23 Haziran 2017 Cuma

Dün kız arkadaşım bana cep telefonunda 20 yaşında çektirdiği bir fotoğrafını gösterdi. Çok güzel bir fotoğraftı, çok güzeldi, o kadar güzel bakıyordu ki. “Ne güzel bir bakış bu, ne güzelsin, ne güzel bakmışın” dedim. “Evet” dedi “O zamanlar annem babam yaşıyordu. Özlediğimde, sıkıldığımda, bir derdim olduğunda koşa koşa döneceğim, sığınacağım bir baba evim vardı. Hayat beni bu kadar yormamıştı"
Düşündüm, üşünmedim, siyah beyaz eski çocukluk resimlerimi buldum. ‘’Yüz ifademe baktım. Benim de gözlerimde aynı ışık vardı, Gül’ün gözlerindeki gibi. Hayat doluydum, hayata gülerek bakıyordum. Evet, o günler benim de annem babam ve baba ocağım vardı.
Sonra resimler kucağımda düşüncelere daldım. Babam öldüğünde 16 yaşında, annem öldüğünde ise 23 yaşındaydım. Yani 54 yıl kimseye baba, 47 yıl kimseye anne diyememiştim. Birden her ikisini de ne kadar özlediğimi hissettim. Sonra iki katli baba evimizi, kapımızın önünde ki ardıç ağacını, arka bahçemizde baharda pembe pembe açan elma ağaçlarını, briket bahçe duvarlarını, tavuklarımı, ördeklerimi, hindilerimi, güvercinlerimi, kocaman cüssesine rağmen mahalledeki bütün horozlardan dayak yeyip beni bütün mahalleye rezil eden ama kesmeye kıyamadığım horozu, minik balıklar yakalayıp, akvaryumlar yaptığımız rengarenk yosunlarla dolu dereyi, neresini kazsak insan kemikleri çıkan tepeyi, annemin itinayla pencere kenarlarına yerleştirdiği teneke çiçek saksılar içinde begonya, cam güzeli, ıtır, küpe, petunya, telgraf çiçeği, küçük orospu, yaprak güzeli çiçeklerini, güneşe karşı dizilmiş içleri gül suyu dolu babamın rakı şişelerini, ağaç kakanları, arı kuşlarını, serçeleri, sığırcıkları, kara kargaları, kumruları, saksağanları, kuyruk sallayanları, saka kuşlarını, ibibikleri, atmacaları hatırladım.
Ne güzel komşularımız vardı. Ziynet Hanım Kemal Beyler, Makbule Hanım Seyfi Bey ve 7 kızları, Emine Hanım Şemsettin Beyler, Edibe Hanım Hilmi Beyler, Dürüye Hanım Süleyman Beyler, ne güzel insanlardı.
Derken aklıma Yasemin&Güven kitabımda yazdığım çocukluğumla ilgili aşağıdaki yazımı sizlerle paylaşmak geldi.
MUTLU ÇOCUKMUŞUM
Hep başkaları ölürdü. Ölüm bizim kapımızdan giremezdi, girmemeliydi, girmeye hakkı yoktu. Kötü bir şey yapmamıştık ki.
Bazı geceler kabus görürdüm. Annem veya babam birisi ölmüş olurdu rüyamda. Ağlayarak uyanırdım. Sonra rüya gördüğü mü anlayıp gülerek uyurdum.
Nede çok mezarlık var, ne de çok insan ölmüş diye düşünür, ailemden kimseleri o mezarlıklara yakıştıramazdım.
Sonra şarkılara kulak verirdim babamların, amcamların rakı içerken söyledikleri şarkılara. “Dönülmez akşamın uğrundayım vakit çok geç” şarkısını dinlerken, “Vah vah” derdim “demek ki çocuklar izin saatlerini geçirmişler akşam olmuş evlerine dönemiyorlar karanlıkta”. Sonra sessiz gemi vardı hani limandan ayrılırken hiç kimsenin el kol sallamadığı. Halbuki derdim benim okuduğum bütün çocuk kitaplarında ve seyrettiğim filmlerde hep gemiler limandan ayrılırlarken herkes el sallıyor. Belki de bu gemiyi çalmışlardır belki de içinde hırsızlar vardır diye düşünürdüm. Dikkat ederdim “Eski dostlar eski dostlar” şarkısını hep eski insanlar söylerdi hiç anlayamazdım.
Tabi anlayamadıklarım yalnız bunlar değildi.
Necati Amcamın neden bu kadar içtiğini, insanların neden birbirlerini öldürdüklerini, herkesin evinin dışı sıvalıyken bizim evimizin neden sıvasız olduğunu, Ziynet Hanımın kızı Bedia Ablanın neden intihar ettiğini, kara sevdanın ne olduğunu, erkeklerin neden kızların peşinden koştuklarını, köpek giren eve meleklerin neden girmeyeceğini, insanların karşısında yemek yemenin neden ayıp olduğunu, mahallede birisi öldüğünde neden gülünmediğini ve müzik çalınmadığını, kızların gelin olunca neden ağladıklarını ve evlerini terk edip gitmeleri gerektiğini de anlayamazdım
Ne mutlu bir çocukmuşum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder