27 Ekim 2015 Salı

NASIL İSTERDİM

Sevgili dostlarım.
Sizlerle hemen hemen 8 aydır yazdıklarımı paylaşıyorum. Paylaştığım yazıların sayısı 120 yi geçti. Okurlarımın ve benim müşterek kararımız sonucu “Blok Yazıları, Yasemin ve Güven” isimli yeni bir kitap hazırlamaktayım. Bu kitapta şimdiye kadar yazdığım yazılar ve resimler olacak. Bayağı heyecanlıyım çünkü Yasemin’ime yakışacak güzel bir kitap olacak. Kalbim rahat.
Bahsettiğim kitabımın son yazısını birkaç gün içinde sizlerle paylaşacağım. Yazımın adı “YOĞUN BAKIM” bu yazımı 12 ay önce yazdım ve bir türlü parmağım paylaş düğmesine gitmedi, gidemedi. Sizleri üzecek bir yazı ama aynı zamanda sizlere yol gösterecek ve (Allah gecinden versin) benim durumuma düştüğünüz zaman, belki de doğru olanı yapmanıza yardımcı olacaktır diye düşünüyorum. Çok üzdü ve çok ağlattı bu yazı beni.
Bundan sonra yazılarım devam edecek. Sizlerle hayatımdan kesitleri, Yeşil gözlü güzel Kadınla yaşadığımız güzel ve eğlenceli anılarımızı ve Yasemin Bak Yeşil Yeşil kitabımdan önce yazdığım diğer 3 kitabımdan alacağım bölümleri de paylaşacağım, hayırlısı.
Şimdilik sizlere bir şiirimle veda ediyorum.
Güzel günleriniz olsun canım “F” lerim.
NASIL İSTERDİM
Nasıl isterdim bilemezsin
seninle yaşlanmayı.
İki zararsız ihtiyarcık olmayı.
Kırış kırış ellerimle,
Ellerini tutmayı, hiç bırakmamayı.
Nasıl isterdim bilemezsin
“ne günlerdi o günler” diye başlayıp,
sonra duygulanıp, duygulanıp,
bir çoğunu hatırlayamadığımız
anılarımızı paylaşmayı.
Nasıl isterdim bilemezsin
Bacaklarımız titreyerek sahilde yürümeyi.
Sonra bir kenara oturup,
O güzel, yaprak yeşili gözlerinin
Etrafında ki çizgileri sevmeyi, öpmeyi, okşamayı.
Nasıl isterdim bilemezsin
Sen den sonraya kalmamayı.
Yaşamanı, bana bastonumu vermeni.
gülümseyerek koluma girip,
“iyimisin sevgilim” demeni.
Nasıl isterdim!!! biliyormusun?...

YAKINMA, ÇARESİZLİK, HASRET ÜÇÜ BİR ARADA


Öyle bir sevda denizi, öyle bir aşk bıraktın gittin ki içimde, nasıl çırpınıyorum, nasıl çırpınıyorum yaşamak için bilemezsin. 12 aydır bir tek bile fırtınasız günüm geçmedi ki. Artık yoruldum be sevgilim, yoruldum be güzel gözlüm. Ne dalgalarla boğuşmaya, ne rüzgara karşı koymaya, ne de senden ayrı kalmaya mecalim kaldı. Teknemin ağaçları çürüdü be kızım. Ama gülümsüyorum, hala gülümsüyorum. Bana öğrettiğin gibi. Bak gülümsüyorum işte, bak.


YASEMİNLE RAKI İÇMEK




Hanlarınız, hamamlarınız, saraylarınız sizin olsun. Benim gökyüzüne anahtarım var. Geceleri de yıldızlara merdiven dayıyor, mehtaba çıkıyorum. Bir elimde yasemin çiçekleri bir elimde yeni rakı. Bir nefes yasemin kokusu mezem. Yasemin’le rakı içiyorum. Yaseminsiz boğazımdan geçmiyor ki meret.
Şimdi siz benim kanatlarımı da kesmeye kalkarsınız. Gökyüzünde rakı içiyor, sarhoş oluyor, bir türkü tutturuyor,sonrada kayan yıldızlara sahip çıkıyor diye.
Ben sizin günahlarınızı yüzünüze vuruyormuyum?


YAKARIŞ


Kelebekler hep çift uçsunlar. Mevlam ayrılık vermesin gökte uçan kuşa bile,
türkülerdeki gibi. Türbanlı, başı açık elele, kolkola dolassınlar sevgiyle.
Hüzün herkesin hüznü. Dünya hiç kimsenin. Kim kimin hayatını yaşayabilir ki!..
Bana bir ayrılık yeter.

TEŞEKKÜR EDERİZ

Teşekkür ederiz, Dualarınız, yaşaran gözleriniz, kabaran yüreğiniz, iç çekişleriniz için. Ben bunları hissettim, Yeşil Gözlü Güzel Kadın da.
Bütün bunlara karşılık sizlere pırıl pırıl bir gökyüzü, masmavi bir deniz, gri, uzun tüylü, yemyeşil gözlü minik bir kedi, haa birde dünya yüzündeki bütün erguvan ağaçlarını verebiliriz. Çünkü sizler çok güzelsiniz, o kadar güzelsiniz ki.


HANGİ ANNE

Güzel gözlüm, bir tanem, canım karım, sevgilim, Yasemin'im ; "Bir daha hangi ana doğurur senle beni birbirimiz için". Bak ne güzel sormuş bu soruyu Ahmet Arif, ne güzel sormuş dimi canım benim.


BUGÜN 19 EKİM 2015 GÜNLERDEN YASEMİN. 19 EKİM 2014 DEN BU GÜNE, HANGİ GÜNÜM YASEMİN DEĞİLDİ Kİ ?....

BUGÜN 19 EKİM 2015 GÜNLERDEN YASEMİN.
19 EKİM 2014 DEN BU GÜNE, HANGİ GÜNÜM YASEMİN DEĞİLDİ Kİ ?....

YÜREĞİN YANSIN OĞLAN, ALLAHHHH…YÜREĞİN YANSIN


Sizlerle daha önceki yazılarımda paylaşmıştım. Bazılarınız belki hatırlarlarsınız. Yasemin’imin Marmaris Yücelen hastenesinde son günleriydi. Cemal isimli yakın bir arkadaşım bana telefon açtı ve bir kız çocukları olacağını, hastanede doğumu beklediklerini söyledi.

Hangi hastanede olduklarını sordum. Bizim kaldığımız Hastane, yani Yücelen de olduklarını söyledi. Oda numaralarını sordum. Tam bizim kaldığımız odanın üzerinde kaldıklarını öğrendim. Ona bizim durumumuzu anlattım Yasemin’i tanıdığından çok üzüldü.

“Cemal” dedim “sana belki haksızca bir soru soracağım. Kızının ismini Yasemin koymayı düşünürmüsün?” “Valla Güven Abi” dedi “çocuğun ismine annesi karar verdi bile “Kayra” olacak”. “O zaman göbek adını Yasemin koy” dedim. “Bilmem ki abi herhalde ona da karar verdiler dedi mahcup,mahcup”. Üzüldüm tabi.

Bir gün sonra çocuk doğdu ve Cemal bana uğradı. Gözleri dolu dolu “Abi” dedi “dayanamadım kızımın göbek adını Yasemin koydum. Sarıldık birbirimize ağladık ikimizde.

İşte böyle dostlarım bir Yasemin dünyaya merhaba dedi, bir Yasemin dünyadan ayrıldı. Şimdi Allah razı olsun Cemal minik Yasemin’i her fırsatta bana getiriyor. Seviyorum, okşuyorum, kalbime sokmak geliyor içimden. Gözler yemyeşil, bakışlar aynı Yasemin in bebekliği.(ben eşim Yasemin’i bebekliğinden beri tanıdığımdan çok iyi biliyorum)

Geçen gece Marmaris yat limanında rakı ve balık kokuları arasında yürürken, sahildeki lokantalardan birinde Cemal’a rastladım. Hemen ayağa fırladı bana sarıldı ve “bak” dedi “bu gün Yasemin’in yaş günü”.

Kerata arabasında prensesler gibi oturuyor bana bakıyordu. Biliyormusunuz yemin ederim o bakışlar Yasemin’in bakışlarıydı. Hem sevgiyle hem de kızgınlıkla bakıyordu sanki, hem özlem dolu hem de “toparlan artık bak beni çok üzüyorsun” der gibiydiler. Hiç ayrılmak istemedim.

Allah ömür verirse minik yasemin’in büyümesini, serpilmesini hep izleyeceğim. İnşallah güzel karımın ruhu minik yasemin de yaşar ve dünya muhteşem bir insan daha kazanır. Dua ediyorum her fırsatta.

Ekim ayının on dokuzu geldi çattı dostlarım. Yarın Yasemin’in bir senesi doluyor. Hayatımın en zor senesiydi bu geçen bir sene. Acı, hasret, gözyaşı dolu 12 ay. Bu on iki ay süresince yemin ederim ağlamadığım, Yasemin’imin mezarını ziyaret etmediğim bir günüm geçmedi. Bekli de yazdıklarım ve sizlerin ilgisi beni yaşattı. Bu günlere getirdi.

“Yüreğin yansın oğlan. Allahhhh… yüreğin yansın” diye intizar ederdi annem bana. Çocukken çok yaramazdım. O tombiş vucuduyla beni yakalayamayacağını anlayınca, çaresizlikten “yüreğin yansın oğlan Allahhhh...yüreğin yansın” derdi.

Nasıl yüreğim yandı, nasıl hala yanıyor, ah şimdi görsen o yaramaz oğlunun halini anacığım. Ne yaramazlığı kaldı,ne hayata bağlılığı, ne de hayattan beklediği bir şey. Keşke ne ben seni üzseydim, ne de sen bu intizarı etseydin bana. Öyle bir kabul ettirdin ki.

Yarın bütün gün Yeşil Gözlü Güzel kadınla birlikteyim. Ona kitabını okuyacağım, ona yazdığım yazılardan seçtiklerimi okuyacağım, ona karınca kararınca dualar okuyacağım. Adresimiz İçmeler yeni mezarlık. Bizleri görmek, bir merhaba demek isterseniz uğrayın. Kimsenin gelmesini beklemiyoruz. Kimse bu kadar işinin arasında gelmek zorunda da değil.

Ama lütfen neredeyseniz, lütfen, lütfen ne olursunuz Yeşil Gözlü Güzel kadına bir dua gönderin. O kadar hak ediyor ki. İnanın bana o kadar hak ediyor ki o sizin içtenlikle, beklide gözleriniz yaşararak ettiğiniz duaları. O kadar hak ediyor ki.

Eğer bu yazımı paylaşırsanız seviniriz.

Hepinizi çok seviyoruz, çok. Allah hepinizden razı olsun.




BİLMECE Mİ DESEM


"Gün gelir hiç yaşanmamış gibi olur her şey, hiçbir şey hissetmezsin" dediler. Çok ürkütücüydü bu lafı duymak. Eğer doğruysa kanatlarım kırıldı artık, gökyüzü bana hayal oldu, kapandı gitti bir yerlere.
Ben hiç yaşanmamış gibi olan her şeyle, hiçbir şey hissetmeden yaşayamam ki.
Bir elimden tutan olmalı, bir elimden tutan olmalı. Yüreğim yeni türküler söylemeye hazır oluncaya kadar hiç değilse.
Bir elimden tutan olmalı.


BİR YAZARIN ANATOMİSİ


Genellikle, yazarlardan bahsederlerken “yalnız insanlardır” derler. Aslında ben yalnızlığı hiç sevmem. Yalnız kalmayı hiç mi hiç sevmem. Hep yanımda birileri olsun isterim. Birileriyle konuşayım, birilerine takılayım, birileriyle güleyim isterim hep. Yani yalnızlık benim birinci tercihim değildir. Yazarlık ise hiç aklımda yoktu. Şimdi yalnız bir yazar oldum, yalnız bir kovboy gibi. Buna herkesten fazla ben hayret ediyorum, şaşırıyorum.
Yazdığım gibi bu benim tercihim değildi. Yalnız bir yazar olmaya bayılmıyorum. Ama yazmayı seviyorum. Yazılarımı veya kitaplarımı yazarken güzel yumuşacık duygu dolu iki kolun arkadan boynuma sarılmasını, o yumuşacık ellerin omuzlarıma dokunmasını, saçlarımı okşamasını, sevgi dolu bir ses tonuyla “Nasıl gidiyor sevgilim, bir şeye ihtiyacın var mı” diye sormasını, o vücudun sıcaklığını hissetmeyi nasıl isterdim tahmin bile edemezsiniz.
Tipik bir yazar çatlaktır. Ruh hastasıdır, ego manyaktır. Her aklı başında bir insan gibi delidir. Ayrıca aksidir, zor insandır. Depresiftir, duygusaldır, hüzün doludur. A sosyaldır, ne zaman ne halt edeceği belli olmaz. Kabalık yaradılışında vardır. Kendini bir bok sanır. Hatta bazen merhum Aziz Nesin’in dediği gibi kendini iki bok bile sandığı olur.
Bir yazı yazmak veya bir kitaba başlamak için çalışma masanızın başına geçersiniz. Başlamak bu işin en zor yanıdır. Kafanızda o kadar birbirine benzeyen ve birbirinden tamamen ayrı fikir vardır ki, nereden başlayacağınızı bilemez, şaşırır kalırsınız. Onu denersiniz olmaz, bunu denersiniz, beğenmezsiniz. Çinlilerin meşhur bir atasözü vardır” En zor maraton bile ilk adımla başlar” diye İşte o ilk adımı atamazsınız bir türlü. Tam bu kafanızın karışık ve en zayıf anınızda şeytanınız devreye girer.
Tepenize dikilir ve sıralamaya başlar. “Ulan geri zekalı, ulan salak, yine mi kitap yazıyorsun? Sen hiç akıllanmayacakmısın? Yüzde sekseninin değil kitap, gazete bile okumadığı bir toplumun nesine kitap yazıyorsun? Hiç mi üşenmiyorsun? Günlerce haftalarca aylarca şu masanın başında, yazıp duracaksın. Yahu, ne manyak adamsın sen.
Kafanızı önünüze eğer, duymamazlıktan gelirsiniz. Zorlukla, ümitsiz bir şekilde yazacaklarınıza konsantre olmaya çalışırsınız. Ama şeytanınız bir türlü susmaz, taktik değiştirir, tatlılaşır.
“Yavrucuğum” diye başlar, bak senin için üzülüyorum. Çok yoruyorsun kendini, hem de boş yere. Bak salonunda ne kadar güzel rahat bir divanın var. Doldur kendine bir büyük bardak kırmızı şarap, veya al buz gibi bir bira dolaptan, güzelce uzan, aç televizyonunu, yüzlerce kanal var. Digitürk ’ü boşuna icat etmedik. Maç mı istiyorsun, film mi istiyorsun, dizi mi istiyorsun ne istersen var. Çevirirsin birisini, çekersin kafayı, uykun gelince de vurur kafayı uyursun, hafiften televizyonu dinleyerek. Kalk şu lanet masanın başından. Bırak şu kitap mitap mitap yazmasını. Hayatını yaşa yavrum, hayatını yaşa, dünyaya bir defa geliyorsun. Tadını çıkar, tadını çıkar güzelim benim.
Nihayet artık dayanamazsınız. “Rahat bırak beni” dersiniz “düş yakamdan. Yazacağım işte” dersiniz. Meydan okursunuz. “Bak birinci paragrafı yazdım bile” dersiniz ve birden paragraflar birbiri arkasından gelmeye başlarlar.
İşte o an yazı yazdığınız elinizin üstünde belli belirsiz bir kelebek konması gibi bir şey hissedersiniz. Burnunuza hiç tarif edemeyeceğiniz güzellikte bir yasemin kokusu gelir. Sanki eliniz kendi kendine hareket etmeye parmaklarınız kendi kendine yazmaya başlarlar. Hayretler içinde kalırsınız, sevinirsiniz. Testi geçtiğinizi hisseder gülümsersiniz. Meleklerinizin geldiğini, artık yalnız olmadığınızı bilirsiniz.
Ve işte böyle yazar gidersiniz. Sayfalarca, günlerce, haftalarca, aylarca yazarsınız. Gece masanızın başına geçersiniz, saatlerin nasıl geçtiğini fark etmezsiniz bile. Gece biter, güneş doğar siz hala yazarsınız, yorulmazsınız, hiç bıkkınlık hissetmezsiniz. Yazar gidersiniz, yazar olursunuz.
Bazen öyle dalarsınız ki birden kitabınızın içindeki karakterlerin masanızın çevresinde oturduklarını ve ilgiyle sizi izlediklerini fark edersiniz. Göz göze gelirsiniz onlarla. Yüzlerinde mahcup bir ifade ile gözlerini yere indirir kızarırlar. Siz sessiz sessiz yazmaya, onlarda sessiz sessiz oturmaya devam ederler. Sonra yine geldikleri gibi kayboluverirler.
Kitabınızın sonlarına yaklaştığınızda şeytanınız yine arzı endam eder. “Yaz bakalım der yaz kaz kafalı bitir, bitir de sürünmeye başla. Kitabını kime bastıracaksın acaba. Yayım evleri kapının önünde kuyruğa mı girecek. Sen kendini ne sanıyorsun lan? Orhan pamuk mu, Elif Şafak mı, Ayşe Kulin mi? Bitireceksin kitabını ve ne hayatında bir kitap değil bir öykü bile yazmamış insanlar sana “kitabını okuduk beğenmedik haydi yavrum başka kapıya” diyecekler. Kapı kapı dolaşacaksın o lanet kitap elinde. Seni böyle acı içinde, hayal kırıklığı ile sürünürken seyretmek bana ne kadar zevk verecek biliyormusun? Yüreğim yağlar bağlayacak.
Zaten aylardır yazmış yorulmuş olduğunuzdan, daha fazla dayanamazsınız. Çalışma masanızın çekmecelerinden birini açarsınız. Bahçeden toplayıp, bir torbaya doldurduğunuz yedi adet taşı gösterip “Beni rahat bırak, bak taşlarım ha” dersiniz. “Sabrın da bir sınırı var” dersiniz. “Beni istemediğim şeyleri yapmaya zorlama” dersiniz.
Ama sonunda şeytanınızın söyledikleri bir bir çıkar. Hakikaten aylarca yapımcıların kapısında sürünürsünüz. Aldığınız cevaplar hep olumsuz, hep olumsuz olur. Ama tam sizin de yayımcılığınızın da, yayım evlerinizin de diye başlayacak hale geldiğinizde, bir mucize gerçekleşir ve kitabınız basılır.
Kitabınızın yayımcıdan gelmesini sabırsızlıkla, dört gözle beklersiniz. Defalarca yayımcı şirkete ve kargo şirketine telefon açar, aynı soruları tekrarlarsınız.
Sonunda kitaplarınız adresinize ulaşır. Karmakarışık duygularla ilk paketi açarsınız ve en üstte ki kitabı alıp masanın üstüne koyarsınız. Önce uzun uzun yeni doğmuş bir bebeğe bakar gibi bakarsınız kitabınıza. Sonun da doğumun gerçekleştiğini bütün acıların, sıkıntıların, uykusuz gecelerin geride kaldığını, bütün yorgunluğunuzu unuttuğunuzu hissedersiniz.
Sonra incitmekten, kırıştırmaktan parmaklarınızın lekesi çıkmasından korkarak önce ön kapağı, sonra arka kapağı incelersiniz. İşte, elinizde tuttuğunuz belki 6 aylık, belki bir senelik ömrünüzdür. Sonra sayfaları dikkatlice açıp, ilk birkaç sayfayı okursunuz. Kitabı burnunuza götürüp sayfaları ve mürekkebi dakikalarca koklarsınız.
Sonra kitabınızın ön kapağındaki yeşil gözlü güzel kadının o unutulmaz portresini, arka kapağında ise yine onun o melekleri kıskandıracak gülüşü ve gamzeleri olan, güzellikler dolu fotoğrafını öpüp, kitabı kollarınızı çapraz yaparak tam kalbinizin üstüne koyarsınız., Kitabınız kalbinizle, kalbiniz ise kitabınızla doluncaya kadar bastırırsınız.
Sonra öyle bir ağlamaya başlarsınız ki başucunuzda dikilip duran şeytanınız bile melek tarafını hatırlar, yüreği yufkalaşır, dayanamaz, size arkasını döner.
Bakamaz!!!



MUTLU ÇOCUKMUŞUM



Hep başkaları ölürdü. Ölüm bizim kapımızdan giremezdi, girmemeliydi, girmeye hakkı yoktu. Kötü bir şey yapmamamıştık ki.

Bazı geceler kabus görürdüm. Annem veya babam birisi ölmüş olurdu rüyamda. Ağlayarak uyanırdım. Sonra rüya gördüğü mü anlayıp gülerek uyurdum.

Nede çok mezarlık var, ne de çok insan ölmüş diye düşünür, ailemden kimseleri o mezarlıklara yakıştıramazdım.

Sonra şarkılara kulak verirdim babamların, amcamların rakı içerken söyledikleri şarkılara. “Dönülmez akşamın ufkundayım vakit çok geç” şarkısını dinlerken, “Vah vah” derdim “demekki çocuklar izin saatlerini geçirmişler akşam olmuş evlerine dönemiyorlar karanlıkta”. Sonra sessiz gemi vardı hani limandan ayrılırken hiç kimsenin el kol sallamadığı. Halbuki derdim benim okuduğum bütün çocuk kitaplarında ve seyrettiğim filmlerde hep gemiler limandan ayrılırlarken herkes el sallıyor. Belki de bu gemiyi çalmışlardır belki de içinde hırsızlar vardır diye düşünürdüm. Dikkat ederdim “eski dostlar eski dostlar şarkısını hep eski insanlar söylerdi. Sonra özledim teninin kokusunu özledim diye bir şarkı söylerlerdi avaz avaz . “Yıııık” derdim midem bulanırdı o berbat ter kokusunun neden ve nasıl özleyebildiklerini anlayamazdım.

Tabi anlayamadıklarım yalnız bunlar değildi.

Necati Amcamın neden bu kadar içtiğini, insanların neden birbirlerini öldürdüklerini, herkesin evinin dışı sıvalıyken bizim evimizin neden sıvasız olduğunu, Ziynet Hanımın kızı Bedia Ablanın neden intihar ettiğini, kara sevdanın ne olduğunu, erkeklerin neden kızların peşinden koştuklarını, köpek giren eve meleklerin neden girmeyeceğini, insanların karşısında yemek yemenin neden ayıp olduğunu, mahallede birisi öldüğünde neden gülünmediğini ve müzik çalınmadığını, kızların gelin olunca neden ağladıklarını ve evlerini terk edip gitmeleri gerektiğini de anlayamazdım

Ne mutlu bir çocukmuşum.



YEDİ KIZLAR

Çok merak ediyorum acaba hangisi daha önce gerçekleşecek..Ben mi bilgisayar kullanmayı öğreneceğim,deve mi hendekten atlayacak.
YEDİ KIZLAR
Ben Sivaslıyım. Sanki bir itiraf veya tehdit eder gibi başladım yazıma ama evet, ben Sivaslıyım. Sivaslı olmakla ve Sivaslılığımla iftihar ediyorum.
Sivas’ta doğdum ve liseyi Sivas’ta bitirdim. O yıllar benim belki de hayatımda yaşadığım en güzel, en mutlu, en unutulmaz yıllardı. Bu gün dünyaya yeniden gelsem hiç tereddüt etmeden aynı hayatı yeniden yaşardım. Ellili, altmışlı yıllarda Sivas o kadar güzel o kadar medeni ve tatlı bir şehirdi ki.
Deniz Gezmiş benim mahalle arkadaşımdır. Lise ikiye kadar birbirimizden hiç ayrılmadık. Arkadaş olduğumuzda ikimizde altı yaşındaydık.
Sivas Kabakyazısı, öğretmenevleri mahallesinde çok mutlu ve eğlenceli bir çocukluk geçirdim. O günlerdeki adıyla Kabakyazısı, öğretmen evleri Sivas’ın en güzel mahallelerinden biriydi.
Çocukluk günlerimi hep özledim, hep özlerim. İnanılmaz bir dayanışma ve muhteşem bir dostluk vardı komşular arasında. O zamanlar Allah’a şükürler olsun, televizyon, bilgisayar ve internet henüz keşfedilmediğinden, insanlar birbirini daha sık görür, birbiriyle daha fazla vakit geçirirlerdi.
Evimizin hemen kuzeyinde başlayan beş adet şirin mi şirin bahçeli ev vardı. Bu evlere beş evler denirdi. Beş evlerin ikincisinde Makbule Hanım, kocası Seyfi Bey ve yedi kızlar otururlardı. Onlardan bahsederken hep yedi “kızlar aşağı, yedi kızlar yukarı” denirdi. Yani lakapları yedi kızlardı.
Anne, Makbule Hanım kısacık boylu, çekik küçük kahverengi gözlü, ince yüzlü, mini mini, çıtır çıtır bir hanımdı. Yüzünün sağ tarafında bir Diyarbakır çıbanının izi vardı. O zamanlar biz Doğuluları hep bu çıban izlerinden tanırdık. Doğu’dan her gelen bu çıban izini taşırdı sanki. Makbule Hanım Malatyalı’ydı. İçli köfteyi çok lezzetli yapar, çiğ köfte yoğururdu. Mahallemizdeki hep Makbule Hanım’a yalvarır yemek yaptırırlardı. Hiç yedi çocuk annesine benzemezdi. Herhalde komşu hanımlar içinde en aktif olan Makbule Hanımdı.
Seyfi Bey’in sadece gri bıyıklarını, fötr şapkasını ve elinde sigarayla, hep sanki yerde bir şey arıyormuş gibi yürüdüğünü hatırlıyorum.
Yedi Kızlar’ın beşi ben daha ortaokulu bitirmeden evlendi. Hatırladığım isimler; Nermin, Şermin, Yurdagül, Betigül, Nazan, Neşe, hepsi de güzel kızlardı. Mahalledeki bütün gençler yedi kızlara aşıktı. Ben Betigül’le ilkokula gittim. Esmer, kahverengi saçlı, açık yeşil gözlü bir kızdı. Yedi kızlar sanki mahallenin her şeyi, uğuruydular. Sonra evlenip teker teker evlerinden ayrıldılar. Her düğünden sonra içimize bir gariplik çöker, bir takım şeylerin ebediyen değiştiğini hisseder, onları bir daha hiç göremeyecek gibi mahsunlaşır üzülürdük.
İşte böyle benim güzel dostlarım, maillerime bakarken Agustos 29 tarihine ait bir mesaj gördüm. Bana gelen maillerin çokluğundan neredeyse bu mesajı bir buçuk ay sonra fark ettim. Kimden geliyordu biliyormusunuz? Nazan Öktem’den, yedi kızların birinden, 55 yıl sonra gelen bir mesaj.
Şaşırdım, heyecanlandım. Hemen cevap yazdım ve cep telefonunu istedim. Birkaç dakika sonra cevap geldi, telefon açtım ve uzun uzun konuştuk, dertleştik hasret giderdik. Nasıl sevgi dolu hissettik birbirimize karşı inanamazsınız.
Ben Nazan Abla’ya “ mahallemizi, komşularımızı ve Sivas’ı anlatan, 2006 yılında yazdığım ”Bir Sivaslının Anıları” kitabımı yollayacağıma söz verdim. Çok sevindi çok heyecanlandı.
Dün kitabımı yolladım ve şu mesajı yazdım; "dün kitabını yolladım. Seni tekrar bulmak, senin ile tekrar konuşmak, 55 sene sonra da olsa sesini duymak, ne kadar heyecanlandırdı ve sevindirdi beni bilemezsin. Sevgi, sizlerle duyduğumuz, sizlerle yaşadığımız sevgiydi bizim. Çok şanslıydık biz birlikte yaşadık, her şeyimizi paylaştık. Her şeyimizi, acımızı, öfkemizi, çoşkumuzu, yoksulluğumuzu. Seni, efsane yedi kızları, Merhum Makbule Hanım’ı, Seyfi Bey’i çok seviyorum ve unutmuyorum. Seni o yüzünün sağ yanındaki Diyarbakır çıbanından öpüyorum. Canım ablam benim.
Ve bu cevap geldi; Teşekkür ederim Güvenciğim. Yedi kızlar heyecanla kitabı bekliyor ve yedi kızlar seni çok çok öpüyor.
Nasıl sevindim nasıl duygulandım bilemezsiniz.
İşte bir yazarı dünyaya bağlayan ve yaşatan bu karşılıksız sevgidir, hazineleriniz sizin olsun.
Yedi kızlarım, canlarım, çocukluk efsanelerim benim. Allah korusun sizleri, Allah sizlere sahip çıksın. Ben de öpüyorum sizleri, çok çok öpüyorum.
Sizler Kabakyazısı, öğretmen evleri mahallesinin çiçekleriydiniz, kır çiçekleriydiniz, haziran çiçekleriydiniz.


BAKAR KÖR


Bak sevgilim, derdi yeşil gözlü güzel kadın, şu Japon gülünün kırmızısının güzelliğine bak.
Sen hiç siyahımsı pembe begonvil gördün mü, ne inanılmaz bir renk,
Şu minicik çiçeğin içindeki sarı damarları, toplu iğne başı gibi turuncu noktaları görüyormusun?
Tepelere bak, kat kat. Hepsinde ayrı ışık, hepsinde ayrı ayrı gölgeler. İşte bu yüzden Marmaris’ çok seviyorum. Deniz ve bu tepeler birbirlerine o kadar yakışıyorlar ki.
Ben bu güneş batışını hiç bir yer de görmedim. Hey güzel Allah’ım, morun yüzlerce tonu bir arada inanabiliyormusun?
Böyle bir taş işçiliği olabilir mi? Dantel gibi örmüşler taşları. Seni Alhamra Sarayına neden getirdim sanıyorsun?
Sen benim gözlerimdin be Yasemin. Sen benim dünyaya açılan penceremdin be canım.
Senin o güzel dünyan da seninle birlikte gitti.
Gözlerin benimle olmadan göremiyorum ki artık.
Ölenle ölünmez diyorlar.
Evet, ölünmüyor ama yaşanmıyor da be güzelim.

BEYİNSİZLİK ÖZLEMİ


Sağ kolumu göğsümden yukarı kaldıramıyorum. Ama hiç değilse ameliyat yarası kapandı. Artık duş alabiliyorum. Aman Allah’ım ne güzel bir duyguuuuuu…
Sağ elimle kafama şampuan sürmeye çalıştım. Kafama ulaşamadım, çünkü sağ kolum kalkmadı. Ben de kafamı sağ koluma götürmeye çalıştım. O da olmadı. Çaresiz sol elimi kullandım bütün operasyon boyunca. Aman sol elim bir yoruldu, bir yoruldu sormayın. Alışmamış ki çalışmaya.
Siz hiç gece uyurken üstünüzden kayan yorganı veya pikeyi tek elinizle tekrar üstünüze çekmeyi, veya sabahları tek elinizle yatağınızı yapmayı denediniz mi?
Deneyin deneyin, çok eğleneceksiniz.
Evin her tarafında tenis raketleri, Wilson tenis çantam, içinde tenis kıyafetlerim öksüz öksüz bir kenarda duruyor. Motorsikletimi garaja çektim. Bu kolla binemiyorum ki. Yüzme havuzum pırıl pırıl, tertemiz, yüzemiyorum. Yelkene çıkamıyorum, çünkü iki kola ihtiyacım var.
İki kolumla sarılamıyorum ama bu beni pek rahatsız etmiyor, zaten sarılacak kimsem de yok. Eğer birileri olsaydı sarılacak kadar sevdiğim, o ağrıyan kolum kopsa da sarılırdım biliyorum.
İsyan etmiyorum. Kader utansın.
Ara sıra tenis kulübüme gidiyor, boynumu büküp, coşkuyla tenis oynayanları seyrediyorum. Bazen duygulanıyor, dayanamıyor içimi de çekiyorum.
Allah Yasemin’den başladı, bütün sevdiklerimi geri mi alıyor ne!..
Ama hala yıkılmadım ayaktayım. En çok da ben hayret ediyorum bu yüzsüz direncime.
Allah kimseyi beyin hariç, hiçbir organından mahrum etmesin.
Beyin ülkemizde pek de yokluğu hissedilen bir organ olmadığından ha olmuş ha olmamış, pek kimse özlemez diye düşünüyorum.
Ne yapalım yaşayıp gidiyoruz işte.
Bir çoğunuzu hiç tanımıyorum bile, ama sizlere nasıl bağlıyım ve sizleri nasıl seviyorum bilemezsiniz canım "F" lerim benim.

MİLYON KERE AYTEN, MİLYON KERE YASEMİN!!!...


Dün çok ilginç bir hanım okuyucumdan, ilginç bir mesaj aldım.”Hangi kalem gideni getirebilir ki” diye yazmış. Beni düşündürdü ve duygulandırdı, sağolsun.

Hiçbir kalem gideni geri getirmez ama gideni yaşatır, gideni unutturmaz diye yazdım. Ayrıca işte o kalem, insanlara gidenlerin artık geri gelmeyeceğini ve onlar gitmeden değerlerini bilmek gerektiğini, son pişmanlığın fayda getirmeyeceğini hatırlatır, öğretir, diye de yazdım.

Eşimin benden önce ölüp gideceği hiç aklıma bile gelmezdi. Benden 15 yaş genç olduğundan hep kendimin önce ölüp gideceğimi düşünmüş bütün hesaplarımı, planlarımı ona göre yapmıştım. Bütün her şeyimi onun üstüneydi. Hiçbir şeyim yoktu benim. Önce benim gideceğime o kadar inanmıştım ki.

Onu kendi ellerimle mezarına yerleştireceğim, çiçekler dikeceğim, mezarının başında dua edip gözyaşı dökeceğim, hiç aklıma gelmezdi. Aradan neredeyse bir yıl geçti, hala inanamıyorum.

Son on iki ayda neler oldu? İnsan böyle büyük bir acı yaşayınca ne yapacağını şaşırıyor. Kafasının içinde sayamayacağı kadar karakterler oluşuyor. Her biri bir şey öneriyor veya söylüyor ve her biri insanı kendi tarafına çekmeye çalışıyor. Mesela birisi “Yeter artık ağlama kendine gel” derken, bir diğeri “Sen öldün oğlum, hayat senin için bitti” diyor. Bir başkası “hadi toparlan sen elinden geleni yaptın, yeni bir hayata başla, ölenle ölünmez” derken, diğeri “neredeyse 70 yaşındasın artık senden bir şey olmaz, boşuna uğraşma” diyor. Kafanızın içinde o kadar çok şey dönüyor ki, kimi dinleyeceğinizi, kime inanacağınızı, ne yapacağınızı bilmiyorsunuz ve bu işkence böyle günlerce, haftalarca, aylarca devam edip gidiyor.
,
Son 8 ayda face te 120 den fazla yazımı paylaşmışım sizlerle. İşte bu yazılar böyle kalabalık bir kafadan, damarlara devamlı acı pompalayan yorgun bir kalpten çıktı. Bu yazıların bazılarını sevdiniz, bazıları sizi hüzünlendirdi, bazıları sizi güldürdü, bazılarına kızdınız, ne alaka diye düşündünüz, hayal kırıklığına uğradınız ve beni kınadınız da.

Hayatıma yeni insanlar almaya çalıştım mı evet. Bu hem benim çaresizliğimden hem de çevremdekilerin iyi niyetli dolduruşlarından kaynaklandı. “Ölenle ölünmez, yalnızlık Allah’a mahsus, hepimiz sonunda öleceğiz, toparlan yeni bir hayata başla derken, bir takım denemeler yaptım. Birileri ile çıkmayı denedim. Sonuçlar sadece hüsran oldu.

Evet, onlar için yazılar, şiirler yazdım, face te açık açık paylaştım. Onları sevdiğimi de yazdım. Sevdim de. Çünkü onlar bunu hak ettiler. Bana en kötü günlerimde yardımcı oldular. Benim yanımda durdular. Daha doğrusu bana katlandılar. Eğer o kınadığınız yazıları dikkatle okursanız o yazılarda bahsettiğim sevginin bir minnet duygusundan kaynaklandığını, ve bu güzel insanların bana karşı hissettikleri güzel duygulara karşılık veremediğimi, aramızda olup bitenlerin bir tür dostluktan ileri gitmediğini, bu dostluğun bir ilişkiye dönüşmediğini, dönüşemediğini, benim buna hazır olmadığımı ve bu yüzden yarattığım hayal kırıklığı için üzüldüğümü ve onlardan özür dilediğimi fark edersiniz.

Neredeyse bir senedir ben her gün Yasemin’le yattım Yasemin’le kalktım, Yasemin’le yaşadım. Sabahları ilk işim eşimin mezarına gidip çiçeklerini sulayıp, duamı etmek oldu. Eşimi kaybettiğimden günden beri bu ziyareti her gün yaptım. Bir gün bile ihmal etmedim. Sonra marinada ki her tarafı Yasemin’in o güzelim tablolarıyla, ruhuyla dolu mağazada gece yarılarına kadar çalıştım. Sonra yine her tarafı Yasemin dolu olan evimize geldim ve yattım uyudum. İşte son 12 ayım böyle geçti, aynen böyle,

Bu zaman zarfında hiç, ama hiç kimseyle, duygusal bir ilişki veya başka bir ilişki yaşamadım. Benim güzel kalpli hanım okuyucularım, bunu böyle bilin. Ne olur haksız yere bana gönül koymayın. Ben ne sizleri, ne de kendimi hayal kırıklığına uğratacak hiçbir şey yapmadım. Bana inanın ve dünyada en sevdiğim insanı kaybettikten sonra hayata sarılmak için harcadığım bu olağan üstü gücün bitmemesi, sizlerle paylaştığım ve her satırının samimi ve içten olmasına önem verdiğim yazılarımın devam etmesi için bana lütfen dualarınızla, iyi niyetinizle güç verin.

Benim ne hissettiğimi, nasıl yaşadığımı, ruh halimi, yalnızlığımı ve özlemimi en güzel aşağıda ki merhum Ümit Yaşar Oğuzcan’ın “Milyon Kere Ayten” isimli harikulade siiri anlatıyor. Bütün yapacağınız Ayten’in yerine Yasemin’i koymak.

Hepinizi çok seviyorum.

MİLYON KERE AYTEN

Ben bir Aytendir tutturmuşum oh ne iyi.
Aytenli içkiler içip sarhoş oluyorum ne güzel.
Hoşuma gitmiyorsa rengi denizlerin
Biraz Ayten sürüyorum güzelleşiyor.
Şarkılar söylüyorum,
Şiirler yazıyorum Ayten üstüne.
Saatim her zaman Ayten'e beş var,
Ya da Ayten'i beş geçiyor.
Ne yana baksam gördüğüm o.
Gözümü yumsam aklımdan Ayten geçiyor.

Bana sorarsanız mevsimlerden Aytendeyiz,
Günlerden Aytenertesidir.
Odur gün gün beni yaşatan,
Onun kokusu sarmıştır sokakları.
Onun gözleridir şafakta gördüğüm,
Aksam kızıllığında onun dudakları .

Başka kadını övmeyin yanımda gücenirim.
Ayten'i övecekseniz ne ala, oturabilirsiniz.
Bir kadeh de sizinle içeriz Aytenli,
İki laf ederiz.
Onu siz de seversiniz benim gibi.
Ama yağma yok Ayten'i size bırakmam.
Alın tek kat elbisemi size vereyim,
Cebimde bir on liram var,
Onu da alın gerekirse.
Ben Ayten'i düşünürüm, üşümem.
Üç kere adını tekrarlarım, karnım doyar.
Parasızlık da bir şey mi?
Ölüm bile kötü değil,
Aytensizlik kadar.

Ona uğramayan gemiler batsın.
Ondan geçmeyen trenler devrilsin.
Onu sevmeyen yürek tas kesilsin.
Kapansın onu görmeyen gözler,
Onu övmeyen diller kurusun.
İki kere iki dört elde var Ayten.
Bundan böyle dünyada
Askın adı Ayten olsun.



3 Ekim 2015 Cumartesi

BİR ŞARAPÇININ GÜNLÜĞÜ


O kadar zor bir insan değilim. Hatta “temiz kalpli, kirli adam” bile diyebilirsiniz benden bahsederken. Ben kendi alemine dalmış, kendi kendine konuşmanın ne kadar eğlenceli olduğunu henüz keşfetmiş, dalından yeni koparılmış taze bir deliyim. 

Ucuz şaraplar içip ucuz hayaller kuruyorum. Eski ucuz hayallerimi yeni ucuz hayallerim ile değiştiriyorum. Ben ıssız adam gibi, ıssız şarapçıyım. Başkalarıyla içmeyi sevmiyorum. “Yalnız içen yalnız ölür demiş” o büyük adam Gabriel Garcia Marquez, olsun varsın ben zaten her gün ölüyorum. Alışkın ve hazırlıklıyım. Koskoca yazarı yalancı çıkaracak değilim ya.

Bazen heveslenip otobüse biniyorum, gidecek bir yerim olduğundan değil. Sadece hala insan olduğumu kendime kanıtlamak için. Nedense yanımda hep bir ağlayan çocuk oluyor. Ya çocuğunun zırlamasını hiç duymuyormuş gibi kayıtsız kayıtsız oturan annesini boğmak istiyorum, ya da böyle gürültülü bir çocuk çıkarıp iyi bok yemiş gibi aptal aptal sırıtan, sağa sola gülücükler dağıtan babasının yakasına sarılıp,”ulan ibne duymuyormusun çocuğunun zırlamasını öyle pişmiş kelle gibi sırıtacağına bir şeyler yapsana” deyip hesap sormak istiyorum.

Toplu yerler, kalabalıklar beni açmıyor, boğuluyor gibi hissediyor, sıkılıyorum. Bana sessiz bir kaldırım, bir duvar köşesi çok bile, temiz olmaları da önemli değil. Hüzünlü şarkılara da ihtiyacım yok. Benim kendi hüznümü kendim ayarlıyorum, yeter ki elimde şarabım olsun en ucuzundan. Pahalı şaraplar, kadınlar bize gelmez, bize göre değil. Ben Cenap Sahabetin’e inanırım taa lise yıllarından beri. Ne demiş Cenap amcamız.

Araba yolu,
Anzar otu,
Avrat erkeği bozar.

Demiş yaaa! Ne haber?

Neyse şerefe diyorum be, en kötü günümüz böyle olsun.

Abim be, gözüm be, fazladan bir sigaran var mı acaba sana yük olan, hani sigara öldürüyor diyolar ya. Hani feda etsem kendimi senin için diyorum.



YASTIK



Nedense her sabah önce ben uyanırdım. Yanımda yatan, aslan yelesi gibi güçlü, sarı dalgalı saçları, yastığına yayılmış, huzur içinde uyuyan sevgilimi seyrederdim. Kıyamazdım uyandırmaya. Hiç usanmaz, sıkılmazdım, beklerdim uyanıncaya kadar. Beklerdim.

O kocaman, yemyeşil gözlerini açar açmaz gülümserdi. “Günaydın canım” der uzanır beni sevgiyle öper, tekrar gülümseyerek gözlerimin içine bakardı, küçük bir kız çocuğu sevimliliğinde. Dışarıdan gelen kus cıvıltılarını dinler, bahçeden yayılan yasemin kokusunu ciğerlerimize çeker dalar giderdik. Kaybolurduk birbirimizin gözlerinde, kendi yarattığımız cennetimizi yaşardık.

Çok güzelsin, o kadar güzelsin ki derdim. Uzanır yüzünü okşar, saçlarıyla oynardım, gülerdi. “Güzelim değil mi” diye sorardı, çapkın çapkın, şımarırdı. Evet, çok güzelsin. O kadar şanslıyım ki senin gibi bir eşim, bir sevgilim olduğu için derdim. “O zaman sakın şansını zorlama” der kahkahalarla gülerdi. O kadar gülerdi ki o güzel gözlerinden yaşlar akardı.

Çok eğleniyorsun galiba derdim. Nedir bu kadar komik olan? Kahkahalar arasında zorlukla cevap verirdi. “Biliyorsun sevgilim ben bir ressamım ve bazı şeyleri görürüm. Evet, çok şanslısın, çünkü ben senden 15 yaş gencim. Bir an, senin kendi yaşında bir karın olduğunu ve sabah uyandığında karının yüzüne baktığında, yüzünün alacağı şekli tahayyül ettim de ona gülüyorum” derdi ve gülmesine devam ederdi.

Biraz sakinleşince, ne yani derdim, sen benim yüzüme bakınca yaşlı bir adam mı görüyorsun? Birden hüzünlenir, bana sarılır “hayır” derdi “hayır”. “Dedim ya ben bir ressamım. Her yüzüne baktığımda yüzünde oluşan en küçük bir çizgiyi bile fark ediyorum senin, ve çok seviyorum o çizgileri. Sen farklısın, ben seni çok seviyorum. Seninle yaşamak ve yaşlanmak güzel, o kadar güzel ki. Şimdi bak bakalım, sen benim gözlerimin kenarlarında oluşan çizgileri görebiliyormusun.

11 ayı geçti Yasemin’i kaybedeli. Sevgilimin yastığını ne yıkadım, ne kimselerin dokunmasına izin verdim, ne yıkattım, ne de kullandım. Yanı başımda, sabahları uyandığımda ilk gördüğüm, ve hala yasemin, Yasemin kokuyor, veya bana öyle geliyor veya ben öyle olsun istiyorum.

Ama o aslan yelesi gibi saçları, o gülücüklerle dolu kocaman yeşil gözleri, hala nasıl özlüyorum, nasıl içim yanıyor bilemezsiniz ve ben bu acıyla yaşamaya nasıl alışacağım onu hala hiç bilmiyorum.



KORE GAZİSİ

KORE GAZİSİ

Sağ yanımda gördüğünüz bu koca çınar, bu heybetli güzel adam benim ağabeyim İsmet Karabenli, Kore Gazisi, 85 yaşını devirdi, yakışıklı, karizmatik. Allah ömrünü uzun eylesin, ona sahip çıksın, onu başımızdan ayırmasın.

İsmet abim dünyaya ender gelen insanlardan biridir. Dirayetli, kararlı, mücadeleci, çok güzel konuşan, insanları, bilhassa bayanları çok etkileyen, hayata son derece bağlı, halen her gün yazın denizde, kışın havuzda en az 2 km yüzen bir sporcudur aynı zamanda.

Çok kitap okur, şiirler yazar, verdiği kararlardan katiyen dönmez, verdiği sözü tutan, karakter sahibi birisidir. Önüne hangi bilmeceyi koyarsanız koyun, birkaç dakikada çözüverir.

Benim hiç aklımda hayalimde olmamasına rağmen, Türkiye’ye dönmem de ve Yasemin’le evlenmemde en büyük sebep ve söz sahibidir. Ona o kadar çok şey borçluyum ki.

Bu resimde gördüğünüz gibi, Gaziler Günü olduğu için giyindi kuşandı ve Aksaz Askeri Üssünde özel bir törene katıldı. Paşalar, amiraller elini öptüler. Abim de Kore ve Korede ki günler, askerler hakkında çok güzel bir konuşma yaptı. Şimdi de Marmaris’in en güzel yerlerinden biri olan marina girişinde ki lokantasında iki kardeş oturuyoruz.

Otururken, otururken abi dedim bak benim kolum sakat. Ben de gazilere benziyorum. Şu madalyalarının bir kaç tanesini ver, birazda biz nasiplenelim. Yüzüme önce gülümseyerek sevgiyle bir baktı sonra “Siktir lan” dedi. Kendi madalyanı kendin kazan, geri zekalı” böyle bir red cevabı almayı beklemediğimden tabi hayal kırıklığına uğradım. Ama işin peşini bırakmayıp bu defa para teklif ettim. Aldığım cevapları buraya yazamıyorum çünkü rahatlıkla face book sayfamı kapatabilirler.

Yasemin’le İsmet Abi’mi her ziyaret ettiğimizde, abim hemen ayağa kalkar “gel sevgilim, gel güzel kadın, yeşil gözlüm, gel yanıma der, ona sarılır, yanına oturturdu. Sonra da “ne iyi ettim değil mi? Allem ettim kalem ettim seni bu adama aldım der beni işaret eder, sonra da bana dönüp” ben aldım ama o da geldi. Yat kalk da Allah’ına dua et. Sana böyle bir dünya güzeli, bir melek nasip etti” diye sözlerini tamamlar, hep beraber gülerdik.

Yasemin Bak Yeşil Yeşil kitabım basıldığında, bir tanesini imzalayıp abimin önüne koydum. Önce bir kitaba sonra gözlerimin içine baktı. Derin bir iç çekti ve “Güven” dedi Seni çok seviyorum. Senin abin olduğum için iftihar ediyorum. Allah’ıma dua ediyorum senin gibi bir kardeş bana nasip etti. O kadar iyi kalpli, hassas, merhametli bir insansın ki sen” Cümlesini zorla tamamladı ve gözlerinden şıpır şıpır yaşlar akmaya başladı. Çok ender ağlayan ve hislerini böyle kimseyle paylaşmayan bir insan olduğundan birden şaşırdım. Benimde hemen gözlerim doldu.

“ Lütfen bu kitabı kaldır önümden bakamıyorum, dayanamıyorum” dedi. Ben de kitabı alıp başka bir yere koydum.

Bu gün aradan 7 ay geçti kitabım yayımlanalı. Abim, hala ne kitabın kapağını açabildi ne de bir sayfa okuyabildi.

Kim ne derse desin, hepimizin bir tarafı eksik. Hiç bir şey eskisi gibi değil artık.



SOL ELİMLE LİMON SIKIYORUM, DIŞARIDA BAYRAM VAR

Bu yazım daha iki gün önce tanıdığım ve çok sevdiğim ve özleyeceğim iki ender bulunabilecek hanıma!

SOL ELİMLE LİMON SIKIYORUM, DIŞARIDA BAYRAM VAR

Sol elimle limon sıkmaya çalışıyorum çayımın içine, çünkü sağ kolum omzuma bağlı. Limonun suları bardağın içi hariç her tarafta. Bir türlü bardağı tuturamıyorum. Gözlerim şişmiş, hastayım. Sabaha kadar öksürdüm. Hiç uyumadım, daha doğrusu uyuyamadım.. Perişan bir haldeyim, (siz yabancı değilsiniz onun için yazıyorum) yorgunum, yalnızım ve Yasemin’i çok özlüyorum.

Ne zaman bir kaç defa öksürsem, hemen elinde bir bardak sıcak ada çayı, veya bitki çayı veya zencefir çayı getirir önüme koyar, ben içip bitirene kadar başımdan ayrılmazdı.”iç canım” derdi. “iç yumuşatır” DOKTORUMDU.

Ne zaman yüzüm asık keyifsiz otursam, o güzel gülüşü ve gamzeleri ile yeşil, yemyeşil gözlerini gözlerime diker. “sıkılma” derdi” sıkılma bak benim gibi seni çok seven bir eşin sana tapan bir kızın var. Biz üçümüz her şeyin hakkından geliriz” PİSKOLOĞUMDU,

Yanıma oturur, çocukluk hatıralarımdan tutun, bütün anlattıklarımı sabırla dinler, benimle güler, benimle hüzünlenirdi. ARKADAŞIMDI.

Ne zaman sıkılsam, şikayet etsem hemen yanımda belirirdi. Temiz bir şort mu arıyorum, elime tutuşturuverirdi. Çorap mı elleriyle giydirirdi koskoca adama. Benim kör gibi görmediklerimi anında bulurdu. SİHİRBAZIMDI.

Onu her gördüğümde, gözlerinin içine her baktığımda, onu her kollarıma aldığımda, her öptüğümde, yeniden aşık olurdum. SEVGİLİMDİ.

Oturur birbirinden güzel resimler tablolar yapardı, hiç yorulmazdı. Yorulmuyormusun sevgilim diye sorardım.”birilerinin dünyayı güzelleştirmesi lazım” derdi. FİLOZOFUMDU.

Yazdıklarımı önce sevgilim okurdu. EN İYİ OKUYUCUMDU.

Dün gece sabaha kadar öksürdüm ve kendi öksürük sesimin yankılarını dinledim kocaman evimizde.” Eğer kendi kalp atışlarının sesini duyuyor uyuyamıyorsan bil ki çok yalnızsın” demiş Aziz Nesin. Kendi kalp atışlarımın sesini de dinledim. CAN YOLDAŞIMDI.

Sol elimle limon sıkmaya çalışıyorum. Gözlerim şişmiş, hastayım. Sabaha kadar öksürdüm, Uyuyamadım,, Yalnızım ve yorgunum, sevdiğimi çok arıyorum.

Dışarıda bayram var.



NAPALIM KISMET DEĞİLMİŞ

Senden hiçbir şey beklemiyorum ve hiçbir şey istemiyorum. Zaten biliyorsun, önceden de senden ne bir şey bekledim, ne de bir şey istedim. Senin hayatın senin, benim hayatımda benim. Öyle de olması gerekiyordu zaten. Ama seni seviyorum.

Bu hala tam çözemediğim bir sevgi türü. Güzel bir kuşu ağaçta, kırmızı bir gülü dalında, rengarenk bir kelebeği havada seyretmek gibi bir sevgi. Kendi kendine oluşan, sahiplenmeden, her şeyi yerinde ve olduğu gibi kabullenen bir çeşit sevgi. Ben ne o kuşu avlaya bilir, ne o gülü koparabilir, ne de o kelebeği yakalamaya çalışırım, kıyamam ki.

Ben seni sen olduğun için sevdim. Duygusal gel, gitlerini, öfkeni, zaman zaman hayata küsmeni, bana küsmeni, ükelalığını, kavgalarımızı, senin de anlayamadığın o derin hüznünü. anlattıklarını, paylaştıklarını, bir de ara sıra da olsa bana sevgini saklamadan bakmanı, dokunmanı sevdim.

Sen bana en zor ve en acılı günlerimde bütün olumsuzluklara rağmen destek oldun. Bazen bulutlarımı dağıttın, bazen körün sopası oldun. En kötü günlerimde çok sık görüşmesek de, yazışmasak ta, senin oralarda, bir yerlerde olduğunu biliyordum ben, ve özlüyordum seni. Ve gizli, gizli merak ediyordum. “İnşallah iyisindir” diye.

Bak ne olursa olsun. hayatımız bizi nereler götürürse götürsün, ve hayatımızda kimler olursa olsun , ne sen benden vazgeçebildin, ne de ben senden. İkimizde birbirimizin mutluluğunu istiyoruz. İkimiz de üzülüyoruz. Ama trajikomik olan ne biliyormusun aslında? İkimiz de neye ve neden üzüldüğümüzü bilmiyoruz. Her şey çok karışık,gibi geliyor, belki de her şey çok açık.

Bu yazımı her halde en güzel aşağıdaki yazımla tamamlayabilirim

NAPALIM KISMET DEĞİLMİŞ

Sabahattin Ali’nin güzel bir cümlesini paylaşmış sevgili face book arkadaşım, face book dostum, koca yürekli Yeşim Uludağ sayfasında;

“Sonra çıkıyorsun dışarı bakıyorsun güneş hala tepede, bir cigara yakıyorsun ve yıllardır kurduğun cümleyi bilmem kaçıncı defa kuruyorsun” Napalım kısmet değilmiş”Diye yazmış Sabahattin Ali.

Ben haddim olmayarak bu büyük adamın söyleyişine bir şeyler ekledim. İçimden geldi.

Sonra çıkıyorsun dışarı bakıyorsun güneş hala tepede, hala sıcak ama o hoyratlığı gitmiş. Artık yakmıyor eskisi gibi. Sonbaharın geldiği belli.

Deniz pırıl pırıl. Dağlar dumanlı. Zakkumlar her renk, ve her yerdeler. Japon gülleri açılmış. Zeytin ağaçlarına rüzgar vurdukça, yaprakları gümüş gibi parlıyorlar.

Tepeler de taa tepelerde bir yerdesin. Yıkık, taş, terkedilmiş bir köy evinin avlusunda. Bütün insanlardan, binalardan, arabalardan uzak. O kadar sessiz ki etraf, bal arılarının vızıltısını, kelebeklerin kanat seslerini bile duyuyorsun.

Ve istemeye, istemeye, yolun açık olsun diyorsun, yolun açık olsun, mühür gözlü, küçük kız, güzel kız. Dilerim meleklerin hiç yanından ayrılmazlar senin. Ben dünyaya erken gelmişim sense geç, çok geç. Ama kalbimin bir köşesi hep senin için çarpacak, sen de bunu hissedeceksin, yaşadığımca, yaşadığınca.

Ve yıllardır kurduğun, ve her kurduğunda kalbinin cayır cayır yandığı o cümleyi bilmem kaçıncı defa kuruyorsun “Napalım kısmet değilmiş”

İyi bayramlar sana da herkese de.



SİZ BENİM PEMBE GÖZLÜKLERİME BAKMAYIN




Siz benim pembe gözlüklerime bakmayın, bu gün içimde nasıl bir hüzün var, ne tarif edebilir ne paylaşabilirim sizlerle. Kerpiç damlar dolusu bir hüzün, tarif edemediğim bir hüzün. Sanki sırtıma yine dünyayı yüklediler birileri.

Boşa dolduruyorum dolmuyor, doluya dolduruyorum almıyor. Öylesine acımasız, zalim bir gün ki bu gün. Kelebekleri özlüyorum, onu biliyorum, bir onu biliyorum. Birde o kelebekleri yakalamaya çalışan evinden uzaklara, çok uzaklara giden minnacık, cılız, sevimli kız çocuğunu özlediğimi biliyorum.

Ben hastane koridorlarında, hastane odalarında yaşamaya, sevgilimi bir testten bir teste taşımaya, hayatım boyunca onun sandalyesini itmeye razıydım.

Adam olana bir ölüm yetmiyor, onu da biliyorum. Yaşama arsızlığına, dilenciliğine dayanamıyorum artık. Mecalim kalmadı mı ne.

Kalbimde oluşup, boğazıma yerleşen ve 11 aydır çıkmaya uğraşan, sancılı çok sancılı bir “artık yeter” feryadı sanki patlayamaya hazır gibi.

Boş ver, demeye çalışıyorum kendi kendime, boş ver her şey olacağına varıyor. Sonunda, seninde sonun yazılmış bir yerlerde, bir yerlere diyorum. Bak işte kurban bayramı. Bir kurbanlık koyun kadarda mı inancın yok be adam, diyorum, kızıyorum kendi kendime, öfkeleniyorum.

Üzgünüm çok!!! biliyorsunuz bu gün günlerden pazar. Benim günüm değil


ONBİRİNCİ AY



Yasemin’im, Yasoş’um, Yeşil gözlü güzel kadınım, sevgilim,

İşte on birinci ayı da doldurduk. Düşünebiliyormusun bir sene olacak neredeyse sen gideli. Seni nasıl özledim biliyormusun. “Seni nasıl özledim biliyormusun” cümlesini binlerce, on binlerce defa yazacak kadar. Seni o kadar özledim işte.

O kadar zor ki sensiz yaşamak. Hala benimsin deyip sana sarılamamak. O kadar zor ki sana bu kadar yakın ve bu kadar uzakta olmak.

O birlikte yaşadığımız 32 yılda güzelliğinle, sevginle, insanlığınla, asillliğinle, duruşunla, hanımefendiliğinle kalbimi öyle bir doldurmuş, kendini bana öylesine sevdirmişsin ki, şimdi sen olmadan ben o sevgiyle ne yapacağımı, o sevgiyi nasıl taşıyacağımı bilmiyorum. Bilemiyorum ki canım benim.

Yazılar yazıyorum, resimlerine, tablolarına bakıyorum, mezarını ziyaret ediyorum, çiçeklerini suluyorum, seninle konuşuyorum ama kalbim hemencecik doluveriyor seninle, sevginle boşaltamıyorum ki.

Kimselere yakın hissedemiyorum kendimi. Sabah uyanıp yanımda başka bir yüz görmeyi düşünemiyorum bile. Ben hala senin, kokunla, senin gamzelerinle, senin o güzel gözlerinle, o güzel gülüşünle, ben hala senin mateminle evliyim be güzelim.

Belki de başkalarını sevebilirdim, eğer sevmeye senden başlamasaydım. Seni bu kadar sevmeseydim. Damarlarımda sen dolaşmasaydın. Sabahları sana "günaydın" deyip, geceleri "iyi geceler seni seviyorum" deyip, sana sarılıp huzur içerisinde uyumayı bu kadar özlemeseydim .

“Yeter aklından çıkar artık onu” diyor kimileri. Bitti artık, yalnızlık Allah’a mahsus diyorlar”. Allah yalnız değil ki diyorum, siz demediniz mi Allah sevdiklerini yanına alır diye. Niye yalnız olsun ki diyorum. Yalnız olan benim diyorum. Sonra Cemal Süreyya’nın dediği gibi” sizde aklınızla değil de yüreğinizle sevseydiniz anlardınız beni” diyorum kızıyorlar.

Ölümden hiç korkmuyorum Yaşoş, hiç korkmuyorum. Beni ne korkutuyor biliyormusun? yanına geldiğim zaman beni tanımayacağından korkuyorum, değişmiş olmandan korkuyorum, sana kavuşamamaktan korkuyorum. Sonunda sana kavuşacağımı bilsem, ben bu acıya da hasrete de katlanırdım hatta daha fazlasına da katlanırdım, hiç şikayet etmezdim.

“Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne. ‘O olmazsa yaşayamam’ demeyeceksin. Demeyeceksin işte. Çünkü yaşarsın” demiş Can Yücel. O kadar doğru yorumlamış ki, o güzel insan. Bak yaşanıyor arsızca da olsa, yüzsüzce de olsa, utanarak da olsa yaşanıyor iste. Sana bir şey olursa ben yaşayamam derdim bir de utanmadan. Ama ne kadar yaşarsan yaşa, sevdiğin kadar ömrün. Ruhsuz, sevgisiz ,heyecansız, paylaşımsız bir ömre nasıl ömür denir ki?

Birde ne çok tuhaf biliyormusun güzel gözlüm, her şey sanki masal gibi geliyor insana. Sanki 32 yıl beraber olan, o yılları paylaşan, her dakika sarılan, öpüşen, koklaşan, bizler değilmişiz her şey bir rüyaymış gibi geliyor insana. En çokta buna kızıyorum.

Kim ne derse desin, kim ne düşünürse düşünsün, kim nasıl yorumlarsa yorumlasın, sen olmadan yaşamak zor , o kadar eksik hissediyor ki kendini insan. Yeni bir hayata başla diyorlar. Delimi ne bunlar diye düşünüyorum . Sen olmadan nasıl yeni bir hayat olabilir ki.

Sen benim bağlantım, yaşam sebebimdin Yasemin. Ben senin sayende dünyaya tutunurdum. Bana bir gülümserdin, bir gözlerimin içine bakardın, bir sarılırdın, bir öperdin bir çınar gibi hissederdim kendimi, kök salardım. Gururlu mağrur ve sapasağlam, ne ölümü düşünürdüm ne de yaşım aklıma gelirdi.

Şimdi sabahları yataktan kalkmak için sebep arıyorum biliyormusun? O kadar koptum ki hayattan. Birde üstüne üstlük, evimizin merdiveninden düştüm, omzumu sakatladım. Ne tenis oynayabiliyorum, ne yelkene çıkabiliyorum nede motoruma binebiliyorum.

“Öyle bir seveceksin ki yüreğinden kimse ayıramayacak. Ve öyle birini seveceksin ki seni gözleriyle bile aldatmayacak. Bak Can Baba ne güzel yazmış, ne güzel anlatıyor seni ve beni.

Defalarca okudum, hüzünlendim, hüzünlendim. Bir daha sevdim seni.

Senin gibi inanılmaz birini, bir meleği Allah bana nasıl nasip etti bilmiyorum ve neden bu kadar erken çekti aldı onu da bilmiyorum.

Ama seni nasıl sevdiğimi, sana olan hasretimi, Allah’ta biliyor ben de biliyorum.



SEVGİ NE SÖYLEDİĞİNİZ DEĞİL NE YAPTIĞINIZDIR!

İlla birini seveceksen, dışını değil içini seveceksin. 
Gördüğünü herkes sever ama, sen görmediklerini seveceksin. 
Sözde değil özde aşk istiyorsan şayet,
tene değil cana değeceksin.

Mevlana Celalettin Rumi

SEVGİ NE SÖYLEDİĞİNİZ DEĞİL NE YAPTIĞINIZDIR!

İki yıl kadar önce Yasemin bana gelip “Bakarmısın sevgilim, sol memem de bir sertlik hissediyorum” dedi ve anında hayatımızın akışı tamamen tersine döndü.

Kötü rüyalar başladı. Mamografi, ultrason, patoloji sonuçları derken korktuğumuz başımıza geldi ve sonuçlar kanser olarak açıklandı.

Hemen, hiç vakit geçirmeden Marmaris’ten Ankara Gazi Hastanesine gittik. Yapılan detaylı tetkikler sonunda meme kanserinin yanı sıra canım eşimin yumurtalığında 13 santimlik başka bir kitle olduğu ve karın boşluğunun asit dolu olduğu gerçeği ortaya çıktı.

Böyle bir sonuç beklemediğimiz için büyük bir şok yaşadık. İzmir Dokuz Eylül Üniversite Hastanesinde bir an önce tedaviye başlayabilmek için apar topar Marmaris’e döndük.

Ankara’da hiçbir şeyi yokmuş gibi problemsiz gezip dolaşan güzel eşimde Marmaris’e döner dönmez bir göğüs hırıltısı başladı. Soğuk algınlığı tanısı koyan aile doktorumuzun tavsiyesi üzerine antibiyotik tedavisine başladık.

Nefes darlığı geçeceğine daha da artınca Marmaris Devlet hastanesine gittik. Çekilen akciğer filmi sonucunda kızcağızın her iki akciğerinin de yarıdan fazla su ile dolu olduğunu öğrendik.
Hastanenin göğüs doktoru hemen Yasemin’i hastaneye yatırdı, oksijen taktı ve tedaviye başladı. İki günlük tedaviden sonra İzmir’e gitmemize onay verdi.

Bu iki gün zarfında Yasemin’imin yanından hiç ayrılmadım, uyumadım. Sabaha kadar Yasemin’in oksijen göstergelerini kontrol ettim. Sevgilimin burnuna takılı oksijen hortumuyla nefes almasını izledim. Aynı sıkıntıları yaşadım. Benimde nefesim daraldı. Çok üzüldüm ve çok yoruldum. Bu tahmin ve tahammül edilemeyecek kadar zor ve acı bir tecrübeydi.

İzmir’e gitmemizin zamanı geldiğinde ayakta duramayacak kadar yorgundum. Birilerinin gelip de bunun kötü bir rüya olduğunu ve artık geçtiğini söylemesini ne kadar istemiştim, Allahım ne kadar istemiştim.

Öğleden sonra geç vakit İzmir’e doğru yola çıktığımızda gözlerimden uyku akıyordu. Arabada Yasemin, kızım bahar ve ben üç kişiydik, kazasız belasız İzmir’e varabilmek için bildiğim bütün duaları okudum. O kadar yorgun ve bitkindim ki.

Belki de bu hayatımın en zor seyahatiydi.

Ama sanki meleklerim halime acıdı, benim elim, beynim, her şeyim oldular, bir mucize gerçekleştirdiler ve saatler sonra akşam karanlığında arabamı Dokuz Eylül Üniversite Hastanesinin Acil Servisinin önüne kadar ellerinden geleni yaptılar.

Hastanenin acil bölümü neredeyse savaş filmlerindeki hastane sahnelerini hatırlatacak kadar ürkütücü ve kalabalıktı.

Kimler yoktu ki; alkol komasına girmiş sarhoşlar, trafik kazasından yeni getirilmiş her taraflarından kan akan kazazadeler, sara nöbetleri geçirenler, psikolojik problemler yaşayanlar, kavga sonucu yaralanmış şahıslar, bir yerlerini kesmiş veya bir yerlerine çivi batmış veya bir yerlerini kırmış veya incitmiş feryatları zırlamaları hiç bitmeyen çocuklar, dayak yemiş travestiler, travestilerden dayak yemiş müşteriler, anonslar, feryatlar hiç bitmiyordu.

Gördüklerime inanamamış, aptala dönmüştüm. Bu kadar yoldan sonra herhalde cehenneme geldik diye düşünmüştüm. Sonunda hiç bitmeyecek gibi görünen giriş işlemlerini tamamladık. Yasemin derme çatma bir sedyeye yatırılıp içeri alındı. Refakatçilere izin yoktu.

Bir an delireceğimi sandım. Vücudumun her tarafı titriyordu. Gözlerim kan çanağına dönmüş bir halde güvenlik görevlilerine rica ettim. Eşimin nefes alma sorunları yaşadığını, kısacıkta olsa onun yanına gitmem için bana izin vermelerini rica ettim, yalvardım. Yalvarışlarım ve çaresizliğim herhalde onları etkilemiş olacak ki izin verdiler.

Sabaha kadar bir Yasemin’e, bir dışarıda ki bekleme salonunda, tahta bir kanepe üzerinde uyuyan kızımız Bahar’a baktım. Bahar’ın üzerine ceketimi çıkarıp örttüm.

Nihayet sabaha karşı Kadın Doğum bölümünde bir yatak bulundu ve Yasemin’i acilden alıp odasına naklettiler. Tam “ Allahım sana şükürler olsun” demeye hazırlanırken kadın doğum bölümüne erkeklerin alınmadığını duyunca beynimden vurulmuşa döndüm.

Deli danalar gibi hastanenin koridorlarında dolaşmaya, yerlerdeki mermerlerin damarlarından şekiller icat etmeye, inip çıktığım merdivenleri saymaya, çizgilere basmamaya çalışarak yürümeye, annesinin yanında kalmasına izin verilen kızım Bahar’ın yolunu beklemeye başladım.

Sonunda fakülte dekanının yardımıyla Yasemin’in özel kattaki odalardan birine nakil olmasına karar verildi. Ne olursa olsun yine ana, baba, kız bir hastane odasında da olsa birlikte olmanın sevincini yaşadık.

Üniversite hastanelerinde işlemler hakikaten yavaş işliyordu. Tam beş gün Yasemin oksijene bağlı olarak nefes darlığı çekerek yaşadı. Yatınca akciğerlerindeki su seviyesi yukarılara çıktığından tam beş gün oturarak uyumaya çalıştı.

Bense kah Yasemin’in yanında oturarak, kah yatağının yanına koyduğum kanepe de uyuklayarak sabahlara kadar göstergelerden Yasemin’in değerlerini kontrol ettim.

Bir keresinde aşırı yorgunluktan uyuya kalmışım.

Uyandığımda üstümün örtülmüş olduğunu fark ettim.

Yeşil gözlü güzel kadın yatağından kesinlikle kalkmaması, hatta tuvalete bile gitmemesi kendisine söylenmesine rağmen, yatağından kalkmış, oksijen maskesini çıkarmış, dolapta ki yedek battaniyeyi bulmuş, beni uyandırmadan üstümü örtmüş ve yatağına geri yatmıştı.

Eğer o hasta yatağında ben yatıyor olsaydım, yani eğer ben hasta olsaydım ve Yasemin yanımda üstü açık uyuyakalmış olsaydı. Kesinlikle bende yatağımdan kalkar, oksijenimi çıkarır, dolaptan battaniyeyi bulur, sevgilimi uyandırmadan üstünü örter, yatağıma yatardım.

Sevgi ne söylediğiniz değil, ne yaptığınızdır.

Biz böyle sevdik birbirimizi.



ÇİÇEKLERİ KOKLAMAYI SAKIN UNUTMAYIN

ÇİÇEKLERİ KOKLAMAYI SAKIN UNUTMAYIN 
( don’t you ever forget to smell the flowers, )

Dün bir hanım akrabamdan bana bir mesaj geldi. Aynen böyle yazmış. 

“Sevgili dayıcığım,

Bak Yeşil Yeşil, Yasemin kitabını okumaya dün akşam başladım ve biraz evvel bitti. Tarifsiz etkilendim. Dondum kaldım. Evde kimse yok ve ben sevdiklerime karşı inanılmaz bir özlem hissettim. Bir an önce gelseler de sıkı sıkı sarılsam diye bekliyorum.
Kitabın yazılış amacına ulaştı sanırım, değil mi?
Allah kimseyi sevdiklerinden ayırmasın.

Bir yazarı bundan daha fazla mutlu edemezsiniz. Ben, Yasemin, Bak Yeşil Yeşil kitabımı insanlar birbirinin değerini anlasınlar, birbirlerini özlesinler, her fırsatta” iyi ki varsın” deyip birbirlerine sarılsınlar, her yaşadıkları anı hissetsinler, fark etsinler diye yazdım.

Her şeyi, yeşil gözlü güzel kadınla o inanılmaz 32 yılımızı, mücadelemizi, sevgimizi, birlikteliğimizi ve sonumuzu yazdım. Gözyaşları ile bire bir, abartmadan, olduğu gibi. Aynen yaşadığımız gibi, neyse o.

Kitap amacına ulaştı mı? Evet. Kitabı alıp okuyanların etkilendiğini ve bir daha eskisi gibi olmayacaklarını, eskisi gibi düşünmeyeceklerini biliyorum. Son günlerde beni en çok mutlu eden de bu duygu zaten.

Şimdi sizlerle beni çok etkileyen, bekli de hayatıma yeni bir yön veren bir anımı paylaşıyorum

Yıllar önce ben Kanada da yaşarken, çalıştığım firmada ki çok başarılı Jim Sawler isimli, şekermi şeker, bir satış müdürümüz için Montreal da çok güzel bir emeklilik partisi düzenlemiştim, Hotel Bonaventura da.

Yemek, içki, müzik falan derken, Jim’i bir kenara çektim ve “Jim” dedim “sen hem çok başarılı, hem de çok sevilen bir insansın. Şimdi 65 yaşına girdin. 30 yıldır bu firmada çalışıyorsun ve emekli oluyorsun bu gün. Neydi bu başarının sırrı. Lütfen benimle paylaşırmısın.

“Bak Güvenciğim” diye söze başladı. “Ne olursa olsun, ne yaparsam yapayım, ne kadar meşgul olursam olayım, ben hep çiçekleri koklayacak zaman buldum. Ailemi hep ön planda tuttum ve her fırsatta karıma çıçek götürdüm. Bazen bir tanecik, bazen bir buket” dedi. DON’T YOU EVER FORGET TO SMELL THE FLOWERS, çiçekleri koklamayı sakın unutma diye sözlerini tamamladı ve babacan babacan gülümsedi.

Jim benimle bu dünya görüşünü, hayat felsefesini tam 40 yıl önce paylaştı ve ben onun söylediklerini hiç unutmadım. Daha önceki yazılarımdan hatırlarsınız. Hayatım boyunca hep çiçekleri koklayacak zaman buldum ve eşime her zaman çiçek veya çiçekler götürdüm. Eğer bu gün hala yaşıyorsa Allah Jim’den razı olsun. Benim ufkumu o açtı.

Gelin bu haftayı çiçek haftası yapalım. Sevdiğinize veya çok değer verdiğiniz birisine çiçek götürün. Çok masraflı, detaylı, zahmetli olması gerekmiyor. Bir tek çiçek de olabilir, bir demet çiçek de. Bu mevsimde her taraf çiçeklerle dolu. Yolunuzun üstündeki bir yerden, veya bir bahçeden bile koparıp götürebilirsiniz evinize giderken.

Bakın sizlerle bir sır daha paylaşıyorum.

Eğer çiçeği verdiğiniz eşinizse ve eşiniz çiçeği aldığında, yüzünüze bu neydi böyle, hastamısın yoksa, kafanı bir yere mi çarptın, sarhoş falan değiisin değilmi? Veya hayatım sen iyimisin? gibi bir ifadeyle bakarsa, onu ne kadar ihmal ettiğinizi anlayın ve kendinizden utanın.

Eğer eşiniz büyük bir gülümsemeyle teşekkürler edip çiçeğinizi elinizden alıp hemen bir vazo bulup, su doldurup güzel bir yere koyuyorsa, iyi bir kadınla evlenmişiniz, evliliğiniz iyi gidiyor, eşiniz sizi seviyor ve size değer veriyor demektir.

Ama, eğer eşinize çiçeğini verdiğinizde, eşinizin gözleri yaşlarla dolup çiçeği bir kenara koyup, size sıkı sıkı sarılıp ağlıyorsa,sizi öpücüklere boğuyorsa, siz o kadını kalbinizin en güzel köşesine yerleştirin. Başınızın tacı yapın. O güzel kalbi sakın kırmayın. Yatın kalkın, Allah’a dua edin böyle bir eş size nasip ettiği için. Ruh ikizinizi, İdeal hayat arkadaşınızı bulduğunuzu bilin ve hayatınız boyunca da o kadının sakın ellerini bırakmayın.

Yoksa başınızı taş duvarlara öyle bir vurursunuz ki.