29 Haziran 2015 Pazartesi

HASRET

( Bu yazım sana Yeşim Uludağ, hastane yatağından kurtulduğun aramıza döndüğün için, güzel kalpli kadın)
HASRET
Yeşim’in bizlerle paylaştığı yazısının bir bölümünde Tuncay Akdoğan kardeşimiz
“Hasret yeni bir aşka kadar sürüyor” diyor.
Ah!!! keşke hasret yeni bir aşka kadar sürse.
O yeni bir aşk bulunca biten hasret, elinin ucuyla hasret, veya hasret sanılan hasret.
Ama ateşler içinde yana yana, çatır çatır, sevdiğinizden ayrı düşünce veya onu kaybedince veya o çekip gidince, damarlarınızda öyle bir hasret dolaşıyor, kalbiniz işte o hasret duygusunu hiç insaf merhamet demeden, sanki tam da bunu bekliyormuş gibi öyle bir pompalıyor, o hasret vücudunuzun en bilinmez, en ulaşılmaz diye düşündüğünüz yerlerine öyle bir ulaşıyor ki, o hasret siz oluyorsunuz.
Siz o hasretin içinde kayboluyorsunuz. Eriyip tek bir vücut olduğunuzu hissediyorsunuz.
Gözlerinizde ki o ümitsiz, acı bakış, göz altlarınıza yerleşen morluklar siyahlıklar, yanaklarınızda ki çukurlar, omuzlarınızda ki çöküş, alnınızdaki derin çizgiler, midenizdeki beton kitle, gögsünüzde ki o sinsi bir gelip bir kaybolan ağrıya, hasret deniyor işte.
O hasret, size sevdiğinizi taşıyor günün yirmi dört saati, haftanın 7, ayın 30, senenin 365 günü. Birlikte yaşıyor, birlikte bitiyorsunuz.
Ama hiç değilse hasretin hasreti olmuyor Yeşim.
İşte o iki sihirli kelime
"Geçmiş olsun" sana.

RİCA


Merhaba facebook dostlarım, merhaba beni sevenler, sevmeyenler, biraz sevenler, hiç sevmeyenler, “Nereden çıktı şimdi bu yazı lan” diyenler size de merhaba.
Bir ricam var bugün sizden.
Şöyle bir sarılın sevgilinize veya en sevdiğinize. Ama elinizin ucuyla değil, bir daha birbirinizi görmeyecek göremeyecek gibi, 10 dakika sonra kıyamet kopacak, dünya sona erecek gibi sarılın.
Biribirinizin kokusunu sindire sindire içinize çekin, Birbirinizin kalp çarpıntılarını hissedene kadar uzun sarılın.
Sonra birbirinizin gözlerinin içine bakın, kaybolun, gözleriniz dolu dolu olup, yaşarana kadar. Bakın.
“Yaşamak ne güzel, iyi ki varsın ,iyi ki birlikteyiz” deyin gülümseyin birbirinize, öpüşün.
Sonra bütün gün yüzünüzden o gülümsemenin hiç kaybolmadığını hissedecek. Çiçeklerin , gökyüzünün rengini daha bir fark edecek, kuşların cıvıltılarını en ince detaylarına kadar duyacaksınız.
İnanılmaz bir hoşgörü duygusu yerleşecek yüreğinize.
“İşte yaşamak bu diyeceksiniz” içinizden, “işte yaşamak bu”
Benimki si sadece bir rica.

KÖRÜN SOPASI

Dostlarım, bu yazımla siz de ben de yeşil gözlü güzel kadına veda ediyoruz. Bu sizin birinci, benim ikinci vedam olacak sevgilime. 

Yazılarım devam edecek ama içlerinde artık yeşil gözlü güzel kadın olmayacak. Belki çok, çok özlersem veya o beni özlerse veya siz bizi özlerseniz veya dayanamazsam, onu bir veya iki yazımla geri getirebilirim, ama şimdilik kararımız böyle.

Şemsi Tebrizi “En güzel yer bir duanın içince olmaktır” demiş, asırlar önce.

Vizyonumu tamamladığıma inanıyorum. Yazdığım yazılarla, fotoğraflarla, kitabımla Yasemin’imi sizlere getiremedim ama sizleri ona götürmeyi, sizlere onu tanıtmayı başardım. Allah hepinizden razı olsun, rahmetler dilediniz, dualar okudunuz, nur içinde yatsın, ışıklar içinde uyusun, mekanı cennet olsun dediniz. Güzelimi tanımadan sevdiniz. Ona sahip çıktınız. Sevgimizi sevdiniz siz bizim.

Emin olun yeşil gözlü güzel kadın bütün dualarınızı, gözyaşlarımı ve gözyaşlarınızı hak eden, şu dünyaya çok ender gelecek bulunmaz bir insan, bir melekti. Allah bile onun özlemine ancak 54 yıl dayanabildi.

Kimbilir kalbim belki yine yeşil gözlü kadınla dolar dolar, yine artık nefes alamaz hale gelirim, yine size döneriz. Ne demiş 110 yaşındaki Afkanistanlı derviş “lets wait and see” bekleyelim görelim.

Yakın ilginize, o güzel duygularınızı bizlerle paylaştığınız için her ikimiz de sizlere minnettarız.

Ne olur onu duasız bırakmayın.

KÖRÜN SOPASI

Küçük bir kasabada yaşamanın zorluklarının yanı sıra avantajları da vardır. Bir defa neredeyse herkesi tanırsınız. Birçok kişi de sizi tanır. Bu bazen iyidir bazen başınızı derde sokar, ama yine de iyi tarafları çoktur, küçük kasaba yaşamının.

Kaymakamla tenis oynarsınız, Emniyet Müdürü ile kol kola gezersiniz Belediye reisi ile kadeh tokuşturur, fitness salonunun saunasında hal hatır sorar, dertleşirsiniz.

Birçok doktor arkadaşınızda olur bu arada.

Helal süt emmiş, hatırı sayılır bir insansanız size bir şey olmasını istemezler. Neredeyse zorla hastaneye getirtip tansiyonunuzu ölçerler, kan tahlili yaparlar, film falan çekerler. Sizi büyük ağabeyleri gibi görürler. Sahip çıkarlar.

Eşimin ölümünden sonra hiçbir teklife sıcak bakmadım, bana hastanelerden veya doktorlardan gelen. Daha doğrusu bakamadım.

Çok yorulmuş çok bunalmış, çok acı çekmiştim ki hastanelerde. Artık değil hastanelere gitmek, önlerinden bile geçmek, yazılarını bile okumak içimden gelmiyordu.

Normal binalarda ki avuç içiyle basılarak çalışan otomatik kapılardan bile nefret ediyorum, çünkü bana hastaneleri hatırlatıyorlar.

Hayat devam ediyor ya, insanlara yaklaşmaya, yakın olmaya çalışıyorum. Hatta bazı yerli, yabancı hanımlarla yemeğe falan bile çıkıyorum. Çok kısa bir zaman sonra sıkılıyorum, inanılmaz sıkılıyorum.

Zorlukla konuşmama devam etmeye çalışıyor, aman şu akşam bir an önce bitsin diye bir dua etmediğim kalıyor.

Eskiler hatırlarlar. Woody Allen’ın oskar kazanan “Annie Hall” filminde Woody Allen sırıl sıklam aşık olduğu, Annie Hall( Diane Keaton)dan ayrıldıktan sonra başka bayanlarla çıkmaya başlar. Bunlardan birisi “beni neden öpmüyorsun “ diye sorduğunda “duygularımın dudaklarıma gelmesini bekliyorum” diye cevap verir” o kadar doğru ki.

İnsan çok sevdiği birisini kaybettikten sonra, işte o eski duyguları mumla aramaya başlıyor. O duygular terk edip gidiyorlar sizi. Kim olursa olsun, beraber olduğunuz kişi, hiçbir şey hissetmiyorsunuz. Hiçbir şey. Sonunda büyük bir hayal kırıklığı ve yalnızlık ile karşı karşıya kalıyorsunuz.

En azından ben böyle hissediyorum.

Gözlerim o yeşil gözleri, o güzelim gamzeleri, o gülümsemeyi arıyor, ellerimi nereye koyacağımı bilemiyorum. Ben 32 yıl el ele tutuşmadan oturmadım ki kimseyle.

Sadece bir tanecik çok genç bir kız çocuğunu sevdim. Bir tek ona yakın hissettim kendimi son sekiz ay içinde.

O bir gün Marinada ki mağazamıza geldi. İşte böyle tanıştık. Bir anda gülümsedik birbirimize. Sonra uzun zaman konuştuk. O gülümseme hiç kaybolup gitmedi yüzümüzden ikimizin de.

Sonra o tekrar geldi beni görmeye.

İkimizin de kendimize göre sorunlarımız vardı. Paylaşmaya çalıştık o sorunları. Birbirimizin yarasına merhem olmaya uğraştık.

Aramızda çok güzel bir arkadaşlık ve sevgi gelişmeye başladığını hissettik . İkimiz de eğer yakın yaşlarda olsak birbirimize ilgi duyacağımızı biliyorduk. Ama içinde bulunduğumuz şartlarda, aramızda sadece masum bir arkadaşlık, bir çeşit dostluktan başka bir şey olamayacağını da kabullenmiştik.

Beni 8 aydır tek güldüren kişiydi bu kız. Onunla beraberken rahatlıyordum, hayata tekrar merhaba diyormuşum gibi hissediyordum.

Yasemin’in de buna memnun olduğunu düşünüyordum, çünkü onunla beraberken hiç pişmanlık duymuyor, sıkılmıyordum.

Zaten pişmanlık duyacak veya sıkılacak bir şey yoktu ki aramızda. Sadece en fazla haftada bir kez görüşen, birbiri ile olmayı seven, bir takım ortak noktalarda birleşen iki arkadaştık sonunda. Aralarında büyük yaş farkı olan iki arkadaş. Hepsi buydu yani.

O benim için körün sopası gibiydi. Ona ihtiyacım vardı. Dedim ya o beni güldürüyordu. Kendi deyimiyle “bulutlarımı dağıtıyordu” hafta da bir kez de olsa.

Sonunda ayrıldık. Artık ne birbirimizi arıyor, ne birbirimize yazıyor, ne de birbirimizi görüyoruz.

Neden mi? Benim yaşımda birisinin kızı yaşında birisiyle bu kadar ilgilenmesi iyi karşılanmadı.

Birazcık direndik kendimizi korumaya çalıştık. Kızdık, alındık, öfkelendik. Sadece arkadaş olduğumuzu, paylaşmayı sevdiğimizi söyledik. “Ama bu haksızlık dedik”. “Niye böyle düşünüyorlar, niye böyle yapıyorlar yav?” dedik.

Sonra benim çevrem, senin annen derken yıpranacağımızı düşünüp yollarımızı ayırmaya karar verdik.

Çok yaşa mahalle baskısı. Çok yaşa….

Hay aklınızı alın da cehennemin en dibine, en sıcak sayfiye yerine gidin demek geliyor insanın içinden ama neyse.

Başka ne yazabilirim bilmiyorum.

Onun ne hissettiğini bilemem ama ben, onun gülen yüzünü de, benim gülen yüzümü de özlüyorum.

Şimdi insanların bir körün elindeki sopaya bile göz dikecek kadar acımasızlaştığı bir dünya ya tekrar alışmaya çalışıyorum.

Sil baştan yani.

Değer mi, değmez mi, artık ona da siz karar verin.

Ben yoruldum.



ANA VE KUZUSU


Yasemin’in ilk kemoterapi proğramı tamamlanıp, kan değerlerinin düşmesi hatta saçlarının çıkmaya başlaması ikimizi de bayağı ümitlendirmiş, sonunda hastalığın kontrol altına alındığını zannetmiş sevinmiştik.
Tam eski mutlu günlerimize dönmeyi hayal ederken birden yeşil gözlü güzel kadının, başı dönmeye, dengesi bozulmaya ve aniden midesi bulanmaya başladı. Hemen bir M,R çektirmemiz önerildi.
M.R. sonuçlarında maalesef Yasemin’in beyninde iki adet tümör olduğu ortaya çıktı.
Hemen İzmir’e dönüp tedaviye başladık.
9 Eylül Hastanesi Radyoloji bölümünde yapılan tetkikler sonucu her şeyin daha başlangıç safhasında olduğu, dikkatle planlanmış bir tedavi ile iyi neticeler alınabileceği söylendi. Biraz olsun rahatladık, moralimiz bir az olsun düzeldi. Yasemin o günlerde bir tamirat geçiren Radyoloji bölümüne bir tablosunu hediye etmeye karar verdi.
Hastaneye geri döndüğümüzde Marmaris’ten getirdiğimiz, anne kızın birbirlerinin resmini yaptıkları ”ana ve kuzusu” isimli tabloyu getirip Doçent O. Hocanın önüne koyduk. Tabloya hayran olan ve herhalde böyle bir başarılı çalışma beklemeyen O. Hoca tabloyu hemen Radyoloji bölümünün en ilgi çeken duvarına astırdı.
Şimdi burada Mehmet Ali Kılınç kardeşimin “Yalnızca Yalnızım” kitabından aldığım bu güzel satırları sizlerle paylaşıyorum.
” Bazı kadınlar hep gülümser. Seversin gülümser, sarılırsın gülümser, saçlarını koklarsın gülümser gecenin soğuğunda ona armağan ettiğin şarkıyı dinler gülümser. İntihar etmez ama bizler etrafa savurduğu tebessümlerin altında ne büyük acılar yattığını, içinde yaşadığı savaştan her geçen gün ne kadar çok yara aldığını gülümserken “iyi değilim” demek istediğini görmeyecek kadar körleşir ve buna sebep olduğumuzu anlamayacak kadar insanlıktan çıkarız”.
Radyolojide ki her ışın seansından sonra Yasemin yüzünde, her şeye rağmen kaybetmediği o güzel gülümsemesiyle bana sarılır “Sevgilim bak bu günde ölmedim. Hadi beni güzel bir yerlere götür” derdi.
İnanılmaz gururlu, inanılmaz asil, hastalığın ne yaparsa yapsın acizleştiremediği, ölümle dalga geçecek kadar cesur. Şimdi siz bu kadını nasıl sevmezsiniz, nasıl özlemezsiniz, nasıl yüreğinizin en güzel yerine koymazsınız, her hatırladığınızda nasıl yüreğiniz cayır, cayır yanmaz, ben mi yanlışım, ben mi yanlış yaratılmışım, ben mi…. Neydi ki günahımız? Neydi yani? Neydi?
Yasemin artık yok, ama işte bu tablo hala o bölümde o duvarda asılı. Allah yolunuzu düşürmesin ama olur da bir gün yolunuz 9 Eylül Hastanesi Radyoloji Bölümüne düşerse bu tabloyu görün, yeşil gözlü güzel kadını hatırlayın. Hatta içinizden gelirse dua bile edebilirsiniz.
Sevinir, gülümser size. Her şeye rağmen, bütün acılarına rağmen.



BABALAR GÜNÜ ÜSTÜNE BİR YAZI


Ne severdim babamı, ne severdim. İlk kitabım “bir Sivaslının anıları” nı ona ithaf etmiş şöyle yazmıştım “Bu kitabı yaz-kış demeden Sivas’ın köy okullarını bazen yaya, bazen at sırtında, bazen bulabildiği herhangi bir vasıtayla teftiş etmiş, okulu olmayan birçok köye okul yapılmasına ön ayak olmuş, Sivas ilköğretim kurumlarına otuz beş yıl emek vermiş güzel insan Gezici Baş öğretmen Babam Ahmet Karabenli’ye ithaf ediyorum”
Evet babam güzel adamdı. Yerine göre otoriter, yerine göre baldan tatlı,
yerine göre bir filozof, yerine göre memleketi için canını verecek kadar milliyetçiydi.
Şimdi sizlerle “Bir Sivaslı’nın Anıları” isimli kitabımdan babamla ilgili bazı bölümleri paylaşıyorum.
Devletin Memuru:
Sivas Hükümet Konağının önü hemen hemen her zaman çeşitli nedenlerle köylerden ve kasabalardan gelenlerle dolu olurdu. Bunlardan bazıları bol pantolonları, uzun yün yelekleri, takkeleri ve çember sakallarıyla Hükümet Konağına sırtlarını verir otururlar, sonra da yayıldıkça yayılır adeta yatarlardı. Önlerinden geçerken aslında çok merhametli ve sakin biri olan babam birden değişir ve ”Kalkın ulan, devletin memuru geçiyor “ diye hepsini ayağa dikerdi. Bir gün babama herkese karşı bu kadar merhametli ve anlayışlı iken, neden bu zavallılara bağırıp eziyet ettiğini sorduğumda ”bak oğlum” dedi “Bu memleketin başının belasıdır bu tipler, bu yobaz takımı. Bunlar bütün gün Allah’a dua eder ama Allah’ı anlamaz, Allah’tan korkmazlar. Bunları iyi tanı, çünkü ileride başımıza en büyük tehlike bunlardan gelecek. Sen benim köylerde öğretmenlik yaparken neler çektiğimi bilemezsin bunlardan” demiş sanki geleceği okumuş, bu günlerde düşeceğimiz durumu bilmiş gibi sözlerini tamamlamıştı.
Gül gibi geçinmenin sırrı:
Otoriter bir kadın olan annem babama her istediğini yaptırırdı. Bazen annemin davranışları karşısında babamın sabrına hayret ederdik. Mesela akşamları hiçbir yere takılmadan kuzu kuzu evine gelen babamın bir kadeh rakısını bile burnundan getirirdi annem.
Bir defasında büyük abim İsmet ”Baba” demiş “Allah’ını seversen annemin sana böyle davranmasına nasıl izin veriyorsun, nasıl katlanabiliyorsun? Neden dersini vermiyorsun? Babam biraz düşündükten sonra
“Peki o zaman oğlum ”demiş” Ben anneni boşayayım”
“Annemi bu yaşta boşamak olur mu baba?”
“O zaman evden kovayım”
“Deli misin baba, o nasıl söz, annem evden kovulur mu”
“O zaman elime alıp iyice bir döveyim
“Hayır baba olur mu, el alem ne der, rezil olursunuz bu yaştan sonra…”
“ öldüreyim o zaman”
“Aman baba deli misin o nasıl söz?”
“Gördün mü evladım” diye devam etmiş babam.” Hayatta bir takım problemlerin çözümü yoktur. Annenin söyledikleri bir kulağımdan giriyor, diğerinden çıkıyor. Sadece siz dinliyorsunuz, ben duymuyorum bile. Böylece senelerdir gül gibi geçinip gidiyoruz işte”
Hamza Abi
Orta okula giderken bir sabah babam beni hastaneye götürdüğünden, okula geç kaldım. Başıma gelecekleri bildiğimden babama, okula geç kalanları dövmekten büyük zevk alan müdür muavini Hamza Abi’ye hitaben bir not yazmasını ve hastaneye gittiğimizden dolayı okula geç kaldığımı belirtmesini söyledim. Babam da istediğim notu yazdı ve imzaladı.
Okula geldiğimde sınıfa girebilmek için Hamza Abi’den bir izin belgesi almam gerektiğinden, müdür muavinliğine gittim ve babamdan aldığım notu Hamza Abi’nin önüne koydum. Önce notu okudu, sonra yüzüme baktı, elini arka cebine attı, lastik copunu çıkardı ve dört defa sağ elime, dört defa da sol elimin içine vurdu. Sonrada izin kağıdını yazıp bana uzattı. O kadar hırslandım, o kadar fena oldum ki” İstemiyorum” diye bağırıp göz yaşları içerisinde kapıyı çarpıp eve geldim ve olanları babama güçlükle anlattım.
Sivas’ta çok sevilen ve hürmet edilen bir öğretim üyesi olan babam beni aldığı gibi okula muavinliğe getirdi. Benim önümde Hamza Abi’ye açtı ağzını, yumdu gözünü. Kendisinden yirmi yıl daha kıdemli ve tecrübeli bir baş öğretmenin gönderdiği özür dikkate almayacak kadar saygısız ve kaba olduğunu adeta kafasına vurdu. “Biz” dedi” evlatlarımızı senin gibi gözü dönmüş, cebinde lastik cop taşıyan öğretmenler dövsün diye büyütmüyoruz. Otuz beş yıllık öğretmen, hatta gezici baş öğretmenim. Bunca yıllık meslek hayatımda çocukları lastik copla döven ilk seni gördüm. Ya bu lastik cop sevdasından vazgeçersin ya da seni süründürürüm” diye ilave etti. Sonra bana dönüp” Gel evladım bu gün okula gitmeni istemiyorum” dedi. Beraberce okuldan çıktık
Hamza Abi’de elini bir daha arka cebine götürmedi. Lastik cop da sonsuza kadar kayboldu. Bu olayı hiç unutmadım ve hayatım boyunca babamla iftihar ettim.
Seneler sonra,1982 yılında, yeşil gözlü güzel kadını Sivas'a babamın mezarına götürdüm. Onu dünyalar tatlısı kayınpederiyle tanıştırdım. O kadar duygulandı ki.
İşte böyle dostlarım. Demek ki canım babam rahmet istedi. Allah ona gani gani rahmet eylesin.
Cenazesi ne 1963 senesi, ocağın ikisi, zemheri ayı, hava eksi 30 derece olmasına rağmen Sivas’ın yarısı geldi.
Eh!... yarın babalar günü belki beni de hatırlayacak biri bulunur.

SEKİZİNCİ AY


Bu gün haziran 19. Tam sekiz ay olmuş yeşil gözlü güzel kadını kaybedeli. Sekiz koca ay. “Tekrarını yaşamak nasip olmasın” diye dua ettiğim, acı, gözyaşı, yalnızlık, yapayalnızlıkla dolu sekiz ay işte.

Daha önce de yazdım. Zaman her şeyin ilacı değil. Zaman rüzgar gibi. Rüzgarın mumu söndürdüğü gibi. Ancak küçük aşkları söndürebiliyor.

Ama yaşadığınız büyük bir aşk ve sevgi içinizde kocaman bir ateş. İşte bu ateşe, o rüzgar vurdukça o ateş büyüyor büyüyor, bir orman yangınına dönüşüyor.

Her geçen saniye, dakika, saat, gün, hafta, ay, size neyi kaybettiğinizi daha iyi anlatıyor, fark ettiriyor.

Yüreğiniz öyle bir yanmaya başlıyor ki, öyle bir yanıyor ki inanın içinizden bazen başınızı taşlara vurmak bile geliyor, çaresizlikten.

Bir gün ayrı kalsam yeşil gözlümden ölüyorum zannederdim. Sekiz ay geçti. Bakın hala hayattayım. Bir çeşit yaşam yüzsüzlüğü mü desem yaşama yüzsüzlüğümü desem ne desem ne ad koysam bilmiyorum.

Belirli bir sağlık problemim yok gibi. Ara sıra herhalde tansiyonum yükseliyor. Herhalde diyorum çünkü ne tansiyonumu ölçtüğüm, nede ölçtürdüğüm var.

Ve hala delirmedim( veya ben öyle zannediyorum)

Kalbim çarptığı, nefesim sıkıştığı, başımın zonkladığı, kendimi iyi hissetmediğim zamanlarda, “sıra bana geliyor” diye seviniyorum. İnanın seviniyorum. Bekliyorum bir şeyler olsun diye.

Sağlıklı, bir bünyeyi hak etmediğimi düşünüyorum.

Hep Yasemin’ime bir kaşık çorba içirmek için ne kadar uğraştığım, güzel gözlümün o bir kaşık çorbayı içebilmek için ne kadar çaba harcadığı aklıma geliyor. Ne doğru dürüst bir çorba içebiliyorum ne de 8 aydır doğru dürüst yemek yiyebiliyorum. İçimden gelmiyor, boğazımdan geçmiyor.

Hastanelerde yaşadıklarımızı bir türlü unutamadım ki.

Yasemin 9 Eylül Hastanesin de tedavi olurken kendi akciğerlerimin çalışmasından, bronşlarımın görevini yapmasından utandım. O nefes alamazken, benimde nefes almayı hak etmediğimi düşündüm.

İnanın bana da akciğer kanseri teşhisi konulmasını ve eşimle aynı oda da yan yana yatıp, el ele tedavi olmayı düşledim. Yemin ederim düşledim.

Sevgilim bunları yaşarken normal bir insan olmaktan utandım. Ben sapasağlam gezip dolaşırken, onun o kendisini perişan eden tedavilere, sessiz soluksuz katlanmasına dayanamadım.

Hep isyan ettim. Hep isyan ettim.

İnsanın çoşkusunu kaybetmesinin ne olduğunu bilemezsiniz. Kalbinin hep aynı hızda çalışmasının, yaşam heyecanının yok olmasının, geceleri kendi ile kavga ederek uyumaya çalışmasının, sabahları yine kendi ile kavga ederek yataktan kalkmasının ne zor olduğunu anlayamazsınız. Anlamayın da.

Kişi büyük bir acı yaşayıp, büyük bir kayıpla karşı karşıya gelince, birden kendisini büyük bir boşluk içerinde devamlı düşüyor hissediyor. Hiçbir şeyin önemi kalmıyor, ne yaşamın, ne ölümün. Korkacak bir şeyde kalmıyor çünkü artık yaşama sarılacak bir nedeniniz olmadığına inanıyorsunuz, rahatlıyorsunuz. Ne olursa olsun .mına koyum moduna giriyorsunuz.

Yeşil gözlü güzel kadın son günlerinde hasta yatağında yatarken doktorları da dahil herkes ümidini kesti hayatından, ama ben kesmedim, kesemedim.

Bir aydır uyumamış, oksijen makinesinin o itici sesinden başka ses duymamış, gözlerini o makinenin ışıklı göstergelerinden ayırmamış, şaşkın, panik içerisinde, yorgun, korkmuş ve üzgün, altmış sekiz yaşında bir insan nasıl hayaller kurarsa, işte öyle hayaller kurdum hep.

Acıdan delirdiğime inandığım hayaller.

100 tane kolum olsun istedim. On iki tane akciğerim. Kollarımın yarısı kalbimden, diğer yarısı vücudumun her yanından çıksın istedim. Sarılayım canıma bütün kollarımla, ölümün dokunacak yeri kalmasın, sökemesin onu kollarımdan istedim.

On iki akciğerin on iki sini de, sadece yarım akciğere kalmış sevgilime vermek istedim. Altısıyla rahat rahat nefes alsın, öyle hafiflesin ki, diğer altısı kanat olsun ona uçsun gitsin istedim. Kimsenin onu bulamayacağı bir yere. Ölümün de bulamayacağı bir yere uçsun, gitsin, kaybolsun istedim.

Ben de bulamamaya razıydım onu. Böyle bir ayrılığa da, acısına da katlanırdım. Ne yakınır ne şikayet eder, ne de size yazardım.



BİR RAMAZAN YAZISI;ALABİLDİĞİNE ÇOCUK OLMAK


Çocukluğumda, kış aylarında ramazanlar inanılmaz güzel olurdu. Belki de bize öyle gelirdi. Ocak ayında o Sivas’ın inanılmaz soğuk zemheri gecelerinde, babacığım kalkar, sobayı yakar, bizleri sahura kaldırırdı. 

Sahur süresince dışarıda davul-zurna çalınır, insanlar o soğukta sıcak evlerinden altta pijama, üstte paltolarıyla dışarı fırlar, davul-zurna eşliğinde halay çekerlerdi. Sonra davulcu ve zurnacı her evin önünde ayrı havalar çalar, bahşişlerini almadan gitmezlerdi.

Davulcu ve zurnacı nedense hep bizim evin önüne gelince ”Naciye, Naciye cilveli Naciye” şarkısını çalarlardı. Babam anneme “Yahu Naciye, neden bu adamlar hep bizim evimizin önünde başka bir şarkıyı değil de bu şarkıyı çalıyorlar? Doğru söyle, zurnacıyla aranızda benim bilmediğim bir şeyler mi var? Bak sen itiraf etmezsen ben aşağı iner , zurnacıya sorarım haaaa” derdi.( bu arada herhalde annemin isminin Naciye olduğunu anlamıştırsınız) Annem de “ Koca herif deli mi ne? Ben ne bileyim niye çalıyor. Şunun çocukların önünde söylediği şeye bak” diye kızardı babama….

O zamanlar çocuktum. Alabildiğine çocuktum. Ne güzeldi alabildiğine çocuk olmak. Annenin babanın varlığını, onların kanatlarını hissetmek, onların kanatlarının altına girmek, yaşamak. Ne güzeldi.

Yeşil gözlü güzel kadını da tanımamıştım o zamanlar. Daha dünya da bile yoktu. Ölümden de,hasretten de, aşktan da, aşık olmaktan da haberim yoktu.



ÇARŞAFLAR

Bu gün sekiz ay sonra ilk defa çarşafları değiştirmeye çalıştım.Daha önceleri İçimden gelmemişti, çünkü onlar yeşil gözlü güzel kadının son yattığı çarşaflardı. Kokusu sinmişti o çarşaflara. Korkmuştum, hiç olmazsa kokusu benimle kalsın istemiştim.

Beceremedim. Çok uğraştım, hatta terledim. Ama bir türlü yeni çarşafları yatağa uyduramadım, takamadım. Aslında bir at yapmak istiyordum ama sonunda bir deve ortaya çıkardım.

Eminim yeşil gözlü güzel kadın çok gülmüştür, çok gülmüştür halime. Kimbilir belki de gizli gizli üzülmüştür.

(Bakın öyle veya böyle yine beraberiz)
 


İYİ Kİ GÜZEL İNSANLAR HALA VAR.



Yasemin’imin hastalığı sırasında bazen bir aydan fazla kaldığımız oldu İzmir 9 Eylül Üniversite Hastanesinde. Hastane de yaşadığımız o hiç bitmeyecek gibi gelen geceleri, hayal kırıklıklarını, ümitsizliği, yalnızlığı detaylarıyla anlatıp sizleri üzmek istemiyorum.

Ama bizim hastanede kaldığımız sürede bizleri teselli etmek, elimizden tutmak, moralimizi yükseltmek için çırpınan ve bunu hiçbir karşılık beklemeden yapan güzel insanların bazılarını sizlerle paylaşmak istiyorum.

Eczacı, Sivaslı kardeşim Serdar Muslular; Neler yapmadı ki. Yasemin iyileşsin benim yüzüm gülsün diye, neler yapmadı ki.

Her gün defalarca telefon açtı. Kan lazım oldu, kendi başta olmak üzere kan verecek ekip buldu.

Her bulduğum fırsatta beni hastaneden biraz ayırıp yemeğe çıkardı. Ellerime sarıldı, sarıldı sarıldı yanaklarımdan öptü. “sen üzülme canım abim, Yasemin ablam evvel Allah atlatacak, hep beraber rakımızı içip, ne kutlamalar yapacağız” dedi.

Hastanede ki odamızdan telefonumu ve cüzdanımı çaldılar. Bütün paramız kredi kartlarımız gitti. Bir an çaresiz kaldık. Anında yetişti güzel kardeşim benim. “ sen üzülme canım abim dedi, sen yeter ki üzülme. Serdar kardeşin buradayken sen üzülme, bir hastanın odasından bile parasını çalanlar köpeğin olsun senin: Sen benim canımsın, sen benim güzel abimsin, sen bir tanesin.” Dedi Sarıldı, sarıldı öptü beni.

Hastanede ki kaldığımız katta ki cafe’nin aşçısı Fatma Hanım. Hemen hemen her gün işinden fırsat buldukça odamıza gelir ‘’Yasemin’im yeşil gözlüm, güzelim, canın ne çekiyor? Ne yemek istiyorsan söyle. Ben sana istersen burada ki mutfak ta yaparım, istersen evimde hazırlar getiririm. Sen yeter ki söyle Fatma teyzene güzel kızım benim’’ derdi.

Ahçı yardımcısı Leyla Hanım kaç defa gelip ‘’Kirliniz var mı? Yıkanacak bir şeyiniz var mı? Bak çekinmeyin ne olur. Biliyorsunuz bizim evimiz var burada. Neyiniz varsa verin ben size yıkar ütüler getiririm’’ derdi.

Cafeterya da çay kahve yapan Veli Efendi; Ne zaman kafeterya ya girsem ‘’Sultanımız nasıl bugün? O bizim Hürrem Sultanımız, ona iyi bak, çok iyi bak sonra bozuşuruz haa..’’ der, elime bir bardak limonata tutuşturur, ‘’Hadi bunu sultana götür. Ellerimle yaptım. O benim limonatamı sever. O kadar ilaçtan sonra yüreği yanmıştır. İyi gelir. Selamımı da söyle’’ derdi.

Ne zaman kafeterya da, yalnız oturduğumu, hüzünlü olduğumu görse, o güler yüzlü, Gaziantep’li genç Celal elinde bir bardak çayla gelir, ‘’Kaptanım bak tam senin istediğin gibi açık bir çay getirdim sana, hadi gülümse biraz, bak seni kesen kızlara ayıp oluyor’’ der gülerdi.

Bizler hastaneden taburcu olurken, çocuklar gibi sevinirler, kapılara kadar geçirirlerdi bizi.

Hepimiz elimizden geleni yaptık yeşil gözlü güzel kadını yaşatmak için ama yetmedi, işte yetmedi, başaramadık.

Eğer bu gün kıyamet hala kopmadı, dünya hala yerinde duruyorsa, inanın bana işte böyle güzel insanlar yüzündendir.

Sizlere bu satırları yazarken, inanın gözlerimden yaşlar boşalıyor.

Allah onlardan ve onlar gibi insanlardan razı olsun.


ORKİDELER



“Yeşil gözlü güzel kadın, Marmaris’te düğünün yapılacağı sevimli butik otelin salonunu kendi elleriyle dekora etti. Canından çok sevdiği biricik kızının en mutlu gecesinin unutulmaması için bütün yaratıcılığını ve duygularını ortaya döktüğü, rengarenk çiçekler, orkidelerle süslediği salona düğün gecesi gelen davetliler dokunmaya oturmaya kıyamadılar.”
( Bak Yeşil Yeşil, Yasemin, Bahar’ın Düğünü )

Düğünden sonra Yeşil gözlü güzel kadın orkidelerin hepsini evimize taşımamızı istedi. Orkideler onun en sevdiği çiçeklerdi. Hepsini eve taşıdım ve o hepsini teker teker evimizin salonuna itina ile yerleştirdi o güzel uzun parmaklı, şahaserler yaratan elleriyle.

Yasemin’imi kaybettikten sonra işte o orkidelere elimden geldiği kadar sahip çıktım. Su verdim, okşadım, yeşil gözlü kadının onları ne kadar sevdiğini söyledim. Çiçek açtıklarında ne kadar mutlu olduğunu, sevincinden havalar sıçradığını, etraflarında dans ettiğini. Bana “bak güvenciğim bak nasılda açmışlar" deyip, beni sevinçle sarılıp sarılıp öptüğünü paylaştım onlarla, ağladım da biraz.

Bakın ne güzeller. Birer, birer açıyorlar. Eminim yeşil gözlü güzel kadının onların etrafında sevinçle, coşkuyla dans ettiğini hissediyorlar. Kim bilir belki de görüyorlar, izliyorlar onu.



ORADAYDI YEŞİL GÖZLÜ GÜZEL KADIN BİLİYORUM, ORADAYDI

She is in the sun, - O güneşte,
the wind,the rain, - Rüzgarda, yağmurda,
She in the air for you - o senin için havanın içerisinde,
breath with every - her içine çektiğin,
Breath you take. - Nefesin içerisinde.
She sings a song - o sana şarkı söylüyor
of hope and cheer. - ümit dolu ve neşeli.
There is no more pain, - artık acı çekmek yok
No more fear. - Korku yok.
You will see her in - sen onu yukarda ki
The clouds above. - bulutlar içinde göreceksin.
Hear her whisper - fısıltılarını, sevgi dolu
Words of love. - Sözlerini duyacaksın.
You will be together - kavuşacaksınız sonunda
before long, until then - çok beklemeden, o zamana kadar
Listen for her song. - Şarkılarını dinle.

Christy Ann Martine


ORADAYDI YEŞİL GÖZLÜ GÜZEL KADIN BİLİYORUM, ORADAYDI

Dün gece Yasemin rüyama geldi. Aylardan sonra ilk defa. O kadar güzeldi ki.

Işıl ışıl yemyeşil gözler, pırıl pırıl bir ten, gür dalgalı sarı saçlar kemoterapi öncesi gibi, çok güzeldi çok.

Hayalle tül arası turkuaz bir elbise vardı üzerinde, o güzelim gözlerini daha da öne çıkaran.

Konuşmayı unuttum, bakakaldım. Öylece bakakaldım, dondum. Ne yapacağımı şaşırdım.

Gülümsedi. Sonra da sanki hiçbir şey olmamış gibi “Merhaba” dedi bana .

“To all the girls I loved before ha” dedi. Bakıyorum her istediğini yazıyorsun artık, meydanı boş buldun”

Cevap vermek istedim ama konuşamıyordum ki. Gözlerim dolu dolu oldu sevincimden. Gözlerinin içine baktım kaldım.

Bu defa gülümsemedi. Sonra bayağı bir güldü. ” ne oldu dilinimi yuttun” diye sordu. Hep böyle hınzır bir şey sorar, sonra da o güzel gamzelerini iyice ortaya çıkararak hınzır, hınzır gülerdi.

Yine öyle yaptı.

Ben yine bir şeyler söylemek istedim ağzımı açtım ama hiçbir şey çıkmadı ki.

O ümitsizlikle elini tutmak istedim. Eli elimin üstünden geçti gitti. Elleri oradaydı ama orada değildi sanki.

Yüzümde ki şok olmuş ifadeyi görünce. “Ben hem varım hem yoğum biliyormusun” dedi.

Bir bulut parçası gibiyim. Görebilirsin ama dokunamazsın. Buradayım ama burada değilim. Ben de daha alışamadım, anlayamadım. Ama Biliyorsun ben bulutlara hep hayrandım.

Biliyordum hem nasıl biliyordum bulutlara olan hayranlığını.

Biraz sağı solu inceledi. “Nasılsın bakalım” diye sordu.

Birden bir mucize olmuş gibi konuşmaya başladım. “nasıl olduğumu sen bilmiyormusun, görmüyormusun sevgilim. Herkes bana senin hep benim yanımda olduğunu, her yaptığımı gördüğünü hep benimle olduğunu söylüyor” dedim.

Endişeli endişeli“Yoksa doğru değil mi” diye sordum.

Yanlış veya salak ça bir şey söylediğimde, gözlerimin içine o gülümseyen, sorgu dolu bakışlarıyla baktı yine. Bu “onun sorduğun sorunun cevabını gözlerimden okuyamıyor musun” tarzıydı.

Hiçbir şey söylemedi. Bakışlarını sürdürdü, gülümsemeye devam etti.

O gülümsemesine devam etti ben de konuşmama.

İçiyorum dedim bol bol içiyorum. Akşam olduğunda ne bulursam içiyorum. Ne bulursam. Bira, rakı, şarap, vodka, viski ne bulursam.

“Biliyorum” dedi neden rüyalarına girmediğimi sanıyorsun. Bazen çok içiyorsun. Ölçüyü kaçırma.

Senin yüzünden içiyorum, o kadar yalnızım, o kadar mutsuzum ki sensiz. İçmezsem uyuyamıyorum ki.

Hep bir sebebin vardı zaten içmek için. Ama hiç kendini kaybedecek kadar içmedin. Bazen içince aksileşirdin biraz ama idare ederdim o halini. O kadar da kötü değildin.

Benden cevap çıkmayınca “evin hali fena değil. Temiz ve derli toplu gözüküyor. Nasıl iş başa kalınca iyi mi oluyor, çok yoruluyormusun” diye sordu.

Zaten ben evde fazla kalmıyorum. Daha doğrusu kalamıyorum. Yatmadan yatmaya sanki. Sen olmadan kalamıyorum ki. Yedi aydır daha bir bardak çay bile yapmadım dedim.

Ama sen yemek yapmayı çok severdin.

Evet, sen ve kızım varken yanımda, birlikteyken, mutlu günlerimizde yemek yapmayı seviyordum. Sizlere sürpriz yapmayı, mutfakta çalışırken sana takılmayı, seni kızdırmayı seviyordum. Bir yandan yemek yapıp, bir yandan şarabımı içip, bir yandan da sana sarılıp sarılıp öpmeyi seviyordum.

Şimdi dolapları açmaya elim varmıyor. Senin çay bardağına, kahve fincanına bakamıyorum bile. Hiçbir şeye dokunmadım, dokunamadım. Her şey olduğu gibi duruyor, bıraktığın gibi.

Belli bir süre sustu. Önüne baktı. Sonra o yemyeşil güzel gözlerime dikti . “Ne kadar devam edeceksin böyle yaşamaya Güven. Ben artık dönemem, bana dokunamazsın, beni kucaklayamazsın. Ben ancak rüyalarında ortaya çıkabilirim. Etrafında olurum. Bazen sana seninle olduğumu belli eden küçük, çok küçük belirtiler verebilirim hepsi bu. Kendine yeni bir hayat kurmak zorundasın, yaşamak zorundasın”. dedi.

“Ama ben yanımda sen olmadan yaşamaya bayılmıyorum ki. Seni hissetmeden, seninle hayatımı paylaşmadan, seninle konuşmadan, sana dokunmadan yaşamak istemiyorum ki” diye cevap verdim.

“Ben hep yanındayım sevgilim, ben hep yanındayım. Ama bu başka bir birliktelik. Sen bana sarıl, kollarını aç ben kollarının arasında olacağım. Beni öp, benimle konuş, bende seni öpeceğim. Senin her söylediğini dinleyeceğim. Ben seni hiç bırakıp gitmedim ki. O yazdığın yazıları, kitabımızı, yalnız başına mı yazdığını zannediyorsun. Geceleri bilgisayarında çalışırken, enseni öptüğümü, kulaklarına fısıldadıklarımı hiç hissetmedin mi, duymadın mı”?.

“Sen her sabah mezarıma gelip resmime sarıldığında, “ben buradayım bak yanı başındayım” deyip sana sarılıp, gözyaşlarını kurulamaya calıştığı mı hiç fark etmedin mi”?

“Seni bırakıp tamamen çekip gideceğime nasıl inanabilirsin canım benim. Bizim ruhlarımız birbirinden hiç ayrılmadı ki, hiç ayrılamaz ki”.

“Seni seviyorum, çok seviyorum. Senin acı çekmeni, kendini bırakmana dayanamam ben . Ne olur kabullen bunu artık. Bundan sonra böyle yaşamak zorundayız. İlerde başka değişiklikler olabilir. Ama şunu iyice kafana sok. Tanrının bile birbirlerini hakikaten sevenleri ayırmaya gücü de yok yetkisi de”.

“Sana dönmeyi o kadar isterdim ki tahmin dahi edemezsin. Senin istediğin şekilde, yine sarmaş dolaş, el ele, her dakika öpüşerek, koklaşarak sarılarak birbirimize yaşamayı”.

“Ben istemezdim bana dönmeni dedim”. “Yine bırakıp gideceksen, ben istemezdim. Tükendim artık. Başka bir ayrılığı ne ben ne de yüreğim kaldırabilir. Dedim ya bittim, tükendim artık”.

Sonra iki köpeğim birden öyle bir havlamaya başladılar ki uyandırdılar beni. Rüyada gitti Yasemin’imde.

Köpeklerime hiç bu kadar kızmamıştım.

Sonra kollarımı açtım ve yatağın yeşil gözlü güzel kadının yattığı tarafına sarıldım.

Oradaydı biliyorum, oradaydı. O gülümsemesiyle, o güzel gamzeleriyle oradaydı.

İlk defa bu sabah birazcıkta olsa yaşamak isteyerek uyandım. Yedi buçuk ay sonra.

İlk defa.



13 Haziran 2015 Cumartesi

BİZ

Hep böyleydik biz
hep sevgili
hep inanmış
hep meleklerin korumasında
son nefese kadar


HEP BOYLEYDİK BİZ

Hep böyleydik biz
hep sevgili
hep inanmış
hep meleklerin korumasında


TO ALL THE GİRLS I LOVED BEFORE (Geçmişim de sevdiğim bütün kızlara)


Güzel bir gün yaşıyor Marmaris. Güneşli, pırıl pırıl bir haziran güneşi var dışarıda. Eski yıllara göre serin bir haziran yaşıyoruz. Sıcaklık insanın gırtlağına sarılmıyor, gözbebeklerini yakmıyor. Meltem misali, insanın bağrına bağrına esen, içini serinleten bir rüzgar esiyor denizden arasıra. 

Ve ben Willie Nelson dinliyorum. Good old Willie, tatlı moruk, en sevdiğim şarkısını o eşi benzeri bulunmaz sesiyle, yorumuyla söylüyor ve her kelime yüreğimin ta derinliklerinde yerini buluyor. Çoook eski yıllarda olduğu gibi.

To all the girls I loved before - Geçmişim de sevdiğim bütün kızlara
Who travelled in and out of my door - Kapımdan girip çıkan.
I am glad they came along - Çok mutluyum, iyi ki rastladım onlara.
I dedicate this song - Bu şarkıyı onlara adıyorum
To all the girls I loved before - Geçmişim de sevdiğim bütün kızlara.

Willie Nelson benim Kanada’da ki üniversite de okuduğum yıllarımda çok popüler olan, Texas doğumlu, kızıl derililere benzeyen bir şarkıcıydı.

O yıllarda bizler 68 kuşağı, çiçek çocukları, sırtlarımızda Woodstock battaniyeleri bir elimizde teneke bira, bir elimizde marihuana, gözlerimiz kırmızı ve kaymış hallerde hayran hayran Willie’ye eşlik eder onunla bu şarkıyı bağıra çağıra söylerdik.

Bilhassa ben bu şarkıyı hakikaten hissederek söylerdim, çünkü geçmişimde tanıdığım bütün kızları çok severdim ve hep iyi hatırlardım.

Benim kitabımda sevginin derecesi ölçüsü, az sevgi, orta dereceli sevgi, çok sevgi yoktu. Ben sadece severdim ama dört dörtlük severdim.

Simdi neredeyse 70 yaşına geldim. Düşünüyorum da hiçbir pişmanlık duyacağım kötü bir anım, hiçbir öküzlüğüm yok. Ben onları sevdim onlarda beni.

Sizlere bu satırları yazarken keşke yüzümde ki gülümsemeyi görseniz, onları o kadar güzel hislerle, duygularla hatırladığımı fark ederdiniz. Şuna adım gibi eminim zaman zaman onlarda beni hatırladıklarında benim yüzümdeki gülümsemenin bir benzerinin de onların yüzünde oluştuğunu biliyorum, hissediyorum. Aradan uzun yıllar geçmiş olsa da.

Hayatıma giren bütün eski kız arkadaşlarımı tekrar görmeyi, hayat hikayelerini dinlemeyi, oturup saatlerce yürek yüreğe dertleşip paylaşmayı o kadar isterdim ki, o kadar isterdim ki bilemezsiniz.

Dedim ya bizler 68 kuşağı, çiçek çocuklarıydık. Biz de zorlama, sahip çıkma, kıskanma, şiddet, söz konusu değildi.

Meteliğimiz yoktu. Günlerce aç gezdiğimiz olurdu ama ne paraya değer verir ne de umursardık. Hayatımız müzikti. Biz çiçek verir sevgi alır, sevgi verir çiçek alırdık.

Ne şanslıymışız ki Allah bize o yıllarda yaşamayı nasip etti. İnsan olmayı, insan gibi yaşamayı, insan gibi düşünmeyi öğrendik.

To all the girls I loved before. Geçmişimde ki bütün kız arkadaşlarım. Sizleri çok sevdim. Hala da seviyorum.

Ama sadece birinize aşık oldum.

Sadece birinize. Sırılsıklam, ve ölmecesine.

Sadece birinize. Bunu da böyle bilin. 




7 Haziran 2015 Pazar

BELKİ DE MUTLULUK BÖYLE BİR ŞEY


Bu hasret adama şiir de yazdırır, türkü de söyletir, roman da yazdırır. Bu acının bir tesellisi yok be dostlarım. Denemediğim çözüm, yürümediğim yol, çıkmadığım dağ kalmadı neredeyse. Sevmekte zormuş, sevda çekmekte, ama hasret inanın hepsinden zormuş. Artık ne yazsam, ne yapsam, sizlerle neler paylaşsam… bilmiyorum ki. Ama çok yorulduğumu biliyorum. Bir onu biliyorum işte.



BELKİ DE MUTLULUK BÖYLE BİR ŞEY

Mutluluk bir bal arısının kanadındaki parıltı,
Sabah uyandığında “bir günaydın sevgilim” duymak,
Sevgiyle gülümseyen bir çift güzel mi güzel yeşil gözün bakışı,
Cayır cayır yanan bir mide, sevgiliye duyulan hasrettir, özlemdir, belki de mutluluk.

Mutluluk, yeri geldiğinde geberene kadar ağlamak.
Yeri geldiğinde, nefesi kesilinceye kadar gülmek
Baktığın her yerde, her şeyde, yeşil gözlü güzel kadını görmek,
Tulum peyniri, domates, acı biberdir, belki de mutluluk.

Mutluluk, sevgiyle titreşen bir çift dudak,
kıyamet kopacakmış gibi öpüşmek,
Japon güllerinin kırmızısı, zeytin ağaçlarının yeşili, karabaş otunun moru,
Zakkumlar, begonviller, papatyalar, badem çiçekleridir belki de mutluluk.

Mutluluk, Eski Datça da sevgiliyle el ele, kol kola yürümek,
Mesudiye’yi gezmek, Palamutbükü’nde denize girmek,
Göz göze geldiğinde terleyen eller, deli gibi çarpan bir yürek,
Ben sana mecburum şiirini ezbere bilmektir, belki de mutluluk.

Mutluluk “çay mı istersin, kahvemi sevgilim” sorusu
Büyük bir cam kadehte güzel bir kırmızı şarap,
Bir avuç Çorum leblebisi, çay bardağın da rakı,
Bir dilim kavun, biraz beyaz peynir, ille de sıcak ekmektir, belki de mutluluk

Mutluluk  Monti”nin meyhanesinde bir  garip akşam,
Eski Marmaris resimleri, demir döküm odun sobası, tavada lapa balığı çıtırtısı,
Sekiz aydır yeşil gözlü güzel kadına duyduğum çivi gibi bir  hasret,
“En kötü günümüz böyle olsun” diye tokuşturulan kadehlerin sesidir, belki de mutluluk.






MUCİZE

Bu yazı, çok sevdiğim ve kendisinin kendisine verdiği değerden çok daha fazla değer verdiğim, derya gibi bir iç dünyası olan ve hayatta istediğine ulaşmasını çok arzu ettiğim, şeker mi şeker, mühür gözlü bir kız çocuğu için yazılmıştır.

MUCİZE

Bazen hava insanı canından bezdirecek kadar kötü olabilir. Simsiyah gökyüzünü, inanılmaz bir hava basıncı, soğuk, yağmur, rutubet, insanın iliklerine kadar işleyen, sanki bende varım diyen sinsi bir rüzgar tamamlar. Ne yatağınızdan kalkmak ne de evinizden çıkmak istersiniz. İçinizden gelmez.

Sonra rüzgar sesinden de, pencerelere vuran yağmur damlalarından da, yalnızlıktan da gına gelir boğuluyor gibi hissedersiniz kendinizi. Bunalırsınız, Gönülsüzce dışarı çıkıp biraz hava alma ihtiyacı duyarsınız.

Şemsiyeniz varsa şemsiyenizi alır, yoksa öylece dışarı çıkar, omuzlarınızı kaldırır, amaçsız bir şekilde yürümeye başlarsınız. Nereye olursa . Adımlarınız sizi nereye götürürse. İstemeye istemeye yürürsünüz.

Sonra bir mucize gerçekleşir ve toprağı yarıp çıkmış bir çiçek görürsünüz. Evet sanki size” bak hayat devam ediyor, önce ben geldim, beni diğerleri takip edecek” diyen, sizi hayata bağlamaya çalışan, hayatın devam ettiğini söyleyen sevimli küçücük bir çiçek.

İşte o minicik çiçeğe baktıkça vücudunuzun ısındığını, kanınızın damarlarınızda yeniden dolaşmaya başladığını ve sanki hayata geri döndüğünüzü, canlandığınızı hissedersiniz.

Dokunursunuz o güzel çiçeğe, incitmemeye çalışırsınız, okşarsınız. Minnettarlığınızı göstermek istersiniz. Ben gördüm, bu benim çiçeğim” diye sahiplenmezsiniz. Koparıp evinize götürüp ruhsuz bir vazonun içine ölene kadar hapsetmeyi hiç düşünmezsiniz. Eğer insansanız, o çiçeğin başka insanlara ümit taşıyacağını bilir kıyamazsınız.

Sonra istemeye istemeye ayrılır yolunuza gidersiniz ama aklınız o küçücük çiçekte kalır, ve inşallah kimse koparmaz diye de dua edersiniz, ama gidersiniz.



SÜRPRİZ


Bilgisayarınızı açarsınız. Facebook'a girersiniz.
Birden bir sürprizle karşılaşırsınız.. Beklemediğiniz bir şey olur.
Bilgisayarınızın ekranında güzel bir kız çocuğunun adeta gözlerinizin içine bakan bir fotoğrafı belirir.
Bu mutlu olmaya, mutlu gözükmeye bayağı uğraşılmış bir fotoğraftır.
O gözlerde ki hüzne, mahsunluğa, o gülümsemeye çalışan yüzün arkasındaki kaygıya, belirsizliğe, kararsızlığa bakar kalırsınız.
Hatta sağ kaşının üzerindeki o minicik, arayış,isyan, bir nevi baş kaldırış deliğini bile fark edersiniz.
Sonra o resmi alır, bayağı eskimiş, yorgun ve epey bir kilometreye ulaşmış kalbinizin bir köşesine sokuverirsiniz.
Sonra da o resmin sahibinin bundan sonraki hayatında mutlu, huzurlu olmasını diler,onun bunu hak ettiğini düşünürsünüz.
Onun için dua bile edersiniz.

DERGAHIMIZ HERKESE AÇIK BİZİM




Cep telefonumun kırılan ekranı sonunda değişti. Artık bir telefonum bile var. Sivas’ta “şu problemim bir hallolsun itlere ekmek doğrayacağım” derler. Ben de İtlere ekmek doğramaya karar verdim.

Şimdi;

Beni sevenler, sevmemeye çalışanlar,
benim sevdiklerim, sevmemeye çalıştıklarım,
mahalle baskısının esiri olanlar, olmayanlar,
kendilerine hiç yoktan eziyet edenler,
her şeye boş verip anı yaşayanlar,
gizemli takılanlar, veya takıldığını zannedenler.
dertleri zevk edinenler,
hem üzülen, hem üzenler,
hayatı çok ciddiye alanlar,
hiç ciddiye almayanlar,
dünyanın yarın sonu gelecekmiş gibi yaşayanlar,
dünyasından haberi olmayanlar,
deveyi istediği yere götürenler,
devenin istediği yere gidenler,
tavşan boku gibi ne kokan,
ne de bulaşanlar.
şeytana uyanlar,
uymamaya çalışanlar,
uymayanlar, veeee

SEVGİLİ ALACAKLILAR!!!

Paşa gönlünüz ne zaman isterse bana telefon açabilir, mesaj gönderebilirsiniz.

Sizlerden korkmuyorum.

Bizim başımız dik. DERGAHIMIZ HERKESE AÇIK ( daha doğrusu açıldı ekrana 430 Tl bayılınca)

Sevginin gözü kör olsun, sevgi böyle bir şey işte.

Varlığım vatanıma milletime armağan olsun.

Kendimi alnımdan öpüyorum.

(Merak etmeyin ben iyiyim, çok iyiyim ben hem, ateşim falan da çıkmadı)


YİNE SEVERDİM İŞTE:.

Allah"kimse kimseyi benden fazla sevemez aksi takdirde elinden çeker alırım"dermiş.Keşke sevmeseymişim. Ama yine severdim,yine severdim, yine severdim,yine severdim, yine severdim, yine severdim işte. Yine severdim. 


BİR ŞEYLER GEÇER ARANIZDA



Bir şeyler geçer aranızda. Fırtınalar oluşur sanki. Kızarsınız çok kızarsınız. Kırarsınız birbirinizi. 

Birbirinizin kalbinde onarılmaz yaralar açtığınızı zannedersiniz. Birbirinizden uzaklaşmış gibi hissedersiniz. 

Hatta içinizden bir daha yüz yüze bakmamaya bile karar verebilirsiniz. Yani o kadar kızıp, o kadar alınabilirsiniz.

Sonra yeşil gözlü güzel kadın sizin gözlerinizle kızınıza, kızınızın gözleriyle size bakmaya başlar.

Bir anda baba kız olduğunuzu hatırlarsınız. İçiniz dolar. Bir sarılırsınız, bir sarılırsınız.

Elleriniz, gönülleriniz birleşir. Ne kızgınlığınız kalır, ne gönül yaraları ne de alınganlık.

Sonra baba ve kız, ikinizde, o güzel kadının, o güzel gülücüklerle dolu yemyeşil gözleriyle, o güzel gamzeleriyle, sizi o çok sevdiği bulutların üstünden seyrettiğini bilirsiniz, hissedersiniz.

Sonra o bulutlar dağılır, kaybolur giderler. Ama siz o bulutların kaybolup gitmesini hiç istemezsiniz.

Teşekkürler edersiniz. Kafanızı gökyüzüne diker, bakar kalırsınız. Özlersiniz onu da, o bulutları da, öyle bir özlersiniz ki.

Dedim ya, o bulutların kaybolup gitmesini hiç istemezsiniz, hiç istemezsiniz.