San Gimignano tarih boyunca defalarca kuşatılmış fakat yüksek bir dağ üstüne kurulmuş ve yüksek surlarla çevrilmiş olması nedeniyle bu günlere gelmeyi başarmış, çok güzel antik bir İtalyan şehridir. İtalya’nın o rüya Toscana bölgesinde yer alan bu şehir yüksek surlarla çevrili bir kale gibi olduğundan sert iklime rüzgarlara karşı korunmuş ve çoğunluğu 14 üncü yüz yıla ait olan yapılar günümüze kadar gelebilmişlerdir. Bu şehirde yaşayan zenginler birbirleriyle sidik yarışına girip zenginliklerini göstermek için yüksek kuleler inşa etmişler, 72 kulenin 14 tanesi günümüze kadar gelmiştir. San Gimignano’ya uzun bir mesafeden bu kuleleri görmek mümkündür. Bu yüksek kuleler yüzünden, bu şehir orta çağın Manhattan’ı diye de adlandırılır
Bu şehri bu kadar güzel ve ilgi çekici yapan surlar, antik yapılar, kulelerin yanında, şarapçılık, dondurmacılık, hediyelik eşya mağazaları, pizza restoranları çok meşhurdur
Üçüncü yüzyılda küçük bir kasaba olarak ortaya çıkan bu şehir halen koruma altındadır.
San Gimignano’ya 25 yıl önce kızımız Bahar henüz 2 yaşındayken gitmiş ve çok sevmiştik. Ben 42 Yasemin 28 yaşlarındaydık ve güzel karım neredeyse İtalyan Rahiplerinin bile arkasından ıslık çalacağı kadar güzeldi. Yalnız Yasemin değildi güzel olan. Kızımız bahar o dalga dalga saçları, kocaman kahverengi gözleri, derin gamzeleri ile herkesin dikkatini çekiyor, şehrin taşla kaplı sokaklarında koşuyor koşuyor,kaybolup bizi panikletmek için elinden geleni yapıyordu.
25 yıl önce San Gimignano bizi o kadar etkilemiş, şehri o kadar sevmiştik ki, 25 yıl sonra tekrar görmeye karar vermiştik. Bu defa ben 67 Yasemin 53 bahar ise 27 yaşındaydı.
Şehrin, o insanı büyüleyen dar sokaklarını, meydanını, kulelerini, müzelerini, şarap dükkanlarını, dünyanın en güzel dondurmacısı ismi verilen dondurmacısını, hediyelik eşya dükkanlarını, resim galerilerini gezdikten sonra yorulmuş, çok güzel bir pizza lokantasının dışarı attığı masalarından birinin etrafına oturmuştuk.
Kış olmasına rağmen çok güzel ve güneşli bir gündü. Güneş ışıkları o daracık sokaklarda, taş binalarda inanılmaz oyunlar oynuyor, insan neredeyse kendisini orta çağda, bu kasabada yaşayan birileri gibi hissediyordu.
Pizzamızı yedikten sonra Bahar fotoğraf makinesini alıp biraz dolaşıp fotoğraf çekeceğini söyledi ve gitti. Artık 27 yaşında olduğundan kaybolma korkusu olmadığından biz yaseminle yalnız kaldık.
Anın zevkini çıkardık, binalara ışıklara baktık. Çiçekleri, kedileri, kiremit damları, taş binaları seyrettik. Güneşin zevkini herkesten fazla çıkaran kuşların cıvıltılarını dinledik
Bir müddet sonra, “Yasemin” dedim “Bak bu şehre her yıl milyonlarca insan geliyor. Yerler taş ve bu bu insanlar bu taş yollarda yürüyorlar. Biliyorsun insanlar yürürken ayaklarından yere sürekli enerji bırakırlar. Düşünebiliyormusun bu şehirde olduğu gibi dünyanın hemen hemen her yerinde milyonlarca insan böyle taş veya asfalt zeminlerde yürüyorlar ve devamlı enerji veriyorlar zemine, ama zemin toprak olmadığından o enerji gidecek yer bulamıyor. Sonra bu enerji uzun bir süre serseri mayın gibi dolaşıyor ve sonunda yağmurlarla, sularla binlerce kilometre seyahat edip, önce nehirlere, sonra denizlere, sonra da okyanuslara kadar ulaşıyorlar. Sonunda denizler veya okyanuslar her sene her sene bu enerji ile o kadar doluyorlar ki, işte bu dev dalgalar tsunamiler oluşuyorlar. Yani okyanuslar bu istemedikleri enerjiden böyle kurtuluyor, yeryüzüne geri atıyorlar, kusuyorlar yani.
Güzel eşim benim bu saçmalıklarımı nazik bir şekilde lafımı kesmeden, o güzel yeşil gözlerinden hiç eksik olmayan melekleri kıskandıracak gülümsemesiyle sabırla dinledi.
Son olarak “Deliriyormuyum acaba” diye sordum. Yine yüzünde o gülümsemesi hiçbir şey söylemeden yerinden kalktı. Yürüdü tam önümde ayakta durdu. Kollarını iki yana açtı dizlerinin hizasına kadar. Avuç içleri yukarda bana kalk kalk işareti yaptı. Ayağa kalktım ve bana sımsıkı,vücudumun her santimetre karesini bile hissedecek kadar sarıldı. Sanki göğüs kafesim açıldı onu içeri aldım ve tekrar kapandı gibi hissettim. Çenesi omzumda, saçları yüzümde uzun süre sadece birbirimizin kokusunu, kalp çarpıntılarını, nefes almasını hissederek sarıldık kaldık. Bir müddet sonra kollarını çözdü ve bir adım geri çekildi. Yüzümü ellerinin içine aldı ve gözlerimin tam içine bakmaya başladı. O kadar güzel bakıyordu ki.
“Sevgilim” dedi “Sen delirmiyorsun. Sen zaten delisin. Ama o kadar tatlı bir delisin ki” ve uzun uzun öptü beni.
Bir an bütün ağırlıklarımdan soyutlanmış San Gimignano’nun en yüksek kulesinden bile yüksekte havada duruyor, tepeden ikimizi seyrediyor gibi hissettim kendimi. Bu öpücük sadece sevgiliye sunulan bir sevgi öpücüğü değil, çocuğunu öpen bir annenin hissettiği şefkat, koruma, sahip çıkma, kabullenme ve bir kuğunun yavrucuklarını kanatlarının altına aldığında hissettiği rahatlık, huzur dolu bir öpücüktü.
Gözlerimi kapadım ama hala San Gimignano’nun güzel güneşini hissediyor, o yemyeşil gözlerdeki gülümsemeyi ve sevgi pırıltılarını rahatlıkla görebiliyordum.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder