23 Haziran 2017 Cuma

AH ŞU ŞARKILAR...
Sakat çocuklar görüyorum. Sakat olmayan çocuklarla oynamak, onlar gibi olmak ümidiyle büyük bir gayret gösteriyor veya boyunlarını büküp oturuyorlar. Yüreğim parça parça oluyor. Sonra bu çocukların anne babalarının hissettiklerini, ömürleri boyunca çektikleri, çekecekleri acıları düşünüyorum. Daha kötü oluyorum. Kör, felç geçirmiş, kötürüm, çekinerek sanki bütün bunlar kendi suçlarıymış gibi mahçup mahcup yaşayan insanları izlemeye dayanamıyorum.
Din, İslam, müslümanlık maskesi altında yapılan yolsuzluklardan, işlenen cinayetlerden, yargısız infazlardan, şiddetten, çocuk istismarlarindan, tecavüzlerden, tecavüzculerden, terörden, canlı bombalardan gına geldi artık.
Bu neyin sınavı? Nasıl bir adalet ki bu? diye soruyorum kendime senelerdir. 70 yaşına geldim, bir türlü bir cevap bulamadım.
Sesinde, yüzünde, gözlerinde iyilik olan, gülen, gülümseyen, gülümseten insanları özledim.
Çocukluğumu, annemi babamı, baba evimizi, gurbet arkadaşlarımı, yitirdiklerimi, komşularımızı, ilkokul, ortaokul, lise, üniversite arkadaşlarımı özledim, çok özledim...
Ben yoruldum hayat şarkısını, yorgunum dostlarım yorgunum artık, sarkısını dinlerken göğsüm ağrıyor, içim titriyor kendimi bu şarkıları yaratanların yerine koyuyorum, hüzünleniyorum.
Demek ki sonunda böyle oluyormuş.
Kağıttan yaptığımız bir uçurtmanın peşinde koşmak, topaç çevirmek ne kadar da güzelmiş.
“OY BABO, OY OY BİR DEVRİM TÜRKÜSÜDÜR.
Türkü barda oturuyorum. Türkü dinliyorum. Güzel çalıyor, söylüyorlar. Bir türkü söylüyorlar, müşterilerden biri “ A ben bu türküyü ortaokuldayken veya lisedeyken dinlerdim” diyor. Bazıları seviyor, bazıları gülüyor, bazıları kınıyor, bazıları dalgasını geçiyor…
“Lan” diyorum 70 yaşımın öfkesiyle, o sizin “ A şuydu, a buydu dediğiniz türküler bu gün öğündüğünüz # HAYIR cevabının atasıydı. Gezi olaylarının alt yapısıydı. Her şey o türkülerle başladı. Üniversiteleri işgal ettiğimiz günlerde Rahmi Saltuk kardeşimizin ağzına megafon tutup söylettiğimiz türkülerdi o türküler. Dedim ya işte o türküler # HAYIR demenin, baş kaldırmanın, direnmemin tohumlarını attığımız türkülerdi. Bizler geldik gidiyoruz, siz daha yeni # HAYIR demeyi keşfettiniz. Aradan 47 yıl geçmiş. Hey anam hey…
“Oy babo, oy oy” bir devrim türküsüdür.
Yaşasın 68 Kuşağı.

DÜNYA HALA GÜZEL ÇÜNKÜ SİZ GÜZELSİNİZ
Hani sizlere aylar önce bir yazı yazmıştım. Bir gece kendimi garip hissettiğimi, Marmaris Devlet Hastanesinin Acil bölümüne gittiğimi, tansiyonumun 20-10 çıktığını, hayatımda ilk defa hastaneye yattığımı, bir takım ilaçlar verdiklerini, iğne olduğumu, serum falan taktıklarını anlatmıştım.
Sonra sabaha karşı Cengiz isimli Marmaris çarşısından tanıdığım bir çocuk kaza geçiren arkadaşını acile getirmiş, beni görünce “Vay abim benim” diye boynuma sarılmış, kendi hastasını unutup bütün “Hadi evladım sen evine git” ısrarlarıma rağmen sabaha kadar baş ucumda beklemişti. Yetmemiş, sabah 5 sularında hastaneden çıktığımızda cebinden çıkardığı son 20 lirasını bana uzatıp ilaç alırken yardımı olur demiş, illaki almamı istemişti.
İşte o Cengiz bir yıl önce Kıbrıs’ta bir barda iş buldu ve çalışmaya gitti. Benimle temasını kesmedi. Defalarca telefon edip beni Kıbrıs’a davet etti. “Güzel abim sen çok sıkıldın oralarda biliyorum, atla Kıbrıs’a gel. Ben senin biletini alır, otelini ayarlarım. Ne olur gel biraz dinlen” diye mesajlar attı.
Geçenlerde sürpriz yaptı mağazamıza geldi. Sarıldık, öpüştük. Günü birliğine gelmiş. Oturduk bir hayli sohbet ettik, hasret giderdik. Bana Kıbrıs’ta ki işini, hayatını anlattı. Sonra cüzdanını açtı parasını gösterdi. O kadar gururluydu ki. “Abim” hayatımda ilk defa param oldu. Allah’a şükür artık kimseye borcum yok. Ne olursun Kıbrıs’a gel. Her şeyi ben ayarlarım, sana bir araba kiralarım gezersin. Üzme beni. Seni yine neşe dolu, huzurlu görmek istiyorum eski Güven abim gibi” dedi, ısrar etti.
Söz verdim fırsat bulduğumda geleceğimi. Ama katiyetle her şeyi kendim ödeyeceğimi, ancak bu şekilde rahat edeceğimi şart koştum. Mağazanın önünde bir fotoğraf çektirdik, vedalaştık ayrıldık.
Geçen hafta bana benim için seçtiği otellerin resmini göndermiş. Birde otomobil tercihimi soruyor deli çocuk!
İşte böyle sayın seyirciler. Dünyayı bize ne kadar kötü göstermeye çalışırlarsa çalışsınlar, dünya hala güzel ve hala güzel insanlar var. Mesela bir banka müdürüm var, yıllardır tanırım. Bütün hayatımı bilir. Bu güzel adam inanın iki yakam bir araya gelsin diye elinden geleni yapar. Her zaman güler yüzlü, her zaman pozitif. Bankaya her uğradığımda ne ikram edeceğini şaşırdığı gibi, moralimi yükseltmek için o kadar enerji harcar ki.
”Kamyoncu” lakaplı, dev gibi, aslan gibi motosikletli bir trafik polisimiz var. Yıllardır motosikletimle geçerken bana selam durur, “Abim benim, motosikletinle sen o kadar birbirinize yakışıyorsunuz ki, Allah kaza bela vermesin” derdi. En cok o üzüldü ben motosikletimden ayrılınca biliyorum.
Ve sizler, benim vefakar okurlarım; yazdıklarımı sabırla okuyup yorumlar yapan, iyi günlerimi, kötü günlerimi benimle paylaşan, güzel insanlar, güzel yürekli insanlar, zarif dostlarım benim. Yaşamıma ne kadar büyük bir katkınız olduğunu bir bilseniz!
Dedim ya, her şeye rağmen dünya güzel ve güzel insanlar sayesinde hala dönüyor. Eğer kıyamet kopmadıysa Allah’ın hiçbir karşılık beklemeden, ona yürekten inanan, onun özene bezene yarattığı dünyasına sahip çıkmaya çalışan, kendisine iman eden kullarına kıyamadığındandır.
O her şeyi bildiğini zanneden, Allah’ın yüce ismini kullanarak her türlü sahtekarlığı yapan, cahilleri kandırarak din bezirganlığına soyunan, günah üstüne günah işleyen karakterler bizim sayemizde hala hayattalar inanın.
Ve onlar bunu hiçbir zaman bilmeyecekler, anlamayacaklar, anlayamayacaklar.
ORADAN BURADAN
Dünyanın her köşesinde insanlar birilerini bulur, birileri ile uğraşır. Bizim memleketimizde Karadenizliler bundan nasibini alır. Devamlı Temel, Dursun, İdris, Fadime’nin başrollerini oynadığı fıkralar senaryolar üretilir. Bunların bazıları suya sabuna dokunmayan komik, bazıları ise sinir bozucu olabilirler. Her nedense bütün bu hikayelere ve fıkralara rağmen en başarılı iş adamları, bilhassa müteahhitler Karadeniz bölgesinden çıkarlar inadına. Bence bu fıkraların ardında biraz kıskançlık biraz da çekememezlik vardır.
Gelelim dünya geneline; Avrupa’da devamlı Belçikalılar, Polonyalılar hakkında, İngilizler Kraliyet adalarındaki İrlandalılar hakkında, İtalyanlar Sicilyalılar hakkında yazar dururlar. İskoçların cimrilik hikayeleri meşhurdur. Yeni Dünya’da Amerika’da ve Kanada’da Pakistanlılar, Hintliler, Çinliler, Yunanlılar hakkında üretilen fıkralar devamlı paylaşılır. Bu arada bu saydığım devletler kendi içlerinde bizim Karadeniz bölgesini seçtiğimiz gibi bazı bölgeler belirler, onlarla uğraşırlar. Mesela Kanadalılar devamlı Newfaundland bölgesinde “Nüfi” lerle, Almanlar Bavyera bölgesinde yaşayan ırkdaşlarıyla dalga geçerler ve bu liste uzar gider.
Ben bugün sizlerle sevimli olduklarına inandığım, insanların haysiyeti ile fazla oynamayan, onları fazla üzmeyen bazı fıkralar paylaşacağım.
Temel yere bir daire çizmiş içine girip horon tepmeye başlamış. “Hayrola Temel ne yapıyorsun?” diye sormuşlar.”Kendi çapımda eğleniyorum” demiş.
Temel’i asmaya götürürken “Son olarak söyleyeceğin bir şey var mı?” diye sormuşlar “Bu bağa ders olsun” demiş.
Dursun vejeteryan olmuş. Kurban bayramında ağaç kesmiş.
Kör İdris yanında özel eğitilmiş bir köpekle bir alış-veriş merkezine girmiş. Kapıda biraz durmuş, sonra köpeği tasmasından tutarak kaldırmış ve başının üzerinde döndürmeye başlamış. “Ne yapıyorsun İdris kardeşim?” diye sorduklarında. “Etrafa bir göz atıyorum” demiş.
Karadeniz de yaşayan amcam 90 yaşına gelmiş. Kimsesi kalmamış. Şiddetle yeni don alması lazım. Utana sıkıla bir alışveriş merkezine gitmiş. İç çamaşırları satan bölümü bulmuş. Biraz utanarak biraz şaşkın ne yapacağını düşünürken cıvıl cıvıl bir bayan satıcı yaklaşmış ve ne aradığını sormuş. Adamcağızda yine utanarak “Don almak istiyorum” kızım diye cevap vermiş” Slip mi giyiyorsunuz amca?” diye sorunca kız hergeleliğine, “Valla bazen siliyorum, bazen silmiyorum” diye cevaplamış amcam.
Dönelim Temel ve Dursun kardeşlerimize. Temel ile Dursun ava çıkmışlar. Birden Temel” Hay Allah kahretsin ulan gözüme kuş sıçtu” demiş. Kağıt mendil ister misin uşağım?” diye sormuş Dursun. “Yok gerekmez” demiş Temel. “Kuş uçtu gitti zaten”.
Polonyalılar dünyaya yayılan imajlarını değiştirmeye karar vermişler ve akıl almak için Amerika başkanını ziyaret etmişler. Başkan kendisini ziyaret eden heyete “Bakın” demiş “biz de özgürlük anıtı var. Fransızlar Eyfel Kulesini dünyaya tanıttılar, Çinlilerin Çin Seddu var, İngilizler köprüleri ile öğünürler. Siz de muhteşem bir yapıt ortaya çıkarın bütün dünyayı hayran bırakın. “Tamam” demişler. “Biz de köprü yapalım” sevinerek memleketlerine dönmüşler. Bir sene sonra Amerika’ya geri dönüp başkana köprüyü bitirdiklerinin müjdesini vermişler. “Köprünüzü nereye yaptınız” diye sormuş başkan.”Büyük Sahra Çölünün tam ortasına” cevabını alınca. “Yahu ne salak adamlarsınız başka yer bulamadınız da çölün ortasına köprümü yaptınız? Bütün dünya yine sizin salaklığınıza gülecek. Çabuk köprüyü başka bir yere nakledin” diye kızmış. Apar topar ayrılmış gitmiş, bir hafta sonra geri dönmüşler. “Hayret bu kadar kısa zamanda nasıl oldu da köprüyü naklettiniz?” diye sormuş başkan. Polonyalılar boyunlarını bükmüşler ve” Nakledemedik ki başkanım” demişler. “İrlandalılar balık tutuyorlardı”
Son olarak iğrenç bir soru; Zencilerin burun delikleri neden büyüktür? Cevap; parmakları büyüktür de ondan.
Arasıra devam edeceğim şimdilik bu kadar. Ne diyelim? Neşeniz bol olsun.( Valla elimden geleni yapmaya çalışıyorum)
SIRA SENİN
Bana bir masal anlat kızım, senin gibi güzel, yüzün gibi aydınlık, gözlerin gibi derin, şarkıların gibi duygulu, saçların gibi sihir dolu, ve de kıvır kıvır olsun.
Bana bir masal anlat kızım, güneş gibi sıcacık, yıldızlar gibi gizemli, gök kuşağı gibi şirin, gün batımı gibi kırmızı ve de zakkum çiçekleri gibi pespembe olsun.
Bana bir masal anlat kızım. Bak, masal anlatma sırası şimdi senin.
Bir gece olsun huzurlu uyumak istiyorum.
Olur mu?
SEVİYORUM ÜLEEEEN
Ne güzel insanlarsınız siz. Nasıl ilgilendiniz. “Motorum senindir” diyenleriniz oldu. “Sana yeni bir motor alırız olur biter” diyenleriniz oldu. “Motorunu geri alalım” diyenleriniz oldu. Fala bakanınız oldu. “Allah daha iyisini verir” diyeniniz oldu. Hakikaten duygulanarak içinizden gelerek yazdığınızı biliyorum. Hepinize çok teşekkür ederim. Dedim ya çok güzel insanlarsınız siz ve çok güzel hareketler bunlar.
İnsan hayatı da mevsimler gibi. Bazen güneşli, bazen sisli, bazen yağmurlu, bazen puslu, bazen yarı açık, bazen yarı kapalı. Ama sonunda hepsi geçiyor, sonra her şey yeniden başlıyor. İnsan 70 yaşına gelince pek fazla oyuncağı kalmıyor. Şımaracağı pek fazla insan da bulamıyor etrafında maalesef. Böylece şımarma hissi, şikayet ve homurdanma hissine dönüşüyor. Not only old ladies complain all the time, but old men complain too, “sadece yaşlı teyzeler devamlı şikayet etmez, yaşlı amcalarda şikayet eder” der İngilizler. Belli bir yaştan sonra insanın çenesine vururmuş ya herhalde benim de kalemime mi vurdu ne?
Şaka bir yana motorumu satmak beni hakikaten sarstı. Çünkü ben şimdiye kadar ihtiyaçtan hiçbir şeyimi satmamıştım. İyi bir duygu değil. Allah böyle tecrübeler yaşayan insanlara yardım etsin. Nasrettin Hoca’nın “Damdan düşeni en iyi damdan düşen anlar” dediği kadar var. Bir de kaptanım ya… sanki kendimi gemimi terk etmiş gibi hissettim.
Neyse geldi geçti. İnşallah kısa zamanda sizlere yeni motorumla karizma bir fotoğrafımı yollamamı nasip eder yaratan. Sizlerle, rüzgar da saçlarımın uçuşmasını, misler gibi çam kokularını çiğerlerime nasıl çektiğimi, dağların tepesinde güneşin doğuşunu, gün batımını. papatyaları, kıpkırmızı gelincikleri, badem ağaçlarını, asırlık zeytinlikleri, portakal çiçeklerinin kokusunu annelerinin yanında dans eden oğlakları, o inanılmaz özgürlük duygusunu ve tanıştığım hepsi birbirinden güzel iki tekere gönül vermiş dostları paylaşırım.
Motor muhabbeti şimdilik bu kadar. Yeteri kadar şımardım, ağladım, ve mızmızlandım diye düşünüyorum.(Çetin kulakların çınlasın) Hepinizi çok seviyorum ve ilginize tekrar tekrar teşekkür ediyorum. “F” vitaminlerim, dünya şekerlerim benim.
Seviyorum sizi üleeeeen!...
ZOR BE
Çok güzel bir motosiklet ceketim var. Özel imalat. Dirsekleri ve omuzları korumalı. Yangın geçirmez. Rüzgar geçirmiyor, su da gecirmiyor. Çok güzel bir mavisi var. Biraz mora kaçıyor bu renk. Ama daha bir güzelleştiriyor insanı
8 adet bandanam var . Hangi renk isterseniz, birbirinden güzel hepsi.
Her gittiğim yerden, her ziyaret ettiğim motosiklet festivalinden bir tişört aldım. 21 tişortüm var. Hepsi özel hepsi güzel, enterasan ve yarısından çoğu hediye. "Abi sana feda olsun çok güzel oldu" diye para almadılar. İnanın biz motorcular hassas insanlarız, güzel insanlarız, cömert insanlarız, tok gözlu insanlarız. Siz o filmlerde gosterilen gaddar tiplere bakmayın. Kiskanıyorlar bizi. Kurban olsunlar bize. Gölcük depreminde deprem mahalline ilk ulaşanlar kimlerdi bir düşünün bir hatırlayın bakalım.
Çizmelerim yanmaz deri. İki kışlık, iki yazlık deri eldivenim var. Pantonolum da deri. Rüzgar geçirmez, su geçirmez, yırtılmaz yanmaz.
Motorcu olur da gözlüksüz olur mu? Dört adet gözlüğüm var. Hele bir tanesini taaa Roma'dan aldım.
Ama bir motorum bile yok artık
Kac yaşında olursaniz olun içinizdeki cocuk " Bana ne, bana ne, ben motorumu isterim diye tepinip duruyor.
Zor be!
SİŹİ SİZİ SİZİ
Ben sevgiyle, beslenirim. Kadın, erkek, çocuk, genç, ihtiyar herkesle konuşur, herkesin halini hatırını sorar hakikaten ilgilenirim.Yani adet yerini bulsun diye sormam. Insanların yüzlerine minnacık da olsa bir gülümseme koymayı çok severim. Takılırım herkese, ama hiç kimseyi incitmem. Iste bu yüzden bu kasaba beni sever. Güvenlik görevlileri kasiyerler, balıkçım kasabım bakkalım polisler garsonlar, banka müdürleri müessese sahipleri beni gördüklerinde sevinirler. Bu nezaketen bir sevinme değildir, bilirim, hissederim. Ben Halikarnas Balıkçısının dediği gibi sevgimi geometrik şekillere sokmam.
Neyi, enterasan bulursam paylaşırım. Bir kitap okurum veya film seyrederim veya enterasan bir hikaye veya fıkra duyarım hemen koşturur birileriyle paylaşırım. Eğer bunu yapmazsam içimde kalır, rahatsız olurum, taşıyamam. Bunun en güzel örneği sizlersiniz. Sizler yazdıklarımı okuyorsunuz, yorumlar yapòyorsunuz, ben rahatlıyorum.
Bir de neye bayılıyorum biliyor musunuz? Yarın bir gün ölür gidersem arkamdan kıçına kına yakacak kimse yok bildiğim kadarıyla. Bu öyle güzel bir duygu ki bilemezsiniz. Allah bu duyguyu yaşamayı herkese nasip etsin.Bu duyguyu yaşamak için herşeyini verecek o kadar çok insan var ki bilemezsiniz
Siz bilemezsiniz ama onlar kendilerini bilirler. Bilirleeeer bilirleeeer.
Kimlerden bahsediyorum acaba?
Bilirsiniiiiz, bilirsiniiiiz. Siz benim kimlerden bahsettiği mi bilirsiniz kaçın kurrasısınız siz!...
BİR GARİP ARDIÇ AĞACI
Ben garip bir ardıç ağacıyım. Sivas’ın Kabakyazısı, Öğretmen Evleri mahallesinde, Numune Hastanesinin tam karşısındaki apartmanların arasında kaybolmuş, pek az insanın fark ettiği, kimseden bir şey beklemeden yaşayıp giden, bir garip ardıç ağacıyım ben. Boyum 12 metre, 63 santimetre
.
Ne zaman dikildiğimi tam olarak hatırlamıyorum. Herhalde ellili yılların başıydı. Köklerimi kırmadan toprağımdan söktüklerinde annemle birlikte Kayadibi Köyünde yaşıyordum. Sonra sahibim beni her tarafından dumanlar çıkan öfkeli bir canavarın çektiği odalardan birine yerleştirmiş, Sivas’a getirmişti. Çok korkmuştum. O kadar küçüktüm ki…
Trenden indikten sonra bayağı bir yürümüş, iki katlı tuğladan yapılmış sıvasız bir eve getirmişti beni. Burası onun patronunun eviydi. Sahibim bir köy ilkokulu eğitmeni, patronu ise önemli bir adam, gezici başöğretmendi. Ben bir hediyeydim.
Ev sahipleri bizi güler yüzle karşılamışlardı. Şişman, bembeyaz tenli evin hanımı, Naciye Hanım beni kucağına almış yapraklarımı okşamıştı. Evin küçük oğlunun bana bakışlarını beğenmemiş, korkmuştum. Benim bu oğlandan çok çekeceğim var diye düşünmüştüm. Gözlerinden yaramazlık, muzurluk akıyordu.
Yeni sahibim Ahmet Bey “Gel bakalım küçüğüm” deyip beni evin girişindeki bahçenin köşesine dikmiş sonrada sulamıştı. Bu nasıl iyi gelmişti anlatamam. Çünkü çok yorulmuş ve susamıştım. O kadar küçüktüm ki.
Neyse kısa zamanda yerimi sevmiştim. Çünkü yeteri kadar güneşli ve gölgeliydi. Hem besleniyor, hem dinleniyordum. Öğretmen Evleri güzel bir mahalleydi. Sakindi, serindi, püfür püfürdü. Yemyeşildi, kuş sesleri ile doluydu. Gül kokuyordu. Bahçeleri çiçeklerle dolu, birbirinin eşi beş adet şirin mi şirin ev vardı. Beş evler deniyordu bunlara, hepsinde öğretmenler oturuyordu.
.
Tam yerime alışıp kendime gelirken evimizin karşısında hastane inşaatı başlamış ve tamamlanması iki yıl sürmüştü. Nihayet hastane büyük bir tantana ile açılmış, birkaç hafta sonra mahalleyi iğrenç bir eter kokusu sarmıştı. Bu koku o kadar iğrençti ki çocuklar mahalleden kaçıp başka yerlerde oynamaya başlamışlardı. Buna bir de gece gündüz çalan sirenler ve ölülerine koro halinde ağlayan, feryat eden hasta yakınları eklenince o güzel mahallemiz artık yaşanması zor bir yer hale gelmişti.
Böylece seneler geçti ve ben köşemde olup biteni sessiz sedasız izledim.Önce evin genç kızı Suzan Kayseri’den bir eczacı ile nişanlandı. Çok mahcup, utangaç biri olan nişanlının merdivenlerden ikinci kata korka korka çıkmasını seyreder gülerdim. Çünkü evin küçük oğlu ablasını kıskanır zavallı enişte adayının burnundan ağzından getirirdi ziyaretini. Sonra Suzan evlendi. Gelin giderken bütün mahallenin kadınları ağladı. Kızını çok seven Ahmet beyi iki gözü iki çeşme ağlarken görünce ben de ağladım.
1963 yılı Ocak ayının ikisinde, zemheri soğuğunda Ahmet beyi beyin kanamasından kaybettik. Günlerce evin merdivenlerinden inip çıkan üzgün insanları izledim. Babamız çok sevilen, çok iyi birisiydi. Belediye Bandosu refakatinde Schopen’in cenaze marşıyla , cenaze arabasına konmadan, omuzlar üzerinde Ocak ayının üçüncü günü Halifelik Mezarlığına gömülmüş. Bütün bunları baş sağlığına gelenlerden öğrenmiştim. Orada olmayı o kadar isterdim ki... Her sabah kalkar benimle konuşur, sular sonra da alışverişe giderdi. Özlemim hiç bitmedi.
Ve seneler geçti. Evin küçük oğlu liseyi bitirip İstanbul’a üniversiteye gidince hanımım evde yapayalnız kaldı. Bazı geceler balkonda oturup ağlarken hıçkırıklarını dinlerdim. Kalbim parçalanırdı. “Üzülme yalnız değilsin, bak ben buradayım, seninleyim,senin yanındayım” demeyi, onun beni duymasını çok isterdim.
1969 yılında ev satıldı ve ana oğul İstanbul’a taşındılar. Ayrılık vakti geldiğinde Naciye Hanım çok ağladı. Giderken beni okşadı, sarıldı Allahaısmarladık demeyi unutmadı. Bir ay sonra evin sahibi evi yıktı, öndeki arsayla birleştirip kocaman altı katlı çirkin bir apartman dikti yerine. Çok yoruldum, çok üzüldüm, endişe ettim. Toz toprak ve inşaat malzemeleri pisliği içinde neredeyse iki sene yaşadım. Tam bu pislik, gürültü hiç bitmeyecek galiba diye düşünüp kurumak üzereyken inşaat sona erdi. Ne hikmetse bana dokunmadılar, hatta toprağımı çapaladılar, suladılar, yapraklarımı bile yıkadılar.
Sonra inşaatlar devam etti Kabakyazısı Öğretmen evleri mahallesinde. Önce o güzelim beş evler gitti. Sonra da bahçeleri çiçeklerle, minik süs havuzlarıyla dolu tek katlı evler kayboldu. Mahalle hepsi birbirine benzeyen çirkin apartmanlarla doldu, tanınmaz bir hale geldi. Ben bütün bunları bazen iç çekerek, bazen gözlerim dolarak, bazen ise ağlayarak izledim. Etrafımdaki konuşacağım, dertleşeceğim bitkiler teker teker kaybolup gidince, bir garip ardıç ağacı olarak kaldım ve bu günlere geldim.
Şimdi bundan birkaç yıl önce çok duygulandığım bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum.. Sıcak bir yaz günü gölgeme yaşlı bir kadın oturdu ve bana bakarak ağlamaya başladı. Biraz dikkatimi verince bu kadının Naciye Hanım’a temizliğe gelen Sato Bacı olduğunu fark ettim. Saçları bembeyaz olmuş, yüzü kırışmış, kamburu çıkmıştı ama beni tanıdı. Tam birbirimize bakıp hasret giderirken evin kızı Suzan Hanım geldi. Kayseri’den günü birliğine babası Ahmet Bey’in mezarını ziyaret etmek için gelmiş, sonra da mahalleye bir göz atmak istemişti. Bir mucizeydi sanki bu. Sato Bacı ile birbirlerine sarıldılar, dakikalarca ağladılar. Sonra Suzan hanım bana döndü, sarıldı,yapraklarımı okşadı. Göz yaşları içerisinde “ Ahhhh canımmmm, bir tek sen mi kaldın, canım benim, bir tek sen mi kaldın?” diye sordu. Ben de dayanamadım, ağladım. Bilmem fark etti mi?
Çünkü 45 yıldır ilk defa birisi benimle konuşuyordu ve duyduğum en güzel soruydu bu...
Birden yemyeşil olduğumu fark ettim, biliyor musunuz?
MARMARİS'TE ÖLÜNMEZ
Nasıl guzel bir bahar sabahı...
Ölüm meleği sabahın seherinde, mis gibi kara kekik, adaçayı, sümbül, nergis kokan bembeyaz papatyalarla dolu tepelerden aşaği zarifçe süzüldü. Pembeye çalan gri şeffaf kanatlarını çırparak henüz ciçek açmış badem ağaclarıyla cevrili evin bahçesine indi.. Kepenkleri çivit renkli, üzerine kırmızi laleler boyanmıs pencerenin önunde bir müddet durdu. Sonra içeri girdi.
Sade ama çok zevkli dösenmis odanın bir köşesindeki tertemiz bir yatakta yatan, kırlaşmıs saçları yastığına yayılmıs, solgun ama temiz yüzlü kadının baş ucunda durdu. Baktı baktı sonra yatağın etrafında kanatlarını kararsız kararsız oynatarak büyuk bir baykuş sessizliğiyle bir kaç kez döndü. Birden durdu. Gözlerini dikti ve bütün dikkatini vererek biraz daha inceledi yatakta hareketsiz yatan kadını. Sonra kafasını odanın bir dantel gibi işlenmis ağac tavanına kaldırdı. Çok saygılı ama kararĺı bir ifadeyle "Tanrım" dedi "Ben bu canı alamam." Gözleri de, kalbi de buram buram Marmaris dolu"
ÇOK ÖNEMLİ BİR YAŞ 30
Bu gün kızım 30 yaşına giriyorsun. 30 yıl önce Kanada’nın Ontario Eyaletinde George Town kasabası hastanesinde doğdun. Doğumunda oradaydım yanı başınızdaydım. Belki de hayatımın en güzel anıydı doğumunu izlemek, dünyaya gelişini görmek, o anı yaşamak. Kendimden geçtim, Allah’a, meleklerine inancım daha bir arttı. Ayaklarım yerden kesildi. Kalbimin atışları kontroldan çıktı. Kime sarılacağımı şaşırdım. Ne söyleyeceğimi bilemedim, dayanamadım ağladım. Ve bu gün, kafasında 3 adet kıvrık saç, bir gözü açık bir gözü kapalı, zayıf, upuzun, sarı renkli göbeğini ellerim titreyerek kestiğim kız çocuğu 30 yaşına giriyorsun teee…uçmuş zaman.
Doğduğunda 40 yaşındaydım. Sana baktım baktım dayanamadım, korktum. Allah'ım bana kızımın büyüdüğünü görmeyi nasip et diye yalvardım. Baba olmak için bu kadar beklediğim için kendi kendime kızdım.
Canım kızım sen doğduktan sonra artık senden ayrı kalamayacağımı, senin büyüdüğünü görmenin benim için dünyadaki en önemli hedef olduğuna inandım. Bütün hayatımı değiştirdim.
40 yaşında baba olmanın suçluluğunu hep hissettim ve sana genç bir baba olmak için senelerce deli gibi spor yaptım. Neler yapmadım ki; koştum, yüzdüm, sörf yaptım, yelken yaptım, kaptan oldum, kayak yaptım, tenis oynadım, dağlara tırmandım. Bensiz yaşamana gönlüm razı olmadı. Seni daha uzun görebilmek, seninle daha uzun beraber olabilmek için elimden geleni yaptım.
Sükürler olsun Allah dualarımı duydu ki, Seninle 30 yaşını kutlamayı bana nasip etti. Şimdi sen 30 yaşına giriyorsun, ben ise 70 yaşındayım. Senin önünde ardına kadar açık bir dünya, benim önümde kapandı kapanacak bir kapı var. Her şeyi yeniden yaşamam mümkün olsa, senin baban olmak için yine “Evet” derdim, “Binlerce defa evet” derdim. Seni işte böylesine, bu kadar seviyorum ben.
Yılların bu kadar çabuk uçup gideceğini bilemezdim ki kızım.
Yoruldum ama yine de "Buraya kadarmıs" diyemiyor insan...
İşte 30 yaş şiirin;
SEVDİM SENİ
Sevdim seni be çocuk
Doğdun sevdim
Yüzüne baktım sevdim
Yürüdün sevdim
Oturdun sevdim
Güldün sevdim
Ağladın sevdim
Hastalandın sevdim
İyileştin sevdim
Uyudun sevdim
Uyandın sevdim.
Sarıldın sevdim
Sarılmadın sevdim.
Dedim ya sevdim seni çocuk
30 yaşına giriyorsun bu gün
Seni gözlerime yazdım
Gönlüme yazdım
Ve sana her baktığımda
Sende ne senler görüyorum ben
Biliyor musun? Bilemezsin ki
Hiç büyümedin ki
Hiç büyümedin ki
HEPSİ BU İŞTE
Dostlarım. “F” vitaminlerim, sizlere motosikletimi sattığımı bildiren duygusal bir yazı yazdım. Gönderdiğiniz samimi, canı gönülden mesajlarınız ve yorumlarınız için çok teşekkür ederim.
Amacım neydi? Sizleri üzmek mi?, Sempatinizi kazanmak mı?, duygu sömürüsü yapıp sizlere kendimi acındırmak mı? İnanın bunların hiç biri değildi amacım. Aslında bu yazı artık bardağın taştığını, yıllardır olup bitenlerin millet olarak bizleri çileden çıkardığını, tahammül seviyemizin sonuna geldiğini anlatmaya çalıştığım bir isyan yazısıydı.
Son 15 yıl süresince hayatımızın hiç hatırlamak istemediğimiz en zor, en acılı, en endişeli günlerini yaşamadık mı? Neredeyse her sabah ölümlerle, bombalarla, şehit haberleriyle, iğrenç yalanlarla, başta benzin olmak üzere sonu gelmeyen zamlarla, tutuklamalarla, maden facialarıyla, turbanla, halkımızı birbirine düşürmek, düşman etmek için özellikle ve ustalıkla hazırlanmış mesajlarla, biber gazlarıyla, yolsuzluk haberleriyle uyanmadık mı? Sonunda haber dinleyemez, televizyon izleyemez, gazete okuyamaz hallere gelmedik mi?
Esnaflık, esnaf olarak bir yaşam sürdürmek her geçen gün daha zorlaştırıldı, en çileli meslek haline getirildi. Her yıl zamlar, gelir vergisi, geçici vergi, peşin vergi, levha vergisi, çöp vergisi, çevre vergisi, defter parası elektrik, su, KDV, ÖTV derken bankaların, tefecilerin eline düşmeyen esnaf kalmadı. Sanki bu özel olarak hazırlanmış, insanların iş yerlerini kapatıp sürünmeleri için hazırlanmış, sinsice planlanmış bir oyun gibiydi.
Yıllar önce kendi kendini besleyecek, dünya devletleri içinde hiç kimsenin yardımına ihtiyacı olmayan listenin içinde yer alan ülkemiz neredeyse her şeyi dışarıdan ithal etmeye başladı. Tarım çöktü, hayvancılık öldü.
Et fiyatları aldı başını gitti. Benzine zam, alkollü içkilere zam üstüne zam derken restoranımıza gelen misafirlerimizin önüne hesap koymaya utanmaya başladık. Ekonomik bir tatil yapmak düşüncesiyle ülkemize gelen turistler ödedikleri miktarın en az kendi ülkelerindeki kadar, hatta daha fazla olduğunu fark ettiler. Kaçak içki, kaçak et tavan yaptı. Esnaf çaresizlikten evinde, merdiven altında kendi içkisini üretmeye başladı. İnsanlar yedikleri yemeklerden zehirlendiler. İçtikleri içkiden kör olup öldüler, ölmediler mi?
Her geçen yıl daha fazla çalışıp daha az para kazanan Marmaris esnafı sonunda banka kredileri, borç harç, belki önümüzde ki sene düzelir, hayırlısı rüyalarıyla iş yerlerini açık tutup yaşamlarını devam ettirmeye çalıştılar. Her gelen yıl daha fazla hayal kırıklığı yarattı. Sonunda turist kalitesi de iş kalitesi de düştü yerlerde sürünmeye başladı.
Yetmedi, organize terör atakları, bombalar, iktidarın inanılmaz hataları, Suriye’ye gir, Irak’a müdahale et, Işıd’ı silahlandır besle, Hollanda’yı tehdit et, Almanya’yı tehdit et, Rusya’nın uçağını düşür derken istenmeyen, riskli ülke ilan edildik ve turizm bitti.
Şimdi Marmaris’te beş yıldızlı otellerde; entariyle havuza giren, ayağında terlikle suyun sıcaklığını kontrol eden, yüzme havuzunun başında karpuz kesip yiyen, herkesin çorba aldığı tencereye kepçeyi sokup çorbanın tadına bakan ve kepçeyi geri koyan, burnuna soktuğu parmağıyla beynine ulaşmaya çalışan, çocuklarını duvar kenarlarında çiş tutan, içtiği bir çay için pazarlık yapan turistleri ağırlıyoruz.
Esnafın 216 lı 212 li numaraları gördüğünde telefon ekranlarında yüzleri bembeyaz oluyor, açmıyorlar, açamıyorlar telefonlarını. Çünkü bankalardan gelen “asarız, keseriz, takibe alırız, icra gelir” tehditlerinden gına geldi. Bu zavallılar sadece hafta sonların da biraz olsun rahat ediyorlar. Neden biliyor musunuz? Bankalar kapalı da ondan.
Sizlerle Mona Titti sanat mağazamızın ve lokantamızın resimlerini defalarca paylaştım. Yalnız Türkiye’de değil belki de bütün dünyada ses getirecek, iftihar edeceğiniz, hayran olacağınız mekanlar yarattık biz. Merhum eşimle, kızımla, Gaziantepli Mehmet ile, Bulgar Türkü Fatma ile insanların hayatları boyunca hatırlayacakları, unutamayacakları güzellik dolu ruh dolu mekanlar yarattık. Şimdi bu mekanların bomboş, boynu bükük bir şekilde durmalarına katlanmak o kadar zor, o kadar acı ki…
İşte böyle dostlarım, “F” vitaminlerim benim. Son 15 yıl işte bizi bu hallere düşürdü. Çaresizlik bizleri çareler üretmeye, istesek de istemesek de bir takım fedakarlıklar yapmaya zorladı. Maalesef insanlarımız kendilerini hayata bağlayan değerleri birer birer kaybetmeye başladılar. Kimi gazete okumayı bıraktı kimi televizyon seyretmeyi, kimi senelerce içtiği Yeni Rakıyı bıraktı kendi rakısını yapmaya çalıştı, kimi bakkalların imal ettiği ucuz sigaralara talim etti, kimi dükkanın kapattı kaçtı, kimi çocuğunu okulundan aldı, kimi boşandı, kimi kalp krizi geçirdi öldü.
Ben de motorumu sattım!...
Hepsi bu işte…
ÜZGÜNÜM, YARIM KALDIM…
Motosikletimi sattım…
15 yıl boyunca adeta tek vücut olduğum, birlikte Marmaris’te bir efsane olduğumuz, önlerinden geçerken trafik polislerinin selam durduğu, binerken sarılıp öptüğüm, inerken sarılıp öptüğüm, beni rüzgarla özgürlükle tanıştıran, saçlarımı uçuran, birlikte portakal çiçeklerini, badem çiçeklerini kokladığım, bahar çiçekleri topladığım, zakkumlara, Japon güllerine, begonvillere dokunduğum, geceleri yıldızları izlediğim, güneşi karşıladığım, dağlar tepeler aştığım, bir defa olsun beni yolda bırakmayan, üstünden atmayan, yaşadığıma defalarca şükrettiren, en kötü günlerimde bana hayatı yeniden sevdiren motosikletimi sattım.
Şimdi ne zaman bir motor sesi duysam irkiliyorum, tüylerim diken diken oluyor. Motosikletimi hem çok özlüyor, hem çok utanıyorum. Gemisini terk eden kaptan, uçağından atlayan pilot gibi hissediyorum kendimi
Satmak zorundaydım.
Ekonomi çok iyi, refah içinde yüzüyoruz ya!...
Üzgünüm, yarım kaldım.
Dua edin de Allah yeni bir motor nasip etsin, çok geç olmadan.
HAFİFLEYİN
Marmaris çarsısında, eski caminin yanından geçip Barlar Sokağına girdiğinizde, 50 metre ilerde sağda, üzerinde süper market yazan ve insan sağlığına zararlı her şeyi satan bir bakkal görürsünüz. Bu bakkalın sahibi kısa boylu, tıknaz çalışkan Muhittin isimli doğulu bir vatandaştır. Sıkıldıkça başının hemen üstünde asılı duran kısa saplı sazını eline alır, boynunu büker ve memleket havaları söyler, dertlenir.
Bakkalı geçip sağa döndüğünüzde her nasılsa sökülmeden, kesilmeden günümüze kadar gelebilmiş 13 adet ağaç, çiçeklik haline dönüştürülmüş şirin, taştan yapılmış bir havuz görürsünüz. Biraz ileriye bakarsanız tam sahil kenarına inşa edilmiş kasabanın dokusuna hiç uymayan, malzemesiyle, şekliyle, üzerinde ki bakır renkli bebekleriyle dünyanın en çirkin havuzları sıralamasında ön sıraları rahatlıkla zorlayacak dört basamaklı bir havuz görür, dehşete düşersiniz.
Biraz önce bahsettiğim bu 13 adet gariban ağacın altında Marmarislilerin tinerci, benimse şarapçı dediğim üç adet gariban oturur. Bazen kendilerine sesi içtiği sigaralardan erkek sesine dönüşmüş, zayıf kirli saçlı bir de kadın katılır, dört olurlar. Ellerine para geçtikçe bakkaldan ucuz şaraplarını alır, şişeyi elden ele dolaştırarak hiç acele etmeden bitirirler. Sadece kadın şişeden içmez. Elleri titreyerek şişeden elindeki plastik bardağa boşaltır nasibini boş gözlerle içer.
Bakkala her uğradığımda kırmızı yüzlü, eğri burunlu, her fırsatta “ Ahhh ne marangozdum ben” diye söylenip iç geçiren şarapçılardan biri beni görür görmez ayağa fırlar “Vay babam gelmiş” diye ellerime sarılır. Sonra da diğerlerine dönüp” Kalkın lan görmüyor musunuz babamız gelmiş” der herkesi ayağa kaldırır. Selamlaşma faslı bittikten sonra el ele bakkala gireriz ve ben her zaman ki gibi Muhittin’e “En büyük en ucuz” komutumu veririm. Adını sonradan öğrendiğim, Rüstem bakkalın kendisine işaret ettiği şişelerden birini ibadet ediyormuş gibi alır, bana döner, ağzını doldurarak “Allah razı olsun babam der” ve arkadaşlarına koşar.
“Neden paranı sokağa atıyorsun abi?” Diye sorarlar bana. “Görmüyor musun aldığın şarabı hep beraber içiyorlar, anında bitiriyorlar” der kınarlar beni. Ben de işte ben de hep beraber içsinler, diye şarap alıyorum. Görmüyor musunuz, ne kadar güzel paylaşıyorlar, ne kadar mutlu oluyorlar. Fark etmiyor musunuz şarap şişesi ellerindeyken hayata dönüyorlar, canlanıyorlar. Bir tek ellerinde yaşamlarına sarılmak için şarap şişesi kalmış artık onu da çok görmeyin der, gülümserim. Keşke şu yaşadığımız günlerde sizleri de bir şişe şarapla bu kadar mutlu edebilsem der biraz daha gülümserim.
Geçenlerde bakkala öğlen üzeri uğradım. Şarapçılar yerlerinde yoktu. Merak ettim Muhittin’e sordum. “Onlar bu saatlerde gelmezler abi” dedi. “Hele bir serinlik çöksün hepsi yerlerini alırlar merak etme” diye devam etti. Her zaman ki şaraptan bir şişe aldım Muhittin’e verdim, parasını ödedim ve geldiklerinde onlara vermesini söyledim. “Babanız geldi” dersin dedim. Sonra hava sıcak olduğundan canım bir bira çekti. Kendime bir bira söyledim. Bakkal elime sazı tutuşturdu “Abim” dedi “Hazır gelmişken hadi bir türkü söyle de dinleyelim”. Çaldım, söyledim istediği türküyü. Biramı bitirdim parasını ödemek için elimi cebime attım. Muhittin kolumu yakaladı “Olmaz abim” dedi” Biranın parasını almam. Sen yıllardır bizim şarapçılara bakıyorsun senden biranın parasını alır mıyım dükkan feda olsun sana”. Ne kadar ısrar ettiysem de biranın parasını veremedim.
İşte böyle “F” vitaminlerim dünya her türlü insanla dolu. Zengini var fakiri var, iyisi var kötüsü var, duygulusu var duygusuzu var, bencili var paylaşanı var, merhametlisi var gaddarı var, saygılısı var saygısızı var, dertlisi var, gamsızı var, var da var, ama HATASIZ VE GÜNAHSIZ İNSAN YOK.
İncil de güzel bir bölüm vardır. İsa peygamber bir gün şehir meydanında vaaz verirken zavallı bir kadını sürükleyerek huzuruna getirirler.( Maria Magdelena) Kadının bir hayat kadını olduğunu günah işlediğini söyleyip taşlanarak öldürülmesi gerektiğini söylerler. Sen ne düşünüyorsun? Diye sorarlar İsa peygambere. O da “Hiç günahı olmayan ilk taşı atsın” der. Herkes kalakalır kimsenin eli taş atmaya gitmez.
Ve burada naylon şeyhiniz devreye girer ve der ki; Eninde sonunda hepimiz vücutlarımızı götüremeyeceğimiz, geri dönüşü olmayan uzun bir yolculuğa çıkacağız. İnsanları sevin, hoş görülü olun. Onları oldukları gibi kabul edin ne kınayın ne de eleştirin. Önce ellerinizde ki taşları atın sonra da ceplerinize doldurduğunuz taşları boşaltın hafifleyin. yolculuğunuzu güzelleştirmek de, gittiğiniz yerde güzel karşılanmak da sizin elinizde.
Yani; Adam olun lannnn!..
( resimde gördüğünüz bahsettiğim havuz, arka planda ağaçlar)
YALNIZLAR RIHTIMI
Marmaris kitap fuarı tam bir fiaskoydu. Dünyanin yayımevinin katıldığı ( bence lüzumundan fazla) kitap fuarı için doğru dürüst tanıtım yapılmadığından fuar alanı yalnızlar rıhtımı görüntüsündeydi.
Bütün yazarlar oturduk birbirimizi inceledik. Çay içtik sigara tiryakileri sigaralarını tüttürdüler. Evet, hayır konuştuk. Memleketi kurtardık. Şakalaştık, hasret giderdik. Aksamları kafaları çektik, biraz daha memleketi kurtardık" #Hayır" dedik, "çek ellerini cumhuriyetimizden"dedik. Cum-huri-yet kelimesinin içinde ki huri kelimesini de mi görmüyor sunuz?" dedik, cumhuriyetimize sarıldık.
Sonra sıra geldi birbirimizin sırtını kaşımaya. İltifatlar havalarda uçuştu. Birbirimize kitap imzaladık, çok sevindik, cok mutlu olduk. Kendi kendimizi alnımızdan öpemedigimiz icin birbirimizi alınlarımızdan öptük.
Neyse ki Gül, kız arkadaşım halime acıdı ve beni ziyarete geldi, bir de hatıra resmi çektirdik anasinı satayım dosta düşmana karşı.
Ama sizden kacmaz. Böyle bir fuar olmaz, aslında üzgünüm ve hayal kırıklığına uğradım bütün katılımcılar gibi.
Yüzümde ki acı tebessümü fark ettiniz değil mi?
( Bu arada kitaplarımı satın almak isteyenler bana adreslerini yazarlarsa kargo bana ait olmak üzere kapılarina kadar yollayacağımı üzülerek hatırlatıyorum)
KAHIR
Önce cok guzel yürekli ve cok güzel huylu insanlar gitti.
Sonra güzel yürekli ve güzel huylu insanlar gitti.
Sonra tanrı geride kalanlara şöyle bir baktı...
Ve bütun meleklerini topladı..
Ortaya bakır bir legen koydular
KINA YAKTILAR.
ŞÜĶÜRLER OLSUN
Düşünüyorum da makinam hala bozulmamış ufak tefek arızalar haricinde beni yolda bırakmamış. Hala yaprakların rüzgarla dansını izleyebiliyorum. Gökyüzünde yıldızlar olduğunu, çiçeklerin rengini, yüksek tepelerin etrafindaki dumanı, kuşlarin ötmesini, denizin rengini, yelkenlileri, uğur böceklerini, yeni dünyaya gelmiş bebeklerin sevimliliğini fark ediyor, cok seviyorum. Bana söylenenleri anlıyorum, bana sarılanlarin kim olduğunu biliyorum, kimlere sarıldığımı da biliyorum. Dişlerim orijinal yani kendimin. Okurken gözlük kullanıyorum, olsun. Evimin yolunu buluyor sokağımi tanıyorum. hala çişimi tutabiliyor, fermuarımı zamanında indirebiliyor, ve cekebiliyorum.
Ve en güzeli; sarhos olduğum zamanlarda tanrıya sarıliyor onu affediyorum.
Yani, şükürler olsun be...
İSTEMEYE İSTEMEYE
Gece yatağıma yatıyorum. Uyuyabilirsen uyu. Dolu mideyle uyunmaz derler, dolu kafayla hiç uyunmuyor. Her şeyi unuttum 70 yaşında hala para pul peşinde koşuyorum diye kızıyorum kendime. Aslında rezilliğin de, sürünmenin de yaşı yok. Kafamda banka isimleri dans ediyorlar. Ondan alıyor ona yatırıyorum, bir diğerine telefon açıyorum, birinin müdürüyle konuşmaya karar veriyorum, diğerinin ödemesini geciktirmeye düşünüyorum. “Lan,” diyorum kendi kendime, gurbet ellerinde İngilizce ekonomi okurken bile bu kadar zorlanmamıştın, borçlu olmak ne kadar da zormuş. Dön Allah dön artık yoruluyorum. Sağa yatıyorum olmuyor, sola yatıyorum olmuyor. Yorganı başıma çekiyorum hiç olmuyor. “Uyu lan” diyorum, “düşün düşün nereye kadar, uyu da biraz aklın başına gelsin, bak tansiyon nedir bilmezdin geçen gün tansiyonun 20 ye çıktı evin yolunu bulamıyordun” diyorum. Sonra kendimi adeta döve döve uyutuyorum. Sabah saat ikilerde üçlerde uyanıyorum ve bankalara, ödemelere geri dönüyorum.
Sabah dayak yemiş gibi istemeye istemeye yataktan kalkıyorum çünkü yatmaya devam edersem daha fazla düşünüyor, daha fazla yoruluyorum. İstemeye istemeye yüzümü yıkıyor, istemeye istemeye yüzüme bakıyorum. Gözlerimin altı simsiyah, yüzüm nasıl yorgun sanki aynadan şimdiye kadar hiç görmediğim birisi bana bakıyor. İstemeye istemeye giyiniyorum. Yine de içimden zayıf bir ses bir tercih yapmamı söylüyor. Hass….r diyor hiç umursamıyorum, ne bulursam onu giyiyorum. Bazen ciddi ciddi elbiselerimle yatıp elbiselerimle kalkmayı düşündüğüm bile oluyor.
Artık arabamdayım. Hızı hiç sevmediğim için sakin sakin iş yerime gidiyorum. Kasaba sessiz, insanlar keyifsiz. Turistin “T”si yok. Hiç kimsenin yüzü gülmüyor. İş yerlerinin çoğu hala açılmamış. Yolda yürüyenlere bakıyorum o kadar enerjisiz, o kadar amaçsız görünüyorlar ki. Bugün daha da yavaş araba kullanıyorum çünkü istemeye istemeye işime gidiyorum. Bir haftadır sefilleri oynuyoruz, neredeyse bir adet satış yok.
Neyse Marinada ki mağazamıza geliyorum. Marina esnafı ile selamlaşıyorum. Herkes birbirine “Hayırlı işler” diyor istemeye istemeye. Züğürt tesellisi çünkü herkes biliyor yine bir bok olmayacağını, yine sigara üstüne sigara, çay üstüne çay içip gözleri yolda müşteri bekleyeceklerini.
İstemeye istemeye mağazanın kapısını açıyorum. Kapıda sabırla beni bekleyen kedimin başını okşuyorum, sonra masama geçip bilgisayarımın başına oturuyorum. Yan mağazadan komşular çay getiriyorlar sağ olsunlar, biraz bal koyup içiyorum. İşte bütün kahvaltım bu, canım başka bir şey istemiyor ki. Sağımla solumla şakalaşarak güle oynaya ettiğim kahvaltılar geliyor aklıma, gözlerim dalıyor.
Tam yazımın ortasında içeri zayıf, kirli sakallı orta yaşlarında birisi giriyor, bana bir kağıt uzatıyor ve “Başbakanımız Muğla’ya geliyor, evet diyeceksin değil mi abi?” diye soruyor. Bir an kan dolaşımımın hızlandığını hissediyorum. “Ne olur delirme, sen iyi bir insansın” diyor içimde ki meleğim ama süpürge sopasını kapıp herifi Marmaris sokaklarında döve döve koşturmak istiyorum. Adamın suratına öyle bir bakıyorum ki, “Tamam Abi” deyip kayboluyor.
Her şey üst üste geliyor yani.
ACIYORUM, # HAYIR ACIMIYORUM
Bugün Pazar, hava güneşli ve sıcacık. bütün Marmaris çoluk çocuk, genç ihtiyar sokaklara dökülmüş baharın zevkini çıkarıyorlar. Kısa kollular, şortlar, tişörtler ortaya çıkmış. Marmaris’in yerlileri hala palto, ceket atkı geziyorlar ne olur ne olmaz diye. Ben bu kadar sıcağı seven insanlar görmedim. Hala soğuk bir şey içmeye korkuyorlar. Ne hikmetse en çok hastalananlar da onlar.
Her zaman ki gibi marinada ki sanat mağazamda oturuyorum. Ara sıra kapının önüne çıkıyor, sonra bilgisayara dönüp yazılarıma devam ediyorum. Birileri girip çıkıyorlar. Her girenden iltifat üstüne iltifat duyuyorum ama satış yok. Çünkü kimse de para yok, kimse ne olup biteceğinden emin değil, herkes tedirgin. “İltifatla zengin olunsa şimdiye kadar 50 defa köşeyi dönmüştük” diyorum kendi kendime.
Derken içeri çok genç türbanlı bir kız ve erkek arkadaşı girdi. Kız doğru bana geldi, yüzünde candan bir gülümsemeyle elini uzattı “Güven Bey sizsiniz değil mi?” Diye sordu. “Evet, benim” dedim. “Bütün yazılarınızı okuyorum, o kadar seviyorum ki, yazdıklarınız içime işliyor” dedi ve gözyaşları gözlerinden süzülmeye başladı. O kadar duygu doluydu ki beni de ağlattı kerata. Sonra sarıldık birbirimize. Sessiz sessiz bizleri seyreden sonradan ismini öğrendiğim Ahmet, erkek arkadaşı sırt çantasından iki adet kağıt mendil çıkardı birini kız arkadaşına birini bana verdi, gözlerimizi kuruladık. Sonra Meryem ve Ahmet’e son kitabımı imzaladım. Geldikleri gibi sessiz sedasız gittiler.
Lan, dedim içimden Allah bütün bu olanların hesabını sorsun sizlerden. Bizleri birbirimize düşürmek, kutuplaştırmak için elinizden geleni yaptınız, yapıyorsunuz. Nerelere taşıdınız, nerelere getirdiniz bizleri? Hala da ortalığı daha fazla karıştırmak için uğraşıyorsunuz. Yazık değil mi bu güzel insanlara? Yazık değil mi bu güzel ülkeye? Bu neyin hırsı ha, bu neyin hırsı? Kırk defa Hacca, Umreye gidersiniz, ordularınızla Cuma namazlarında boy gösterirsiniz. Hiç mi ders almadınız, hiç mi kalbiniz yumuşamadı? Ne insan kalbine türban sarabilir, ne duygulara çarşaf giydirebilirsiniz. Hala mı anlamadınız?
“Acıyorum sizlere” demek geldi içimden ama # HAYIR diyemedim. Hep sakin, sabırlı bir insan olduğumu düşünürdüm. Bunlar sonunda beni de çileden çıkardılar.
Allah hepimizin yardımcısı olsun.
PAZAR NEŞESİ
Ve naylon şeyhiniz derki;
Bu sabah iyi bir günümdeyim. İçimde izah edemediğim bir hafiflik var. Gözlerim sanki dünyaya daha bir ışıklı bakıyor. Sanki etrafımda gördüğüm bütün ağaçlar, bitkiler, kır çiçekleri, bal arıları, böcekler, kertenkeleler gibi benimde içimde bir canlanma mı var ne? Biliyor musunuz “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin” diye bir türkü vardır. Çok severim işte ben o türküyü. Sazımı alır öyle bir söylerim ki benimde dinleyenlerinde gözleri nemlenir. İçimden bir ses al şu sazı eline diyor. Belki bir gün size bir video çeker paylaşırım.
Bu gün sizlere masallar, öyküler anlatasım var. Bu bir çeşit hepinizi kucaklama hissi. Yaşadığımıza, nefes aldığımıza beş duyumuzun çalıştığına, sevdiklerimizle birlikte olmamıza şükretme hissi.
Yunan Mitolojisinde yaz ve kışın oluşmasını anlatan çok güzel bir hikaye vardır. Bu hikayeyi arkeolog günlerimde çok severdim. Bereket ve tabiat tanrıçası Demeter’in Zeus’ten olma Persephone isimli çok güzel bir kızı vardır ve tek evlattır. Yer altında yaşayan, karanlık ve ölüm tanrısı Hades Persephone’ye aşık olur. Bir gün Persephone kırlarda kır çiçekleri toplarken yer yarılır ve Hades 4 atlı bir arabayla Persephoneyi kaptığı gibi yer altına kaçırır. Demeter’in bütün karşı çıkmalarına rağmen kızı geri getirmez. Demeter çok üzülür, kızını çok özler ve kızının babası Zeus’e yalvarır onu geri getirmesi için. Sonun da kızın senenin 4 ayı Hades’in, diğer 8 ayı da Demeter’in yanında kalmasına karar verilir. Böylece kızın geleceğine yakın Demeter o kadar sevinir ki bahar gelir, her şey hayata döner, ağaçlar çiçek açar, çimenler yeşerir, her taraf rengarenk olur. Demeter kızıyla çok güzel bir yaz geçirir sonra kızının gideceği yaklaştıkça havalar soğur yapraklar dökülür son bahar gelir. Persephone yer altına dönünce Demeter’in gözyaşları önce soğuk yağmurlara, sonra da kar yağışlarına döner ve kış başlar. İşte Yunanlılara göre mevsimler böyle oluşur. Sevdiniz mi? Söyledim ya ben çok severim.
Gelelim ikinci öyküye;
Din kitaplarında tanrının önce erkeği yani Adem Peygamberi yarattığını, sonra onun kaburgalarından birini alıp, o kaburgadan Havva Anamızı yarattığı yazar.
Ama o kitaplar Havva anamızın dünyaya gelen ilk kadın olmasına rağmen müthiş kıskanç olduğunu ve her sabah uyandığında Adem Peygamber uyurken çaktırmadan kaburgalarını saydığını yazmazlar.
Yaa!... beyler, siz uyuyun uyuyun bakalım
# HAYIRLI PAZARLAR
BENCE
Her insanın hayatı kendine aittir ve her insanın hayatı enterasandır. Ama bir çoklarımız bunu ne bilir, ne de kabul eder. Birisine anılarını yazsana dersiniz, cevaplar çoğu zaman " Aman ne yazayım yazacak bir şey yok ki" olarak çıkar. Sonra sorular sormaya baslarsınız, bu defa " A nasıl da unutmuşum, evet cok severdim, veya ne kadar güzel günlerdi veya "Evet "onu hiç unutamadım" gibi cevaplar çıkar, yani insan olduklarını hatırlarlar. Aslında herkesin anlatacak bir veya bir cok hikayesi vardır. Kışi biraz kendisine, biraz cevresindekilere değer vermeye basladığında bu hikayeler birer birer saklandıkları yerlerden çıkmaya başlarlar.
18 yıl önceydi. Almanya'dan satın aldiğımız Volkswagen Westfelia marka kamp arabamızi Hannover'e götürüp oradan da feribota yükleyip Albany, Newyork' a göndermem gerekiyordu. Bu güzel arabayla eşim ve kucağımızda ki kızımızla bütün Avrupa'yi dolaşmış sonunda Büyük Çekmeceye esimin anne babasının evine demir atmıştık. Sonra da yetmemiş birlikte bir de türkiye turu yapmıştık. İstemesekte arabamızdan bir sure ayrılmamız gerekiyordu.
Sisli bir bahar sabahı yola çıktım. Uzun bir süre kendimi çok yalnız hissettim. Çünkü son altı ayı arabamızda hiç yalnız seyahat etmemiştim
Bazen bütün gün, bazen bütun gün ve gece araba kullanarak Avusturya sınırına girdim. Saat sabahın üçü falandı ve müthiş yorulmuştum. İnnsburg'a 40 km kala paralı yola girmem icab etti, başka alternatifim yoktu. Cebimde nakit param olmadıgından Amerikan Express çeki ile ödemek zorundaydım. Gişelere yaklaştım, elimdeki çeki cok yaslı bır adam olan görevliye uzattım. Uzattığım çeke korku ile baktı. Çeki eline alıp ilk defa görüyormuş gibi inceledi. Sağ elinin 3 parmağı yoktu. O zaman ikinci dünya harbi görmüş, geçimini sağlamak için bu yaşta, böyle geç saatlerde, bu işte çalıştığını fark ettim.
100 dolarlık çekle ne yapacağıni bilemedi adamcağız. Ingilizce bilmediğinden anlaşamadık. Sonra başka bir görevliden yardım istedi. Bu arada ben uykusuzluktan ve yorgunluktan ayakta duramıyor sallanıyordum. Neyse bayağı bir konustular. Sonra adamcağiz istemeye istemeye çeki bozdu. Alacaği parayı aldı ve üstünü bana Avusturya Şilingi olarak verdi.
Yola koyuldum ama gözlerimden uyku akıyor, gözlerimi açık tutabilmek için bütün gayretimi sarfediyordum. İnnsburg 30 km tabelasıni görünce paramı saymak aklıma geldi ve adamcağızın bana 25 dolar fazla verdığini fark ettim. Paralı yol olduğundan geri dönemezdim. Yani 30 km yolun sonuna kadar gidip gerisin geri dönmem gerekiyordu. Birde üstüne üstlük aynı yolu tepip İnnsburg' a geri dönmek vardi. Yani bu yorgunlukla neredeyse en az 100km araba kullanmak zorundaydım..
"Vermeseydi" dedim kendime. "Biraz daha akıllı hesap kitap bilen birisini koysalardı" dedim. "Bu yorgunlukla o kadar yolu gidemem" dedim. Dedim ama adamın bembeyaz sacları, kırışıklarla dolu yüzü sarkmış göz kapakları ve iki parmağı kalmış sağ eli gözümün önünden gitmiyordu. Nöbeti sona erdiğinde yaptığı hatayı anlayıp ne kadar üzüleceğini düşünüyordum. O kadar uykusuz ve yorgundum ki.
Evet 'F" vitaminlerim benim, geri döndüm, adamı buldum, parasını geri verdim. Beni gördüğünde eli aýağı dolaştı ayağa fırladı, bana sarıldı, Almanca bir şeyler soyledi. Arkadaşı kırık dökük İngilizcesi ile adamcağızın ben gittikten sonra yaptığı hatayi anlayıp çok üzüldüğünü anlattı. Sonra bana kahve ikram ettiler. İkisi de yüzume gülümseyerek, o kadar sevgi dolu baktılar ki.
Her insanın insanlığiyla iftihar edeceği, giderken öbür tarafa birlikte götüreceği anıları olmalı.
Bence!..
MEMLEKETİMDEN BAZI İNSAN TÜRLERİ
Naylon Şeyhiniz derki;
Bazı insanlar dünyaya eşek gelir eşek giderler. Bunların kendilerinden başka kimseye zararları yoktur. Sadece yontulmazlar, ne yaparsanız yapın yontamazsınız. İşte öyle kendi başlarına, yaşar ne dinler, ne sorgular, ne merak eder, ne dünyaya bir şey verir, ne bir şeyler alır, ne de isyan ederler. Sonra da çeker giderler ve dünyaya gübre olarak geri dönerler.
Bir de dünyaya eşek gelip, eşek oğlu eşek gidenler vardır. Yaşadıkları sürece çevrelerine ve insanlığa sadece zarar verirler, huzur bozarlar, yalan söylerler, her türlü pisliğin altından çıkar her çeşit fesatlığı sergilerler. Bunlar Allah’ın yarattığına, yaratacağına bin pişman olduğu türlerdir.
Dünyaya gübre olarak bile dönemezler.
İlhan kesici gardaşımla 50 yıl aradan sonra tekrar görüşmek, önce beni Sivas'a, sonra liseden mezun oluncaya kadar Sivas'ta biriktirdiğim anılarıma, sonra da iyi ki yazmısım diye kendimi alnimdan öpmeye çalıstigim ilk kitabim "Bir Sivaslı'nın Anilarina" götürdü. O kadar güzel bir cocukluk, o kadar unutulmaz ve eğlenceli bir öğrencilik dönemi yasadık ki o yıllar Sivas'ta. Ne güzel, para yok, dert yok, birbirimizden sevgiden başka bekledigimiz bir şey yok. Arkadaşın bir gazoz ısmarlar dünyalar senin olur. Birlikte sinemaya gideceğiz diye sevincten içimiz içine sığmaz. Varını yoğunu yoksullugunu paylasırsın, elindeki simitin yarısını koparip arkadaşına vermezsen boğazından geçmez. Güzel günlerdi o günler dostlarım, güzel günlerdi. İste İlhan Kesici o günlerdeki arkadaşlarımdan biridir.
Son günlerde zaten derdiniz basınızdan askın bir de benim hüzünlü yazılarımı okuduğunuzdan bu defa sizlerle Bir Sivaslı'nın Anıları kitabimdan aldığım iki eglenceli anımı paylaşıyorum. Biraz da gülün istedim
AÇ KIZIM AÇ
Lisede, divan edebiyatı aruz vezni dersimiz vardı. Bu, eminim liseye giden herkesin hatırladığı " fa ülatun, faulatun, faulatun, faülün kalıbı gibi kalıplar,açık kapalı heceler burnumuzdan getirirdi. Edebiyat ögretmenimiz çok küfürbaz biri olan sayın müdürümuz Aziz Beydi.
Bu derslerden birinde Aziz Bey sınıfin en şuh ve işveli kizi M.yi derse kaldırdı. Sonra Nedim'in bir dörtlüğünü tahtaya yazdırıp kalıplarını çözmesini istedi. M. Hecelerin altını çizip açık kapalı diye ayırmaya basladı, bitirdi, eteklerini tutup küçuk bir kız gibi iki yanina sallanarak, yüzünde nasılım ama der gibi bir ifadeyle Aziz Beye döndü. Aziz Bey heceleri inceledikten sonra bir hecenin açık olması gerekirken kapalı olarak işaretlendiğini fark etti ve komedi basladı.
" Kızım üçüncü satırın sonundaki heceyi görüyormusun?"
"Evet hocam"
"O heceyi aç kızım"
Yaptığının doğruluguna yürekten inanan M. Sonuna kadar direnmeye kararlı olduğundan, bütun sirinliğiyle:
"Hayır ama açamam hocam"
"Ac kızım ac"
"Açamam hocam"
"Açsana kızım, sana aç diyorum."
"Eminmisiniz hocam, bence açmasam daha doğru olur."
"Acsana yav ille bağırmam mı lazim?"
"Tamam açıyorum o zaman"
"Tamam, tamam aç kızım âç artık yahu!"
Bu arada Aziz Bey'den çok çekinmemize rağmen sinıfta kızlar dahil hepimiz kıkırdamaya baslayınca, Aziz Bey bu konuşmanın nereye dayandıgını fark etti ve hayran olduğumuz kibarlığıyla "sırıtmayı kesin yoksa hepinizin ağzına sıçarım" dedi.
ÇALHALIYON HOCAM ÇALHALIYON
Biz Lisede kimbilir kac sene kimya okuduk. Laboratuvar nedir hiç bilmediğimizden her şeyi ezberlerdik. Vasviye Hanım diye cok tatlı, hanımefendi bir kimya hocamiz vardı. Her nedense hic evlenmemiş, her halde kimyası uyuşacak birisi çıkmamıştı karşısına.
Bir gün laboratuvara gidileceği haberi geldi. Bu bizler icin büyük bir olay, bir dönüm noktasıydı. Cok heyecanlandık hayatımızda ilk defa bir laboratuvar dersine girecektik. Derken o beklenen gün geldi. Vasfiye Hanim büyük bir gururla önümüze düştü ve bizi laboratuvara götürdü. Ders başladı. Bizler şaşkın şaşkın terbiyeli maymun gibi otururken Vasfiye Hanım eline bir tüp aldı , icine bir kaç çinko parçası attı, sülfürük asit( kezzap) ilave etti. Tüpten dumanlar çıkmaya baslayınca tüpü çalkalamaya başladı. Sonra gururlu bir yüz ifadesiyle 1025 Selahattin'e döndü.
"Ne yapıyorum oğlum Selahattin?"
"Çalhalıyon hocam, çalhalıyon."
GARDAŞIM GELDİ
Biz Sivas’ta kardeş demeyiz. Kardeş biz Sivaslılar için modern ve hafif bir kelimedir sanki. Fazla kibardır. Bu yüzden biz ağzımızı doldura doldura” Gardaş” deriz birbirimize.
Bu yan yana poz verdiğimiz beyefendiyi birçoğunuzun tanıdığına, kim olduğunu bildiğinize eminim. İlhan Kesici İstanbul Milletvekili, Avrupa Konseyi Parlamenter Üyesi, hayatını bu memlekete ve siyasete adamış, idealist, derya gibi bir insan. Ama bilmediğiniz, kendisi Zaralı yani Sivaslı, sizlerle defalarca paylaştığım Sivas Cumhuriyet Lisesi mezunu ve benim sınıf arkadaşım. Ben İlhan’ın hem sınıf mümessili hem de izci başkanıydım.
Tam 52 yıl sonra nasip oldu Marmaris’te karşılaştık. Şöyle bir baktık birbirimize sonra “Gardaş” dedik sarıldık. İlhan dedim 52 yıl geçti aradan görüşmeyeli. “Sus gurban olduğum” dedi. “Kimse duymasın sonra yaşımız ortaya çıkar. Yemek süresince birbirimizi inceledik, gülümsedik duygulandık.
Ona, o yıllarda Sivas’ı, yaşadığımız hayatı, lise anılarını anlatan bir kitabımı imzaladım verdim. Sevindi, teşekkür etti. Bir de resim çektirdik. Sonra Gürsel Tekin Bey’le çok yoğun bir programı olduğundan birbirimize cep telefonlarımızı verdik ayrıldık.
Allah yardımcısı olsun. Ah Livaneli ah, dedim kendi kendime gardaşımı uğurlarken, kazanamayacağını bile bile yıllar önce İstanbul belediye seçimlerinde son anda heveslenip Belediye Reisliğine soyunup oyları bölmeseydin, belki de İlhan Kesici şimdi bu memleketin başındaydı ve bizler bu günleri yaşamıyorduk. ( Belki hatırlarsınız İlhan Kesici İstanbul Belediye başkanlığını çok az bir farkla Erdoğan’a kaybetmişti)
Ah Livaneli ah! Seni hiç affetmedim, affedemedim. Şimdi yaz bakalım, yaz dur. Kime yararsa, neye yararsa!..

YER ÇEKİMİ
Bu sabah uyanıp dışarı çıktığımda güneş vardı Marmaris’te şimdi hava birden bulutlandı. Gökyüzü ne siyah, ne beyaz, ne de mavi. Bir çeşit hiç sevmediğim gri. Kararsız, gayesiz insanların iç dünyası gibi, karmakarışık ne olduğu belli değil, ağır ve sevimsiz.
Sahilde yürüyorum. Kimse de neredeyse bir gram enerji yok. Güya turizm sezonu geliyor. Eskiden bu zamanlar bu kasaba cıvıl cıvıl olurdu. Hayat dolu olurdu. Hayata dönerdi. Turizm esnafı bir koşu bir telaş mekanlarını sezona hazırlarlardı. Şimdi herkes ellerinin ucu ile, “Allah canımı al” dercesine çalışmaya çalışıyor. Kimsenin ümidi kalmamış ki sezondan. Ve bizim uzun adam hala sağa sola “eyyyyy”ler çekip bütün gayretiyle son kaynakları da kurutmaya çalışıyor.
Milletin ne gözlerinde ışık, ne yüzlerinde bir gülümseme kaldı. Esnaf yeniden yapılandırmaya çalıştığı, yeniden yapılandırsa bile yine de ödeyemeyeceği banka borçlarını, banka kredilerini düşünüyor. Akşama eve nasıl ekmek götüreceğinin hesaplarını yapıyor, limitleri dolmuş kredi kartlarını ceplerinde ceset taşıyor gibi taşıyorlar. Ahali gelecekten o kadar endişeli ki ellerini ceplerine atmaktan korkuyor, içlerinde ki “hiç değilse sahilde oturup bir çay içerim canım” duygusunu bile bastırmaya çalışıyor sadece yürüyor. Yaprak oynamıyor Marmaris’te yani.
Sahilde icra, havada haciz kokusu, cebimde beş lira var, acaba yerçekimi olmasaydı bu dünyaya nasıl bağlanırdım diye düşünüyorum.
Bir yandan da yürüyorum.
Benim badem bıyıklarım yok…
18 MART
Kötü, üzüntülerle, kaygılarla dolu günler yaşıyoruz ülkemizde. Birilerinin planları işliyor. Her geçen gün ülkemizin güzel insanları birbirinden uzaklaştırılmaya, birbirine düşman edilmeye çalışılıyor. Bu ülke batarsa kıçına kına yakacak olan çok. Din örtüsü altında şeytanla dans ediyor, insanların inançlarıyla oynuyorlar. Bizim insanımız saf. Bu kadar yalana, dolana, alışık değil. Neler olup bittiğini anlayacak kadar okumuş etmiş, bilgi dağarcığını doldurmuş değil ki ne bilsin? İki Allah kitap kelamı, iki ayet duyduğunda her söylenene inanıyor. İnandıklarının, adam sandıklarının bu kadar yalancı, bu kadar günahkar, bu kadar sahtekar, bu kadar iki yüzlü olabileceklerini bilmiyor ki... Cellatlarını sevdiklerinden, ona hayran olduklarından haberleri yok ki...
Bu arada herkes bir şeyler söylüyor, bir şeyler paylaşıyor. Bunlardan biri ise çok sık duyduğum. “Aman biz de çeker gider kendimize başka bir ülke bulur, rahat rahat yaşarız.” Ama işte kazın ayağı öyle değil. Batma tehlikesi geçiren gemiyi önce fareler terk eder derler. Ben ise taş yerinde ağırdır diyorum.
Yıllarca bu memleketi sömürmüş, öyle veya böyle kesesini doldurmuş, Kaliforniya'da, Florida'da ev almış, Amerikan hükümetine dünyalar kadar haraç vererek Amerika'da yaşayan asalakları saymazsak, öyle başka bir ülke bulmak, rahat rahat yaşamak kolay değil sayın seyirciler. Burada ahkam kesmeye çalışmıyorum. Dünya listelerinde yaşanacak ülkelerin en başında yer alan Kanada ülkesinde 20 yıl yaşadım ben, tam 20 yıl. Siz göçmenlik nedir ne demektir bilir misiniz? Ben bilirim. Siz göçmen olarak gittiğiniz ülkenin neredeyse en salak vatandaşının burun kıvırıp yapmadığı işleri yapmak zorunda kalmak nasıl bir duygudur bilir misiniz? Ben bilirim. Siz sabaha karşı üçlerde, dörtlerde Kanadalılar yataklarında mışıl mışıl uyurken iş dönüşü Pakistanlılarla, Hintlilerle, Çinlilerle, Polonyalılarla, Macarlarla, Vietnamlılarla, zencilerle gözleriniz uykusuzluktan kıpkırmızı metroda yolculuk ederken “Benim buralarda ne işim var diye düşündünüz mü?” Ben düşündüm. O toz konduramadığınız, hayran olduğunuz ülkelerde bir yerlere gelmek, bir baltaya sap olabilmek için o ülkenin kendi vatandaşlarından en az iki hatta üç defa daha fazla çalışmaya, ter dökmeye razı mısınız? "Evet" mi cevabınız? o zaman Allah selamet versin. "Hayır" mı?, o zaman şapkanızı önünüze koyun düşünün, ne kaybedeceğinizi, ne hallere düşebileceğinizi idrak edin. Vatanınıza memleketinize sahip çıkın, haksızlıklardan kaçacağınıza karşı koyun, mücadele vermeyi deneyin, öğrenin.
Ben Kanada’da mezun olduğum üniversitenin en başarılı öğrencilerinden biriydim. Daha okulu bitirmeden çalışma hayatına atıldım. Senelerce deliler gibi çalıştım. En fazla benim hak ettiğim pozisyonları defalarca gözüme baka baka kendi vatandaşlarına verdiler. Ülser oldum, sabahlara kadar uyuyamadığım gecelerim oldu ama bırakmadım. Daha çok çalıştım. Sonunda artık başarılarımı inkar edemediler ve dünyanın en büyük işletme firmasının Kanada şubesinin satış ve pazarlama müdürü yaptılar beni. Tam sekiz yıl ben ve benim ekibim satış rekorları kırdık. Amerikan filmlerinde izlediğiniz bir hayatım oldu. Pahalı mekanlar, 5 yıldızlı oteller, limuzinler, iş seyahatleri, toplantılar, uçaklar, hava alanları, pahalı evler pahalı arabalar. Sonra ne oldu biliyor musunuz tam zirvedeyken beni senelerce ikinci planda tutup kendi vatandaşlarını seçen genel müdürün karşısına oturdum ve “Ted” dedim “Ben ayrılıyorum, benden bu kadar". Adamın gözleri kocaman kocaman oldu. “Ciddi olamazsın, senelerce deliler gibi çalıştın, şu koca şirkette herkesin kıskandığı, hayranlık duyduğu birisin. Nasıl her şeyi bırakıp gidebiliyorsun?”. “Ted” dedim “Benim için başarılı olmak, bunu önce kendimi kendime, sonra da sizlere ispatlamak önemli idi. Bunu başardım. Burada kalıp başarımın zevkini çıkarmak, emekliğimi beklemek için daha çok gencim, başka planlarım var benim.” “Peki ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu. “Gidiyorum” diye cevap verdim. “Kızımı, eşimi alıp memleketime, ait olduğum yere dönüyorum, 20 sonra da olsa zamanı geldi, geç bile kaldım" dedim.
İşte böyle sayın seyirciler 1988 yılında Marmaris’e döndük ve bu günlere kadar neler yaşadık neler. Ama bir gün bile yakınmadım ve pişman olmadım. Cebimde Kanada pasaportum var dünyanın neresine istersem gidebilirim. Ama ne olursa olsun burada kalıp mücadelemize devam edeceğim. En çok neye kızardım biliyor musunuz? Ne yaparsanız yapın, ne kadar başarılı olursanız olun, nerelere gelirseniz gelin, başka bir lisanı ne kadar güzel, hatta o memleketin doğma büyüme vatandaşlarından daha iyi konuşun, yine de aksanınızı kaybedemiyorsunuz. “ O adamların bastıra bastıra, yüzlerinde adi bir gülümseme ile “Ah ne kadar enteresan bir aksanınız var. Siz nerelisiniz, hangi ülkeden geldiniz?” sorusuna sinir olurdum. Bayılırlardı her fırsatta size başka bir ülkeden geldiğinizi hatırlatmaya.
İşte elimden geldiği kadar sizlerle duygularımı paylaştım. Şimdi oturun oturduğunuz yerde, mücadelenizi verin, bu güzel ülkeye sahip çıkın. Bırakıp gitmek çözüm değil. Sonra gurbet ellerinde oturur, iç çeker gözleriniz nemli nemli birbirinize memleket anılarınızı anlatırsınız.
Bu gün 18 Mart. 18 Martta olanları da unutmayın, hiç unutmayın olur mu?
Büyük Şeyh bu gün acı konuştu!
KALBİM VE BEN
Kalbim ağrıyor. Bilhassa geceleri. Bayağı bir ağrı yani. Kulak ağrısı, diş ağrısı, eklem ağrısı, bel ağrısı gibi. Bazen bayağı ağrıyor kalbim. Dayanamıyor, erken yatıyor sağ elimi kalbimin üzerine koyuyor, parmaklarımla yavaş yavaş okşuyorum.
“Beni çok üzüyorsun biliyor musun?” diyor. “çok yoruldum, çok yordun beni” diye devam ediyor. Utana utana “Biliyorum” diyorum. “Biliyorsun ama hiç bir şey yapmıyorsun, onu da biliyor musun?” diyor. Bu defa daha fazla utanarak “Biliyorum” diyorum. “Bak, ikimizde 70 yaşına geldik, senden ayrılmak istemiyorum, seni seviyorum” diyor. Teşekkür ederim ben de seni seviyorum, ama güzel günler de yaşadık değil mi? diye soruyorum. “Evet, o yüzden zaten bu acılara katlanıyorum ya” diyor.
Bayağı bir susuyoruz. Sonra birden, “ Biliyor musun eski günlerde neşen yerinde olunca, yahu sen ne güzel kalpsin, senin sayende herkes beni seviyor ne güzel bir kalbin var diyorlar der beni okşardın. O kadar mutlu olurdum ki, sevimli bir köpek yavrusu gibi kuyruk sallamak gelirdi içimden, kalbim çarpardı, yani çarpardım" Bir an susuyor. Sonra sessizce "Beni ne kadar ihmal ettiğinin farkında mısın? Diye tamamlıyor cümlesini. Cevap veremiyorum. Ne söyleyeceğimi bilmiyorum ki.”Ne oldu neden sustun, gücendin mi, kırıldın mı yoksa ?”diye soruyor.
Gülüyorum, “İnsan kendi kalbine gücenir mi, kırılır mı?” diye sorusuna soruyla cevap veriyorum.. “Belli olmaz senin işin, artık seni tanıyamıyorum ki” diyor. Suçlanıyorum, susuyorum. O kadar haklı ki, bende artık kendimi tanımıyorum, itiraf ediyorum içimden. En sevdiklerinin bile ne yapacağını bilemiyor insan, kolay olmasa da bir yandan affetmeye, hoşgörülü olmaya, bir yandan seni üzmemeye, yıpratmamaya çalışıyorum diyor, bir şekilde özür diliyorum. İnsanların davranışlarını kontrol etmek zor, bu ülkede olup bitene üzülmemek, gülüp geçmek çok daha zor biliyor musun? Diyorum.
Bir müddet susuyoruz. Bu arada onu parmaklarımla yavaş yavaş okşamaya devam ediyor kendimi affettirmeye,gönlünü almaya çalışıyorum. “Senden bir şey isteyebilir miyim” diye soruyor. “Tabi ne istersen” diyorum. “Beni cerrahlara sakın teslim etme” diyor. “Damarlarımı falan değiştirmesinler. Bu yaştan sonra yeni damarlara alışamam ben, damarlarıma bir şeyler de sokuştur masınlar. Nasıl geldiysem öyle gitmek istiyorum. Olur mu? Diye soruyor. “Elbette” diyorum. Söz veriyorum. “Geldiğin gibi gideceksin” diyorum, “Yani geldiğimiz gibi gideceğiz, sen hiç merak etme” diyorum. “İyi o zaman rahatladım” diyor. Sonra “Ben sakinleşip uyuyana kadar lütfen elini üstümde tutar mısın?” diye rica ediyor. “Tabi, seve seve” diyorum.
Söz verdiğim gibi elimi kalbimin üstüne koyuyorum. Çarpıntıları, yavaş, yavaş azalıyor, biraz sonra belli belirsiz hale geliyorlar, Göğsümün üstündeki baskının kalktığını hissediyorum.
Önce o uyuyor.
Beylik bir hikaye vardır. Birçoğunuz bilirsiniz. Bu gün sizlerle paylaşacağım satırların bir mana ifade etmesi için bu hikayeyle başlamak zorundayım.
Avrupa’nın küçük ve sevimli, şehirlerinden birinde yaşayan bir psikologun kliniğine gözlerinden ve yüzünden mutsuzluk akan bir adamcağız gelir, oturur ve psikologa çok mutsuz olduğunu, hayattan hiç zevk almadığını, sabahlara kadar uyuyamadığını anlatır. Adamın söylediklerini dinleyen psikolog sonunda “Bak dostum “ der “sana bir önerim var. Şu anda kasabada bir sirk var ve o sirkte de bir palyaço var. Bu akşamdan tezi yok hemen o sirke git ve o palyaçoyu seyret. Çok seveceksin, o kadar eğleneceksin ki, bütün dertlerini unutacaksın.”
Adamcağız boynunu büker” O palyaço benim doktor bey” der.
Yaaa işte böyle “F” vitaminlerim benim. Biliyorum sizlere duygusal yazılar yazıyorum. Ben aslında sizlerle paylaştığım o duygusal yazılarımın yanında çok da komik yazılar yazabilecek, çok da komik anıları olan birisiyim. Biliyorsunuz ara sıra böyle yazılar yazıp sizleri güldürüyorum. Ama bakın şu olanlara, bakın şu güzel ülkemizin talihsizliğine, bakın şu gördüklerimize, duyduklarımıza, şahit olduklarımıza. Bütün bunların ortasında hiçbir şey olmamış gibi eğlenceli yazılar yazıp, komedi denemeleri yapmak mümkün mü? Ama sizlere de dayanamıyorum. Ara sıra da olsa yüzünüze küçücük de olsa bir gülümseme koymak, koyabilmek hoşuma gidiyor. Yalnız şunu samimiyetle yazıyorum o yazıları okurken aklınızdan çıkarmayın aslında işte o palyaço benim. Aslında ben de öyle hissediyorum.
Şimdi gelelim bu günkü sizleri güldürmek amacıyla paylaşacağım anıma; Efendim biz Sivas’ta Şelçuk Ortaokulun da okurken ne hikmetse en gaddar, en zalim hocalarımız ya din ya müzik hocaları ya da hem din hem müzik hocalarıydı. Bu zatı muhteremler bu tarzlarıyla maalesef bütün öğrencileri müzikten de dinden de soğutmak için sanki ellerinden geleni yaparlardı. Mesela muhterem din hocalarımız, zaten bin bir zorlukla ezberlediğimiz Arapça duaları okurken bir kelimeyi yanlış okusak bizleri eşek sudan gelene kadar döver, müzik hocamız bir notayı yanlış okusak kemiklerimizi kırardı. Şimdi sizlerle “Bir Sivaslı’nın Anıları” kitabımdan bir anımı paylaşıyorum.
MUAZZEZ HANIM
Muazzez Hanım diye bir müzik hocamız vardı; uzun boylu, iri göğüslü, uzun bacaklı, aşırı makyajlı, geniş köşeli yüzlü, saçları oksijen sarısı, asabiyeti gözlerinden fışkıran, çok aksi bir kadındı. O kadar çok dayak atardı ki, sonunda elleri acır, cetvel kullanmaya başlardı. Muazzez Hanım’ı hiç sevmez , müzik derslerinden nefret ederdik.
Muazzez hanım mandolin çalardı. Mandolini o kocaman göğüslerinin üstüne yerleştirir, bir yandan çalar, bir yandan da notaları okurdu. Bir gün yine mandolin çalarken, aniden mandolinini atıp öğrencilerin arasına daldı. Hapishane müdürünün oğlu Tuncay’ı kolundan yakaladığı gibi sille tokat öğretmen kürsüsünün önüne çıkardı.
“Söyle” dedi. “Yanındaki hayvan sana ne söyledi de sırıtmaya başladın?”
Şak, pat, şırak, tokat, tekme ( Tuncay’ın yanında neredeyse askerliği gelmiş Akın isimli biri otururdu) “Söyle diyorum oğlum, yoksa valla gebertirim seni” Zaten mazlum bir çocuk olan Tuncay’da ses yok.
“Söyle ulan”
“Hocam söyleyemem, utanırım”
“Söyle öldürürüm” şak, pat, küt…Muazzez hanım coştu.
“Hocam çok terbiyesiz”
“Olsun sana söyle diyorum” şırak, şırak…dayak devam ediyor.
Tuncay’ın yediği tokatlardan suratı kıpkırmızı oldu, boynu eğrildi.
“Söyle yoksa çıldıracağım” Muazzez Hanım cetvele geçti.
“Çok utanıyorum hocam, kulağınıza söyleyeyim” Muazzez Hanım delirdi cetvelin yanıyla vurmaya başladı.
“Hayır, hayır, herkes duysun.”
“Hocam dedi ki”
“Ne ulan ne?”
“Hocam çok terbiyesiz. Söylemesem olmaz mı?” Muazzez Hanım bu defa cetvelin kenarını Allah ne verdiyse Tuncay’ın kafasına indirmeye başladı.
“Hocam dedi ki ahhhhhhhhhhh o mandolinin yerinde o memelerin arasında ben olsam dedi”
Muazzez Hanım bunu duyunca kürsüden adeta Akın’n üstüne uçtu ve kafasını yakalayıp sıraya vurmaya başladı.
Biz küçükler Akın’ın neredeyse yarı yaşında olduğumuzdan korkudan titrerken müdür geldi. Akın’ı alıp gittiler, bir daha da Selçuk Orta Okulunda Akın’ı göremedik.
Bir ay kadar sonra Muazzez Hanım müdürün odasında müdürle uygunsuz vaziyette basıldı ve sürgüne gönderildi. Acaba vaziyet ne kadar uygunsuzdu diye hep merak ettik.
Ohhhhhh müzik dersleri de boş geçti.