12 Kasım 2015 Perşembe

BİR ESKİ CEP TELEFONU


Hep birileri oldu hayatımda ve ben hep birilerini sevdim. Onlarda beni sevdiler ama hep ayrıldık sonunda.
Kimisiyle bir gün, kimisiyle bir hafta, kimisiyle bir ay, kimisiyle bir yıl, kimisiyle altı yıl geçirdim. Ama her biriyle sadece 5 dakika sürdü ayrılmamız.
Yasemin’ime rastladığımda 34 yaşındaydım ve kalbim artık nasırlaşmıştı.
O güzel kadın güzelliğiyle, kadınlığıyla, inanılmaz kişiliğiyle, tertemiz pırıl pırıl yüreğiyle işte o nasırlaşmış kalbi yumuşacık yaptı, sevgiyle doldurdu, taşırdı.
Beni kendi içimden çıkardı, dünyayla yeniden tanıştırdı, hayatı ve insanları sevmeyi, sabrı fedakarlığı öğretti.
Kendine aşık bir insanın ne kadar yalnız ve mutsuz olacağını bir tokat gibi vurdu yüzüme. Paylaşmanın güzelliğini gösterdi.
Aslında ben bir cep telefonuydum, o benim şarj aletimdi.
Şimdi geri kalan şarj aleti kaybolmuş bir eski telefon işte.
Ben bunu anlatmaya çalışıyorum yazılarımla. Neden ümitsiz olduğumu ve neden toparlanamadığımı.
İnsan artık bulmasının imkansız olduğunu bile bile kendi şarj aletini arıyor.
Yeni şarj aletleriyle olmuyor ki, uymuyorlar ki!


YASEMİN ÇİÇEKLERİ

YASEMİN ÇİÇEKLERİ

Bu resimde gördüğünüz benim evimin kapısı ve ön duvarları. Büyük bir bahçemiz var yaseminlerle dolu. Her taraf mis gibi yasemin kokuyor gece gündüz. Bakın tam kapımızın önündeki yasemin artık bir ağaç haline geldi ve her sabah kalkıp evden çıkarken kucaklaşıyoruz. Birbirimize günaydın diyoruz eski günlerdeki gibi. Sonra ben izin isteyip dört beş tane çiçeğini alıyorum. Birini kulağımla kafamın arasına yerleştiriyorum. Arabam misler gibi yasemin kokuyor Marinaya gidinceye kadar.

Marinada ki mağazama geldiğimde küçük bir cay bardağına su doldurup çiçekleri içine koyuyor çalışma masamın üstüne yerleştiriyorum. Sonra da bütün gün o güzel koku ile çalışıp, sevgilimin resminin önünde oturup, size yazılar yazıyorum.

Akşam eve gittiğimde beni yine Yasemin karşılıyor kapıda. Birbirimize iyi geceler diliyoruz. Sonra yine izin alarak bir kaç çiçeğini daha alıyorum. Yatma zamanım gelince, daha önce de sizlere yazdığım gibi o çiçekleri Yasemin’in yastığı üstüne koyuyor sarılıyor ve yasemin kokuları içinde uyuyorum.

İşte bizim hayatımız böyle devam ediyor. Hayat devam ediyor diyorsunuz ya!

Hiç ayrılmamış gibi.

İTİRAF

Kırk ayağım olsa,
Hepsiyle sana koşardım.
Kırk kolum olsa,
Hepsiyle sana sarılırdım.
Kırk kalbim olsa,
Hepsini sana verirdim.
Kırk defa dünyaya gelsem
Yine seni sever,
Yine seninle evlenirdim.



YOĞUN BAKIM

Bu yazımla sizlere daha önce yazdığım gibi blog yazılarımın ilk serisini bitiriyorum. Yani bu yazım eğer nasip olursa yeni yayımlayacağım ”Blog yazıları, Yasemin ve Güven” kitabımın son yazısı olacak.
Bu yazımın okuyanların üzüleceğini biliyorum. Ama bırakın üzülsünler. Sonra iş işten geçtikten sonra benim gibi dizlerini dövmelerinden iyidir, .
Paylaşırsanız sevinirim.
YOĞUN BAKIM
Bu yazım sizi üzecek biliyorum. O yüzden işte bu yazıyı 13 aydır bekletiyordum. Bir türlü elim varmadı paylaşmaya. Sonunda dayanamadım artık. Beni o kadar üzdü ki yazmakta, paylaşmakta inanamazsınız. Her okuduğumda ağlattı ve paylaşmadan önce en az 100 kere okudum, en az!
Televizyon dizilerinden, eski yerli ve yabancı filmlerden bazı ölüm sahneleri eminim aklınızda kalmıştır. Çoğunlukla ölümü beklenen hasta bir yatakta yatar. Etrafında sevdikleri, sevgilisi, çocukları, akrabaları, arkadaşları bulunurlar. Çoğu zaman uzun, acı, gözyaşları dolu bir vedalaşma oluşur. Hasta, eğer konuşabilecek durumdaysa son nefesi öncesi son söyleyeceklerini söyler ve sonunda ölüm gerçekleşir. Üzücü ama güzel, acı ama rahat, duygulu ama insanca bir son yani.
Güzelim Anadolu’mda bir atasözü, bir deyim, bir dua, bir istek vardır. “Allah’ım bana kendi yatağımda bir ölüm nasip et” derler. Bunun ne manaya geldiğini ve ne kadar yerinde olduğunu hastanelerde yaşadığım olaylar bana o kadar güzel anlattılar ki. Önce “Allah kimseye bir yoğun bakım ölümü nasip etmesin” diye, sonra “Allah düşmanıma yoğun bakımda bir ölüm nasip etmesin” diye dualar ettim.
Modern dünyamızda hastanın hayatından artık ümit kesilince o zavallı hemen yoğun bakıma kaldırılıyor. Çok kısa bir süre hastanızın yanına girmenize müsaade ediyorlar. Günün veya gecenin geri kalan bölümünde rahatsınız, haber bekliyorsunuz. Eninde sonunda o beklediğiniz haber size ulaşıyor.
Ne oldu, nasıl öldü, bir şey söyledi mi, konuştu mu, kendinde miydi bunlar artık önemli değil. “Başınız sağ olsun hastayı kaybettik” Hepsi bu. Aslında herkes üzgün ama gizli gizli mutlu. “Neyse bu da sonunda bitti rahatlığı” her ne kadar saklanmaya çalışılıyorsa da o kadar belli ki.
O kadar sevdiğiniz, hayatınız boyunca yanından bir saat ayrılmaya dayanamadığınız, dünya da en değer verdiğiniz, en sevdiğiniz insanı, yoğun bakıma, makinelere ve makineleşmiş doktorların, tekniksiyenlerin eline, merhametine bırakmak zorunda kalıyorsunuz, zorunda bırakılıyorsunuz.
Evet, sevgili dostlarım, doktorların ve en yakınlarımın yoğun ısrarı ve baskısı ile Yeşil Gözlü Güzel Kadını hastalığının son günlerinde yoğun bakıma koyduk. Her gün her fırsatta yanında olmaya, onunla konuşmaya, onu hayata döndürmeye çalıştım. İzin verdikleri sürece. Bu sürenin dışında zorla da girdim yoğun bakıma. Zorla da girdim.
Yasemin’imi nasıl 9 Eylül Hastanesi Onkoloji bölümünde bırakmayıp evine, evimize , Marmaris’e getirdiysem, onu yoğun bakıma koymayı katiyen istemedim. İşler bu hale gelince o kadar çok insan etrafınızı sarıyor ki, kime ne cevap vereceğinizi, neye karar vereceğinize şaşırıp kalıyorsunuz. Bilhassa son aylarda, son haftalarda, son günlerde, yorgunluğunuz hat safhaya ulaşıyor. Artık ne düşündüğünüzü, ne hissettiğinizi bilemiyorsunuz. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu algılayamıyorsunuz. Değil mücadele edecek ayakta duracak enerjiniz kalmıyor. Bitiyorsunuz, tükendiğinizi hissediyorsunuz. Minareye çık ve atla deseler, hiç itiraz etmeden çıkıp atlayacak hale geliyorsunuz. İnanın o kadar kötü, o kadar ümitsiz oluyorsunuz.
Canımı, sevgilimi yoğun bakımdan çıkarmak, onu evimize götürmek, veya yoğun bakımdan çıkarıp tekrar normal bir hastane odasına almak, hep yanında olabilmek için o kadar büyük bir mücadele verdim ki inanamazsınız.
Doktorlardan da en yakınlarımdan da hep bir “hayır” cevabı aldım. Ne yaptıysam, ne kadar rica ettiysem, ne kadar yalvardıysam hep aynı cevabı aldım. Hatta ısrarlarım devam edince reaksiyon gösterdiler, saçmaladığımı düşündüler. Kendimi o kadar yalnız, o kadar çaresiz hissettim ki.
Yoğun bakımda ki dördüncü gün Yasemin’in kalp krizi geçirdiği haberi geldi. Hastaneye en kısa zamanda gittim “başın sağolsun” dediler. Yeşil Gözlü Güzel Kadın maalesef hiç hak etmediği bir şekilde, yalnız ve makinelere bağlı öldü. Bana bekli de en ihtiyacı olduğunda, belki de beni en çok görmek istediği an da, ben ne yanındaydım, ne de eli elimdeydi.
Bu şimdi yüreğime köküne kadar saplanmış bir kör bıçak gibi ve ben bu acıyı hayatım boyunca taşıyacağımı biliyorum. Kendimi yaşadığım sürece affetmeyeceğimi, affedemeyeceğimi de biliyorum. Sebep veya sebepler ne olursa olsun, ben bunu Yasemin’e yaptığım bir ihanet, bir alçaklık, inanılmaz bir vefasızlık örneği olarak göreceğim son nefesime kadar, aynen böyle göreceğim. Bunu adım gibi biliyorum.
Eğer bu olayı yeniden yaşama şansım olsa, yemin ediyorum alnıma silah dayasalar ölmeye razı olur, ne olursa olsun sevgilimi yoğun bakıma göndermezdim. Olsun derdim, birkaç gün veya birkaç saat önce ölsün ama benim yanımda ölsün.
Şimdi sizlere rica ediyorum hatta yalvarıyorum. Eğer böyle bir durumla karşı karşıya kalırsanız ne olursa olsun, kim olursa olsun etrafınızdakileri dinlemeyin. Dinleyeceğiniz tek yer kalbiniz olsun. Acıya katlanmayı göze alın. Karşılığında sevdiğinize insanca, sizin yanınızda, hak ettiği bir ölüm şansı tanıyın. Onu paketleyip size geri vermelerine razı olmayın, katiyen olmayın, neye mal olursa olsun olmayın.
Aksi takdir de hayatınızın sonuna kadar kendinizi affetmeyeceğinizi, affedemeyeceğinizi bilin. Ne olur direnin, ne olur direnin. “hayır” deyin.””o kadar seviyorsanız, o kadar istiyorsanız siz gidin yoğun bakıma “deyin.
Yasemin’imi kaybedeli on üç ay olduneredeyse.. Başlangıçta da yazdığım gibi bu yazımı paylaşmaya elim varmadı, yapamadım. Hala o kadar pişman, o kadar üzgünüm ki tahmin dahi edemezsiniz. Ne olur iyi düşünün. Bıçak kemiğe dayanınca kimseyi ama kimseyi dinlemeyin, sakın dinlemeyin.
Beni de affedin, ve benim kendimi affetmem için dua edin.
Çok ihtiyacım var.
O kadar ihtiyacım var ki!
Sevgilime verdiğim sözü tutmadım, tutamadım, çok üzgünüm çok…


DANCING HARRY (DANS EDEN HARRY)


Netsel marinada ki sanat mağazamda yalnız oturuyorum. Bu gün yine inanılmaz, insanı hiç yormayan, yıpratmayan, yakmayan o kadar güzel pırıl pırıl bir güneş var ki dışarıda. Bu günler yabancıların Kızılderili Yazı, bizim Pastırma Yazı dediğimiz günlerin sonu. Kış başlamadan son teselli günleri.
Pavorotti dinliyorum, nasıl güzel söylüyor, nasıl güzel bir orkestra var arkasında. Ne güzel dinlerdik bu muhteşem adamı Yeşil Gözlü Güzel kadınla el ele, nasıl duygulanır, nasıl sarılırdık birbirimize ve nasıl üzülmüştük Pavorotti ölünce. Recondita Armonia’yı söylüyor güzel adam şu anda.
Kanada’dan Türkiye’ye dönüp Marmaris’e yerleşip, iş yerleri açıp karıkoca manyak gibi çalışmaya başlamadan önce, bizde gecelerin zevkini yaşar, lokantalara barlara gider, sahilde el ele uzun yürüyüşlere çıkardık.
İçmeler’de Martı Otel’in sahildeki barında çok iyi bir zenci caz şarkıcısı olduğunu duyunca bir akşam adı geçen bara gittik. İri yarı, kilolu kısa saçlı, 60 yaşlarında, gözlüklü boynunda kocaman gümüş bir muska taşıyan müzisyen hakikaten başarılı birisiydi. Tek başına kendine göre ayarladığı bir ses düzeni yardımıyla mükemmel bir resital veriyordu. Güzelimle birlikte yüzümüzde mutlu bir gülümseme ve hayranlık ifadesiyle adamı izlemeye başladık.
Birden piste en az 75 yaşlarında zayıf kamburu çıkmış, uzunca boylu, dereceli gözlüklü, kısa kıvırcık saçlı bir adam fırladı ve yüzünde dalgın bir gülümsemeyle kendi kendine dans etmeye başladı. Müzisyen şarkısını bitirdikten sonra. Bizlere döndü ve “bayanlar baylar bu dans eden beyin adı Dancing Harry her akşam buraya gelir bir müddet dans eder sonra da bırakır gider. Endişelenmeyin zararsızdır” dedi. Tabi gülüşmeler oldu sağdan, soldan. Müzik tekrar başladı Adam da dansına devam etti.
Birden Yasemin elimi sıktı ve gözlerime baktı. Gözlerinde hiç o güne kadar fark etmediğim bir ifadeyle ayağa kalktı. Gözlerimin içine biraz daha baktı. Hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp piste çıktı ve adamla dans etmeye başladı. O kadar güzeldi ki.
Lokantada ki insanlar film artistlerine taş çıkaracak kadar, güzel yemyeşil gözlü, arslan yelesi gibi sarı bukle bukle saçlı, uzun boylu, çok iyi giyimli böyle bir kadının, yarı deli bir adamla dans etmesine bir mana veremediklerinden şaşkın şaşkın seyretmeye başladılar.
Zenci şarkıcı proğramına ara verinceye kadar dans ettiler. Sonra müzik sona erince alkışlar arasında Dancing Harry Yasemin’in önünde diz çöktü, sağ elini çok zarif bir şekilde tutup öptü. Yasemin’e masamıza kadar refakat etti, Sandalyesini çekti oturttu. Sonra bana döndü yüzünde inanılmaz bir müteşekkirlik ifadesiyle teşekkür etti. Elimi iki eliyle iki büklüm olacak kadar eğildi tuttu ve sıktı, İngilizce defalarca tekrar teşekkür etti. Sonra ikimize “good night” deyip çıktı gitti.
Yasemin’le karşılıklı bakıştık. Gözleriyle o kadar çok şey anlatmaya çalışıyordu ki. Hiç konuşmadık. Bir müddet birbirimize baktık durduk. Sonra sevgilim oturduğu sandalyeden kalktı, yanıma oturdu. Hiç kimseye aldırmadan beni uzun uzun öptü. Sonra bir eliyle elimi tuttu, diğeri ile bana sarıldı. “Hiç kimse insanlar kendine gülecek kadar yalnız kalmamalı, bilhassa dans etmeyi bu kadar seven birisi bunu hiç hak etmiyordu, dayanamadım. Bana kızmadığın için çok teşekkür ederim. Ne güzel adamsın sen” dedi.
Sonra o güzel gözleri dolu dolu yüzüme baktı. “biz hiç ayrılmayacağız değil mi” diye sordu.“ insanının senden ayrılması için aklından zoru olması lazım” diye cevap verdim. “söz mü diye sordu. O kadar güzel bakıyordu ki gözlerimin içine, dayanamadım bende onu hiç kimseye aldırış etmeden uzun uzun öptüm. “Söz” dedim.“İyi o zaman” dedi. Sonra yüzünü tam kalbimin üstüne yasladı. Bir müddet sonra “Sana inanıyorum, kalbinde öyle söylüyor” dedi, yüzüme bakmadan.
Öyle güzel bir akşamdı ki, denizden yükselen minik dalgaların şıpırtısını sarmaş dolaş oturduğumuz masamızdan duyabiliyorduk yeşil gözlümle. Mehtap bile vardı. O akşam onu bir daha, bir daha sevdim. Çok sevdim.
(Kimbilir, belki bu anım sizlere nasıl birisini kaybettiğimi, neden hala toparlanamadığımı ve neden devamlı yazdığımı biraz olsun anlatır. Beni mazur görür, “senin psikolojik bir tedaviye ihtiyacın var demezsiniz”)


5 Kasım 2015 Perşembe

GÜZEL AŞKLAR HALA VAR




Sevgili dostlarım

Sekiz ay zarfında binlerce mesaj aldım sizlerden. Bazılarına bire bir cevap verdim. Bazılarına telefonla cevap verdim, bazılarına ise toplu cevap vermek zorunda kaldım. Bu arada bu mesajların büyük bir çoğunluğu bayan okuyucularımdan geliyordu.

Mesajların çok büyük bir bölümünde Yasemin ile olan birlikteliğimizin adeta bir efsane olduğu, artık dünyamızda böyle aşkların kalmadığı, bizim aşkımızın bir aşk masalı olduğu vurgulanıyor hatta böyle aşkların sadece filmlerde kaldığı yazıyordu.

Güzel dostlarım benim, böyle aşklar var. Her yerde var. Onlarca, yüzlerce, binlerce, on binlerce, hatta milyonlarca var. Allah neden hala kıyameti koparmadı sanıyorsunuz? İşte bu güzel insanlar, onların birbirine karşı, dünyaya, yaratana karşı sergiledikleri sevgi saygı ve duruşları yüzünden. İşte hala bu güzel insanlar olduğu için Allah dünyayı yok etmeye kıyamıyor, inanın bana. Bu gün hala hayattaysak ve dünya hala yerinde duruyorsa, kıyamet kopmadıysa bunu işte o insanlara borçluyuz.

Asırlardır insanlar vahşete, negatifliğe ve kötü olaylara odaklandırıldılar. Dünyanın her ülkesinde bu sistem uygulandı asırlardır ve yerleştirildi. Çünkü güzel, iç açıcı olaylar maalesef ilgi çekmiyor. Mesela muhteşem bir evlilik yapmış çocukları torunları olmuş, namuslu, dürüst bir hayat yaşamış bir çift kimsenin dikkatini çekmiyor ama bunlardan biri cinnet getirip de ötekini öldürür veya yaralarsa hemen haber oluyor. İşte maalesef dünya böyle çalışıyor.

Eğer kendinizi bu negatif bakış ve odaklamadan kurtarır da etrafınıza başka gözle bakarsanız, bir yığın mutlu, birlikte hayat mücadelesi veren, birbirleri için yaşayan, birbirini hakikaten çok seven insanı fark edersiniz. Bu hakikaten neye odaklandığınıza bağlı. Mesela bu şuna çok benziyor; Yeni bir araba almaya karar veriyorsunuz ve o güne kadar hiç almayı veya kullanmayı düşünmediğiniz bir araba üzerinde karar kılıyorsunuz. Birden etrafınıza baktığınız da binlerce insanın o sizin almaya karar verdiğiniz arabadan kullandığını fark ediyor hayret ediyorsunuz. İşte aynen böyle. Neye odaklandığınıza bağlı.

Şimdi resmimize iyi bakın. Üçümüzün yüzünü de inceleyin. Hiç kötü düşünen veya kötülük gelecek insanlara benziyormuyuz? Yüzü aynasıdır insanın. Üzüntülerini, güzelliklerini, dertlerini, sevinçlerini, hüsranlarını, hayal kırıklıklarını, sevgilerini, hoyratlıklarını, sahtekarlıklarını, caniliklerini, puştluklarını, bencilliklerini, yalancılıklarını hep yüzlerinde taşır insanlar.

Bir çift gören göz bütün bunları görür. Ya sarılır, ya uzak durur. İşte bunu görmeyen, göremeyen veya görmek istemeyen insanları hayat bir karadul örümceği gibi avlar, zevkini çıkarır sonra da posasını çıkarır atar.

Sağımda ki kardeşim Besim, solumdaki tatlı kız da eşi Benay. Allah ağızlarının tadını bozmasın. O kadar mutlu, o kadar iyi anlaşıyorlar ki. Onlar da hayatı birlikte, paylaşarak, mücadele ederek birbirleri için yaşıyorlar. Yaseminle taşıdığımız bayrağı gözü kapalı devredeceğimiz ve gözümüzün katiyetle arkada kalmayacağı bir çift işte. İnanın bana şöyle bir kalp gözünüzle baktığınızda Besim ve Benay çifti gibi birçok büyük aşk yaşayan insanların farkına varacaksınız, inanın bana.

Benim hala ümidim var. Ben hala, her şeye rağmen sonunda dünyayı sevginin kurtaracağına inanıyorum. Siz de inanın.



SEVMEK

Her sabah uyanıyor, seni seviyorum. Sonra köpeklerimizi gezdiriyor, çiçeklerimiz suluyor,yaseminlere dokunuyor, kokluyor, seni bir daha seviyorum. Sonra bütün gün seni seviyorum, hep seviyorum.,
Çünkü seni seviyorum ben!

ADINI SİZ KOYUN


Gülmek içimden gelmiyor. Bazen kendimi gülerken yakalıyor kızıyorum. Aşka, sevgiye aşık olmaya gücüm yok. İnanılmaz bir boşluk, inanılmaz bir yalnızlık içindeyim ama birisine bağlanacağım diye korkuyorum, çok korkuyorum. Çünkü sevdim mi tam seviyorum ben. Bir acı daha yaşayamam ki.
Bütün geceler ve sabahlar birbirinin aynı. Elimi eteğimi çekmeye çalıştığım, her şeye rağmen devam eden bir hayat ve kafamda devamlı tekrar eden, bir türlü durduramadığım bir türkü var “Yolun sonu gözüküyor”. Aynada kendi gözlerimin içine bakamıyorum, zorlanıyorum artık.
Demek ki insan böyle tükeniyor.

YEMİN EDERİM BAĞRIMA TAŞ BASMAYA RAZI OLURDUM


Ne hoş bir güzelliği vardır, hafif adımlarla gülümseyerek dünyadan geçenlerin, kimseye bir kötülüğü dokunmadan yaşayanların, onurlu bir yaşamı seçenlerin.
Virginia Woolf
YEMİN EDERİM BAĞRIMA TAŞ BASMAYA RAZI OLURDUM
1970 yılında Kanada’ya gittim. O yıllar Türkiye’de yaşadıklarım beni o kadar bezdirmiş, yıldırmıştı ki tam 10 yıl dönmedim. Tam 10 yıl. Dile kolay. Eşinden dostundan, arkadaşından, akrabalarından, memleketinden ayrı tam 10 yıl.
10 yıl sonra, iki yıl üst üste Türkiye’ye tatile geldim. İkinci gelişimde Yasemin’ime rastladım. Bir yıl sonra da evlendik ve güzelimi Kanada’ya aldım gelin getirdim.
Yasemin benim akrabamdı ve ben onu bebekliğinden tanırdım. Aramızda 14 yaş vardı. Yasemin’in dedesi ile benim annem halaoğlu, halakızıydı. Yani Yasemin benim kuzenimdi. Bütün ailemi tanırdı. İkimiz de çerkesdik.
İşte böyle Yasemin bir anda benim her şeyim oldu. Ben de onun her şeyi oldum. Kocası, annesi, babası, kardeşi, arkadaşı, abisi, akrabası her şeyi.
O kadar iyi arkadaş olduk, o kadar bağlandık, o kadar sevdik ki birbirimizi. Bir Köroğlu, bir Ayvaz misali, Kanada gibi Türkiye’den uçakla 12 saat uzakta, Türkiye’den 9 defa büyük, kocaman bir ülkede. İşte sevgimiz böyle sağlamlaştı, böyle kemikleşti bizim. Birbirimizle, birbirimiz için yaşamayı öğrendik.
Toronto’da Yasemin’imle yaşarken bazen beni çok üzen rüyalar görürdüm. Bu rüyalar üç aşağı beş yukarı hep birbirinin aynı gibiydi. Yasemin’i Türkiye’ye gönderiyordum tatile ve geri dönmüyordu. Çocukluk aşkıyla birlikte olmaya karar veriyor, kaybolup gidiyor, kimse de nerede olduğunu bilmiyordu.
O kadar üzgün uyanırdım ki bu rüyalardan. Kalbim gümbür, gümbür çarpardı. Neden derdim, neden, ne güzel seviyorduk birbirimizi, ne güzel alışmıştık birbirimize, neden? Kalbim öyle bir ağrır, öyle kötü olurdum ki.
Sonra uyanır yanımda huzur içerisinde, mışıl mışıl uyuyan güzel karımı fark ederdim. Dünyalar benim olurdu. Ona sarılırdım uyandırmadan saçlarını koklardım. Gülümserdim sessizce öperdim. Bazen gözlerim yaşarırdı, öyle duygulanırdım ki. “Seni çok seviyorum, seni çok seviyorum” diye fısıldardım, “Rüyaydı, yine rüyaydı” derdim kendi kendime sevgilimi uyandırmadan.
Şimdi bana bir seçim hakkı verseler, ölüm mü yoksa, seni terk edip başkasıyla yaşaması mı diye, yemin ederim hiç düşünmeden başkasıyla yaşasın der, bağrıma taş basmaya ve çok üzülmeye razı olurdum. Hayatım boyunca mutsuz olmayı ve onu özlemeyi de kabullenirdim.
Ben Yasemin’i seviyordum, çok seviyordum. Ve ben sevginin de, sevmenin de ne olduğunu biliyorum, hem çok iyi biliyorum.


KISKANMAK


Kıskanmak nedir? Kimi kimden, neyi neyden kıskanıyorsun? Güneşi aydan, geceyi gündüzden, çiçeği böcekten, bülbülü gülden, yazı kıştan, bulutu yağmurdan, balığı denizden, denizi dalgadan, ağacı dalından, ateşi dumandan, ölümü kaderden kıskanabilirmisin. O zaman kulu kuldan kıskanmak niye?
Kıskanacağına, kıskandığının zincirlerini çöz, ona kanat tak, takki uçsun gitsin gitmek istediği yere. Bu hem senin, hem onun kurtuluşu olur. Gönül istemediği yerde de, istenmediği yerde de durmaz. Neyin kavgasını yapıyorsun be yavrum? Kelebeğin ömrü belki de bir gün. Yazıktır, günahtır kanatlarından tutup onu da elinden alma.

ÖMÜR DEDİĞİN

Bu yazım İstanbul’da yaşayan güzel insan, Yeşim Akbaş’a gidiyor. Bu gün onun yaş günü Başka bir şey yapmak elimden gelmedi. İyi ki doğdun Yeşim, iy iki varsın. Allah sana uzuuuun ve mutluluklar dolu bir ömür versin.

ÖMÜR DEDİĞİN

Neredeyse 70 yaşına giriyorum. Bayağı uzun bir ömür. Ne ömürler geçti gitti bu ömürün içinden, ne ömürler. Kimi beni duygulandırdı, kimi beni üzdü, kimi sevindirdi,kimi dünyaları verdi bana. Ve ben hepsinin arkasından ağladım gittiklerinde. Bir tek kendi ömrümü fark etmemişim.


HASTANE KORİDORLARI


Marmaris Devlet Hastanesinin koridorlarından birisindeki bankların birisinde oturuyorum. Son iki yıldır zaten hastanelerden, hastane koridorlarından bir türlü çıkamadım ki. Şimdi hastaneler bana daha da üzücü geliyor, çünkü yalnızım. Yeşil gözlüm artık yanımda yok. Ellerini tutup, gözlerinin içine bakıp “sonuna geliyoruz hayatım, çok iyisin, çok iyi gidiyorsun bak değerlerin normale döndü. Hiç merak etme sen de bu irade, bu inanç varken her şeyin hakkından gelirsin “ diyeceğim o mağrur, o güzel insan yok ki.

Düşünmemek, hatırlamamak için yerdeki karoları sayıyorum, tavandaki ışıkları sayıyorum. Hastanede çalışanların üniformalarının renklerine odaklanmaya çalışıyorum. Diğer hastaları inceliyorum.

Tam karşımdaki bankta iki tane ince zayıf kız oturuyor. Bank bomboş olmasına rağmen o kadar birbirlerine yakın oturuyorlar ki omuzları birbirine değiyor. İkisi de birbirinin farkında değil. Birisi türbanlı,diğerinin başı açık, modern. İkisinin de gözleri dalmış. Sabit bir noktaya o kadar duygulu, o kadar, endişeli, o kadar üzüntülü bakıyorlar ki. Öyle dertli, öyle üzgün, öyle yalnız öyle, sevgiye, teselliye muhtaç gözüküyorlar ki.

Bir an kalkıp ortalarına girip birini bir kolumun altına, diğerini de diğer kolumun altına alıp onlara sarılı sarılı vermek, konuşmak dertleşmek nasıl istedim, nasıl istedim.

Sonra da lanet ettim bizleri birbirimize düşman etmeye çalışan güçlere, insanlara, siyasilere hepsine. Tiksindim inanın tiksindim. Boğazıma bir şey tıkandı. Tüylerim diken diken oldu.

Neyi paylaşmaya çalışıyorlar bilmiyorum, öbür dünyada puştların heykelini mi dikiyorlar acaba!..




NE GÜZEL!!! AŞIK OLMAZDIK



Bu gün hava  müthiş sıcak. Marmaris’in “Bu yıl da yaz bir türlü gelmedi” diye ağlayan, şikayet edenlere attığı bir cehennem tokatı sanki bu sıcak. Klimalar bile şaşırdı. Canla başla çalışıyorlar ama hala çok sıcak.

Bu sıcakta Marinada ki mağazamızda oturuyor, bir yandan yazılarımı yazıyor, bir yandan da vefakar, cefakar, ve bu havada alışverişe çıkacak kadar salak müşteriler bekliyorum.

Derken Marina’da yatları olan aslen Türk ama Kanada da yaşayan bir hanım arkadaşım girdi içeri bir arkadaşıyla birlikte. Sarıldık öpüştük. Bütün yazılarımı okuduğunu söyledi. Sonra eşim için yazdığım son kitabımı istedi. İmzaladım bir tane verdim. Daha doğrusu sattım.

Herhalde arkadaşım arkadaşına benden bahsetmiş, başıma neler geldiğini anlatmış ki kadın devamlı yüzünde hüzünlü bir gülümseme baktı durdu bana. Giderken de cep telefonundan bana aşağıdaki şu yazıyı buldu gösterdi.

“Aşk aslında iki insanın aralarında yarattığı bir rüyadan başka bir şey değildir( Actually love is nothing more than a dream or illusion in between two people)

Onlar gittikten sonra düşündüm durdum. O kadar doğru ki. Yasemin ile hep el ele kol kola kucak kucağa yaşamış biriyim, tam 32 yıl. Ama onu kaybettikten sonra o hiç yanından ayrılmak istemediğim, ayrılamadığım o güzel kadın sanki hiç yokmuş, sanki hiç hayatımda olmamış gibi hissediyorum. İnanın bana, ara sıra emin olmak için fotoğraflarımıza dikkatle bakıyorum. Yani kızımız olmasa neredeyse her şeyin bir rüya olduğuna inanacak gibi hissediyorum bazen. Vallahi de, billahi de bir varmış, bir yokmuş. Delirmek işten değil.

Sonunda yine dönüp dolaşıp Peggy Lee’nin o unutulmaz şarkısına geliyoruz. Is that all there is, hepsi bu muydu yani.

Ama Allah belki de de bunu görmüş ki insanlara bir de kalp vermiş, her şeyi beyine bırakmamış.

Bilmiyorum iyi mi yapmış, kötümü yapmış ama eğer her şey beyine kalsaydı herhalde çok ruhsuz bir hayatımız olurdu. Bomboş, inanılmaz sıkıcı, banal mı banal.

Ama ne güzel beynimizi kullanır kullanır her şeyi doğru yapardık.

Mesela aşık olmazdık.


Veya ben böyle yazılar yazmazdım.

YASOŞ


Yaşoş’um bak yedi ay oldu sen gideli,
Çay bardağin öksüz kaldı,
Kahve fincanında.
Dolapları açamıyorum. Ellerim varmıyor ki.

Sen ölünce “nikah düştü” dediler.
Ama dedim biz birbirimizin kalbine attık imzamızı.
O sayılmaz dediler “kural kural, kanun kanundur”.
Üzgünüz ama buraya kadar. Bitirdik evliliğinizi.

Bak dizlerimim üstündeyim sevgilim, elimde senin yüzüğün
Benimle yine evlenirmisin Yasoş?
Evet de, evet de ki Allah’tan,
Allahın izniyle geri isteyim seni.

“Hayır olmaz” derse ben de uzanırım yanına boylu boyunca,
Baş ucumuzda birkaç çam ağacı, birkaç Japon gülü.
Ama birkaç da Yasemin çiçeği olmalı değilmi be yeşil gözlüm,

eski günlerdeki gibi.

SEVGİYi ARAMAK

ONUNCU AY

Yasemin’im bugün tam on ay oldu birbirimizden ayrılalı. Hasretin içimi nasıl yakıyor bilemezsin. On ay oldu ve bu ateş 10 defa daha arttı. Sönmüyor, azalmıyor, büyüdükçe büyüyor. Söndürmeye uğraşmıyorum. Ya ben, ya o oldu artık, ama ne ürküyor ne de korkuyorum ve de seni çok özlüyorum çok.

Sen bana ağlarken gülebilmeyi, gülerken ağladığını gizlemeyi öğrettin. Tahammülü, affetmeyi, fedakarlığı öğrettin.

Ölüme giderken bile gözlerinle, zorlukla becerebildiğin gülümsemenle, “hiç senden ayrılıp bir yerlere gitmek istemiyorum ama, bu kadarmış, ne olur çok üzülme” diyecek kadar erdemli olmayı öğrettin.

Sen bana insan olmayı öğrettin. Sen bana dışarıda yeni bir dünya olduğunu, benim de bir ruhum olduğunu ve ruhumun o dünyaya ait olduğunu öğrettin.

Keşke dünyayı senin o güzel gözlerinle görebilseydim.

Belki de ben seni, son nefesine kadar aklı başında sevmeyi öğrenemedim. Hep bir şeyler yarım mı kaldı acaba diye yiyip bitiriyorum kendimi şimdi. Seni, yeteri kadar sevebildim mi, seni, senin istediğin gibi yaşatabildim mi. O dağlar kadar hak ettiğin sevgiyi, ilgiyi sana gösterebildim mi. Bilmiyorum, bilmiyorum.  

Hiç şikayet ettiğini duymadım ki.

En çok da ellerim ellerimin arasında terleyen o mahçup ellerini arıyor. Ellerin ellerimi unuttu mu acaba diye düşünüyorum, sonra gözlerimi kapatıyorum bu defa da o güzel saçlarından yayılan kokunu duyuyorum. “Senden kurtuluş yok kızım” diyorum kendi kendime, ama şikayet etmiyorum.

Senin mateminde güzel canım be, senin mateminde Yasemin kokulu.

İyi geceler sevgilim deyip uykuya daldığında, seni hemen özlemeye başlar, sabaha daha kaç saat kaldı diye bakardım saatime biliyormusun. Sabah olsunda o yemyeşil gözler bana gülümsesin, “Günaydın sevgilim” diyen sesini duyabilmek için..

Biz seninle nefes almamızı bile paylaşırdık. Ama ben sevgimle ayaklarına hiç zincir vurmadım ki. Kişiliğinin önünde hiç durmadım ki. Aramızda hep esen rüzgarlar olurdu seninle benim.

Seni düşünürken, o güzel günlerimizi, anılarımızı, sevgimizi, paylaştığımız o inanılmaz 32 yılımızı düşünürken, yüreğim öyle bir kabarıyor ki sanki göğüs kafesim yırtılıverecek üzerlerinde “Ben Yasemini seviyorum, hep seveceğim işte” yazan yüzlerce kırmızı beyaz balon gökyüzüne uçuverecekler gibi hissediyorum.

Şimdi, hiç sevmediğim, senin olmadığın bu dünyaya alışmaya, senin olmadığın bu dünya da nefes almaya çalışıyorum, sadece yaşamaya devam etmek için. Ama bu hayat o kadar yoruyor, o kadar yıpratıyor ki beni.

Aradan 10 ay da geçse 10 yılda geçse değişen bir şey olmaz ki.  Çünkü sen her yerdesin, her şey sensin be yeşil gözlüm.

Bize nazar değdi güzelim, valla nazar değdi, daha yeni yeni anlıyorum.

Yıllarca o kadar kişi saçlarına, gözlerine, yarattığın eserlere hayranlığını dile getirdi, iltifat etti
ki  sana…

Her duamda” Allahım madem Yasemin’imi bu kadar erken aldın, onun kıymetini bil, ona sahip çık, ne olur, onu benim kadar sev ” diyorum.

Bilmiyorum duyuyormusun?



ORHAN PAMUK




Orhan Pamuk çok takdir ettiğim, çok beğendiğim, romanlarını okurken içlerinde adeta kaybolduğum değerli bir yazardır.


“Ne kadar severseniz sevin insanın hiç görmediği bir yüzü yavaş yavaş unutacağını anladım”. Demiş Orhan Pamuk.

Niye böyle demiş, ne zaman demiş, kimi düşünmüş de demiş bilmiyorum.

Kendi hesabına konuşmuş genelleme yapmamış besbelli.

Yasemin’i kaybedeli neredeyse 9 ay oldu. Onun yüzü daha doğrusu yüzleri benim içimde kalbimin derinliklerine öyle bir kök saldılar ki ne yavaş yavaş ne hızlı hızlı unutmam mümkün değil.

Ben sevgilimin daha beş yaşında çocukken sımsıkı arkaya topuz yapılmış sarı saçlarını, yemyeşil gözlerini, kocaman gamzelerini, bu gün gibi hatırlıyorum. Aradan 65 sene geçmiş dile kolay.

Onu 20 yaşında tekrar gördüğümde, omuzlarına dökülmüş dalgalı saçlarını, gülücüklerle dolu hayat dolu gözlerini, tabiî ki o gamzelerini unutmam mümkün değil.

40 yaşlarında hafiften kırlaşan o dalgalı saçlarını, yeşil gözlerinin kenarlarında oluşan çizgileri, ne kadar sevmiştim.

52 yaşında hastalanmasını, o güzelim saçlarını kaybetmesini, yeşil gözlerinin kemo terapiden pırıl pırıl olmasını o lanet hastalığın bile güzelliğini bozamadığı, hatta sevgilime daha da gizemli bir güzellik verdiğini, unutmama imkan var mı.

Bana göre unutmak kişinin sevdiği bir insanın yüzünü  yüreğine nasıl yerleştirdiği, onu ne kadar sevdiğine bağlı.

Ben bu gün Yasemin’in hayatımızın her bölümünde ki yüzünü ve yüz ifadesini oturur çizerim. Dedim ya ben onu kalbime yerleştirdim ve o orada kök saldı, Orhan kardeşim.

Biz sevgilimle iki ayrı insan değildik ki. Ben nereye baksam onu görüyorum. Aynada kendime bakarken bile onu görüyorum, nasıl unutur insan.

Tekrar tekrar yazıyorum insan neyi kalbine yerleştirdi, kalbine işlediyse onu unutmaz. Kalbin hafızası beynin hafızasından çok daha üstündür. Kalp unutmaz ama beyin zamanla sulanır. Hani günümüzde Alzheimer dedikleri hastalık alır götürür beynin depoladıklarını.

Mesela dedenizin size, siz daha 5 yaşındayken verdiği o minik bebeği 70 yaşına da gelseniz unutmazsınız. Birçok şeyi unutursunuz ama işte o minicik bebeği unutmazsınız, unutamazsınız çünkü o siz olmuştur. Sizin bir parçanız olmuş, kalbinize öyle bir sarılmış demir atmıştır ki.

İşte hayatınızda değer verdiğiniz sevdiklerinizi ancak kalbinize koyarak ölümsüzleştirirsiniz. Beyniniz sizi yanıltır ama kalbiniz asla yanıltmaz. Çarpmayana, çarpamayana kadar onları taşır.

Keşke seninle hemfikir olsaydım Sayın Orhan Pamuk. O zaman bu kadar iyi hatırlamaz, bu kadar içim yanmazdı belki de.



 





SEVGİNİN VATANI YOK



Sevgili dostlarım hayatımın son altı ayında sizler benim her şeyim oldunuz. Aramızda bir gönül bağı kurduk. Kalplerimiz ara sıra da olsa birlikte aynı frekansta çarpmaya başladı. Birbirimizi görmeden arkadaş olduk, sırdaş olduk, gönüllerimiz birleşti, acılarımı paylaştınız , bir okuyucumun dediği gibi”acıdaş” olduk birbirimizle.

Yazılarımı okudunuz, mesajlar gönderdiniz. Taaa oralardan uzandınız ellerimi tuttunuz. Belki de beni yaşama geri getirdiniz. Sevdik birbirimizi tanımadan görmeden . Yeşil gözlü güzel kadın yaptı yapacağını sonunda, bağladı bizi birbirimize.

Sevgi dünyadaki en bağımsız en zincire vurulamayan bir şey.  Sevginin yeri yok, yurdu yok, sınırı yok, aklı yok , mantığı yok, vatanı yok, ırkı yok, hayvanı yok, bitkisi yok, böceği yok, hesabı yok, kitabı yok.

Sevgi her yerde. Bir gülün renginde, bir kuşun kanadında, bir bebeğin gülüşünde, begonvillerin morunda, zakkumların pembesinde, Japon güllerinin kırmızısında, bir bakışta, bir iltifatta, bir el uzatmada, bir kadeh şarapta, bir günaydın da, bir kolay gelsin de, bir iyi günler de, bir yolun açık olsun da bir teşekkür ederim de, bir iyi ki varsın da, bir bakış ta, bir lütfen de, bir siz buyurunda, bir geçmiş olsun da, bir seni seviyorum da.

İrina bana Moskova’dan çok duygulu, sevgi dolu bir mesaj atmış. Moskova’da da olsa, onun kalbi de bizlerle birlikte çarpıyor artık.

Dedim ya sevginin vatanı yok.


SABAH UYANDIM



Sabah uyandım. Dışarısı pırıl. Kışkırtıcı, baştan çıkarıcı bir güneş var. Sabahın altısına kadar televizyonda Amerika açık tenis finallerini seyrettiğimden aslında bütün gün uyumaya niyetliydim ama böyle bir havada uyumam imkansız. Zaten sabah dediysem saat 11.30 neredeyse öğlen olmuş.

Tenis şortlarımın en büyüğünü ve kolay giyilenini kıçıma geçirdim. Üstüm çıplak. Sokak kapısını açtım iki köpeğimde sevinçten titreyerek üzerime atladılar. Yürüyüyüşe çıkacağız ya. Önce yaşlı olanı, Titti’nin tasmasını taktım ve çıktık. Güzelimin arka ayakları daha da kötülemiş çok zorlukla yürüyor. Pek fazla ömrü kalmadığını düşünüp üzüldüm. Sonra dikkatimi ağaçlara ormana zakkumlara, bal arılarına, evime verip dikkatimi değiştirmeye çalıştım.

Köpeklerle işim bittikten sonra bahçe sulama işlemi başladı ve en az yarım saat sürdü. Her şeyi tek kolumla yaptığımdan yoruldum. Eve dönüp bir bardak su içip biraz uzandım. Neyse ki içerisi serin ve rahat. Marmaris’e gitmem gerektiğinden, yapacaklarımın kafadan bir listesini yaptım.

Arabama geldim. Sol elle geri vitesine takmak zor olduğundan başıma bu iş geldikten sonra arabamı garaja koymuyor, evin önüne park ediyorum. Neyse tek elle ufak tefek sorunlar yaşayarak Marmaris’e geldim. Arabamı kolayca çıkabileceğim paralı bir park yerine park edip, Deniz Bank’a girdim. Pazartesi olduğundan içerisi kalabalık ama klimalar tam yol çalıştığından serin. Acelem de yok zaten, bir sıra numarası alıp bir kenara oturdum.

Birazdan mavi gözlü temiz yüzlü yakışıklı otuzlu yaşlarında birisi yerinden kalkıp yanıma oturdu. Sol elini uzattı (sağ kolum sakat ya) yarım bir el sıkıştık “geçmiş olsun Güven Abi” dedi. ve “ben sizin face teki yazılarınızın hayranıyım, hiçbirini kaçırmıyorum, beni de kız arkadaşımı da çok duygulandırıyorsunuz. Yazılarınızdan o kadar etkileniyor o kadar ders çıkarıyoruz ki” diye devam etti. Ben milletin bana sarılıp öpmesine alışığım ama böyle ani iltifatlara alışık olmadığımdan, ağzımda bir şeyler geveleyip, sonunda teşekkür ettim. Elindeki numarayı bana uzattı “al abi” dedi “sen bekleme sen seninkini bana ver”. Ne kadar olmaz öyle şey diye diretsem de geri adım atmadı. Çaresiz numaraları değiştirdik. Hemen de sıram geldi. Tekrar teşekkür edip işlemimi yaptırdım.

Tam bankadan çıkarken banka müdürü İ.Bey aklıma geldi. Kendisini çok sevdiğimden daha doğrusu Yasemin hayattayken ikimiz de kendisini çok sevdiğimizden, ikinci kata çıkıp ziyaret etmeye karar verdim. İ. Bey giyinmiş kuşanmış odasında yalnız oturuyordu. Beni görünce yüzünde büyük bir gülümsemeyle yerinden fırlayıp kapıya kadar koştu “vay Güven Abim gelmiş” deyip sarıldı ve iki yanağımdan öptü. Bir açık çay söyledi kesmedi, Bir tane daha söyledi. “Nerelerdesin abi yav” dedi özlettin kendini. Kolumu falan sordu. Sonra derin bir iç çekti. “nasıl severdim ikinizi beraber biliyormusun” dedi.  “Nasıl yakışırdınız birbirinize, nasıl imrenirdim size. Bütün bankada çalışanlar size hayrandı. Hiç birbirinizden ayrılmadınız ki. Hatırlıyormusun siz bankanın önünden geçerken ben penceremi açar, gelin size çay kahve ikram edeyim, börek açayım diye bağırır içeri davet ederdim.  Rahmetli nasıl güler, ne güzel gülerdi. Şimdi hanımla senin face teki yazılarını okuyoruz. O okuyor bana veriyor, ben okuyup ona veriyorum. İnan Güven Abi içimiz yanıyor. O kadar güzel, o kadar içten ve samimi anlatıyorsun ki. Sizin sevginiz bir efsaneydi bu kasabada. Bir de biz ikinizi de tanıdığımızdan yazdıklarına hiç dayanamıyoruz”

Neyse biraz daha oturduk, biraz daha duygulandık,  birer kahve içtik vedalaştık sarıldık. Bankadan çıkınca dışarısı biraz sıcak geldi ama etkilenmedim. Çünkü çok güzel bir gündü ve sonbaharın geldiğini hissediyordum.

Atatürk heykelinin önünden Marmaris’in o katmer gibi kat kat her çizgisinde ayrı renklerin gölgelerin oynaştığı tepelerini seyrettim biraz. Evet, sonbahar kapıdaydı. Güneşin ışıkları artık insanları dövmeyi bırakmış okşamaya başlamıştı yavaştan. İskelede ki birbirinden çirkin ne Ege Denizine, ne bu kasabaya hiç uymayan, tamamen uyduruk tekneler keyfimi kaçırdı. Kasabanın her tarafını sarmış sahte tişört dükkanları gibi iskeleye demirlemiş bu iğrenç sahte korsan gemileri sahili bir sahte Walt Disney mezarlığına çevirmişti. Bir an içimden tek kolumla hepsini ateşe vermek geldi.

Sakatlığım dolayısıyla saçımı sakalımı yıkayamadığımdan, sakal traşı olamadığımdan, sakallarımı sol elimle makas kullanamadığımdan, düzeltemediğimden, berbere gitmeye karar verdim. Kendi işimi kendim yaptığımdan, saçlarımı da Yeşil gözlü güzel kadın kestiğinden, berbere neredeyse beş senede bir giderdim.

Turizm, son olaylardan ve Suriye’ye karşı  devamlı atılan savaş naralarından, çok etkilendiği için berbere doğru yürürken dükkanlarının önünde oturmuş, sıkılmış, sigara üstüne sigara içen veya tavla oynayan esnafın önünden geçmem icap etti. Mübela etmiyorum hangi dükkanın önüne geldiysem çocuklar ayağa fırladılar “vay güven abimiz gelmiş” deyip ya boynuma sarıldılar ye elimi öpmeye kalktılar. Zorla beni oturttular. Çay, kahve, limonata, soda mide fesatına uğrayacaktım. Tabi sakatlığıma üzüldüler ama sorular hep aynıydı. “Abi motor kazasımı”, hayır “tenis oynarken mi oldu” cık “yelkende mi sakatlandın” ı ıh Sonra ne o zaman diye yüzüme baktıklarında merdivenden düştüm dedim. Hepsi hayal kırıklığına uğradılar. Dedim ya bize böyle salak gibi sakatlanmak yakışmadı benim gibi adama, hiç yakışmadı.

Sonunda berbere ulaştım ve güzelleştim.(zaten onun için en son resmimi bu yazıma ekledim)

Berberden sonra hastaneye gidip pansuman olmama gerektiğinden tek kolla arabamın rotasını hastaneye çevirip doktoruma ulaştım. Sevimli doktorum “Seni iyi gördüm abi” deyip beni pansuman odasına götürdü.

İçeride yeşiller giyinmiş güler yüzlü üç bayan oturuyordu. Birisi beni görür görmez ayağa kalktı ve içtenlikle elimi sıktı. Sonra diğer hanımlara dönüp “işte Güven Bey bu” dedi onlar da kalkıp sol elimi sıktılar. Doktorum “kıskanıyorum ama Güven abi” dedi ve gülümsedi. Bayanlar bana face teki yazılarımı okuduklarını paylaştıklarını, çok duygulandıkların, hep ağladıklarını ama yazılarımı çok sevdiklerini söylediler. Sonra doktorum omzumun sargılarını açmaya başladı. Hanımlardan bir tanesi doktoruma yüzünde kibar bir ifadeyle “müsaade ederseniz ben yapabilirmiyim” diye sordu. Hayrola E. abla sen kimsenin pansumanını yapmazdın ne bu böyle” diye sorunca doktorum “herkesinkini yapmam ama,ben bu beyefendinin pansumanını yaparım” dedi hanım efendi ve pansumanımı tamamladı. Ben de gitmeden hanımlara imzalı bir “Yasemin bak yeşil yeşil” kitabımı getireceğime söz verdim.  

Sonra düşündüm kendi kendime ve sevindim. Çünkü kendi içimde çok yalnız ama dışarımda hiçte yalnız olmadığımı anladım. Bir gün önce şımartılmayı özledim diye yazdım. Hemen bir gün sonra ne kadar sevenim olduğunu ve onların beni ne kadar şımartmaya hazır olduklarını fark ettim.

Bilmiyorum seyrettiniz mi. Kanal Türk, Adım Adım Anadolu dizisinde yayınlamak üzere benimle bir mülakat yaptı. Mağazamızda çekim yaptı ve bu proğram yayınlandı. Face teki sayfamda ben videosunu sizlerle paylaştım. Bu proğram yayınlandıktan sonra birçok insan benimle tanışmak ve mağazayı görmek için ziyarete geldiler. Beni görünce “aaa kolunuza ne oldu geçmiş olsun”” dediler. Ben de rahmetli Erbakan gibi “NAZARA GELDİK NAZARA” dedim.

Hatırlarsanız, bir yazımda “kolumda ki sıcaklığı çok özledim, Yeşil gözlüm hep koluma girerdi” diye yazmıştım. Allah şimdi koluma sentetik malzemeden yapılmış öyle bir kolluk taktı ki sıcaklığından duramıyor, tahammül edemiyorum. Yanıyor kolum yanıyor.


Bir laf vardır “Allah insanları cezalandırmaya karar verince dualarını kabul edermiş” Diye. Bu yüzden ben dua etmeyi kestim. Sizlerde benim için dua falan etmeyin ne olur. Daha fazlasını kaldıramam.