Bu gün yine Pazar günü ve ben Pazar günlerini sevmiyorum. Yasemin’imi bir Pazar günü kaybettiğimden bu yana. Pazar günleri sanki bütün dünyayı omuzlarıma yüklüyorlar. Yalnızlıktan, özlemden, hasretten geberiyorum. Şarabın, biranın, viskinin, votkanın elimden tutamadığı, sırtımdan bu yükü alamadığı günler Pazar günleri. Her telefonum çaldığında yüreğimin deli gibi çarptığı, yine o kötü haberi verecekler diye sancılandığım günler Pazar günleri.
İşte ben tam kendimle uğraşırken mağazama iki kızcağız girdiler. Yabancı, belki Rus belki Hollandalı, belki Ukranya’lı her neyse. Yirmili yaşlardalar, nasıl güzeller nasıl zarifler. Birisi tekerlekli sandalyede bacakları incecik, diğeri onun sandalyesini itiyor hiç bir şeye çarpmamak için bütün dikkatini vererek.
Tabi sandalye her tarafa giremiyor, sadece girebildikleri yaklaşabildikleri şeylere bakabiliyorlar. Bir baktım, iki baktım dayanamadım yerimden kalktım, yanlarına yaklaştım. Seni kucağıma alabilirmiyim? dedim sandalyede oturana. Önce beni anlamadılar şaşırdılar.
Sorumu İngilizce tekrarladım. Tekrar birbirlerine baktılar, ama azda olsa İngilizce bildiklerini anladım. Eğildim ve sanki bir çiçek demetini kucaklar gibi sandalyedeki kızı kucaklayıp sandalyeden aldım. Şaşkın şaşkın gözlerimin içine baktı. O kadar güzeldi ki gözleri mavi mavi, gülücüklerle, şaşkınlıkla dolu.
Elimle göğsümü işaret ettim Biraz kararsız kaldı ama sonunda kafasını göğsüme koydu
Ona İngilizce adeta masal anlatır gibi, hasta muamelesi yapmamaya çalışarak mağazadaki her yeri gezdirdim, herşeyi anlattım. Sorular bile sordu. Bir kedi yavrusu gibi rahatladı. Bir süre sonra “Are you tired? Yoruldunuzmu” diye sordu. Hayır dedim gülümsedim. “Sen rahatmısın” diye sordum. O kadar güzel bir “Evet” dedi ki yemin ediyorum ona sarılıp zırıl zırıl ağlamamak için zor tuttum kendimi. İşte o kadar dokundu o “Evet” bana, o kadar dokundu.
Sonra bir fotoğraf çektirdik ve gittiler geldikleri gibi. Ama tam kapıdan çıkarken bana döndü ve öyle bir baktı ki yaşadığım sürece unutmama imkan ihtimal yok biliyorum.
Sonra oturdum yerime ve yalnızlığıma geri döndüm. Bir kadeh daha kırmızı şarap doldurdum kendime. Yine ellerimi açtım yukarı “Neden” diye sordum, “Neden??” Bu kadar acıyı hak edecek ne yaptık ki sana” diye sordum, hep yaptığım gibi. Ne yaptık ki sana? Nerede yanlış yaptık?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder