Genellikle, yazarlardan bahsederlerken “yalnız insanlardır” derler. Aslında ben yalnızlığı hiç sevmem. Yalnız kalmayı hiç mi hiç sevmem. Hep yanımda birileri olsun isterim. Birileriyle konuşayım, birilerine takılayım, birileriyle güleyim isterim hep. Yani yalnızlık benim birinci tercihim değildir. Yazarlık ise hiç aklımda yoktu. Şimdi yalnız bir yazar oldum, yalnız bir kovboy gibi. Buna herkesten fazla ben hayret ediyorum, şaşırıyorum.
Yazdığım gibi bu benim tercihim değildi. Yalnız bir yazar olmaya bayılmıyorum. Ama yazmayı seviyorum. Yazılarımı veya kitaplarımı yazarken güzel yumuşacık duygu dolu iki kolun arkadan boynuma sarılmasını, o yumuşacık ellerin omuzlarıma dokunmasını, saçlarımı okşamasını, sevgi dolu bir ses tonuyla “Nasıl gidiyor sevgilim, bir şeye ihtiyacın var mı” diye sormasını, o vücudun sıcaklığını hissetmeyi nasıl isterdim tahmin bile edemezsiniz.
Tipik bir yazar çatlaktır. Ruh hastasıdır, ego manyaktır. Her aklı başında bir insan gibi delidir. Ayrıca aksidir, zor insandır. Depresiftir, duygusaldır, hüzün doludur. A sosyaldır, ne zaman ne halt edeceği belli olmaz. Kabalık yaradılışında vardır. Kendini bir bok sanır. Hatta bazen merhum Aziz Nesin’in dediği gibi kendini iki bok bile sandığı olur.
Bir yazı yazmak veya bir kitaba başlamak için çalışma masanızın başına geçersiniz. Başlamak bu işin en zor yanıdır. Kafanızda o kadar birbirine benzeyen ve birbirinden tamamen ayrı fikir vardır ki, nereden başlayacağınızı bilemez, şaşırır kalırsınız. Onu denersiniz olmaz, bunu denersiniz, beğenmezsiniz. Çinlilerin meşhur bir atasözü vardır” En zor maraton bile ilk adımla başlar” diye İşte o ilk adımı atamazsınız bir türlü. Tam bu kafanızın karışık ve en zayıf anınızda şeytanınız devreye girer.
Tepenize dikilir ve sıralamaya başlar. “Ulan geri zekalı, ulan salak, yine mi kitap yazıyorsun? Sen hiç akıllanmayacakmısın? Yüzde sekseninin değil kitap, gazete bile okumadığı bir toplumun nesine kitap yazıyorsun? Hiç mi üşenmiyorsun? Günlerce haftalarca aylarca şu masanın başında, yazıp duracaksın. Yahu, ne manyak adamsın sen.
Kafanızı önünüze eğer, duymamazlıktan gelirsiniz. Zorlukla, ümitsiz bir şekilde yazacaklarınıza konsantre olmaya çalışırsınız. Ama şeytanınız bir türlü susmaz, taktik değiştirir, tatlılaşır.
“Yavrucuğum” diye başlar, bak senin için üzülüyorum. Çok yoruyorsun kendini, hem de boş yere. Bak salonunda ne kadar güzel rahat bir divanın var. Doldur kendine bir büyük bardak kırmızı şarap, veya al buz gibi bir bira dolaptan, güzelce uzan, aç televizyonunu, yüzlerce kanal var. Digitürk ’ü boşuna icat etmedik. Maç mı istiyorsun, film mi istiyorsun, dizi mi istiyorsun ne istersen var. Çevirirsin birisini, çekersin kafayı, uykun gelince de vurur kafayı uyursun, hafiften televizyonu dinleyerek. Kalk şu lanet masanın başından. Bırak şu kitap mitap mitap yazmasını. Hayatını yaşa yavrum, hayatını yaşa, dünyaya bir defa geliyorsun. Tadını çıkar, tadını çıkar güzelim benim.
Nihayet artık dayanamazsınız. “Rahat bırak beni” dersiniz “düş yakamdan. Yazacağım işte” dersiniz. Meydan okursunuz. “Bak birinci paragrafı yazdım bile” dersiniz ve birden paragraflar birbiri arkasından gelmeye başlarlar.
İşte o an yazı yazdığınız elinizin üstünde belli belirsiz bir kelebek konması gibi bir şey hissedersiniz. Burnunuza hiç tarif edemeyeceğiniz güzellikte bir yasemin kokusu gelir. Sanki eliniz kendi kendine hareket etmeye parmaklarınız kendi kendine yazmaya başlarlar. Hayretler içinde kalırsınız, sevinirsiniz. Testi geçtiğinizi hisseder gülümsersiniz. Meleklerinizin geldiğini, artık yalnız olmadığınızı bilirsiniz.
Ve işte böyle yazar gidersiniz. Sayfalarca, günlerce, haftalarca, aylarca yazarsınız. Gece masanızın başına geçersiniz, saatlerin nasıl geçtiğini fark etmezsiniz bile. Gece biter, güneş doğar siz hala yazarsınız, yorulmazsınız, hiç bıkkınlık hissetmezsiniz. Yazar gidersiniz, yazar olursunuz.
Bazen öyle dalarsınız ki birden kitabınızın içindeki karakterlerin masanızın çevresinde oturduklarını ve ilgiyle sizi izlediklerini fark edersiniz. Göz göze gelirsiniz onlarla. Yüzlerinde mahcup bir ifade ile gözlerini yere indirir kızarırlar. Siz sessiz sessiz yazmaya, onlarda sessiz sessiz oturmaya devam ederler. Sonra yine geldikleri gibi kayboluverirler.
Kitabınızın sonlarına yaklaştığınızda şeytanınız yine arzı endam eder. “Yaz bakalım der yaz kaz kafalı bitir, bitir de sürünmeye başla. Kitabını kime bastıracaksın acaba. Yayım evleri kapının önünde kuyruğa mı girecek. Sen kendini ne sanıyorsun lan? Orhan pamuk mu, Elif Şafak mı, Ayşe Kulin mi? Bitireceksin kitabını ve ne hayatında bir kitap değil bir öykü bile yazmamış insanlar sana “kitabını okuduk beğenmedik haydi yavrum başka kapıya” diyecekler. Kapı kapı dolaşacaksın o lanet kitap elinde. Seni böyle acı içinde, hayal kırıklığı ile sürünürken seyretmek bana ne kadar zevk verecek biliyormusun? Yüreğim yağlar bağlayacak.
Zaten aylardır yazmış yorulmuş olduğunuzdan, daha fazla dayanamazsınız. Çalışma masanızın çekmecelerinden birini açarsınız. Bahçeden toplayıp, bir torbaya doldurduğunuz yedi adet taşı gösterip “Beni rahat bırak, bak taşlarım ha” dersiniz. “Sabrın da bir sınırı var” dersiniz. “Beni istemediğim şeyleri yapmaya zorlama” dersiniz.
Ama sonunda şeytanınızın söyledikleri bir bir çıkar. Hakikaten aylarca yapımcıların kapısında sürünürsünüz. Aldığınız cevaplar hep olumsuz, hep olumsuz olur. Ama tam sizin de yayımcılığınızın da, yayım evlerinizin de diye başlayacak hale geldiğinizde, bir mucize gerçekleşir ve kitabınız basılır.
Kitabınızın yayımcıdan gelmesini sabırsızlıkla, dört gözle beklersiniz. Defalarca yayımcı şirkete ve kargo şirketine telefon açar, aynı soruları tekrarlarsınız.
Sonunda kitaplarınız adresinize ulaşır. Karmakarışık duygularla ilk paketi açarsınız ve en üstte ki kitabı alıp masanın üstüne koyarsınız. Önce uzun uzun yeni doğmuş bir bebeğe bakar gibi bakarsınız kitabınıza. Sonun da doğumun gerçekleştiğini bütün acıların, sıkıntıların, uykusuz gecelerin geride kaldığını, bütün yorgunluğunuzu unuttuğunuzu hissedersiniz.
Sonra incitmekten, kırıştırmaktan parmaklarınızın lekesi çıkmasından korkarak önce ön kapağı, sonra arka kapağı incelersiniz. İşte, elinizde tuttuğunuz belki 6 aylık, belki bir senelik ömrünüzdür. Sonra sayfaları dikkatlice açıp, ilk birkaç sayfayı okursunuz. Kitabı burnunuza götürüp sayfaları ve mürekkebi dakikalarca koklarsınız.
Sonra kitabınızın ön kapağındaki yeşil gözlü güzel kadının o unutulmaz portresini, arka kapağında ise yine onun o melekleri kıskandıracak gülüşü ve gamzeleri olan, güzellikler dolu fotoğrafını öpüp, kitabı kollarınızı çapraz yaparak tam kalbinizin üstüne koyarsınız., Kitabınız kalbinizle, kalbiniz ise kitabınızla doluncaya kadar bastırırsınız.
Sonra öyle bir ağlamaya başlarsınız ki başucunuzda dikilip duran şeytanınız bile melek tarafını hatırlar, yüreği yufkalaşır, dayanamaz, size arkasını döner.
Bakamaz!!!