23 Haziran 2017 Cuma

BİR GARİP ARDIÇ AĞACI
Ben garip bir ardıç ağacıyım. Sivas’ın Kabakyazısı, Öğretmen Evleri mahallesinde, Numune Hastanesinin tam karşısındaki apartmanların arasında kaybolmuş, pek az insanın fark ettiği, kimseden bir şey beklemeden yaşayıp giden, bir garip ardıç ağacıyım ben. Boyum 12 metre, 63 santimetre
.
Ne zaman dikildiğimi tam olarak hatırlamıyorum. Herhalde ellili yılların başıydı. Köklerimi kırmadan toprağımdan söktüklerinde annemle birlikte Kayadibi Köyünde yaşıyordum. Sonra sahibim beni her tarafından dumanlar çıkan öfkeli bir canavarın çektiği odalardan birine yerleştirmiş, Sivas’a getirmişti. Çok korkmuştum. O kadar küçüktüm ki…
Trenden indikten sonra bayağı bir yürümüş, iki katlı tuğladan yapılmış sıvasız bir eve getirmişti beni. Burası onun patronunun eviydi. Sahibim bir köy ilkokulu eğitmeni, patronu ise önemli bir adam, gezici başöğretmendi. Ben bir hediyeydim.
Ev sahipleri bizi güler yüzle karşılamışlardı. Şişman, bembeyaz tenli evin hanımı, Naciye Hanım beni kucağına almış yapraklarımı okşamıştı. Evin küçük oğlunun bana bakışlarını beğenmemiş, korkmuştum. Benim bu oğlandan çok çekeceğim var diye düşünmüştüm. Gözlerinden yaramazlık, muzurluk akıyordu.
Yeni sahibim Ahmet Bey “Gel bakalım küçüğüm” deyip beni evin girişindeki bahçenin köşesine dikmiş sonrada sulamıştı. Bu nasıl iyi gelmişti anlatamam. Çünkü çok yorulmuş ve susamıştım. O kadar küçüktüm ki.
Neyse kısa zamanda yerimi sevmiştim. Çünkü yeteri kadar güneşli ve gölgeliydi. Hem besleniyor, hem dinleniyordum. Öğretmen Evleri güzel bir mahalleydi. Sakindi, serindi, püfür püfürdü. Yemyeşildi, kuş sesleri ile doluydu. Gül kokuyordu. Bahçeleri çiçeklerle dolu, birbirinin eşi beş adet şirin mi şirin ev vardı. Beş evler deniyordu bunlara, hepsinde öğretmenler oturuyordu.
.
Tam yerime alışıp kendime gelirken evimizin karşısında hastane inşaatı başlamış ve tamamlanması iki yıl sürmüştü. Nihayet hastane büyük bir tantana ile açılmış, birkaç hafta sonra mahalleyi iğrenç bir eter kokusu sarmıştı. Bu koku o kadar iğrençti ki çocuklar mahalleden kaçıp başka yerlerde oynamaya başlamışlardı. Buna bir de gece gündüz çalan sirenler ve ölülerine koro halinde ağlayan, feryat eden hasta yakınları eklenince o güzel mahallemiz artık yaşanması zor bir yer hale gelmişti.
Böylece seneler geçti ve ben köşemde olup biteni sessiz sedasız izledim.Önce evin genç kızı Suzan Kayseri’den bir eczacı ile nişanlandı. Çok mahcup, utangaç biri olan nişanlının merdivenlerden ikinci kata korka korka çıkmasını seyreder gülerdim. Çünkü evin küçük oğlu ablasını kıskanır zavallı enişte adayının burnundan ağzından getirirdi ziyaretini. Sonra Suzan evlendi. Gelin giderken bütün mahallenin kadınları ağladı. Kızını çok seven Ahmet beyi iki gözü iki çeşme ağlarken görünce ben de ağladım.
1963 yılı Ocak ayının ikisinde, zemheri soğuğunda Ahmet beyi beyin kanamasından kaybettik. Günlerce evin merdivenlerinden inip çıkan üzgün insanları izledim. Babamız çok sevilen, çok iyi birisiydi. Belediye Bandosu refakatinde Schopen’in cenaze marşıyla , cenaze arabasına konmadan, omuzlar üzerinde Ocak ayının üçüncü günü Halifelik Mezarlığına gömülmüş. Bütün bunları baş sağlığına gelenlerden öğrenmiştim. Orada olmayı o kadar isterdim ki... Her sabah kalkar benimle konuşur, sular sonra da alışverişe giderdi. Özlemim hiç bitmedi.
Ve seneler geçti. Evin küçük oğlu liseyi bitirip İstanbul’a üniversiteye gidince hanımım evde yapayalnız kaldı. Bazı geceler balkonda oturup ağlarken hıçkırıklarını dinlerdim. Kalbim parçalanırdı. “Üzülme yalnız değilsin, bak ben buradayım, seninleyim,senin yanındayım” demeyi, onun beni duymasını çok isterdim.
1969 yılında ev satıldı ve ana oğul İstanbul’a taşındılar. Ayrılık vakti geldiğinde Naciye Hanım çok ağladı. Giderken beni okşadı, sarıldı Allahaısmarladık demeyi unutmadı. Bir ay sonra evin sahibi evi yıktı, öndeki arsayla birleştirip kocaman altı katlı çirkin bir apartman dikti yerine. Çok yoruldum, çok üzüldüm, endişe ettim. Toz toprak ve inşaat malzemeleri pisliği içinde neredeyse iki sene yaşadım. Tam bu pislik, gürültü hiç bitmeyecek galiba diye düşünüp kurumak üzereyken inşaat sona erdi. Ne hikmetse bana dokunmadılar, hatta toprağımı çapaladılar, suladılar, yapraklarımı bile yıkadılar.
Sonra inşaatlar devam etti Kabakyazısı Öğretmen evleri mahallesinde. Önce o güzelim beş evler gitti. Sonra da bahçeleri çiçeklerle, minik süs havuzlarıyla dolu tek katlı evler kayboldu. Mahalle hepsi birbirine benzeyen çirkin apartmanlarla doldu, tanınmaz bir hale geldi. Ben bütün bunları bazen iç çekerek, bazen gözlerim dolarak, bazen ise ağlayarak izledim. Etrafımdaki konuşacağım, dertleşeceğim bitkiler teker teker kaybolup gidince, bir garip ardıç ağacı olarak kaldım ve bu günlere geldim.
Şimdi bundan birkaç yıl önce çok duygulandığım bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum.. Sıcak bir yaz günü gölgeme yaşlı bir kadın oturdu ve bana bakarak ağlamaya başladı. Biraz dikkatimi verince bu kadının Naciye Hanım’a temizliğe gelen Sato Bacı olduğunu fark ettim. Saçları bembeyaz olmuş, yüzü kırışmış, kamburu çıkmıştı ama beni tanıdı. Tam birbirimize bakıp hasret giderirken evin kızı Suzan Hanım geldi. Kayseri’den günü birliğine babası Ahmet Bey’in mezarını ziyaret etmek için gelmiş, sonra da mahalleye bir göz atmak istemişti. Bir mucizeydi sanki bu. Sato Bacı ile birbirlerine sarıldılar, dakikalarca ağladılar. Sonra Suzan hanım bana döndü, sarıldı,yapraklarımı okşadı. Göz yaşları içerisinde “ Ahhhh canımmmm, bir tek sen mi kaldın, canım benim, bir tek sen mi kaldın?” diye sordu. Ben de dayanamadım, ağladım. Bilmem fark etti mi?
Çünkü 45 yıldır ilk defa birisi benimle konuşuyordu ve duyduğum en güzel soruydu bu...
Birden yemyeşil olduğumu fark ettim, biliyor musunuz?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder