengiye boyayıp,
Saman iskelesinin önüne çaktılar
Alışamadım, yadırgadım, gücendim
Sonra müdavimlerim oldu benim
Sabahat Hanım sabahları gelir
Elinde siyah rugan çantası
Banka emeklisi
siyah rugan ayakkabıları
Çantasıyla takım.
İkide birde ayakkabılarını siler
Sabahat hanım kağıt peçetesiyle.
Her seferinde temiz bir peçete kullanır
Ve yorulmaz, eğilmeye de üşenmez.
Geçenlere gülücükler atar, selam verir
Eğer selamını alırlarsa yaslanır geriye
Sevinir fark edildiğine.
Siyah rugan çantasını göğsüne bastırır,
Derin bir nefes alır.
Gözleri dalar gider
Sonra yine selam verir
Yine gülümser.
Remzi Bey Tekel emeklisidir
Başka kanepeye oturmaz
Boşalmamı bekler eğer doluysam.
Öyle incitmeden oturur ki
neredeyse hissetmem oturduğunu.
Oturmaz ilişir sanki.
Sağ elini sol iç cebine sokar,
Kendisi gibi ezilmiş bir paket çıkarır
Elleri titrer, bir sigara yakar,
Korka korka içine çeker,
sonra kalanını kafasını çevirip üfürür.
Sabahat Hanımı rahatsız etmek istemez.
Hiç konuşmazlar ama özlerler,
görünce rahatlarlar birbirlerini
Sabahat Hanım ve Remzi bey.
Ben anlarım kalplerinin atışından
Çaktırmadan birbirlerine bakışlarından.
Sonra Rüstem Bey gelir öğleden sonra
Sıcak mıcak dinlemez.
Beyaz Lenin bıyıklarını sıvazlar ikide bir,
Kendisi Almanya'dan emeklidir.
"Ben Almanya'dayken" diye başlar
"Ah şimdi Almanya'da olacaktım ki"
diye bitirir konuşmasını.
Onunda gözleri dalar gider.
Her oturana "selaymün aleyküm" der
Yeniden başlar, konuşmaya, hiç yorulmaz
Hep aynı yerinde konuşmasının
Güler, hatta kahkaha atar
Ve hep aynı yerinde hüzünleniverir.
Benim adım kanepe
ama bir kalbim var benim
Duygularım da var
Siz bana bank da diyebilirsiniz.
Alınmam, hiiiiç alınmam
Kıymıklarımı da çıkarmam.
HADİ BAKALIM AAAAYI!...
Son yazdığım "İyiliğin ve ayılığın sınırı yoktur" yazıma ayılara haksızlık yaptığımı belirtip gönül koyanlar oldu. Halbuki ayıların kültürümüzde ve yaşamımızda ne kadar önemli bir yer aldıklarını benden iyi kimse bilmez. Yanlış anlaşıldım.
Çok kırıldım ve sizlere biraz yaramaz, biraz belden aşağı( ama çok biraz) bir eğlenceli Pazar yazısı yazmaya karar verdim. İşte buyurun; ayıların yaşamımıza nasıl yerleştiklerini gösteren bazı örnekler;
Asalet: Ayı oğlu ayı
İltifat: Maşallah ayı gibisin
Gelişme: Ayı gibi olmussun
Sürpriz: Hay ayı hay...
Merak: Ananı ayı mı .....
İntizar: Hay ananı ayılar ......
Uyarma: Ayılığın lüzumu yok.
Kıskançlık; Armutun iyisini ayılar yer
Eleştiri: Ayı gibi oynama
Romantizm: Ayı gördüm seni sandım, seni gördüm ayı sandım.
Gizli romantizm: Sen benim gecelerimin ayısın ayı.
Öğüt: Ayıyla yatağa girilmez
Sevgi: Ayı yavrusunu severken öldürürmüş.
Bilgelik: Avcı ne kadar hile bilse, ayı o kadar yol bilir
İstikrar: Ayının kırk türküsü var, kırkıda ahlat üstüne.
Müsamaha: Köprüyü geçene kadar ayıya dayı de.
Kara talih: Bathsız bedeviyi çölde kutup ayısı s......ş
İnşallah bundan sonra beni eleştirirken daha merhametli olursunuz.


BİR SEVİYOR, BİR İSYAN EDİYORUM
Ey kurban olduğum genç ölümler niye var ki? Erken mi gönderdin?, Yanlış mı yaptın?, Pisman mı oldun? Karar mı değiştirdin? Cennete eleman mı lazımdı?
Bir veriyorsun, bir alıyorsun. Bir seviyorum, bir isyan ediyorum.
Ceza mı bu? Ders mi, imtihan mı?
Ne ki bu?
GÜCÜM BU KADAR
Hatırlarsınız, bir zamanlar Aysun Kayacı diye bir mankencik, bir canlı televizyon yayınında " benim oyumla dağdaki çobanın oyu aynı mı?" Diye sormuş, bir çarmıha gerilmediği kalmıştı.( sahi ne oldu Aysun'a bir bilen varsa yazsın, sevaptır)
Evet, her oy aynı değil. Her ölü de aynı değil.
Ülkemizde birisi öldüğü zaman herşey birden inanılmaz bir hız kazanıyor. Gömme işlemleri anında tamamlanıyor. Yıkama ,sarıp sarmalama göz açıp kapanıncaya kadar bitiyor. Kısa bir cenaze namazı, usulen bir helalleşmeden sonra cenaze cenaze arabasına yüklenip mezarlığa doğru yola çıkılıyor. Mezar zaten kazılmış hazır. Mezara toprak atmak gayretiyle neredeyse birbirini ezecek cemaat te hazır. Sonra sesi lüzumundan fazla açılmış pilli amfi ve mikrofonla okunan yasin duasına sıra geliyor.( hala ısrarla neden ille de bu duanın okunduğunu anlamam), Mezarın etrafına alalacele dizilen briket veya tuğlalar, baş ucuna dikilen bir tahta parçası, eğer o telaşla unutulmamıssa mezarın üstüne atılan bir kaç defne dalı, ile işlem tamamlanıyor. Artık herkes rahat. Bir anda mezarın başında kimsecikler kalmıyor. Cemaat "neyse buda bitti" rahatlığıyla geldikleri gibi hızla dağılıp gidiyor.
İşte ben bunu hazmedemedim, kabul edemedim "F" vitaminlerim. Hala da edemiyorum.
Yazımın başında yazdığım gibi her ölü aynı değil. Bazıları yaşamları boyunca çevrelerine örnek olmuş, güzelliklere imza atmış, insanlıklarıyla insanlara ışık tutmuş, yardım etmiş, yol göstermiş dünyaya ender gelen güzel insanlar. Ben onların böyle paldır küldür gömülmelerini, unutulup, gitmelerini kabullenemedim. Bundan çok daha fazlasını hak ettiklerine inandım.
Bu yüzden, Önce eşim Yasemin'i, sonra abim'i defalarca yazdım sizlere, satır satır anlattım. Çünkü onlar özel insanlardı.
Onları yaşama geri döndüremezdim. Ben de yazılarımla yaşatmaya çalıştım. Elimden gelen buydu. Gücüm buna yetti.
Sonunda onları tanıdınız ve onlar kalbinizin bir yerinde yerlerini buldular. Yani bir şekilde yaşama döndüler.
Kolay olmadı. Çok üzüldüm, çok yoruldum, yıprandım, sizlere o yazıları yazarken, ama yazdım.
Çalışma masamın başında, elimde kırmızı şarap kadehi, yüzüm bilgisayarın klavyesine gömülü uyandığım sabahlarım çok oldu benim.
Bana o kadar dokunmasına rağmen sigara bile içtim. Kalbim de sıkıştı nefesim de kesildi zaman zaman.
Ama değdi bakın gömülüp, unutulup gitmediler.
Sizlerle o güzel heybetli adamın, abimin ağzından paylaşacağım daha bir yığın birbirinden güzel anı var.
Zaman içerisinde....Zamanı gelince....
KORE ANILARI 3 İSMET KARABENLİ
Gurbete alıştığımı zannetmiştim. Ama insan ülkesinden uzak olunca bambaşka bir gurbet hissi oluşuyor içinde.
Aldığı öğretmen maaşı beş çocuğa bakmaya yetmediğinden, daha ilk okulu bitirir bitirmez beni ordu bursuyla sanat okuluna vermişti babam. Sanat Okulunu bitirdikten sonra mecburi hizmetimi tamamlamak için astsubay olarak orduya alınmış, İstanbul'a Selimiye kışlasına gönderilmiştim. Daha 18 yaşında Sivas'tan, baba evinden ayrılmış, gurbetle tanışmıştım. Dokuz yıl mecburi hizmet yapmak zorundaydım burslu okuduğum için.
Kore'de hissettiğim gurbet hissi İstanbul'da hissettiğim gurbet hissinden fersah fersah farklıydı. Çok uzun ve çileli bir vapur yolculuğundan sonra bambaşka bir ülkeye gelmiştik. Bize hiç benzemeyen insanları korumak için, bize hiç benzemeyen başka insanları öldürmeye çalışıyorduk. Zamanla kendi kendime buradaki herkes gibi "benim burada ne işim var?" sorusunu sormaya başladım. Gönüllülüğün heyecanı bitmiş, kendimizi kiralık katiller gibi hissediyorduk. Komutanlarımız bizi motive etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı.
İnsanlar farklıydı, iklim farklıydı, yer örtüsü farklıydı, konuşulanları anlamıyorduk. Yediğimiz yemeğin, hatta içtiğimiz suyun bile tadı farklıydı. Neyse ki memleketi dinlediğimiz, mesajlar yolladığımız, şarkılar, türküler istediğimiz, bize arkadaş olan, bize buralarda unutulup gitmediğimizi hatırlatan radyomuz vardı. Ben her seferinde kendim ve Sivas'taki ailem için "Ayağına giymiş sedef nalini" şarkısını isterdim ( Yazarın notu: Biz de bütün aile Kore saatinde Sivas'ta babamın taksitle aldığı 1946 model Alman yapımı radyomuzun başına toplanır, merakla abimin şarkısını beklerdik. Ben o zamanlar altı yaşlarındaydım. Şarkı başlayınca bütün aile ağlamaya başlar, babamın da gözleri nemlenirdi. Ben ise onlara bakar bakar, adam hem sağ, hem şarkı istiyor. neden sevineceklerine ağlıyorlar acaba diye hayret ederdim)
.
Sonunda Kore'de görev süremiz sona yaklaştı. Yurda dönmemize haftalar kala kötü bir olay yaşadım. Çok yakınım da bir bomba patladı. Kullandığım Jip alev aldı. Ne saçım , ne kirpiğim, ne kaşım kaldı. Kulaklarım hasar gördü. Yüzümde ki yanıklar yüzünden uzun süre hastane de yatmak zorunda kaldım. Sonra verilmiş sadakam varmış düzeldim, toparlandım.
Türkiye'ye dönmemize bir hafta kala Cemal Madanoğlu Paşa beni odasına çağırdı " Bak İsmet, çok yakışıklı ve cesur bir delikanlısın biliyorum. Etrafında Koreli, Japon kızların pervane gibi döndüğünü de biliyorum. Eğer olur da ordudan ayrılıp buralarda kalmaya falan kalkarsan, yemin ediyorum filin kulağına girsen seni saklandığın yerden çıkarır döve döve götürürüm.:Hadi şimdi git ve sakın söylediklerimi unutma dedi.
Güzel adamdı paşam. Delikanlı adamdı. Beni filin kulağında aramasına dayanamazdım, kıyamadım.
Yine berbat bir gemi yolculuğu sonunda nihayet yurda döndük. Gemi İzmir Limanına girmeden en temiz üniformalarımızı giydik, traşımızı olduk. İzmir limanın da bayraklarla, pankartlarla, marşlarla , gülücüklerle, sevinç gözyaşlarıyla karşılandık. Babam ve Şahap amcam kiraladıkları bir kayıkla taa geminin yanına kadar yanaşmış aşağıdan bana el sallıyorlardı.
Bunu beklemiyordum. İki elimi yüzümün iki yanına götürdüm, kepimi alnıma indirdim, Tokyo'dan satın aldığım güneş gözlüklerimi taktım ağlamaya başladım. Erlerimin beni ağlarken görnesini istemiyordum
Bir an gemiden atlayıp babama ve amcama sarılıvermek geçti içimden. Sonra omuzumdaki ay yıldızı okşadım. Vatana geri dönmek, sevdiklerime kavuşmak o kadar güzeldi ki...
EVET, BUGÜN BENİM DOĞUM GÜNÜM
Yıl 1946. Mayısın 24 ü. Sivas'a bahar gelmiş geçiyor. Yaz kapıda. Her taraf tengarenk, büyüleyici kır çiçekleriyle dolu. Hani şairin Haziran da Sivas'ta ölünmez dediği gibi bir Haziran geliyor. Eli kulağında.
Ali Baba mahallesinde, duvarları kerpiç, damı düz, bahçesi elma ağaçları ile dolu Muallim Ahmet Karabenli'nin evinde bir telaş var. Bir bebek dünyaya gelmek üzere. Doğum sancıları taa evin önünde ki toprak, tümseklerle dolu toz deryası yoldan bile fark ediliyor.
Muallim Ahmet Bey'in dört çocuğu var. İki kız, iki oğlan. Yaş sırasına göre; Ayten, İsmet, Suzan, Erdoğan. Hepsinin arasında ikişer yaş var. Bu gelen beşinci. Sekiz yıl sonra. Ya istenerek yapılmış, ya bir kaza sonucu ortaya çıkmış.
Büyük kız Ayten kardeşlerin en büyüğü. O zamanlar 14 yaşlarında. Hamarat, açık göz, çok zeki ve iş bitirici. Muallim Ahmet Bey evde yok, işinin başında. Ayten faytonla ebeyi getiriyor. Annenin terini siliyor. Devamlı koşturuyor. Mahallenin neredeyse bütün kadınları gelmiş. Kızcağız bir de onlara hizmet etmeye çalışıyor. Suzan dokuz yaşında. Ayten'in tam tersi bir çocuk. Sessiz, çok zayıf, incecik. Bir de kötü adeti var, toprak yiyor. Muallim Ahmet Bey üzerine titriyor. Aman bu kız hastalanacak diye ödü kopuyor. İkinci dünya harbi yeni bitmis. Yokluk, sefalet diz boyu. Verem kol geziyor.
Suzan ne zaman eve girip anneyi görmeye kalksa, "hadi sen git oyna" diye kapının önüne koyuyorlar. Oda bir kaç neticesiz denemeden sonra sıkıntıdan dama çıkıyor. Damda sarkan elma ağaçlarından daha yeni yeni oluşmuş elma yavrularını toplamaya çalışırken boşluğa basıp aşağı düşüyor ve kolu iki yerden kırılıyor.
Hemen Muallim Ahmet Bey'e haber uçuruluyor. Adamcağız büyük bir telaş içinde eve koşuyor. Zavallı, karısına mı baksın, kızına mı üzülsün şaşırıp kalıyor. Sonunda komşular yardım ediyorlar. Suzan hastaneye götürülüyor. Kolu alçıya alınıyor ve getirilip annenin lohusa yatağının yanına yatırılıyor. Kadıncağız doğum sancıları arasında kafasını çeviriyor, yanında yatan kızına ve "ömrü kesilesice dam da be işin vardı? Doğumumu da burnumdan getirdin" diyor. Zavallı kızcağız" ancak bu şekilde seni görmeme, yanına gelme me izin verdiler" diyemiyor ki...
Ve canlarım, Perşembe günü öğleden sonra dört sularında ben, Muallim Ahmet Bey ve Naciye Hanım'ın beşinci çocuğu olarak dünyaya avdet ediyorum. Zor bir doğum oluyor. O kadar beyaz bir bebekmişim ki babam dayanamıyor beni kucağına alıp seviyor. Ve bunu ilk bana yapıyor.
Evet, tahmin ettiğiniz gibi bugün benim yaş günüm. Yetmiş iki yaşına giriyorum. Doktor arkadaşlarımdan biri bana bu yaşın çok kritik bir yaş olduğunu söyledi erkekler için. Eğer bu yaşı kazasız belasız atlatırsak uzuuuun yaşarmışız. Yani yetmiş iki hayatla ölüm arasında bir köprü kabul ediliyor. ( Lütfen bana kızmayın. Ben onların yalancısıyım) Bu arada bu teori elli yaşını hiç devirmedikleri için bayanlar için geçerli değil.
Romanların dediği gibi " Çok da fifi" vallahi umurumda değil.
Hepinizi öpüyorum.
KORE HATIRALARI 2 İSMET KARABENLİ
Tilki Selim diye bir arkadaşımız var. Hergelenin en önde gideni. İzne çıktık. Tilki Selim, Cemal ve bendeniz. Tokyo'dayız Bir bara girdik. Müzik var, Japonlar kızlı erkekli oturuyorlar. Daha içeri girdik, Tilki Selim erkek arkadaşıyla oturan bir kızı kolundan yakaladığı gibi kaldırdı, sarıldı öpmeye çalışıyor. "Ulan Selim dur ne yapıyorsun?" diyene kadar Japonlar ayağa kalktı karşımıza dikildiler. Ben deyim on, siz deyin on beş kişi. Selim kalabalığı görünce yediği boku anladı, oradaki açık bir pencereden atladı kaçtı. Kaldık mı Cemal ile ben adamların karşısında. Katil gibi bakıyor herifler. Bir kelime Japonca bilmiyoruz .
Bize bir saldırdılar, tekmeler tokatlar havada uçmaya başladı. Ben sırtımı bara verdim. Elime her nasılsa bir sandalye bacağı geçirdim, geleni yere seriyorum. Bu arada Allah'tan inzibatlar yetiştirdiler. Kavgayı ayırdılar. Bizi yakapaça bardan çıkardılar. İçeri attılar. Bu arada Japonlar şikayetçi olmuşlar. Bizi hapisten alıp doğru Cemal Madanoğlu Paşanın huzuruna çıkardılar.
Paşa bizi karşısında görünce " Ulan yine mi siz" diye başladı, ağzımızdan girdi burnumuzdan çıktı. Ne şerefsizliğimiz ne haysiyetsizliğimiz, ne vatan hainliğimiz kaldı. O kadar söğdü sıvadı ki sesi kısıldı. Sonunda bizi kovdu. Tam çıkarken " Lan" siz sadece iki kişimiydiniz? Diye sordu. "Evet paşam iki kişiydik diye cevap verdik. "Allah belanızı versin, o kadar adamın kafasını gözünü kırmayı basıl becerdiniz eşek oğlu eşekler? Dedi.
Tam odadan çıkarken duvarda ki aynadan dikiz aynasından bakar gibi paşaya baktım. Sağ eliyle yüzünü kapatmış, çaktırmamaya çalışarak gülüyordu.
KORE ANILARI, İSMET KARABENLİ 1
Sevgili "F" vitaminlerim. Bu anlatacaklarımı Abim İsmet Karabenli'nin bana anlattığı gibi, onun ağzından anlatacağım. Sizde o güzel adamın dizinin dibine oturmuş, o anlatıyor, siz dinliyormuş gibi okuyun.
Yıl 1953 . Ülke Kore ile yatıyor, Kore ile kalkıyor. Bir de NATO çıktı. Birleşmiş Milletler, NATO sanki velinimetimiz. Beynimizi yıkıyorlar. Devamlı "Allah'tan biz varız yoksa Rusya hemen tepenize biner. Ah o komunistlerden herşey beklenir. Mesajları veriliyor. Komunist ne, ne yapar, yenilir mi, içilir mi kimse bilmiyor ama "kötü çok kötü birşey. Allah yüzlerini göstermesin. Kafir onlar kafir" deniyor.
NATO, Birleşmiş Milletler ne isterlerse yapıyoruz. Kore'de savaş var asker göndermeniz lazım diyorlar. "Lan Kore nere Türkiye nere ? Bizim Kore'de ne işimiz var?" diye kimse sormuyor. Kuzu kuzu "Evet" diyor başımızdakiler. Bir de devamlı gazetelerde Birleşmiş milletler yetkilileriyle sırıtarak çektirdikleri resimler yayınlanıyor.
Efendim Kore'ye gidecekler iki şekilde belirleniyor. Kura ile ve gönüllüler olarak. Ben astsubayım ve gönüllü oluyorum. Sivas'lıyım ya, kabadayıyım ya, delikanlıyım ya, rahatlık battı ya. Anamın, babamın yalvarmaları karşı çıkmaları bir kulağımdan giriyor bir kulağımdan çıkıyor. Kore'li kardeşlerimi kurtarmaya gidiyorum. Kahraman olacağım ya.
Neyse sefer günü geldi. İstanbul'dan koca bir askeri gemiye bindik, yerleştik. İskele çocuklarını uğurlamaya gelen aileler, akrabalar, arkadaşlarla dolu. Beni uğurlayan kimse yok. Malum o zamanlar Sivas'tan İstanbul'a seyahat kolay değil. (Geçmiş gün herhalde babam gelmişti)
Sonunda marşlar gözyaşları, alkışlar, iç geçirmeler, el sallamalar ile gemimiz limandan ayrıldı.
Açık denize çıktık. Bir dalga, bir rüzgar, koca gemi beşik gibi sallanmaya başladı. Kusan kusana. Bir böğürtüdür gidiyor. Bizimkilerin en az yüzde doksanı ne gemiye binmiş ne deniz görmüş, sürünüyorlar. Üniformalar yeşil, suratlar yeşil bir görünüm ki gülermisin ağlarmısın. Karayağız mehmetcikler düşman yüzü görmeden, bir kurşun bile sıkmadan "ölüyorum anam" diye feryatlar içinde safra çıkarıyorlar. Bir şey yiyip içmenin mümkünü yok. Biz subaylar, ast subaylar birliği ayakta tutmaya çalışıyoruz biz ayakta duramıyoruz ki.
Sonunda gemimiz bir limana yanaştı. Daha Kore'ye çok var. Nasıl sevindik nasıl sevindik tarif edemem. Aman şükür ayağımızın altında hareket etmeyen bir zemin bulduk dedik, dünyalar bizim oldu. Bu sevinç kumandanlığın yaptığı anonsla sona erdi. Karaya sadece subayların çıkmasına izin veriliyordu.
Bütün astsubayları topladım. "Arkadaşlar" dedim "bu yapılan büyük haksızlık. Günlerdir gemide sürünüp duruyoruz. Subaylar insan da biz değilmiyiz? Boşverin emri biz de çıkalım". Bir iki homurdanma oldu, ama sonunda emre karşı gelmeye, karaya çıkmaya karar verdik.
Zaman geldi bizim gurup gemiden çıktık daha bir kaç yüz metre gitmeden inzibatlar ve güvenlik bizi yakaladıkları gibi gemiye geri getirip hapse attılar. Bir kaç saat sonra mahkemeye ifade vermeye çıkarıldık. Ben ve Ankara'lı Cemal hariç diğerleri pişman olduklarını söylediler. Yanlış yaptıklarını itiraf ettiler ve serbest bırakıldılar. Biz "Pişman değiliz. Bu haksızlık, elimize fırsat geçse yine yaparız" dediğimizden. Hücremize geri postalandık.
En az dört, beş saat geçti, kapı açıldı emir subayı girdi. "Sizi paşa, Cemal Madanoğlu görmek istiyor" dedi. Çıktık, generalin odasına götürüldük. Karşısında hazır ola geçtik Cemal Paşa kıvırcık saçlı, esmer boylu boslu, arslan gibi bir adam. Oturduğu yerden bizi bir süzdü. Sonra odadakilere "siz çıkın" dedi. Herkes çıkınca ayağa kalktı. "Pişman mısınız lan" diye sordu. "Hayır paşam pişman değiliz. Günlerdir kendimize bakamadık, erlerimizle uğraşıyoruz. Süründük yorulduk karaya çıkmak bizim de hakkımızdı" Dedim. Güldü paşa. Cemal'e döndü. "Sende mi aynı fikirdesin lan" diye sordu. "Evet paşam" dedi Cemal, bana pis pis bakarak.
Paşa etrafımızda bir kez döndü. Sonra "Ulan" dedi " Bütün bu yaptıklarınızdan sonra eğer pişmanız deseydiniz ağzınıza sıçacaktım Hadi siktir olun gidin şimdi görevinizin başına dönün.
Öyle bir selam verip çıktık ki.
.
ABİM ABİM 4
Abim benim Kanada'dan Türkiye'ye dönmem için elinden geleni yaptı. Eşim Yasemin ile evlenmeyi aklıma o soktu, onu ıistedi. Kızlarını taaa Kanada'ya yollamak istemeyen aileyi ikna etti. Nikah işlemleri yetiştirmesi için nikah memuruna rüşvet bile verdi. Düğünümü yaptı.
Kanada'dan Marmaris'e kesin dönüş yaptığumuzda abim önce benim sakallarımı yadırgadı. Sonra alıştı, sevdi ve sakal bıraktı.
Abim önce saçlarımı uzatıp at kuyruğu bağlamamı kınadı. Sonra o da saçlarını uzattı, at kuyruğu bağladı. 75 yaşındaydı.
Abim önce benim rengarenk giyinmemi yadırgadı sonra o da rengarenk giyinmeye başladı.
Ben şiirler yazdım. O da şiirler yazdı. Birbirimize şiirlerimizi okuduk, paylaştık.
Spor yapmaya başladık. Birlikte yürüdük. Dağlara tırmandık. Yüzdük, balığa çıktık. O anlattı ben dinledim, ben anlattım o dinledi, saatlerce konuştuk, dertleştik. Masa tenisi oynadık. Beni hep yendi ve her oyunun sonunda kahkahalarla güldü.
Korkusuz bir dalgıç , balık adamdı.Canı sıkıldımı 50 metreye dalardı. " derinlik beni öyle rahatlatıyor ki bütün dertlerimi unutuyorum Güven " derdi.
Koyu bir Fenerbahçeliydi. Birlikte maç seyretmeye bayılırdık. Ama fanatik değildi. Galatasaray UEFA kupasını aldığında sevinçten adeta havalara uçmuştu.
Bayramlarda Ordu kumandanları kendisini Kore Gazisi olduğundan askeri tören için üsse davet ettiğinde bu davetlerin çoğunu "ben sizin bildiğiniz gazilere benzemediğimden gelemeyeceğim diye kibarca reddetti.
"Vallahi ne saçımı kısaltırım ne de at kuyruğumu çözerim Güven, Tören onların olsun. Eminim törene uygun gaziler bulurlar. Ben 9 yıl askerlik yaptım yeter" dedi.
Her sıkıntımda elimden tuttu, her derdimi dinledi, her saçmaladığımda beni karşısına alıp o otoriter ses tonuyla Bak oğlum" diye başlayıp fırçaladı. Ayaklarım yere bastı. Aklımı başıma getirdi.
İkimizde aynı ananın rahminde can buduğumuzu, aynı anadan babadan geldiğimizi, abi kardeş olmanın güzelliğini ve kutsallığını hiç unutmadık.
Diyorum ya alem adamdı abim. Yazıyorum yazıyorum bitmiyor. Bana yolladığınız zarif duygu dolu mesajlarınızda " ne güzel, ne şanslısınız böyle güzel bir abi kardeş sevgisi yaşamışsınız" diyorsunuz.
Siz böyle bir abiyi sevmez miydiniz?
Kurban olmaz mıydınız?
Özlemez miydiniz.
Yazmaz mıydınız?
ABİM ABİM 3
Bu resimde artık yakından tanıdığınız abim İsmet Karabenli ve biricik kızı Billur'u görüyorsunuz. Eğer dikkat ederseniz Billur'un eli abimin elinin üstünde ve ikisi de gülüyorlar. Neden böyle gülüyorlar biliyor musunuz? Çünkü abim "kızım ellerimi kapat çok yaşlandılar resme bakanlar adamın ellerine bak ne kadar da yaşlanmış demesinler" dediği için.
Elli günü geçti abimi kaybedeli. Zaman insafsız, zaman uçuyor, zaman hırsız. Hani hırsızlar bir şeyler çalarlar, sonra yakalanmamak, çaldıklarını geri vermemek için alel acele kaçarlar ya aynen öyle işte..
O kadar çok şey değişti ki yaşamımda, yaşama bakışımda. Yine uyuyamıyorum, yine gözlerim dalıp dalıp gidiyor. Yine bir türlü sabah olmuyor. Yine horoz seslerini ayırd eder oldum. Yürek acısı sıcağı sıcağına o kadar belli olmuyor. Sonradan koyuyor. O kadar iyi biliyorum. O kadar yaşadım ki.
Abim hayatı çok seven, hayata çok bağlı birisiydi. Ne ölümü düşünür, ne ölüm hakkında konuşur, ne de ölüm hakkında konuşanlarla konuşurdu. Ne zaman hüzünlü bir yazı yazsam karşıma dikilir" ne oluyor lan geri zekalı, böyle yazılar yazıyorsun? Daha boyun kaç, yaşın kaç" diye kızardı bana. Sonra da oturur en karışık bilmeceyi beş dakika da çözerdi.
Çok cesurdu abim çok. Yaşı kaç olursa olsun savaşçılığını hiç bırakmadı. Bir defasında kendisinden haraç isteyen mafya mensuplarıyla tartışırken çıkarıp masasının üstüne tabancasını koymuş, sonra da" Bana bakın ulan, Allah benden bana verdiği canı alamıyor. Siz benden haraç mı istiyorsunuz. Hadi elimden bir kaza çıkmadan siktir olun gidin demiş, hepsini kovmuş, adamlar bir daha da cesaret edip geri dönmemişlerdi.
İkimizi yanyana görenler Maşallah İsmet Bey kardeşinizden daha genç gözüküyorsunuz dediklerinde müthiş keyiflenir " benden 15 yaş küçük biliyor musunuz" der o meşhur kahkahasını patlatırdı. Sonra bana manalı manalı bakar sarılır " Gücenme yavrum ne yapalım Allah beni daha yakışıklı yaratmış" derdi.
Spora devam ediyorum, ama boynum bükük be canlarım. Her an sanki abim bir yerlerden terli terli çıkıp gelecek, bana takılacak, veya birileri gelip" yahu iki saat oldu İsmet Abi hala yüzüyor, vallahi helal olsun" diyecekler sanıyorum, bekliyorum.
Herşey o kadar çabuk oldu bitti ki hala inanamıyorum biliyor musunuz. Kusura bakmayın ara sıra sizlere yazıyorum çünkü çok doluyorum. Çünkü biliyorum sizler benim iyi günümde de, kötü günümde de hep yanımda oldunuz.
Eminim en fazla abime sürpriz oldu bu son.
Hala inananıyorum.
Çok özledim...
Ben bazı geceler içer içer, seni düşünürüm. Bazı geceler seni düşünür düşünür, içerim. 
Bazı geceler içmem, ama seni düşünürüm.
NE GÜZELMİŞ ŞIMARMAK, ŞIMARTILMAK
Bakın çok sevgili bir okurum Ebru hanım son yazım "Bir anne giderse" yi okuduktan sonra şu yorumu yapmış. "BİR ANNE GİDERSE İÇİNİZDEKİ ÇOCUK GİTMEZ BELKİ AMA ÇOCUKLUĞUNUZ GİDER. KİMSENİN KÜÇÜĞÜ,YAVRUSU, ÇOCUĞU OLAMAZSINIZ. BABANIZDA YOKSA O ZAMAN ÇOCUKLUK BİTER. ONLAR HAYATTAYSA 70 YAŞINDA BİLE OLSANIZ HALA BİRİLERİNİN YAVRUSUSUNUZ.
Aklımı nerelere aldın götürdün Ebru. Ben 1963 yılında babamı kaybettim. Lise birdeydim, 17 yaşındaydım. 1970 yılında annemi kaybettim. Kanada'da yaşıyordum. Cenazesine bile gelemedim.
Yani 55 yıldır yetim, 48 yıldır öksüzüm. Bir de bu acıların üstüne ne acılar eklendi ne acılar. Yani senin yazdığın gibi çocukluğum yıllar önce gitti .O zamandan bu zamana kimsenin küçüğü ve yavrusu olamadım. Bir de üstüne üstlük 20 yıl bütün kardeşlerimden, akrabalarımdan, arkadaşlarımdan, dostlarımdan 8721 km ülkemizden uzakta yaşadım. Büyüdüğümü sadece ben fark ettim.
Belki sizlere bütün bu yazıları yazmam bir günah çıkarma bir özlem duygusu sonucu. Belki hasret gidermeye uğraşmak. Belki de yıllar önce kaybettiğim şımartılma duygusunu ucundan yeniden yakalamaya çalışıyorum.
Artık büyüsem de, hatta 70 yaşını geçip büsbüyük olsamda da hala anam babam diyor o şımartıldığım günleri çok özlüyorum biliyor musun?
Ne güzelmiş "Anam bana bakar", babam bana sahip çıkar" diyebilmek.
Ne güzelmiş...
BİR ANNE GİTTİĞİNDE...
Sizlere dün bir anneler günü yazısı yazdım , ama rahat edemedim. Yazımı yeterli bulmadım. Kesmedi yani. Çünkü face'te uzun yazamıyorum. Annelerin çok daha iyi anlatılabileceğini düşündüm. Bu dünkü yazımın devamıdır.
Bir anne gidince erkek aynanın önüne geçer ve ilk defa kendine bakar. Aslında ilk defa kendine bakar demek yanlış. İlk defa kendini görür demek daha doğru. Ne kadar beceriksiz, ne kadar çaresiz, ne kadar zavallı, hatta ne kadar bencil olduğunu fark eder. Evin efendisinin aslında kim olduğunu anlar. Fedakarlığın, sabrın, hoşgörünün, sessizliğin ne olduğunu keşfeder.
Bekir Coşkun'un o muhteşem " bir kadın gittiğinde" yazısının bir paragrafını haddim olmayarak değiştirdim.
"Bir kadın gidince büyük bir boşluk oluşur arkasında" diyor o güzel adam. "Kadınlar arkalarında pek çok yetim bırakarak giderler. Ve bir kadın gittiğinde bir çok kişi gider. Bir ahçı bir temizlikçi bir bahçevan bir muhasebeci bir doktor bir pisikolok bir arkadaş bir dost gider" diyor. (Ben kadını "bir anne gidince" olarak değiştirdim)
Bence de en önemlisi her sıkıntıya düştüğünüzde sarılı sarılı vereceğiniz bir vücut, gömülüvereceğiniz yumuşacık bir bağır gider. Bir anne gidince.
Bizim ellerde, Anadolu'da "anan ölsün" derler insanlar çok kızınca. Büyük intizardır. Ana olmayınca arkada kalanların ne kadar perişan olacağını, ne kadar sürüneceğini bilirler de ondan.
Yaaaa "F" vitaminim benim, annelerinizin kıymetini, önemini bilin. Hayatınızda ki yerlerini bilin. Elinizden geldiği kadar gitmesinler.
Bir giderlerse...
Giderlerse de güzel gitsinler ve sizin öyle bir yaşamınız olsun ki cennette onlara kavuşabilesiniz.
Yoksa çok üzülürler.
ANNELER
Allah bana nasip etti otuz yıl önce kızım Bahar'ın doğumuna girdim ve doğum denen mucizeyi bire bir yaşadım. Hatta kızımın göbek bağını ben kestim.
Doğum esnasında eşimin baş ucundaydım. Anne olmanın nasıl bir fedakarlık olduğunu, bir annenin bir çocuk dünyaya getirmek için ne sıkıntılar, ne acılar çektiğini kalbim çarpa çarpa izledim. Öyle duygulandım ki...
Annenin, anneliğin ne olduğunu anlamak, hissetmek için mutlaka eşinizin doğumuna girin diye yazdım erkek okurlarıma defalarca.
Biliyor musunuz ne kadar zordur bir annenin doğum öncesinde ve esnasında çektiklerini, endişelerini, korkularını eşinin ve çocuğunun bilmemesi, umursamaması veya fark etmemesi.
Kaç yaşına gelirlerse gelsinler, buradan bütün çocuklara sesleniyorum, Annelerinizin, değerini bilin. Bir giderlerse herşey onlarla gider öyle bie öksüz kalırsınız ki.
Yeryüzünün bütün anneleri; hepinize sarılıp öpüyor, önünüzde saygıyla, sevgiyle, hayranlıkla eğiliyorum.
Anneliğin günü saati olmaz. Bunu en iyi sizler bilirsiniz.
Anneler gününüz kutlu olsun.
Allah hepinizden razı olsun.
İYİ Kİ DOĞDUN, İYİ Kİ DOĞDUN, İYİ Kİ DOĞDUN DEMEK GÜZELDİR. GÜLERİZ EL ÇIRPARIZ. AMA NUR İÇİNDE YAT DEMEK ÖYLE ZORDUR Kİ...
(Şimdi ben bu mesajı neden yazdım? Sizleri üzmek için mi? hayır. Cumartesi şahane bir Marmaris sabahı . Pencere açık içeri mis gibi Mayıs kokuları ve kuş cıvıltıları geliyor. Uzandım cep telefonumu aldım. Kanada'dan çok sevdiğim bir arkadaşımın yaş günüymüş kutlama masajı yolladım. Tam o anda birbiri ardına iki sala verildi. Duygularım karma karışık oldu. Düğün ve cenaze filmini anımsadım. Yaşamla ölüm ne kadar iç içe diye düşündüm. İçim doldu. Sonra bu yazı çıktı ortaya sizlerle paylaştım. Belki anı yaşamanın ne kadar önemli olduğunu birlikte hatırlarız diye düşündüm))
ALIŞKANLIK
Şort giymeye bayılırım. Marmaris'te halk mevsim değişikliğini bana bakarak anlar. Ben eğer şort giyiyorsam yaz, pantolon giyiyorsam kış başlamış demektir.
Geçenlerde en sevdiğim şortumu kıçıma geçirdim ve dehşetle sağ cebimde bir delik olduğunu fark ettim. "Olsun" dedim kendi kendime" ben de sol cebimi kullanırım".
Ama kazın ayağı öyle değil işte sayın seyirciler. Ben sağ elimi, ve sağ cebimi kullanmaya alıştığımdan ve cebimde ki deliği hep unuttuğumdan, sağ cebime koyduğum nesneler başta bozuk paralar olmak üzere her tarafa saçılmaya başladılar. Döktüklerimin bir kısmını yerden alıp sol cebime koydum. Bir kısmını kaybettim. Bir kısmını da bilhassa Migroslar da beni seyredenlerden utandığımdan ıslık çalarak fark etmemiş gibi davranıp almadım. Sonunda cebimdeki delik araba anahtarlarım düşecek kadar büyüdü, serpildi, gürbüzleşti.
Şimdi ben bunları size alışkanlıkların ne kadar kötü olduğunu ve insan hayatını nasıl etkilediğini, vurgulamak için anlattım. Bakın sağ elini ve sağ cebini kullanmaya alışmış biri olarak sol elimi ve sol cebimi kullanamadım.
Alışkanlık bir nevi yakayı ele vermek yenilgiyi kabul etmek, yaşamdan adeta el ayak çekmek, acizleşmek, herşeyi otomatiğe bağlamaktır.
Hepimiz alışkanlıkların esiri olur yaşar gideriz. Kardeşim her akşam bir büyük içiyorum diyorsun, kesene, karaciğerine yazık değil mi diye soruyorsun? "Ne yapayım abi alıştık bi kere" cevabı geliyor. Yahu nefesini kıçından alıyorsun, hala mı sigara içiyorsun? diyorsun, "Biliyorum ben de istemiyorum, ama alışkanlık be abi" cevabını alıyorsun. Anlamıyorum sen bu kadına( veya adama) nasıl tahammül edebiliyorsun? Diye soruyorsun. "Ne yapalım alıştık başa gelen çekilir. Öyle veya böyle yaşayıp gidiyoruz işte" diyorlar.
İnanın her kültürde insanlar böyle sürdürürler yaşamlarını. Sonunda bir alışkanlık yumağı haline gelirler. Analarından atalarından örnek alıp onların alışkanlıklarını kopyalayıp onlar gibi yaşarlar.
Atalarımız boşuna "Alışmış kudurmuştan beterdir" dememişlerdir. İnanın alışkanlıklar içinde kaybolan insanlar yaşadıklarını bile fark etmezler. Eğer alışkanlıklarını çekip alırsanız ayakta duramazlar, yaşayamazlar sendelerler, düşerler, ne yapacaklarını şaşırırlar, kaybolurlar veya çok kızarlar. Uyandırıldıklarına sinir olurlar. Çünkü alışkanlıklar insanları mışıl mışıl uyutur.
Deneyin hiç olmazsa bir gün, tek bir gün. Hergün yaptıklarınızı bırakın, başka şeyler deneyin. Bakın nasıl hissedeceksiniz, bana ne kadar hak vereceksiniz..( mesela Beyhan güne kahveyle başlama 😅😅😅)
Neyse, Allah'a şükür Gül halime acıdı da sağ cebimi dikti. Yine sağ elimi, sağ cebimi kullanmaya başladım. Çok mutluyum. Uykuma geri döndüm, rahatladım.
"Alıştım hasretine gel desen gelemem ki" diye şarkı bile var.
CEHENNEMİN İLK BASAMAĞI
Dünya değişir. Ama seçim yalakaları, koltuk manyakları, bezirganlar, aracılar değişmezler. Hep aynı yüzleri görürsünüz. Hep aynı pozları izler, hep aynı lafları dinlersiniz.
Üzerleri alelacele parti slagonlarıyla kaplanmış minibüslere, otobüslere monte edilen berbat ses düzenlerinden yükselen, berbat propoganda şarkılarıyla, türküleriyle kafanızı si...ler.
Her tarafa asılan binlerce, on binlerce, belki de yüz binlerce parti bayraklarından ülke bir çöplüğe döner. Adım başı elinize tutuşturulmaya çalışılan el ilanlarından gına gelir.
Politikacıları, hele en azılılarını dinledikçe iğrenir, insan cinsinden nefret edersiniz. Suratlarında şeytanın fink attığını açık açık görürsünüz. Hele o seçim öncesi önerilen vaatleri duydukça başınız ağrır, kusmak ihtiyacı duyarsınız. Televizyondan, radyodan tüm medyadan nefret edersiniz, ettirirler.
Ve 24 Haziran seçimlerinde o kadar pislik yapılacak,;o kadar adiliğe seviyesizliğe, sahtekarlığa şahit olacaksınız ki gözlerinizi kapamak, kulaklarınızı tıkamak yetmeyecek. Maalesef tarihimize utanılacak sayfalar eklenecek. Düşündükçe tüylerim ürperiyor
Buna sözde demokrasi veya cehennemin ilk basamağı da diyebilirsiniz.
Allah hepimize sabır, dayanma gücü versin. Ne olursa olsun, ne yaparlarsa yapsınlar yılmayalım, insandığımız yoldan dönmeyelim. Bizim rotamız belli, Mustafa Kemal'in evlatlarıyız, Cumhuriyet çocuklarıyız biz.
Başka Türkiye yok.
Taman mı?
BANA BİR ŞEYHLER OLUYOR
En son resmime baktım. Yaşadıklarım o kadar açıktan açığa belli ki suratımda. Gülme, ağlama, hüzün mutluluk çizgileri nasıl da birbirine karışmış. Herşeye hazır bir yüz oluşmuş. Gülenle gülen, ağlayanla ağlayan, ama kötü olmayı beceremeyen bir yüz.
Kaşlarım bile dökülmüş yahu. Saçları bırak kaşlarımın yarısı gitmiş. İşte böyle demek ki; insan yaşlandıkça ufak ufak kayboluyor. Aslında ne güzel olurdu ölmek yerine ufak ufak kaybolsak, sonra da birşey kalmasa ne gömecek ne yakacak kuvvetli bir rüzgarda uçup gitsek.( Belki de bu ağrı kesicileri kesme zamanı geldi. İnanın hayatımda ilk defa ağrı kesici alıyorum. Başka dünyalarda gezmeye başladım Bana bir ŞEYHLER oluyor.)