29 Ağustos 2015 Cumartesi

MELEK

İçeri girmeyi çok istiyorum ama çok karanlık. Eğer beni kabul ederseniz ben bu karanlığı pırıl pırıl yaparım. Hem beni, hem birbirinizi görürsünüz.Böylesi daha iyi değilmi? Hey! Ben hala buradayım ve hala bekliyorum! İçeri gelebilirmiyim ??? Bakın ama baklayı çıkaracağım ağzımdan artık!...



"ÇIKAR ULAN!!!"



Sevgili dostlarım,

Sizlere neredeyse 8 aydır yazıyorum. Pek çok arkadaşım oldu, yerli yabancı her yerden. Bilmiyorum kim okuyor, kim takip, kim seviyor, kim sevmiyor, kim beğeniyor ve paylaşıyor beğenisini, kim beğeniyor ama yazmıyor, kim beğenmiyor ama yazmıyor bilmiyorum.

Her neyse son yazım “Bakla” yı biliyorsunuz. Emin olun bilhassa bu günlerde insanın okkalı bir küfür sallayacağı o kadar olay, o kadar kişi var ki.

Bu arada eminim bu olayların yanı sıra sizleri çileden çıkaranlar ve sabrınızı deneyen insanlarda var.

Bu arada çok şey söylemek istediğiniz, ama insanlık ben de kalsın diye içinize attıklarınız da var.("Ulan ben senin sülaleni" diye başlamamamak için tırnaklarınızı kemirdiklerinizden bahsediyorum)

Ne yapalım biliyormusunuz? Biz onlar gibi seviyesizleşmeyelim. Ama bir şeyler de yapalım.

Bana sizin rahatladığınızı hissetmem için “Baklayı ağzımdan çıkardım, çıkarttırdılar sonunda” diye mesaj atın. Böylece içinizde öyle bir rahatlama duygusu uyanacak ki inanamayacaksınız.

Çok güzel, zarif ve aristokrat bir protesto olacak, seveceksiniz. Arif olan anlayacak.

Gamzenin yazdığı gibi “küfür ağzıma yakışmıyor ama hak edenin üstünde öyle güzel duruyor ki” diye düşünün. Sakın suçluluk hissetmeyin.

Bunu yapın, benim için yapın, kendiniz için yapın. Paylaşın, beğenin, beğenmeyin ama yapın.

Çıkarın artık ağzınızdan baklayı. Sabrın da bir sınırı var.

"Çıkar ulan!!!" lafını hatırlayın şeyh efendinin.




BAKLA



İşte size iki ayrı inanış, iki ayrı felsefe, iki ayrı hayat görüşü.

Birincisi o canımın içi, inanılmaz yazar Gabriel Garcia Marquez’den;

“Hayat kısa. Benden nefret edenlerden nefret edecek vaktim yok. Çünkü ben bana değer verenleri sevmekle meşgulum”.

İkincisi Charles Bukowski’den;

“ Beş dakika sonra hayatta kalacağımızın garantisi yok. Bu yüzden bu güne kadar sevmediğin, kin duyduğun kişileri ara ve bir daha küfret”

Sizi bilmem ama ben Charles Bukowski’den yanayım. Çok hoş görülü biri olsam da ara sıra cep telefonumun şarjı bitene kadar sövmek istediğim insanlar da var hayatımda. Bunlar bardağı taşıranlar, cami duvarına işeyenler. İnsanı artık çileden çıkaranlar. İnsanın alnını kaşıyanlar.

Siz “Çıkar lan ağzından baklayı ” sözünün nereden geldiğini biliyormusunuz?

Biliyorsunuz da bilmiyorsunuz da ben size anlatayım.

Efendim tekkelerin birisinde Hamza isimli bir mürit var. Çok çalışkan, çok iyi niyetli ama ağzı bozuk küfrediyor. Sonunda bu durum Hamza’yı tekkeden atacak kadar ciddiyet kazanıyor. Ama şeyh Hamza’yı seviyor. Onun iyi bir yüreği olduğunu biliyor. Sonunda “bak Hamza diyor al bu baklayı, ben okudum, koy dilinin altına. Sövmek istesen de sövemeyeceksin, böylece tekkede kalacaksın.

İşte böyle, her şey iyi gidiyor. Hamza sövmüyor.

Yağmurlu bir gün şeyh hazretleri ve Hamza kasabada yürürlerken evlerden birinin penceresi açılıyor ve bir kız çocuğu “Şeyh efendi biraz beklermisiniz” diyor. Tabi şeyh herhalde acil bir durum var diye Hamza’ya beklemeleri gerektiğini söylüyor. İyice bir ıslanıyorlar. Sonra kız tekrar pencereye geliyor ve “Tamam şeyh efendi gidebilirsiniz “ diyor. Burnundan sular damlayan şeyh efendi” İyi de kızım bizi bu yağmurun altında niye beklettin? deyince kız” Annem tavuğumuzun altına yumurta koydu civciv çıksın diye. Bana da dedi ki “ kızım yola bak. Eğer sarıklı biri görürsen durdur. Civcivler heybetli çıkar, ondan sizi beklettim” deyince, şeyh Hamza’ya döner ve “Çıkar lan ağzından baklayı “der.

İnanın belki de hiç düşmanım yok benim. Ama ağzımdan baklayı çıkaracağım anlar oluyor ve şöyle ağzımı doldura doldura sövmeyi öyle bir özlüyorum ki.

Bukowsky, Bukowsky büyük adamsın sen.

Bu yaştan sonra maçamı gitsem ne yapsam acaba?..



TANRI HERHALDE SARHOŞTU



Sevgili dostlarım. Elime arkadaşlık ve arkadaşlarla ilgili çok enteresan bir yazı geçti. Sizlerle paylaşıyorum.

“Neden hepsi birbirinden farklı benim arkadaşlarımın? Neden bazıları hatta sıra dışı? Galiba arkadaşlarımın hepsi içimdeki çok farklı kişilikleri ortaya çıkarıyorlar da ondan”

“Birisiyle uslu, kibar oluyorum, diğeriyle şakalar yapıyorum”

“Birisiyle oturup ciddi ciddi konuşuyorum, diğeriyle saçma sapan şeylere kıkırdıyorum”

“Birisiyle oturup çay içiyorum, diğeriyle dans ediyorum”

“Birinin derdini dinleyip öğüt veriyorum, diğerinin bana verdiği öğütleri dinliyorum.”

“Hepsi bir bulmacanın parçaları gibi. Tamamlayınca ortaya bir hazine çıkıyor. Arkadaş hazinesi”

“Beni bazen benden iyi anlayan, iyi günümde kötü günümde beni yalnız bırakmayan, arkadaşlarım farklı günlerde aldığım rengarenk anti-depresanlar sanki”.

“Mehmet Öz “F” vitamini diyor arkadaşlığa. “Friend” kelimesinden geliyor”

“F” vitamininin faydaları saymakla bitmiyormuş. Depresyona girme ve ölümcül krizlerin oluşma riski azalıyormuş. Sizi yaşınızdan 30 yıl gençleştiriyormuş. Dostluğun sıcaklığı stresi azaltıyor, gergin olduğunuz zamanlarda bile kan damarlarınızda pıhtılaşma ve kalp krizi geçirme riskinizi yüzde 50 azaltıyormuş”

İşte böyle dostlarım arkadaşlığın, insanın çeşitli arkadaşları olmasının önemini vurguluyor bu yazı.

Ben dünyanın en şanslı adamlarından biriydim. Hepsi birbirinden enteresan ve sevgi dolu yerli yabancı bir yığın arkadaşımın yanı sıra, Allah bana öyle bir hayat arkadaşı nasip etti ki;

Benimle uslu oldu, kibar oldu, senelerce şakalarıma güldü, katlandı.
Ciddi ciddi konuştuk, saçma sapan şeylerden bahsettik kıkırdadık.
Çay da içtik, dansta ettik her fırsatta.
Birbirimize öğüt verdik, akıl danıştık.
Birbirimize bağlandık, birbirimizi anladık, iyi günlerimizi de kötü günlerimizi de paylaştık,
Her ne olursa olsun, karşımıza ne çıkarsa çıksın, ellerimiz hiç birbirinden ayrılmadı.
Sadece birbirimizle paylaştığımız sırlarımız oldu bizim mezara kadar.
Yasemin’i yalnız ben sevmedim bütün arkadaşlarımda sevdiler. Yasemin’de onları çok sevdi, benimsedi. Çünkü o benim sevdiğim her şeyi sever, inanırdı.

Yeni evlenmiştik, Yasemin’i Toronto’ya gelin götürmüş arkadaşlarıma tanıştırmıştım. Bulgar asıllı, Türkçeyi mükemmel konuşan yakın aktör arkadaşım Vladimir Lakosky Yasemin’ e baktı baktı “Ulan Güven” dedi “Sen bu kıza rastladığında TANRI HERHALDE SARHOŞTU”

İşte, insanlar Yeşil gözlü güzel kadını böyle benimsedi, böyle sevdi, böyle saygı duydu, ona hayranlıklarını böyle dile getirdiler.

32 yıllık evliliğimizde birbirimizin en iyi arkadaşı olduk ve “F vitaminimiz hiç eksik olmadı.

İnsanlar ne sevgilimin 50 ne benim 70 yaşıma merdiven dayadığıma bir türlü inanamadılar. O kadar genç gösteriyor o kadar hayat doluyduk ki, cıvıl cıvıldık.

Beraber ağladık, beraber güldük biz, her şeyimizi paylaştık biz.

Allah Yasemin’im gibi bir hayat arkadaşını herkese nasip etsin.

İşte kaybım bu kadar büyük. Neden hep yazdığımın nedeni de bu.

Ben en iyi arkadaşımı kaybettim. Artık “F” vitamini çok zor.

İnsanın hayat arkadaşını kaybetmesi hiçbir acıya benzemiyor.

Boşuna “Derdim yüreğimde eller ne bilsin” dememiş, koca Sivaslı, güzel insan, Aşık Veysel.

Şimdi sizler benim arkadaşlarım oldunuz. Şimdi sizler benim “F” vitaminlerimsiniz artık.

İşte ben o yüreğimdeki derdi sizlerle paylaşmaya çalışıyorum.

Hala bitmedi,

Ne olur bana kızmayın,

Bitiremedim ki, bitmiyor ki.



İYİ PAZARLAR


Ne güzel bir duadır!

“Rabbim seni sevene sevdir beni” derler.

Allah’ı anarken, Allah’tan bahsederken Yasemin’im ağlardı. O güzel yemyeşil gözlerinden şıpır şıpır yaşlar damlardı.

Çok şanşlıydım çok. Ben çok şanslıydım.

İyi pazarlar. Güzel bir gününüz olsun. Gönlünüzdeki güzellikleri sevdiklerinizle doya doya yaşayın bu gün.





BUNAMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ




Artık kimi sevdiğimi bilmiyorum, kimi sevmem gerektiğini de bilmiyorum, neyi sevdiğimi de.

Neden ve nereden ne kadar alınır, neyin kilosu kaç para, ucuz mu pahalı mı ,onlarda ilgi alanımın dışında. 

Saat kaçta yatmışım, kaçta kalkmışım hiç umurumda değil.

Dünyada ne oluyor, ülkede ne oluyor, bunları düşünmeyi yaşayanlara, meraklılarına bıraktım. Onlar düşünsünler. Ben dünyayı da vatanı da çok kurtardım zamanında.

Hava çok sıcakmış, yağmur yağıyormuş, nem varmış, olsun varsın, nasıl olsa ilgilenmiyorum.

Sabah ne yedim, öğlen ne yemem lazım, akşam yemeği nerede, ne zaman yenir, hak getire.

Birde, şu lanet çamaşır makinesini adam gibi kullanmayı öğrensem, birde şu çamaşırları içinde unutmasam.

Birde, her sabah çarşaf düzeltmek, yatak yapmak derdi olmasa.

Birde, gördüğüm insanları tekrar görünce tanısam, hatır için de olsa hatırlasam.

Ah birde, şu kızcağızı üzmesem, sonra da midem, kasım kasım kasılmasa. Kafama bıçak sokmasalar. Ellerim ayaklarım titremese. Bilmem kaçıncı defa kendi kendime söz verip, sonra verdiğim sözü de, kendimi de unutmasam.

Birde, kendi sokağımda kaybolmasam gece vakti.

Birde,...sahi neydi yahu!!!, birde, hay Allah


BİR MİNNACIK PENCERE, BİR PEMBE IŞIK


Sevgili face book dostlarım, Sizlere hep artık Yeşil Gözlü Güzel Kadın hakkında yazmayacağım diyorum ama verdiğim sözü tutmuyorum, daha doğrusu tutamıyorum, çünkü sizlere anlatacak o kadar güzel anılarımız var ki. O kadar dolu dolu o kadar güzel yaşadım ki ben o muhteşem kadınla birlikte. Bilmenizi istiyorum, paylaşmak istiyorum. Sizinde o anıları bizimle yaşamanızı istiyorum
Böyle birlikteliklerin, böyle sevgilerin hala mümkün olduğunu, olabileceğini, dünyadaki en güzel yerin sevdiğinin dizinin dibi, tuttuğu en güzel elin sevgilisinin eli, baktığı en güzel gözün sevdiğinin gözü, en güzel kokunun sevdiğinin kokusu, en güzel sesin sevdiğinin sesi ve en güzel yüreğin sevdiğinin yüreği olduğuna inanmanın nasıl bir mutluluk olduğunu, hayatınıza nasıl pırıl pırıl yepyeni bir bakış açısı getireceğini anlatmaya çalışıyorum.
Daha önce de yazdım Yasemin’le benim çok sevdiğimiz bir türkümüz vardı. Ben alırdım sazımı elime, o da otururdu karşıma, o güzel yeşil gözlerini dikerdi gözlerime, yüzünde o güzel gülüşü, o inanılmaz gamzeleriyle beraber söylerdik
Oy ne olur, ne olur,
Sevda sır ilen olur
Gözdür alemi gezen,
Gönül bir ilen olur
Bu türküyü söylerken yemin ediyorum gözlerimiz birbirinin içinde kaybolur, kalplerimiz birleşir tek bir vücut olurduk. Gırtlağımızdan çıkan her seste, her notada, “seni seviyorum” olurdu, “iyi ki varsın” derdik birbirimize, “iyi ki benimlesin, iyi ki Allah bizi birbirimize layık görmüş. İyi ki yanımdasın, karşımdasın, derdik birbirimize, bakışlarımızla, yüreğimizle.
Aynı türküyü bize defalarca söylettikleri olurdu dinleyenlerin. O kadar etkilenir o kadar severlerdi ki. Her söylediğimde karıma yeniden evlenme teklif ettiğimi bilmezlerdi. Ama bir şeyler hissederlerdi ki aynı türküyü tekrar tekrar isterlerdi.
İşte bütün yazılarımın sebebi, ana fikri bu. Aylardır yazdığım yazılarda size vermek istediğim mesaj; Sevin birbirinizi, bilin birbirinizin değerini. Her gününüz, sevgilinizle unutulmaz bir gün olsun. Tarih yazın, ne olur tarih yazın Bir devrim, gerçekleştiin hayatınızda. Birbirinize bakınca içinizde bir şeylerin eridiğini, midenizden bir sevgi dalgasının yukarılara çıktığını, sevginin çoşkunun bütün vücudunuza yayıldığını hissedin. Ne olur bunu yaşarken, hala birlikteyken yapın. Vaktinizi küçük problemleri büyütmeye harcamayın. Bakın en güzel örnek biziz. Bir tek ölüme çare yok, ne olur bunu anlayın ve ona göre yaşayın.
Bana diyorlar ki “Yahu Güven Abi, sen bu kadar emek verip bu kadar yazılar yazıyorsun, insanların bu yazılarından ders alacağına inanıyormusun?”ben de “neden olmasın neden almasınlar?” diye sorularına yine bir soru ile cevap veriyorum. “Okurlar, bakarlar, sonra da unutur giderler” diyorlar. Ben de onlara “Bir kişi bile etkilenmez mi?” diye soruyorum. Bu defa “ Tabi canım etkilenir” diyorlar. Ben de “Oda bana yeter” diyorum.
Belki şimdi sizlere yazacağım öyküyü duymuş veya okumussunuzdur.
Sahil kasabalarından birinde çok siddetli bir fırtına sonrasında binlerce deniz yıldızı karaya vurur. Fırtına sonrası sular çekilince, zavallı yıldızcıklar kumların üstünde kızgın güneşin altında kalıverirler. Sabahın erken saatlerinde sakallı zayıf, orta yaşlı bir adam büyük bir kararlılıkla denizyıldızlarını incitmeden denize geri atmaya başlar. O anda oradan geçen başka birisi denizyıldızlarını insan üstü bir gayretle denize atmaya çalışan adamı bir müddet seyreder ve sonunda ne yaptığını sorar. O da atabildiği kadar denizyıldızını denize atmaya çalıştığını aksi takdir de, onların kızgın güneşin altında ölüp gideceklerini söyler. “Ama” der adam “burada binlerce denizyıldızı var hepsinin denize atıp yaşatamazsın ki” “Olsun” der diğeri “benim denize atabildiklerim yaşayacaklar”
İşte ben de buna inanıyorum. O güzel yüreğinizde bir minnacık pencere açmaya, o minicik pencereden incecik pembe bir ışık sokmaya çalışıyorum içeriye, sevgi üfürecek , “Biliyorum oradasınız haydi artık uyanın çıkın dışarı ”diyecek pembe sevimli bir ışık “Çıkın dışarı bakın dışarısı ne kadar güzel ve karşınızda ellerinizi tutmuş size ne güzel bakan birisi var”
Bana bir tek yürek yeter bunu diyecek, diyebilecek.
Ben yazarım, yorulmam, hiç yorulmam.

ONUNCU AY




Yasemin’im bugün tam on ay oldu birbirimizden ayrılalı. Hasretin içimi nasıl yakıyor bilemezsin. On ay oldu ve bu ateş 10 defa daha arttı. Sönmüyor, azalmıyor, büyüdükçe büyüyor. Söndürmeye uğraşmıyorum. Ya ben, ya o oldu artık, ama ne ürküyor ne de korkuyorum ve de seni çok özlüyorum çok.

Sen bana ağlarken gülebilmeyi, gülerken ağladığını gizlemeyi öğrettin. Tahammülü, affetmeyi, fedakarlığı öğrettin.

Ölüme giderken bile gözlerinle, zorlukla becerebildiğin gülümsemenle, “hiç senden ayrılıp bir yerlere gitmek istemiyorum ama, bu kadarmış, ne olur çok üzülme” diyecek kadar erdemli olmayı öğrettin.

Sen bana insan olmayı öğrettin. Sen bana dışarıda yeni bir dünya olduğunu, benim de bir ruhum olduğunu ve ruhumun o dünyaya ait olduğunu öğrettin.

Keşke dünyayı senin o güzel gözlerinle görebilseydim.

Belki de ben seni, son nefesine kadar aklı başında sevmeyi öğrenemedim. Hep bir şeyler yarım mı kaldı acaba diye yiyip bitiriyorum kendimi şimdi. Seni, yeteri kadar sevebildim mi, seni, senin istediğin gibi yaşatabildim mi. O dağlar kadar hak ettiğin sevgiyi, ilgiyi sana gösterebildim mi. Bilmiyorum, bilmiyorum.

Hiç şikayet ettiğini duymadım ki.

En çok da ellerim ellerimin arasında terleyen o mahçup ellerini arıyor. Ellerin ellerimi unuttu mu acaba diye düşünüyorum, sonra gözlerimi kapatıyorum bu defa da o güzel saçlarından yayılan kokunu duyuyorum. “Senden kurtuluş yok kızım” diyorum kendi kendime, ama şikayet etmiyorum.

Senin mateminde güzel canım be, senin mateminde Yasemin kokulu.

İyi geceler sevgilim deyip uykuya daldığında, seni hemen özlemeye başlar, sabaha daha kaç saat kaldı diye bakardım saatime biliyormusun. Sabah olsunda o yemyeşil gözler bana gülümsesin, “Günaydın sevgilim” diyen sesini duyabilmek için..

Biz seninle nefes almamızı bile paylaşırdık. Ama ben sevgimle ayaklarına hiç zincir vurmadım ki. Kişiliğinin önünde hiç durmadım ki. Aramızda hep esen rüzgarlar olurdu seninle benim.

Seni düşünürken, o güzel günlerimizi, anılarımızı, sevgimizi, paylaştığımız o inanılmaz 32 yılımızı düşünürken, yüreğim öyle bir kabarıyor ki sanki göğüs kafesim yırtılıverecek üzerlerinde “Ben Yasemini seviyorum, hep seveceğim işte” yazan yüzlerce kırmızı beyaz balon gökyüzüne uçuverecekler gibi hissediyorum.

Şimdi, hiç sevmediğim, senin olmadığın bu dünyaya alışmaya, senin olmadığın bu dünya da nefes almaya çalışıyorum, sadece yaşamaya devam etmek için. Ama bu hayat o kadar yoruyor, o kadar yıpratıyor ki beni.

Aradan 10 ay da geçse 10 yılda geçse değişen bir şey olmaz ki. Çünkü sen her yerdesin, her şey sensin be yeşil gözlüm.

Bize nazar değdi güzelim, valla nazar değdi, daha yeni yeni anlıyorum.

Yıllarca o kadar kişi saçlarına, gözlerine, yarattığın eserlere hayranlığını dile getirdi, iltifat etti ki sana…

Her duamda” Allahım madem Yasemin’imi bu kadar erken aldın, onun kıymetini bil, ona sahip çık, ne olur, onu benim kadar sev ” diyorum.

Bilmiyorum duyuyormusun?


18 Ağustos 2015 Salı

FERİBOT

FERİ BOT
Bundan 25 yıl önce Yasemin’i ve Kızım Bahar’ı Marmaris’te bırakıp Kanada’ya gitmem icap etmişti. Bu benim ilk ayrılığımdı onlardan. Kalbim parça parça Marmaristen kalkan feribota kırmızı cipimle yüklenip Rodos’a sonra Patras’a sonra İtalya’ya gittim. İtalya’dan Amsterdam’a kadar araba kullandım. Jipimi hava alanında bırakıp Toronto’ya uçtum. Bütün yolculuğum boyunca Yasemin ve Bahar hiç aklımdan çıkmadılar, hep onları düşündüm, göğüs geçirdim. Derin derin nefes aldım, hüzünlendim, içim doldu, ağladım da.
Toronto’da bir ay falan kalmam gerekti. Her geçen gün onlara duyduğum özlemim arttıkça arttı. Sonunda aynı yoldan geri döndüm ve Rodos’a geldim. Kış mevsimi olduğundan Marmaris’e her gün feribot kalkmadığından Rodos’ta iki gün beklemem icap etti.
Düşünebiliyormusunuz, özlemim artık dayanılmaz bir hale gelmişti ve onlara bu kadar yakınken iki gün daha beklemem gerekiyordu.
Bilmem Rodos’u bilirmisiniz. Adanın bir tarafı tamamen bizim sahiller bakar. O zamanlar cep telefonları da yoktu.
İki gün, jipime atlayıp adanın bizim kıyılara en yakın yerine gittim park ettim ve kıyılarımızı seyrettim. Yasemin’imi, Baharım’ı gördüğümü hayal ettim, kokularını hissetmeye çalıştım. Saatlerce, saatlerce oturdum, onlarla kavuşup kucaklaşacağım anın hayallerini kurdum. Yine yüreğim kabardı, dayanamadım gözlerim yaşardı
O iki gün geçmedi, bir türlü geçemedi. Saniyeleri, dakikaları, saatleri saydım inanın. Sıkıldım, çok sıkıldım.
Sonra feribotun saati geldi. İçim içime sığmıyordu. Çok şiddetli bir poyraz vardı. Deniz devamlı hareket halinde olduğundan ve feribot ancak iki araba alabilecek kadar büyük olduğundan jipimi yükleyemeyeceklerini, havanın sakinleşmesini bekleyip bir sonra ki feribotla geçmemi söylediler. Bu iki gün daha demekti.
“Hayır” dedim “ben bu jipi bu feriye yüklerim” “Siz” dedim “Bana feribotun rampası iskeleye iner inmez haber verin” “Abi sen bilirsin ama çok tehlikeli” dediler “Olsun” dedim “kurt sisli havayı sever”
Jipi çalıştırdım. Feribotun rampasının iki yanına iki denizci çömeldi Bütün dikkatimi onlara verdim, işareti alır almaz fırladım, feribota uçtuk ve konduk.
Sonra ben hiçbir şey olmamış gibi, sanki bu benim işim her zaman yapıyormuş pişkinliğinde jipten indim, bir sigara yaktım ve etrafıma baktım. Beni seyreden turistlerin yüzleri bembeyazdı.
İşte dostlarım, belki şimdi beni daha iyi tanıyorsunuz. İşte sevgi bu benim için, inanmak ve fedakarlık. Hayatım boyunca da hep böyle hissettim ve böyle yaşadım ben.
Bu gün eğer yeşil gözlümün beni karşı kıyıda beklediğini bilsem, bunu bin defa daha tekrarlar, her ne olursa olsun, ne pahasına olursa olsun yine jipimle o feribota atlardım.
Ne düşünür ne de tereddüt ederdim.

BU AKŞAM ÖYLE BİR AKŞAM İŞTE




Bu gün yine günlerden Pazar. Artık hepiniz biliyorsunuz, ben Pazar günlerini sevmiyorum.

Sivas’ta insanlar çok üzüldükleri zaman “Canııım..., yüreğimin başı cayır cayır yanıyor, ”derlerdi. İşte ben de bu gün aynen öyle hissediyorum.

Yine dünyayı omuzlarıma yüklediler her Pazar olduğu gibi, bu Pazar da. Ne olurdu şu pazarı aradan çıkarsalar da, haftayı altı güne indirseler acaba diye düşündüğüm günler oluyor. Veya ben Pazar günlerini yok kabul etsem, veya başka bir isim koysam mı acaba diye düşündüğüm günlerde olmuyor değil.

Sonunda karar verdim. Ben iflah olmam. İflah olmam da gerekmiyor. Bence insan acısını da, hasretini de, ne kaybettiğini de delikanlı gibi kabul etmeli. Alçaklığın, alçalmanın gereği yok. İnkar etmenin de, hiçbir şey olmamış gibi davranmanın da. Ben iflah olmam o kadar ve ben bunu kabullendim. Ne kadar acırsa o kadar acısın, çekerim, korkmuyorum, ama ne kadar acı çektiğimi, neler yaşadığımı inkar edemem, etmem.

Öyle “hayat devam ediyor, kader, ölenle ölünmez” gibi klişelerin arkasına sığınacak kadar klişe, ruhsuz, kişiliksiz duygusuz da değilim. Şu anda yaşamaya çalıştığım hayatın sonunu biliyorum. Ne yapalım, bu hasret beni bitirir ama süründürmesin yeter.

Ben paylaşmadan, sevmeden, sevdiğim yanımda olmadan yaşamayı bilmiyorum ki.

Çayın açığı oluyor, ölümünde açığı olsun. Yormayan cinsi olsun, kabullenirim, zevkini bile çıkarırım. Hele yolun sonunda Yeşil Gözlüm olursa.

Artık kendime yaşamak için sebepler, alternatifler üretmeye çalışmaktan yoruldum ve bu yalnızlık beni iyiden iyiye boğmaya başladı.

İlle de yaşamam lazım diye yaşamamalı insan. Bu bir ziyafet sofrasına benziyor. Tıka basa doymussun hala gözün yiyeceklerde. Biraz da şundan mı yesem acaba, bundan mı yesem demenin aç gözlülüğün hiç gereği yok. “Yahu, biraz da şundan al biraz da bunun tadına bak” ısrarlarına kulağını kapamayı bileceksin. Kalkacaksın sofradan efendi efendi, “Bana müsaade arkadaşlar” diyeceksin, “Bana bu kadar yeter, o kadar doydum ki” diyeceksin “Artık yiyemiyorum” diyeceksin, o kadar, gücenen gücensin.

Bize de bu yakışır, küçülmemek, acizleşmemek, zamanı gelince paşa paşa mekandan çekilip gitmeyi bilmek. Efendice, yüreği parçalanarak ama arkaya bakmayacak kadar asilce.

Aslında “Ne yapalım buraya kadarmış” demek, diyebilmek ne kadar rahatlatıcı bilemezsiniz. Yalnız, yapayalnız bir sabaha, sabahlara uyanmak, hasretten gebermek ve ölümü düşünmek çok daha zor ve yıpratıcı.

Dostlarım benim, bazı akşamlar her zaman ki akşamlardan daha bir akşam oluyor. İşte bu akşamda o akşamlardan biri, sancı dolu, ay da yok, bayağı bir karanlık.

Hem günlerden Pazar, hem akşam, ve ben yine kendi başımayım.

Ve bu akşam bana tahammül etmek zor, ve bu akşam kendi başıma daha bir belayım.

O DA ÖZLÜYOR BİLİYORUM


AYRILIK

(Merak etmeyin gözlükleri satın almadım Gözlükçü komşumla dalga geçiyorum)

AYRILIK

Bakın ne yazmış Şükrü Erbaş

Ayrılık ne biliyormusun?
Ne araya yolların girmesi,
Ne kapanan kapılar,
Ne yıldız kayması gecede,
Ne ceplerde tren tarifesi,
Ne de turna katarı gökte,
İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık.

Bakın her şeye rağmen, her ne olursa olsun, hala sizlere içimi dökmeye devam ediyorum! Sizde bana…

Biz zor ayrılırız birbirimizden gibi geliyor bana. Bilgisayarın o küçücük ekranından yaşatmaya çalışıyoruz birbirimizi, ellerimizi tutuyoruz, göğsümüz birlikte kabarıyor, paylaşıyoruz, birlikte ağlıyoruz bile.

Seviyorum sizi çok seviyorum tanımasam da görmesem de.

Sizin siz olmanız ve orada olmanız yetiyor bana.

Sevginiz, kalbinizin ara sırada olsa benimle çarpması yetiyor.

Daha ne ister insan, daha ne ister ki???



SEN VE BEN



İnsanların birbirlerinin hayatına saygı göstermelerini, birbirlerini olduğu gibi kabul etmelerini irdeleyen, ilginç ve eğlenceli bir yazı paylaşıyorum sizlerle bu gün. Kanada’dan çok sevdiğim bir bayan okuyucum yollamış. Ben Türkçeye çevirdim, daha doğrusu Türkçeye adapte etmeye çalıştım.

İşte o yazı;

Sen sensin, çünkü ben benim.
Ben benim, çünkü sen sensin.
Eğer sen, sen değilsen, ben de ben değilim.
Eğer sen sensen, ben de bensem,
ancak o zaman bir hayat kurar,
konuşabilir, anlaşabilir, birlikte yaşayabiliriz.

Bu yazımı çok sevdiğim, paylaşmayı, saygıyı ve sevgiyi en güzel dile getiren, Lübnan doğumlu büyük şair, ressam, filozof Halil Gibran’ın “Evlilik üstüne” şiiri ile sonlandırıyorum.

“Siz birliktelik için doğmuşsunuz.
Ölüm meleğinin beyaz kanatları sizi ayırana kadar ayrılmayacaksınız .
Allah'ın sessiz tanıklığında bile beraber olacaksınız;
ama birlikteliğinizde mesafeler bırakın;
bırakın ki, cennetin rüzgarları aranızda dans edebilsin...
Birbirinizi sevin ama, aşk tutsaklığı istemeyin;
bırakın aşk, ruhunuzun kıyılarına vuran dalgalar gibi olsun...
Birbirinizin bardağını doldurun ama aynı bardaktan içmeyin;
ekmeğinizden verin birbirinize; ama aynı somundan ısırmayın...
Birlikte şarkı söyleyin; lakin birbirinizi yalnız bırakmayı da bilin,
sazın telleri de yalnızdır ve armoni içinde aynı melodiyi seslendirir...
Birbirinize kalbinizi verin; ama karşılıklı kilitleyip saklamak için değil!
Sadece hayatın eli o kalbi saklar!
Birlikte durun; ama yapışmayın, tapınakların sütunları da bitişik değildir!
Ve unutmayın, meşe ile çınar birbirlerinin gölgesinde büyümezler...



SEVGİ NEDİR, NE DEĞİLDİR???


Hayatımda hep İnsaflı merhameti olmaya çalıştım. Hayvanları sevdim. Hep köpeklerim, kedilerim, papağanlarım, tavşanlarım, çocukluğumda tavuklarım, güvercinlerim, ördeklerim, kazlarım, hindilerim oldu. 

Çiçekleri fark ettim. Kır çiçeklerini, ev çiçeklerini, dağ çiçeklerini hepsini. Her fırsatta eşime bir tek çiçek veya bir demet çiçek götürdüm. Özel bir gün olması gerekmiyordu. “Bak sana çiçek getirdim artık bu akşam halı saha maçına gitmeme bir şey demezsin” veya “bu akşam maç seyretmeme karışma” diye hesap kitap yapmadım. Verdiğim her çiçeği sonuna kadar yaşattı sevgilim. Su verdi, yerini değiştirdi, aspirin koydu diplerine, hatta konuştu onlarla okşadı.

George İvanowitch Gurdieff “insan oğlu sevmeyi bilmez. Önce, bitkileri sonra hayvanları, sonra da insanları sevmeyi öğrenmesi gerekir” der.

Ben o zamanlar Gurdieff’i tanımıyordum. Ama bilmeden doğru yaşamışım. Sonra keşfettim bu muhteşem adamı ve muhteşem felsefesisini. Sevindim, mutlu oldum. Sevdim seçtiğim hayat tarzını.

Yaseminle evliliğimiz süresinde de hep çiçeklerimiz, hayvanlarımız oldu. Orkideler, Japon gülleri, begonviller, zakkumlar, Yaseminler sonra, kediler, papağanlar, kuşlar, kurt köpekleri, sonra da, onların yumuk yumuk, kocaman ayaklı yavruları girdiler hayatımıza.

Yasemin’i hiç azarlamadım, hele başkalarının yanında onunla konuşurken ağzımdan çıkan her kelimeye dikkat ettim. Oda beni hiç kimsenin önünde ve hiçbir mekan da utandırmadı, mahçup etmedi.

Yaptığı, yarattığı her güzel şeyi; resim olsun, yazı olsun, şiir olsun, hep destekledim. “Sen bunları bırak da biraz eve bak” demedim, diyemedim, çünkü o her şeyi o kadar güzel organize ederdi ki. “Senden bir şey olmaz” diye önünü katiyen kesmeye çalışmadım. Her projesine saygı duydum, elimden gelen her desteği sağladım. Onu ve sanatını hep ön planda tuttum, hep ön plana çıkardım.

Bir bara veya lokantaya gittiğinizde, sandalyesini çekip onu oturtmadan oturmadım. Bir yere arabamızla gittiğimizde önce onun kapısını açtım.

Ona her fırsatta benim ve kızım için her yaptığına teşekkür ettim. O da benim onun için yaptığım her şeye teşekkür etti.

Evlilik yıl dönümümüzü, yaş günlerimiz hep hatırladık ve en iyi şekilde kutladık.

Birbirimizin her yüzüne baktığımızda ikimizde gülümserdik. Bu kendi kendine olurdu. Bu bakışların bu gülümsemelerin içinde bir dünya gizliydi, ikimizin dünyası. Bir dua gizliydi aynı zamanda. Birlikte olduğumuza, Allahın bizi bir araya getirdiğine, birbirimize uygun gördüğüne dua ederdik, şükrederdik. O bakışlarla, gülümsemeyle biz birbirimize “iyi ki seninleyim, iyi ki hayatımı seninle paylaşıyorum, iyi ki varsın” der teşekkür ederdik.

KADIN OLSUN, ERKEK OLSUN! hiç kimse, hakareti, kötü sözü zevk haline getirmiş, insafı, merhameti olmayan, “Seni seviyorum” demeyecek, diyemeyecek kadar korkak ve bencil bir insana tahammül etmek zorunda değildir, buna inanın.

Fedakarlığın da bir sınırı var ve dünyaya bir defa, sadece bir defa geliyorsunuz unutmayın.

Siz, siz olun sonunda “Ah ne salakmışım” diyeceğiniz bir hayata “Evet” demeyin.

Çünkü sona gelince ne derseniz deyin, hiç fark etmeyecek.

Sadece daha fazla üzülecekseniz.



ÖLÜMÜN SAATİ YOK




Bu yazıyı ben yazmadım. Kansere yenilen bir doktor hanım ölümünden önce yazmış. Ben bu yazının altına bin defa imzamı koyarım. İşte o yazı;

“Yanınızdaki kimseye değer verin. Kırmayın onu. Durup durup sevdiğinizi söyleyin. Özel hissettirin. En ufacık bir şeyde bitti demeyin, ağlatmayın, üzmeyin. Neden mi? Çünkü ölümün saati yok. Belki son sarılmanızdır, belki son görüşünüzdür. Belki saatler sonra onu değil de toprağına dokunacaksınız. Onu değil de toprağını öpeceksiniz. Belki ettiğiniz kavgalara pişman olacaksınız. Keşke yanımda olsa da ona bir sarılsaydım diyeceksiniz. Sevdiklerinizin değerini onları kaybettikten sonra değil, şu an bilin. Toprak aldığını geri vermez, çünkü ölümün saati yoktur”

Son kitabım Yasemin, Bak Yeşil’i bitirdiğimde 3 kopya yaptım Kopyalardan birini Antalya üniversitesinde en az 30 kitabı yayımlanmış bir profesör arkadaşıma, bir kopyasını Kadıköy Kız lisesinden emekli olmuş edebiyat hocası, fevkalade bir edebiyatçı çok yakın bir bayan arkadaşıma, bir kopyasını da editörüme gönderdim.

Her üçü de kitabı okudular. O akşam editörüm karısını yemeğe çıkarmış, profesör arkadaşım hanımının hep istediği kolyeyi satın almış sürpriz olarak boynuna elleriyle takmış, Edebiyat Hocası arkadaşımda kocasını koluna takıp saatlerce Suadiye sahillerinde dolaşmış.

Dostlarım, bu hanım sanki Yasemin, Bak Yeşil Yeşil’in özetini yazmış. Sizlere daha önce de yazdığım gibi, kitabım bütün D&R lar da var. Eğer almadıysanız lütfen alın. Çok samimi olarak yazıyorum, biraz hüzünlü bir kitap ama dünya görüşünüzü, birliktelikliğinizi, evliliğinizi, değer ölçülerinizi, pozitif yönde etkileyecek, hayata bakışınızı değiştirecek, bana inanın.

Ve unutmayın, KİTABIN GELİRİ KANSER VAKFINA BAĞIŞLANIYOR

Bu arada kitabı alıp okuyan dostlar lütfen samimi olarak duygularınızı paylaşırmısınız diğer okuyucularımızla

Eğer bu yazıyı paylaşırsanız çok sevinirim.


TEKERLEKLİ SANDALYE


Bu gün yine Pazar günü ve ben Pazar günlerini sevmiyorum. Yasemin’imi bir Pazar günü kaybettiğimden bu yana. Pazar günleri sanki bütün dünyayı omuzlarıma yüklüyorlar. Yalnızlıktan, özlemden, hasretten geberiyorum. Şarabın, biranın, viskinin, votkanın elimden tutamadığı, sırtımdan bu yükü alamadığı günler Pazar günleri. Her telefonum çaldığında yüreğimin deli gibi çarptığı, yine o kötü haberi verecekler diye sancılandığım günler Pazar günleri.
İşte ben tam kendimle uğraşırken mağazama iki kızcağız girdiler. Yabancı, belki Rus belki Hollandalı, belki Ukranya’lı her neyse. Yirmili yaşlardalar, nasıl güzeller nasıl zarifler. Birisi tekerlekli sandalyede bacakları incecik, diğeri onun sandalyesini itiyor hiç bir şeye çarpmamak için bütün dikkatini vererek.
Tabi sandalye her tarafa giremiyor, sadece girebildikleri yaklaşabildikleri şeylere bakabiliyorlar. Bir baktım, iki baktım dayanamadım yerimden kalktım, yanlarına yaklaştım. Seni kucağıma alabilirmiyim? dedim sandalyede oturana. Önce beni anlamadılar şaşırdılar.
Sorumu İngilizce tekrarladım. Tekrar birbirlerine baktılar, ama azda olsa İngilizce bildiklerini anladım. Eğildim ve sanki bir çiçek demetini kucaklar gibi sandalyedeki kızı kucaklayıp sandalyeden aldım. Şaşkın şaşkın gözlerimin içine baktı. O kadar güzeldi ki gözleri mavi mavi, gülücüklerle, şaşkınlıkla dolu.
Elimle göğsümü işaret ettim Biraz kararsız kaldı ama sonunda kafasını göğsüme koydu
Ona İngilizce adeta masal anlatır gibi, hasta muamelesi yapmamaya çalışarak mağazadaki her yeri gezdirdim, herşeyi anlattım. Sorular bile sordu. Bir kedi yavrusu gibi rahatladı. Bir süre sonra “Are you tired? Yoruldunuzmu” diye sordu. Hayır dedim gülümsedim. “Sen rahatmısın” diye sordum. O kadar güzel bir “Evet” dedi ki yemin ediyorum ona sarılıp zırıl zırıl ağlamamak için zor tuttum kendimi. İşte o kadar dokundu o “Evet” bana, o kadar dokundu.
Sonra bir fotoğraf çektirdik ve gittiler geldikleri gibi. Ama tam kapıdan çıkarken bana döndü ve öyle bir baktı ki yaşadığım sürece unutmama imkan ihtimal yok biliyorum.
Sonra oturdum yerime ve yalnızlığıma geri döndüm. Bir kadeh daha kırmızı şarap doldurdum kendime. Yine ellerimi açtım yukarı “Neden” diye sordum, “Neden??” Bu kadar acıyı hak edecek ne yaptık ki sana” diye sordum, hep yaptığım gibi. Ne yaptık ki sana? Nerede yanlış yaptık?

GÜLMEK

"Ölüye ağlayamayan insanların huzursuzluğu içindeyim. Gülenlere kızıyorum. Halbuki ben yaşamayı severim, delicesine! Öyle şeyler bana vız gelir ki günler boyunca. Düşmanlıklar, iftiralar, yalanlar, ekmek parama göz dikenler, gidip sevgilime beni yerenler, hepsini hepsini sevdiğim günler, saatler vardır. Bütün kinim yirmi dört saat sonra eski zaman havuzları gibi sakindir. Ama bugün yemişlere, çiçeklere bile düşmanım. Karanfil satan adam gülüyor. Ötede simitçi gülüyor. Benden başka hepsi mesut. Topunuzun Allah belasını versin!"
Sait Faik Abasıyanık

GÜLMEK

Düşünebiliyormusunuz, zamanında bana “bu adam ölüyü bile güldürür” derlerdi ve millet bana yalvarırdı “abi konuş” diye “Ne konuşuyum ulan” diye sorardım “Ne olursa abi” derlerdi sen yeter ki konuş, bir şeyler anlat”

Sonra ben alırdım sazı elime ve anlatırdım, konuşurdum, fıkralar, kızlar, hatıralarım, hayatım, millet gülmekten bayılırdı. Ara sıra da istedikleri komik türküleri söylerdim mesela “manda yuva yapmış söğüt dalına” gibi veya “minareden at beni, in aşağı tut beni” gibi çok severlerdi.

En fazla da yeşil gözlü güzel kadın gülerdi, bilmem kaçıncı defa duymasına rağmen anlattıklarımı ve de türküleri. Hatta o kadar gülerdi ki gözlerinden yaş gelirdi. Çok mutlu olur, ellerimi tutar, sarılır, devam edeyim diye gözlerimin içine bakardı.

Ben kendi şovuma herkesten fazla gülerdim. Benim böyle güldüğümü görenler daha fazla gülerlerdi ve en fazla ben eğlenirdim

Mona Titti isimli dünyaca meşhur lokantamız açıkken bazen havasına girer, bütün müşterilerimle dalga geçer, çok takılırdım onlara hem de İngilizce olarak. Vallahi o kadar gülerlerdi ki sandalyelerinden düşenler olurdu. Neredeyse bütün müşteriler ertesi gün tekrar gelirler ve bana açıktan açığa yalvarırlardı, onlara takılmam, onlarla uğraşmam için.

O kadar hayatı seven ve kendimi paylaşan bir insandım yani.( şimdi de öyleyim. Maalesef, ne hayatı sevdiğim kaldı, ne o neşem. Ama hala paylaşıyorum görüyorsunuz)

Karıma sarılır “ Hiçbir şeyde gözüm yok, sen yanımda ol yeter derdim” o da beni kıskanmaz affederdi. Çünkü lokantamıza gelen her kadın ve kız bana sarılır fotoğraf çektirirdi.

Düşünebiliyormusunuz? Bu kadar gülmeyi seven, sevdiren ve hiç susmayan insan, şimdi etrafımda gülenlere, kahkaha atanlara, mutlu olanlara sinir oluyorum.

İşte bazı günler, kendimi Sait Faik Abasıyanık’ın yazdığı gibi hissediyor ve dünyayı onun gördüğü gibi görüyorum. Böyle olmak, böyle hissetmek, güzel değil, inanın hiç güzel değil.

Ama sizlere güleceğiniz, çok güleceğiniz ve eğleneceğiniz yazılar da yazacağım. Çok sürünsem de, çok acı çeksem de, güneşin yine doğudan doğduğu ve pırıl pırıl olduğu günlerin geleceğine inanıyorum. Lütfen sizde inanın ve bana bu zor günlerim de tahammül edin.

Beraber ağladık, beraber güleceğiz.

Yeter ki o kadar dayanabileyim.



YASEMİN AĞLAMAZDI



Yasemin ağlamazdı her zaman. Çok gerekli olduğu zaman ağlardı canım benim. O ne zaman ağlayacağını bilirdi. Mesela “Allah’ı rüyamda gördüm” deyip bana rüyasını anlatırken ağladığını hatırlıyorum. Bir de Toronto’dan ayrılırken çok sevdiğimiz, aşağı yukarı 75 yaşlarında ama hala Yaseminden kilim yapmayı öğrenmeye çalışan, Mimar Nushet Bey’i belki de son defa gördüğünü düşündüğünden ağlamıştı. Bir de çok sevdiği kedimizi Türkiye’ye dönerken ormana bıraktığımızda ağlamıştı.

Yasemin ağlamazdı her zaman. Hep gülerdi ne olursa olsun, neyle karşılaşırsa karşılaşsın, ne kadar haksızlığa uğrarsa uğrasın. Hep gülerdi, çünkü o gülerken ağlamasını bilirdi.

O hastalığı sırasında da, o ağır tedaviler sırasında da hep gülümsedi. Damarlarını bulamayan hemşirelere de, koluna kemoterapi serumlarını bağlayan kızlara da, beyninizde maalesef iki adet tümör var diyen doktora da gülümsedi Yasemin. Tam o anda” Anne ne oldu” diye telefon açan kızımıza da gülerek anlattı MR sonuçlarını, o erdemli, o güzel kadın.

İnanın bana ölümü de kabullendi ve ona da gülümsedi biliyorum.

İşte ben böyle bir insanı kaybettim ve bu hasrete alışmaya çalışıyorum.

Bir bilseniz, o kadar zor ki hatırlamamaya çalışmak ah bir bilseniz, ah bir bilseniz…

Ve ben gülmüyorum, bunları sizlerle paylaşırken.

Gülemiyorum…



NE GÜZEL!!! AŞIK OLMAZDIK



Bu gün hava müthiş sıcak. Marmaris’in “Bu yıl da yaz bir türlü gelmedi” diye ağlayan, şikayet edenlere attığı bir cehennem tokatı sanki bu sıcak. Klimalar bile şaşırdı. Canla başla çalışıyorlar ama hala çok sıcak.

Bu sıcakta Marinada ki mağazamızda oturuyor, bir yandan yazılarımı yazıyor, bir yandan da vefakar, cefakar, ve bu havada alışverişe çıkacak kadar deli müşteriler bekliyorum.

Derken Marina’da yatları olan aslen Türk, ama Kanada da yaşayan bir hanım arkadaşım girdi içeri bir arkadaşıyla birlikte. Sarıldık öpüştük. Bütün yazılarımı okuduğunu söyledi. Sonra eşim için yazdığım son kitabımı istedi. İmzaladım bir tane verdim. Daha doğrusu sattım.

Herhalde arkadaşım arkadaşına benden bahsetmiş, başıma neler geldiğini anlatmış ki, kadın devamlı yüzünde hüzünlü bir gülümseme baktı durdu bana. Giderken de cep telefonundan bana aşağıdaki şu yazıyı buldu gösterdi.

“Aşk aslında iki insanın aralarında yarattığı bir rüyadan başka bir şey değildir( Actually love is nothing more than a dream or illusion in between two people)

Onlar gittikten sonra düşündüm durdum. O kadar doğru ki. Yasemin ile hep el ele kol kola kucak kucağa yaşamış biriyim, tam 32 yıl. Ama onu kaybettikten sonra o hiç yanından ayrılmak istemediğim, ayrılamadığım o güzel kadın sanki hiç yokmuş, sanki hiç hayatımda olmamış gibi hissediyorum. İnanın bana, ara sıra emin olmak için fotoğraflarımıza dikkatle bakıyorum. Yani kızımız olmasa neredeyse her şeyin bir rüya olduğuna inanacak gibi hissediyorum bazen. Vallahi de, billahi de bir varmış, bir yokmuş. Delirmek işten değil.

Sonunda yine dönüp dolaşıp Peggy Lee’nin o unutulmaz şarkısına geliyoruz. Is that all there is, hepsi bu muydu yani.

Ama Allah belki de de bunu görmüş ki insanlara bir de kalp vermiş, her şeyi beyine bırakmamış.

Bilmiyorum iyi mi yapmış, kötümü yapmış ama, eğer her şey beyine kalsaydı herhalde çok ruhsuz bir hayatımız olurdu. Bomboş, inanılmaz sıkıcı, banal mı banal.

Ama ne güzel beynimizi kullanır kullanır her şeyi doğru yapardık.

Mesela aşık olmazdık.

Veya ben böyle yazılar yazmazdım.



BİZ AYRILAMAYIZ


Bakın soldaki benim, sağdaki de hiç ayrılamadığım sevgilim. Hayatımın kadını, hep sevdiğim ve ölene kadar da sevmeye devam etmeye karar verdiğim belalım.

Gördüğünüz gibi, aslında biz hiç ayrılmadık. Bu kadar yakınız hala birbirimize. 

O her gün benim omzumun üstünden bakıp yazdıklarımı denetliyor, bir şeyler ekliyor bir şeyler çıkartıyor ve bir şeyleri değiştiriyor veya yeni bir şeyler fısıldıyor kulağıma. İşini o kadar güzel yapıyor ki hiç itiraz etmiyorum. Hatta bazen bana öyle güzel şeyler yazdırıyor ki, dayanamıyor sarılıp öpüyor, tekrar yazmaya devam ediyorum.

Sol elimi koyduğum da çalışma masam Sizlere yazılarımı bu masada yazıp yolluyorum

Haa… Alttaki minik tabloyu fark ettiniz mi? İşte o da olmayan torunumuz, yanındaki de köpeği.

EGE BÖLGESİN DE DUL OLMAK


Ege bölgesinde dul olmak, rakı şişesinde balık olmaya benziyor. Feleğiniz şaşıyor, şaşkın şaşkın serseri mayın gibi dolaşıyorsunuz. Hatta bu duruma isyan edip, paralel yapıyı bile suçladığınız oluyor, yani gidişatı beğenmiyorsunuz.
Sağa bakıyorsunuz bacak, sola bakıyorsunuz kalça, karşıya bakıyorsunuz memeler fora edilmiş. Bir tarafta hüzün, bir tarafta keder, bir tarafta şeytan, bir tarafta her attığım adımımı dikkatle izleyen sizler.
Allah ne tren kazası versin, ne de insanı bu duruma düşürsün.
Hadi hiç değilse bir “amin” diyin de, hep beraber rahatlayalım.
Dedim ya, daha da olmazsa bütün suçu paralel yapıya yükleriz.
Öpüyorum hepinizi yine, ciddi ciddi öpüyorum. Kanım kaynadı herhalde (çok sıcak çooooook)
Sıcaklar 60 dereceyi bulunca böyle oluyor, işte böyle yazıyor insan.
Şeytan önce “yaz” diyor,
Sonra da “bu da sana kapak olsun” diye mesaj atıyor.
Bundan sonra kimselere “şeytanınız bol olsun” dersem!...

SEVGİDEN KAÇIŞ


Bakma bana öyle manalı manalı
Ellerimi de tutma ara sıra.
Sen sadece anlat, konuş,
Ben dinlerim ne olursa,
Ne anlatırsan.
Doğru olması da önemli değil,
Derin olması da gerekmiyor.
Dedim ya ben dinlerim,
“ne verirsen ver abi” gibi,
Pardon “ne verirsen ver abla” gibi yani.
Bak her şeyimiz tam tekmil.
Sahilde oturduğumuz lokanta güzel.
Önümüzde mezeler,
Tekirdağ rakısı bile var,
buzda var.
Begonviller her renk,
Japon gülleri her yerde.
İskelede tur tekneleri,
Telaşlı bir kalabalık,
Gelip geçenler,
Şarkılar, türküler, Latin melodileri, salsa,
Daha ne olsun güzelim?
Konuşalım gülelim,
bir şeyler paylaşalım,
Veya paylaşmaya çalışalım.
Ama ne olur,
sevgiden, aşktan bahsetme bu akşam.
Konuyu oraya getirme.
Bir öksüzlüğü daha kaldıracak,
gücüm yok benim.
Bunu sana defalarca söyledim.
"Artık hiç kimseyi özlemek istemiyorum" dedim.
“Beni anlamaya çalış” bile demiyorum artık bak.
Ama ne olur yapma,
bakma bana manalı manalı.
Ellerimi de tutma ara sıra.
.

GÖNDERİ VEYA DENEME VEYA HERNEYSE!!!


Belki de terliklerini giyip bana gelmeye niyetin var,
Sakın gelme.
Sen aşkı, tercih ettiklerinde bul veya ara ve yaşa.
Ben evde yoğum, hiç de olmayacağım.
Gözlerim de seni göremeyecek kadar bozuk.
Ve yüzün hatırlayamayacağım kadar eskidi artık.

SAN GİMİGNANO



San Gimignano tarih boyunca defalarca kuşatılmış fakat yüksek bir dağ üstüne kurulmuş ve yüksek surlarla çevrilmiş olması nedeniyle bu günlere gelmeyi başarmış, çok güzel antik bir İtalyan şehridir. İtalya’nın o rüya Toscana bölgesinde yer alan bu şehir yüksek surlarla çevrili bir kale gibi olduğundan sert iklime rüzgarlara karşı korunmuş ve çoğunluğu 14 üncü yüz yıla ait olan yapılar günümüze kadar gelebilmişlerdir. Bu şehirde yaşayan zenginler birbirleriyle sidik yarışına girip zenginliklerini göstermek için yüksek kuleler inşa etmişler, 72 kulenin 14 tanesi günümüze kadar gelmiştir. San Gimignano’ya uzun bir mesafeden bu kuleleri görmek mümkündür. Bu yüksek kuleler yüzünden, bu şehir orta çağın Manhattan’ı diye de adlandırılır

Bu şehri bu kadar güzel ve ilgi çekici yapan surlar, antik yapılar, kulelerin yanında, şarapçılık, dondurmacılık, hediyelik eşya mağazaları, pizza restoranları çok meşhurdur

Üçüncü yüzyılda küçük bir kasaba olarak ortaya çıkan bu şehir halen koruma altındadır.

San Gimignano’ya 25 yıl önce kızımız Bahar henüz 2 yaşındayken gitmiş ve çok sevmiştik. Ben 42 Yasemin 28 yaşlarındaydık ve güzel karım neredeyse İtalyan Rahiplerinin bile arkasından ıslık çalacağı kadar güzeldi. Yalnız Yasemin değildi güzel olan. Kızımız bahar o dalga dalga saçları, kocaman kahverengi gözleri, derin gamzeleri ile herkesin dikkatini çekiyor, şehrin taşla kaplı sokaklarında koşuyor koşuyor,kaybolup bizi panikletmek için elinden geleni yapıyordu.

25 yıl önce San Gimignano bizi o kadar etkilemiş, şehri o kadar sevmiştik ki, 25 yıl sonra tekrar görmeye karar vermiştik. Bu defa ben 67 Yasemin 53 bahar ise 27 yaşındaydı.

Şehrin, o insanı büyüleyen dar sokaklarını, meydanını, kulelerini, müzelerini, şarap dükkanlarını, dünyanın en güzel dondurmacısı ismi verilen dondurmacısını, hediyelik eşya dükkanlarını, resim galerilerini gezdikten sonra yorulmuş, çok güzel bir pizza lokantasının dışarı attığı masalarından birinin etrafına oturmuştuk.

Kış olmasına rağmen çok güzel ve güneşli bir gündü. Güneş ışıkları o daracık sokaklarda, taş binalarda inanılmaz oyunlar oynuyor, insan neredeyse kendisini orta çağda, bu kasabada yaşayan birileri gibi hissediyordu.

Pizzamızı yedikten sonra Bahar fotoğraf makinesini alıp biraz dolaşıp fotoğraf çekeceğini söyledi ve gitti. Artık 27 yaşında olduğundan kaybolma korkusu olmadığından biz yaseminle yalnız kaldık.

Anın zevkini çıkardık, binalara ışıklara baktık. Çiçekleri, kedileri, kiremit damları, taş binaları seyrettik. Güneşin zevkini herkesten fazla çıkaran kuşların cıvıltılarını dinledik

Bir müddet sonra, “Yasemin” dedim “Bak bu şehre her yıl milyonlarca insan geliyor. Yerler taş ve bu bu insanlar bu taş yollarda yürüyorlar. Biliyorsun insanlar yürürken ayaklarından yere sürekli enerji bırakırlar. Düşünebiliyormusun bu şehirde olduğu gibi dünyanın hemen hemen her yerinde milyonlarca insan böyle taş veya asfalt zeminlerde yürüyorlar ve devamlı enerji veriyorlar zemine, ama zemin toprak olmadığından o enerji gidecek yer bulamıyor. Sonra bu enerji uzun bir süre serseri mayın gibi dolaşıyor ve sonunda yağmurlarla, sularla binlerce kilometre seyahat edip, önce nehirlere, sonra denizlere, sonra da okyanuslara kadar ulaşıyorlar. Sonunda denizler veya okyanuslar her sene her sene bu enerji ile o kadar doluyorlar ki, işte bu dev dalgalar tsunamiler oluşuyorlar. Yani okyanuslar bu istemedikleri enerjiden böyle kurtuluyor, yeryüzüne geri atıyorlar, kusuyorlar yani.

Güzel eşim benim bu saçmalıklarımı nazik bir şekilde lafımı kesmeden, o güzel yeşil gözlerinden hiç eksik olmayan melekleri kıskandıracak gülümsemesiyle sabırla dinledi.

Son olarak “Deliriyormuyum acaba” diye sordum. Yine yüzünde o gülümsemesi hiçbir şey söylemeden yerinden kalktı. Yürüdü tam önümde ayakta durdu. Kollarını iki yana açtı dizlerinin hizasına kadar. Avuç içleri yukarda bana kalk kalk işareti yaptı. Ayağa kalktım ve bana sımsıkı,vücudumun her santimetre karesini bile hissedecek kadar sarıldı. Sanki göğüs kafesim açıldı onu içeri aldım ve tekrar kapandı gibi hissettim. Çenesi omzumda, saçları yüzümde uzun süre sadece birbirimizin kokusunu, kalp çarpıntılarını, nefes almasını hissederek sarıldık kaldık. Bir müddet sonra kollarını çözdü ve bir adım geri çekildi. Yüzümü ellerinin içine aldı ve gözlerimin tam içine bakmaya başladı. O kadar güzel bakıyordu ki.

“Sevgilim” dedi “Sen delirmiyorsun. Sen zaten delisin. Ama o kadar tatlı bir delisin ki” ve uzun uzun öptü beni.

Bir an bütün ağırlıklarımdan soyutlanmış San Gimignano’nun en yüksek kulesinden bile yüksekte havada duruyor, tepeden ikimizi seyrediyor gibi hissettim kendimi. Bu öpücük sadece sevgiliye sunulan bir sevgi öpücüğü değil, çocuğunu öpen bir annenin hissettiği şefkat, koruma, sahip çıkma, kabullenme ve bir kuğunun yavrucuklarını kanatlarının altına aldığında hissettiği rahatlık, huzur dolu bir öpücüktü.

Gözlerimi kapadım ama hala San Gimignano’nun güzel güneşini hissediyor, o yemyeşil gözlerdeki gülümsemeyi ve sevgi pırıltılarını rahatlıkla görebiliyordum.


BİR GÜNÜN ANATOMİSİ


Sabah kalkıyorum, daha öncede yazdım ya sabahlar zor oluyor diye. Aslında sabahları biraz daha uyumak için kendimle mücadele ediyorum. Daha doğrusu mücadelede değil bayağı kavga bu “ hayır diyorum artık o hastane günlerini, o yaşadıklarınızı hatırlamayacaksın. Sil kafandan her şeyi, bomboş yap lanet olası beynini. Yap ki hiç değilse belki bir saat uyursun, çok ihtiyacın var uykuya, daha sabahın beşi"
Sağa dönüyorum olmuyor, sola dönüyorum olmuyor. Kalkıp siyah bir tişört alıp gözlerime bağlıyorum olmuyor. Kafamdaki anıların patırtısı bir türlü durmuyor ki
Yataktan kalkıp aşağıya salona iniyorum, sonra da kapıyı açıyorum. Köpeklerim şaşkın şaşkın bana bakıyorlar, bu saatte ne işin var gibi. Önce Titti’yi yani anne kurdu alıp tasmasını takıyorum. Çok seviniyor sevinçle hoplamaya calısıyor ama dengesini kaybedip düşüyor. Çünkü arka ayakları artık çok zayıfladı. Hem üç kez yavru yaptığından, hem de alman kurt köpeklerinin arka ayakları ile yaşadıkları genetik sorundan. Son zamanlarda yürümekte bayağı güçlük çekiyor canım benim.
Titti ile bir tur atıyoruz. Hava fena değil ama sabahın beşinde bile sıcak. Bu günün çok sıcak olacağı daha şimdiden belli. Evimizin etrafı zakkum ağaçları ile dolu, açmışlar rengarenk bu sıcakta ve susuz. Şimdi İncil de zakkumlara neden “cehennemde açan tek ağaç” dediklerini anlıyorum.
Hafif bir sabah esintisi var. Mis gibi çiçeklerin, çamların kokusunu çekiyorum içime. Ben Titti’yi gezdirirken diğer köpeğim Mahzun havluyor. Kendisi bahçede kapalı dururken Titti'nin gezdirilmesini hazmedemiyor. Eve dönüp Tittiyi bırakıp Mahzunu alıyorum. Bu defada Titti havlayıp duruyor. Senelerdir aynı şey. Birbirlerini kıskanıyorlar.
Köpeklerin gezmesi bittikten sonra eve dönüyorum. Birden aklıma çamaşırların birkaç gündür çamaşır makinesinin içinde beklediği geliyor, unutmuşum. Çamaşır odasına girip çamaşırları kurutucuya atıyorum. Saat sabahın altısı.
Evde her şey iğreti duruyor. Ne yaparsam yapayım bu iğretilikten kurtulamıyorum. Yasemin’in ölümünden sonra evin şeklide yaşamım gibi iğreti. Masa örtüleri eğri. Koltuklar eğri duruyor. Sandalyelerin biri bir yerde, biri bir yerde. Perdeleri bir türlü düzeltemiyorum. Mutfaktaki dolaplardan bir şey çıkarırsam ya yanlış yere koyuyorum ya da eski aldığım yere sığdıramıyorum. Mutfak tezgahını günde defalarca silmeme rağmen gözüme hep kirli gözüküyor. Anadolu’da boşu boşuna “ karın ölsün” diye beddua etmemişler kızdıkları zaman birilerine.
Mutfakta dokuz aydır daha bir çay bile yapmış değilim, Allah’tan kızım Bahar bana bir mixer aldı da sabahları meyveli süt içiyorum.
Hala çok erken. Elime Çinli bir yazarın yazdığı bir kitap geçiyor, kızımın bana aldığı bayağı kalın bir kitap. Biraz ürkütücü ama okudukça okudukça havasına giriyorum.Sonra çamaşır odasındaki kurutucu dan gelen sinyalleri duyunca kitabı bırakıp yukarıya çıkıyorum ve çamaşırları kurutucu dan çıkarıyorum.
Şimdi geldik en belalı kısma; çamaşırları katlama bölümü. Ne yaparsam yapayım, ne kadar uğraşırsam uğraşayım ne gömlekleri ne de tisörtleri bir türlü istediğim gibi katlıyamıyorum. Sıkıntıdan dolaplara saldırıyorum ve canım karımın itina ile katladığı bir gömleği bulup dikkatle inceliyor, elimdekileri onun katladığı gibi katlamaya çalışıyorum. Olmuyor, olmuyor, beceremiyorum, sıkıntıdan ter basıyor. Delireceğim, yine her şey iğreti gözüküyor.
Köpeklerin başını okşayıp evden çıkıp motorsikletimle mezarlığa gidiyorum. Mezarlık evimizden sadece 200 metre. Yani Yasemin benim yatağımdan sadece 200 uzakta yatıyor ve yattığı yerden bizim evi görüyor. Ben mezarının yerini özellikle seçtim. Geceleri yatmadan penceremden ona her akşam “iyi geceler” diyorum. Evimize gelirken bir kavşak var. Sağa giderseniz yüz metre sonra mezarlığa, sola giderseniz 100 metre sonra bizim eve geliyorsunuz. İşte bu kadar yakınız birbirimize, ve bu kadar uzak.
Çiçekleri suluyorum. Resmini öpüyorum. Duamı ediyorum, ağlamıyorum. “Eşinin ruhu rahat etmez yoksa” dediler ağlamıyorum. Ama mezardan ayrılıp merdivenlerden inerken dayanamıyorum. Hep böyle oluyor. Alelacele motoruma biniyorum, yokuş aşağı hızla giderken ağlıyorum. Artık Yasemin beni göremez diye düşünüyorum. Diğer sürücüler ağladığımı göremiyorlar çünkü gözlüklerim var
Marinada’ki mağazamıza geliyorum. Bütün gün Yasemin’in yaptığı tabloların arasında oturuyor, satış yapıyor, çalışıyorum. Hala onun eserleri satılıyor, ekmek paramızı kazandırıyor bize. Yazılarımı yazıyor, komşularla ara sıra konuşuyorum. Eskiden onlar beni ziyaret ederlerdi, artık bilgisayarda çok vakit geçirdiğim için beni rahatsız etmemek için gelmiyorlar.
Sabah bir civarında mağazayı kapatıyorum. Barlar sokağından gelen gürültü insanı sanki dövüyor. Yine her zaman ki gibi “Allah burada oturan, hastası çocuğu olanlara yardım etsin” duamı ediyorum ve motoruma atlayıp eve geliyorum
Bu defa köpekleri tek tek değil ikisini beraber yürüyüşe çıkarıyorum. Sabahın bu saatinde kimseler olmadığından tasma takmaya gerek duymuyorum. Yaseminle diktiğimiz, kapının hemen girişindeki mis gibi kokan yasemin ağacından küçük bir dal koparıyorum. Mutfaktaki vazonun içerisine su doldurup içine koyuyor, mutfak tezgahının üstüne bırakıyorum. Büyük bir şarap kadehine yarım şişe kırmızı şarap doldurup, televizyonun karşısındaki bordo renkli koltuğuma yatıyorum.
Gözlerim hep bordo renkli diğer koltuğa takılıyor, Yasemin’in yattığı koltuk. Ne yaparsam yapayım gözlerim hep o boş koltuğa geri gidiyor. Sevgilimin o güzelim başını koyduğu, o güzelim saçlarının taştığı yastığına bakıyorum. “Bir şey istersen söyle getireyim sevgilim” diyen sesini özlüyorum. Duvarları baştan başa kaplayan, mutluluk dolu, öksüz resimlerimize, tablolarına bakıyorum. Yine mideme bir kaldırım taşı sokuyorlar gibi hissediyorum.
Şarabımı bitiriyorum televizyonu kapatıp ayağa kalkıyorum. Yorulmuşum, gözlerim “Hadi sevgilim yatalım” diyeceğim insanı arayarak mutfağa giriyorum. İçine yasemin çiçeklerini koyduğum vazoyu alıp yukarı yatak odasına çıkıyorum. Vazoyu Yasemin’in yattığı taraftaki sehpanın üstüne koyuyorum. Sabaha kadar o kokuyu hissetmek bana huzur veriyor, kendimi o kadar yalnız hissetmiyorum. Pencereden Yasemin’e el sallıyor “iyi geceler” diyorum. Sonra boynumda asılı duran yüzüklerini öpüyor yatağın sol tarafına yatıyorum. Ama sağ kolumu yatağın boş tarafına uzatıyorum.
Ümitsizce de olsa, yalnızlığın suratıma bir tokat gibi çarpacağını bilsem de uzatıyorum işte.
Uzatıyorum.

HELVA

Her şey kendi kendine oluşur İnsan bir makinedir İnsanın bütün yaptıkları, düşünceleri, hissettikleri, inandıkları, alışkanlıkları çevresinden kaynaklanır
Georges İvanovitch Gurdieff
HELVA
Otuz iki yaşındaydım, Kanada’da Toronto şehrinde beraber yaşadığım güzel, zarif, ve kültürlü Nina isimli bir kız arkadaşım, iyi bir işim, birbirinden enteresan bir yığın arkadaşım vardı, Şehrin en güzel mahallelerinden birinde, fevkalade güzel bir evde oturuyor, en güzel lokantalarında yemek yiyor, bulabildiğim en güzel kitapları okuyor, Nina ile birlikte opera, bale dahil çeşitli sanatsal etkinliklere gidiyor, seyahatlere çıkıyor, gıpta edilecek, rahat bir yaşam sürüyordum Ama ne olduğunu anlayamadığım, anlayamadıkça huzursuz olduğum, huzursuz oldukça daha fazla anlayamadığım bir boşluk vardı sanki içimde Kendimi sanki yolun sonuna gelmiş gibi hissediyor, kendi kendime Peggy Lee’nin meşhur şarkısında sorduğu soruyu sorup duruyordum; İs that all there is?( Hepsi bu muydu?)
Ve meleklerim halime acıdılar, beni Georges İvanovitch Gurdieff’in felesefesi ile tanıştırdılar
Ermeni bir anne ve yunanlı bir babadan gelen ve Kars’ta doğan Gurdieff sorduğu sorulara hiç kimseden inandırıcı bir cevap alamayınca, yanına birkaç arkadaşını alıp uzun ve tehlikeli bir yolculuğa çıkar, Bu yolculuğu sırasında Tibet’te ki Budist tapınaklarını, Türkiye’deki Mevlevi Tekkelerini, İran’daki felesefe okullarını, dervişleri ziyaret eder; Afrika’daki kabile danslarını, Hindistan’daki esrarengiz heykelleri, yazıları, inceler, senelerce daha bir yığın araştırmalar yaptıktan sonra, bu öğrendiklerini ve tecrübelerini öğretmek, paylaşmak için bir okul açar
Gurdieff, insanın bir makine olduğunu, insanların eğer hayatlarında bir yerlere varmaya niyetleri varsa, her şeyden önce bir makine olduklarını kabul etmeleri gerektiğini söyler, Her din kitabının en başında ”kendini bil ve tanı” yazdığına dikkati çekerek, kendi makinesini tanımaya çalışmayan kimseden ne kendisine, ne de başkasına hayır gelir der
Hayatımın en güzel 8 yılını Toronto’daki Gurdieff felsefe okulunda, dünyanın dört yanından gelmiş, benimle aynı kaygıları paylaşan, makinelerinin çalışmasını öğrenip makinelikten kurtulmaya çalışan can arkadaşlarımla yaşadım Mevlana’yı, Goethe’yi, Şekspir’i, Abraham Lincoln’u, Ömer Hayyam’ı, Hz Muhammet’i, İsa peygamberi, Hafız’ı, Vinçi’yi, Michael Angelo’yu, Dante’yi, Nasrettin Hoca’yı ve daha bir çok güzel insanı ve eserlerini inceledik, geziler yaptık, müzeleri ziyaret ettik, konserlere gittik
Eski adı Bagvan, yeni adı Osho’nun iki buçuk yıl dizinin dibinde oturdum, Dünyanın çeşitli yerlerinde ki okullarında kaldım, çok güzel insanlarla tanıştım
Bütün bunlardan sonra dünya da en sevdiğim, en etkilendiğim filozof kimdir biliyormusunuz?
Nasrettin Hoca, evet Nasrettin Hoca’ya bayılırım. Bence dünya da yaşamış en akıllı, en derin insanlardan biridir. Bu eşi benzeri bulunmaz mübarek insan belki de dünyada ki en güzel öğretim yöntemini keşfetmiş, ve inanılmaz bir başarı ile uygulamıştır. “Önce güldür sonra öğret”
Rahmetlinin veya rahmetliye mal edilmiş bütün hikayeler bizi önce iyi bir güldürür ama arkasından neler anlatırlar neler, anlayana!!!
Mesela, Nasrettin Hoca’nın bir gün canı helva çekmiş ama parası yok, helva yapacak malzemesi de yok. Düşüne düşüne yürürken gözü bir bakkalın vitrinine takılmış. Bakmış bakmış, sonunda dayanamamış, içeri girmiş.
“Senin unun var mı kardeşim?” diye sormuş
“Vaaaar” cevabını almış.
“Senin şekerin varmı”?
“Vaaaar”
“Senin yağın varmı?”
“Vaaar”
“O zaman niye helva yapıp yemiyorsun ulan”? demiş Hoca
(Aslında bu fıkra her şeyi olup da mutlu olmayan, olamayan veya mutlu olmayı bilmeyen, veya mutlu olmayı aklına bile getirmeyen, veya hala nelere sahip olduklarını anlamayanlar şükretmeyenler için yazılmıştır.)
Dedim ya “anlayana”
Veya güler geçersiniz!!!
( Bu arada bu benim yeşil gözlü güzel kadınımla evlenmeden üç yıl önce ki hayatımdan bir kesittir Beni yine beni çarmıha germeyin diye yazıyorum)