29 Haziran 2015 Pazartesi

KÖRÜN SOPASI

Dostlarım, bu yazımla siz de ben de yeşil gözlü güzel kadına veda ediyoruz. Bu sizin birinci, benim ikinci vedam olacak sevgilime. 

Yazılarım devam edecek ama içlerinde artık yeşil gözlü güzel kadın olmayacak. Belki çok, çok özlersem veya o beni özlerse veya siz bizi özlerseniz veya dayanamazsam, onu bir veya iki yazımla geri getirebilirim, ama şimdilik kararımız böyle.

Şemsi Tebrizi “En güzel yer bir duanın içince olmaktır” demiş, asırlar önce.

Vizyonumu tamamladığıma inanıyorum. Yazdığım yazılarla, fotoğraflarla, kitabımla Yasemin’imi sizlere getiremedim ama sizleri ona götürmeyi, sizlere onu tanıtmayı başardım. Allah hepinizden razı olsun, rahmetler dilediniz, dualar okudunuz, nur içinde yatsın, ışıklar içinde uyusun, mekanı cennet olsun dediniz. Güzelimi tanımadan sevdiniz. Ona sahip çıktınız. Sevgimizi sevdiniz siz bizim.

Emin olun yeşil gözlü güzel kadın bütün dualarınızı, gözyaşlarımı ve gözyaşlarınızı hak eden, şu dünyaya çok ender gelecek bulunmaz bir insan, bir melekti. Allah bile onun özlemine ancak 54 yıl dayanabildi.

Kimbilir kalbim belki yine yeşil gözlü kadınla dolar dolar, yine artık nefes alamaz hale gelirim, yine size döneriz. Ne demiş 110 yaşındaki Afkanistanlı derviş “lets wait and see” bekleyelim görelim.

Yakın ilginize, o güzel duygularınızı bizlerle paylaştığınız için her ikimiz de sizlere minnettarız.

Ne olur onu duasız bırakmayın.

KÖRÜN SOPASI

Küçük bir kasabada yaşamanın zorluklarının yanı sıra avantajları da vardır. Bir defa neredeyse herkesi tanırsınız. Birçok kişi de sizi tanır. Bu bazen iyidir bazen başınızı derde sokar, ama yine de iyi tarafları çoktur, küçük kasaba yaşamının.

Kaymakamla tenis oynarsınız, Emniyet Müdürü ile kol kola gezersiniz Belediye reisi ile kadeh tokuşturur, fitness salonunun saunasında hal hatır sorar, dertleşirsiniz.

Birçok doktor arkadaşınızda olur bu arada.

Helal süt emmiş, hatırı sayılır bir insansanız size bir şey olmasını istemezler. Neredeyse zorla hastaneye getirtip tansiyonunuzu ölçerler, kan tahlili yaparlar, film falan çekerler. Sizi büyük ağabeyleri gibi görürler. Sahip çıkarlar.

Eşimin ölümünden sonra hiçbir teklife sıcak bakmadım, bana hastanelerden veya doktorlardan gelen. Daha doğrusu bakamadım.

Çok yorulmuş çok bunalmış, çok acı çekmiştim ki hastanelerde. Artık değil hastanelere gitmek, önlerinden bile geçmek, yazılarını bile okumak içimden gelmiyordu.

Normal binalarda ki avuç içiyle basılarak çalışan otomatik kapılardan bile nefret ediyorum, çünkü bana hastaneleri hatırlatıyorlar.

Hayat devam ediyor ya, insanlara yaklaşmaya, yakın olmaya çalışıyorum. Hatta bazı yerli, yabancı hanımlarla yemeğe falan bile çıkıyorum. Çok kısa bir zaman sonra sıkılıyorum, inanılmaz sıkılıyorum.

Zorlukla konuşmama devam etmeye çalışıyor, aman şu akşam bir an önce bitsin diye bir dua etmediğim kalıyor.

Eskiler hatırlarlar. Woody Allen’ın oskar kazanan “Annie Hall” filminde Woody Allen sırıl sıklam aşık olduğu, Annie Hall( Diane Keaton)dan ayrıldıktan sonra başka bayanlarla çıkmaya başlar. Bunlardan birisi “beni neden öpmüyorsun “ diye sorduğunda “duygularımın dudaklarıma gelmesini bekliyorum” diye cevap verir” o kadar doğru ki.

İnsan çok sevdiği birisini kaybettikten sonra, işte o eski duyguları mumla aramaya başlıyor. O duygular terk edip gidiyorlar sizi. Kim olursa olsun, beraber olduğunuz kişi, hiçbir şey hissetmiyorsunuz. Hiçbir şey. Sonunda büyük bir hayal kırıklığı ve yalnızlık ile karşı karşıya kalıyorsunuz.

En azından ben böyle hissediyorum.

Gözlerim o yeşil gözleri, o güzelim gamzeleri, o gülümsemeyi arıyor, ellerimi nereye koyacağımı bilemiyorum. Ben 32 yıl el ele tutuşmadan oturmadım ki kimseyle.

Sadece bir tanecik çok genç bir kız çocuğunu sevdim. Bir tek ona yakın hissettim kendimi son sekiz ay içinde.

O bir gün Marinada ki mağazamıza geldi. İşte böyle tanıştık. Bir anda gülümsedik birbirimize. Sonra uzun zaman konuştuk. O gülümseme hiç kaybolup gitmedi yüzümüzden ikimizin de.

Sonra o tekrar geldi beni görmeye.

İkimizin de kendimize göre sorunlarımız vardı. Paylaşmaya çalıştık o sorunları. Birbirimizin yarasına merhem olmaya uğraştık.

Aramızda çok güzel bir arkadaşlık ve sevgi gelişmeye başladığını hissettik . İkimiz de eğer yakın yaşlarda olsak birbirimize ilgi duyacağımızı biliyorduk. Ama içinde bulunduğumuz şartlarda, aramızda sadece masum bir arkadaşlık, bir çeşit dostluktan başka bir şey olamayacağını da kabullenmiştik.

Beni 8 aydır tek güldüren kişiydi bu kız. Onunla beraberken rahatlıyordum, hayata tekrar merhaba diyormuşum gibi hissediyordum.

Yasemin’in de buna memnun olduğunu düşünüyordum, çünkü onunla beraberken hiç pişmanlık duymuyor, sıkılmıyordum.

Zaten pişmanlık duyacak veya sıkılacak bir şey yoktu ki aramızda. Sadece en fazla haftada bir kez görüşen, birbiri ile olmayı seven, bir takım ortak noktalarda birleşen iki arkadaştık sonunda. Aralarında büyük yaş farkı olan iki arkadaş. Hepsi buydu yani.

O benim için körün sopası gibiydi. Ona ihtiyacım vardı. Dedim ya o beni güldürüyordu. Kendi deyimiyle “bulutlarımı dağıtıyordu” hafta da bir kez de olsa.

Sonunda ayrıldık. Artık ne birbirimizi arıyor, ne birbirimize yazıyor, ne de birbirimizi görüyoruz.

Neden mi? Benim yaşımda birisinin kızı yaşında birisiyle bu kadar ilgilenmesi iyi karşılanmadı.

Birazcık direndik kendimizi korumaya çalıştık. Kızdık, alındık, öfkelendik. Sadece arkadaş olduğumuzu, paylaşmayı sevdiğimizi söyledik. “Ama bu haksızlık dedik”. “Niye böyle düşünüyorlar, niye böyle yapıyorlar yav?” dedik.

Sonra benim çevrem, senin annen derken yıpranacağımızı düşünüp yollarımızı ayırmaya karar verdik.

Çok yaşa mahalle baskısı. Çok yaşa….

Hay aklınızı alın da cehennemin en dibine, en sıcak sayfiye yerine gidin demek geliyor insanın içinden ama neyse.

Başka ne yazabilirim bilmiyorum.

Onun ne hissettiğini bilemem ama ben, onun gülen yüzünü de, benim gülen yüzümü de özlüyorum.

Şimdi insanların bir körün elindeki sopaya bile göz dikecek kadar acımasızlaştığı bir dünya ya tekrar alışmaya çalışıyorum.

Sil baştan yani.

Değer mi, değmez mi, artık ona da siz karar verin.

Ben yoruldum.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder