22 Eylül 2017 Cuma

MORTEM NON İNGREDİERİS
“Mortem non ingredieris” bu Latince cümlenin manası ne biliyor musunuz? “Ölüm buraya giremez.”Nereye yazılmış biliyor musunuz? Asklepion’un girişine. Asklepion ne? Milattan önce beşinci yüz yılda Bergama ilçesine inşa edilmiş, adını Asklepios sağlık tanrısından alan dünyaya inşa edilen ilk üç hastaneden biri.
Simdi sayın seyirciler ne yazılmış? Bir daha hatırlayalım hastanenin girişine “Buraya ölüm giremez”. Düşünebiliyor musunuz bu cümlenin hastaneye tedavi olmaya gelen hastalara ve hasta yakınlarına vereceği morali? Hastaneye geldiğiniz de ilk gördüğünüz ilk okuduğunuz şey. Ve, bu tekrar yazıyorum milattan önce beşinci asırda düşünülmüş.
Şimdi sizlerle paylaştığım resme bakın. Bu ne biliyor musunuz? Cenaze nakil aracı, üzerinde yazıyor. Ayrıca kefen bulunur da yazıyor, soğutmalı da yazıyor. Hastaneye girerken ilk gördüğünüz alamet. Düşünebiliyor musunuz hastaneye tedavi ümidiyle gelen hastaların ve hasta yakınlarının bu arabayı görünce ne hissedeceklerini ve ne kadar morallerinin bozulacağını, 21 inci asırdayız.
Merhum eşim Yasemin’i kemoterapi tedavisi görürken, her hafta Marmaris Devlet Hastanesine getirmek zorundaydım kan değerlerini kontrol ettirmek için. Bu arabaya bakmasın, bu arabayı fark etmesin, yüzümden kafasını çevirmesin diye neler yapardım neler. İlginç hikayeler anlatırdım, fıkralar anlatırdım, şarkılar türküler söylerdim, neredeyse oynardım sırf bu arabayı görmesin, fark etmesin diye.
Düşünebiliyor musunuz her gün her türlü, yüzlerce hasta geliyor, getiriliyor bu hastaneye ümitli, ümitsiz, ağır, hafif her türlü. Hepsinin ilk gördüğü bu, bir de yeşile boyanmış, cenaze nakil aracı. Çok insancıllar ya…
Gitmediğim yer, şikayet etmediğim makam kalkmadı bu arabanın göz önünden alınıp başka bir yere nakledilmesi için. Hiçbir yere varamadım. Efendim özel teşebbüsmüş, hiçbir şey yapamazlarmış. Adam reklamını yapıyormuş.
Daha henüz her şey bitmedi. Hala uğraşıyorum. Eğer bu günlerde beni içeri atarlarsa şaşırmayın.
Artık kavun karpuz mevsimi geçmeden bir kavun veya karpuz alıp beni ziyarete gelirsiniz.
Gelirsiniz değil mi? Bak size güveniyorum haaa…
VLADİMİR...
Vladimir'le Kanada'ya geldikten kısa bir süre sonra tanıştım. Aralıklı olarak birbirimizi görsekte arkadaşlığımız her geçen yıl daha bir kuvvetlendi daha bir dal budak sardı.
Keyfi yerine gelince mükemmel, tiyatrofonik sesiyle şiirler okur, şarkılar söyler, fıkralar anlatır ve de tarihin ta nerelerinden bulur bilinmez, birbirinden ilginç olayları dile getirirdi Vladimir. Aynı zamanda başarılı bir aktördü.
Vladimir ve dünyalar tatlısı eşi Zlatka ile çok güzel anılarımız oldu. Ben Zlatka gibi bir rakı sofrası hazırlayan başka kimse tanımadım. Kadıncağız bir yandan misafirleri ağırlar, bir yandan da, hiç itiraz etmeden Vladimir'in bitmez tükenmez isteklerini yerine getirmek icin çırpınır dururdu.
"Zlatka sigaramı getir, Zlatka müziği koy, Zlatka bu karının sesini beğenmedim, başka bir şey koy, Zlatka buz nerede?, Zlatka kadehini kaldır, Zlatka telefona bak, Zlatka mumu yak, Zlatka ışıkları azalt". Biz yeter ulan bırak kadıncağız biraz otursun da nefes alsın dedikçe, "Hayır efendim, siz misafirsiniz, o ev sahibi" der, özel rakı bardağını kaldırır, önce kalbinin üstüne koyar, sonra bizlerle tokuşturur, büyük bir yudum alır, kadehi alnına dokundurur, masaya geri koyar ve "Zlatka ben bu sarkıyı sevmedim, cabuk diğer şarkıya geç" diye bağırırdı.
Vladimir Bulgar asıllı olmasına rağmen Türk'üm diyenlerden daha Türk, milliyetçi geçinenlerden cok daha milliyetçi biriydi. Bir araya geldiğimizde anlattığı İstanbul anılarını zevkle dinler, hiç susmasını istemezdim. Hatıralarını Cahit Sıtkı'dan, Ümit Yaşar'dan, Atilla İlhan'dan, Orhan Veli'den siirlerle süsler, her siirin sonunda dinleyenlerin gözlerinin içine gülümseyerek sevgiyle bakardı.
Boğaz'a hayrandı. Zlatka'yla boğazda, sabahtan akşama kadar oturduklarından bahsederken, sigarasından derin bir nefes çeker, siyahımsı kahverengi gözleri dalar dalar giderdi.
En çokta Zlatka ile tanışmasını anlatmasını isterdim. O da beni kırmaz, bilmem kaçıncı defa anlatırdı. İstanbul'da bir partide tanıştığı Zlatka'ya bakmış bakmış ve kendinden cok emin bir edayla yanına gidip, "Ben seninle çıkmak istiyorum", demis. Zlatka Vladimir'i söyle bir baştan aşağı süzmüş ve "Bok cıkarsın" cevabını vermiş. Ama derelerden sular akmış, sonunda evlemişler, iyi de etmişlerdi.
(Bu bölüm Şubat 2009 yılında yayınladığım "Kanadolu' adlı kitabımdan alınmıştır. Vladimir hakkında yazdığım bu bölümü ona gösterip sürpriz yapmak istemiştim. Maalesef Vladimir'i kitabım basılmadan bir ay önce bir beyin kanaması sonunda kaybettik. Hasret yapacağını yaptı. Zlatka da bir yıl sonra bir kalp krizi sonucu hayata veda etti. İkisi de daha 60 yaşının başlarındaydılar).
Bu yazımı Vladimir kardeşimin havasına girdiginde okuduğu kısa bir şiirle noktalıyorum.
Bodrum'da rakı içiyorum.
Birden bir martı havalandı
Turk müydü
Yunanlı mıydı
Anlayamadım ki..
SİHİRLİ YER VEYA MEKAN
Bu sene, bu sıcaklar, bu nem hiç bitmeyecek galiba deyip, üşenerek masanın üstündeki su şisesine uzanmak istedim yattığım yerden. Sırt üstü yattığım iki kişilik kanepe o kadar rahattı ki yerimden bile oynamak istemiyordum.
Zorlukla sığdığım ama inanılmaz rahat ettiğim Güĺ'ün evindeki iki kişilik kanepede tatlı tatlı gerinirken aklıma yıllar önce saçlarım omuzlarımda, elimde konyak şisesi Ingilizcesini okuduğum ve çok etkilendiğim Carlos Castaneda'nin "Meetings with Don Juan", Don Juan'ın öğretileri kitapları geldi. Don Juan bir konuşmasında her insanı kendisini çok rahat, ve inanılmaz huzurlu hissedeceği bir yerin beklediğınden bahsediyor ve ,her insanın bu yeri arayıp bulması gerektiğini anlatıyordu.
Belki de işte bu iki kisilik kanepeydi Don Juan'ın bahsettiği sihirli mekan benim için. Çünkü bu iki kişilik, zorlukla sığdığım kanepe sanki bana sarılıyor, beni dünyaya bağlıyor, bir türlü bırakmak istemiyordu. Bir an sizler, kadrolu okurlarıma ben de Don Juan'ın önerdiği gibi kendilerini en rahat hissettikleri yeri ısrarla, sabırla arayıp bulmalarını önermeyi düşündüm. Bir düşünün bakalım şöyle oturduğunuz veya uzandığınız zaman her yerden daha fazla rahat hissettiğiniz, "Ohhh... dünya varmış, ne olur bozmayın rahatımı dediğiniz, sükrettiğiniz, özlediğınız bir yeriniz var mı? Yoksa "Aramaya başlayın gayri" Sabırla, duygularınızı yoğunlaştırarak arayın o yeri.Yorulacaksınız ama inanın sihirli yerinizi keşfettiğinizde hayret edeceksiniz ve bütün yorgunluğunuza değecek.
Başta Don Juan'a sonra bana, naylon şeyhinize dua edeceksiniz.

KAPAK OLSUN
Eh... İsmet abimi tanıdınız Bu gördüğünüz şeker kadın benim ablam. Benim iki ablam var. Bu küçük ablam Suzan, sadece 81 yaşında. Çok yaramazdır çoook. Her ne olursa olsun içindeki o muzip, yaramaz çocuk hiç kaybolmadı, kaybolmazda...
Iki ablam birlikte hacca gittiler. Bilirsiniz her ailede aile fertleri birbirlerine isim takarlar. Ablamın ismide çocukluğunda çok zayıf ve ince bacaklı olduğundan "Leylek"ti. Ablam Hac dönüşü bana "Güven siz bana hep leylek derdiniz, bak şimdi hacı leylek oldum" dedi.
Kitaplarımda yazdığım gibi (alıp okuyanlar hatırlarlar) Suzan ablam ailenin en sakarıydı. Devamlı hastalanır, bir yerlerini kırar veya incitirdi. Hayatı hastalıklarla, (kalp ameliyatı, kanser dahil)
ameliyatlarla, ilaçlarla, içiçe geçti. Ama onun inanilmaz sabrı, güler yüzü, hoşgörüsü, inanci şükür onu bu günlere taşıdı. Dedim ya, ne olursa olsun öyle muzip öyle hayatı komik tarafından gören bir kadındır ki inanamazsınız. Mesela, geçenlerde doktora gittiğinde "Çok üzülüyorum. Özür dilerim evladım artik ameliyat edeceğiniz yerim kalmadı. Çok mahçubum. Sizlere bir katkıda bulunamıyorum. Insallah bana kızıp gönül koymuyorsunuzdur, elimden bu kadarı geldi" demiş. Kimin aklina gelir ki?
Aydın, açık fikirli, Atatürkçü, maceraperesttir benim ablam. Çatır çatır facebook kullanır. Bütün yazılarımı okur. Çatır çatır da yorum yapar. Aman ben hacıyım onu yapmam bunu yapamam diye de düşünmez.Bu resmi Marmaris Cennet adası Adaköy otelinin barında çektirdik. Saat sabahın biri.
Dün gece barda otururken "Abla Baba Dağ'dan yamaç parasütüyle atlamaya ne dersin?" diye sordum. 'Oğlum gece vakti parasütle atlanır mı.? Sabaha ne olmuş? Şöyle gündüz vakti her tarafı seyrede seyrede atlasam olmaz mı?" diye sordu. Sonra da "Bak ama başım açık atlamam ha" diye ikaz etti beni.
Ve işte burada naylon şeyhiniz devreye girer ve der ki; Allah anama babama rahmet eylesin. Nur içinde yatsınlar. İnsanın büyük bir ailesi olması, abileri, ablaları, kardeşleri yanında veya etrafında huzur içinde yaşaması o kadar güzel ki. Ana rahmini paylaşmak orada hayat bulmaktan daha kutsal ne olabilir? Birbiriyle konuşmayan, görüşmeyen, hatta birbirine diş bileyen kardeşlere kapak olsun bu yazım.
Aklınızı başınıza alın. Son pişmanlık fayda etmeyecek. Söylemedi demeyin.
FIRÇAYI YEDİM
Bu gün telefonum çaldı. Baktım İsmet Abim, hani tanırsınız Kore Gazisi abim. "Nerdesin" diye sordu, sert sert. Marinadayim abi, mağazadayım dedim. Yine aynı ciddiyetle "Yalnızmısın" diye sordu. Kötü bir sey oldu endişesiyle evet dedim? Hemen arkasından kötü bir sey mi oldu diye sordum. "Hayır seni özledim. Seninle konuşmak istiyorum. Geliyorum bekle" dedi..
10 dakika geçti geçmedi yine her zamanki gibi çok şık, tertemiz uyumlu bir kıyafetle geldi. Sarıldık öpüştük. "Amiral ile tanışmaya, yemeğe geldim marinaya" dedi. Çok memnun olmuştur garanti, eminim senin gibi at kuyruklu bir gazi ile ilk defa tanışıyordur dedim. Bayağı bir güldük. Birden ciddileşti "Bak Güven, benim geri zekalı kardeşim diye söze başladı ( abim bana geri zekalı demeyi çok sever, aile sırlarımızı dile getirmekten çekinmez) beni çok üzüyorsun, yalnız beni değil seni sevenleri de üzüyorsun. Neydi o yazdığın son yazı oğlum? Yok hayattan bıktım, yok yaşamaktan yoruldum. Ben senin abin olarak hayata bu kadar bağlıyken, yaşamı bu kadar severken, senin böyle iç karartıcı yazılar yazman oluyor mu? yakışık alıyor mu? geri zekalı" dedi tekrar.
Bazen çok yoruluyorum falan diye bir şeyler gevelemeye calıstım. Ama abim beni dinlememekte kararlıydı.Lafımı yarıda kesti. "Hayat bu dedi, hayat bu. Yaşayacaksın, mücadele edeceksin. Hayat bu, nereye kadar gitmen gerekirse oraya kadar gideceksin ve sen buna karar veremezsin. Neyin ne olacağı, ne zaman olacağı seni de aşar, beni de aşar. İnsan bir defa ölür. Bir daha böyle yazılar yazarsan bak öksüz, yetim, dul tanımam şimdiye kadar kıyamadım, ama vallahi döverim seni. Sonra sizlerle paylaşamayacağım iltifatlar etti. Konuştuk sohbet ettik, sarıldık. Sonunda beni çok sevdiğini söyledi..
Bazen çok üstüste geliyor, o zaman çok doluyorum, taşıyamıyorum.. Biraz içimi boşaltip rahatlamak istiyorum. Hep içime at içime at kolay değil. Boşuna derdini söylemeyen derman bulamaz dememişler. Neyse bundan sonra yazmam, kimseyi de üzmem falan diyecektim, diyemedim.
Ayrılırken "Yarın yine marinaya geliyorum kaymakam davet etti. Sonra, seninle yemek yeriz, ben ısmarlarım" dedi. Gülümsediğimi fark edince "Bak bedava yemeği duyunca birden aklın başına geldi, yüzün aydınlandı, hayata tekrar bağlanmaya başladın bile" dedi. Yine bayağı bir güldük. Tam giderken döndü bir yazı daha yazarsan benim hakkımda sakın yaşımdan bahsetme, yoksa kötü olur bak ikaz ediyorum" dedi basbayağı tehdit etti yani beni gider ayak.
Yaaa gördünüz mü? Tek çocuk olsam bunları yaşıyabilirmiydim? Şimdi siz böyle bir abinin ağzını yemezmisiniz?. Kurban olmazmısınız?. Helal olsun bu at kuyruğu saç tarzı sana demezmisiniz?.
Dersiniz dersiniz. Kafanızı bir öne, bir arkaya salladığınızı görüyorum buralardan .
Dersiniz dersiniz...
Demezmisiniz?
SEVMEK SEVMEMEK İŞTE BÜTÜN MESELE BU
Sivas Cumhuriyet Lisesi mezunları, Yavru kirpileri çok sevimli bulanlar, Sivas’ta baharın güzelliğini doya doya yaşayanlar, yataklı trenle Anadolu turu yapanlar, Ağrı dağını görünce ağlayıp, Erciyes’i görünce hüzünlenenler, Her seçtiği karpuzda hayal kırıklığına uğrayan ama hala seçmeyi bırakmayanlar, uçarken dehşeti yaşayıp koltuklara tırnaklarını gömenler, otolarında Atamızın resmini veya imzasını taşıyanlar, sarımsağı sevenler, her gün duş alanlar, sokak kedilerini besleyenler, akşamcılar, leblebiyle rakı içenler, soba sevenler, zararsız tinerciler, kader arkadaşlarım, içinden gelerek “ Gardaş” diyen herkes, organik hoşaf suyu sevmeyenler, sokak müzisyenleri, toplu taşıtlarda yaşlılara yer verenler, şarapçılara şarap alanlar, güzel giyinmiş, yumuşacık konuşan güzel kadınlar, yazılarımı okuyup, üşenmeyip “Beğendim” düğmesine basanlar, sizleri seviyorum.
Yanında ki erkeğe sarılıp gözleriyle aldatan kadınlar, kadınına sarılıp göz zinası yapan erkekler, “Aşkım” kelimesini kullanan kadın, erkek herkes, okeyde taş çalanlar, pokerde hile yapanlar, yaya geçitlerinde geçenleri görmemiş pozlarında sürüp gidenler, kapalı yerde sigara içenler, yalancılar, bikini giymiş su aygırlarına benzeyen turistler, plajda başına havlu sarıp gezen bıyıklı erkekler, nedeni ne olursa olsun kadınlara, çocuklara şiddet uygulayanlar, burnunu karıştıran, ayak parmaklarının arasını kaşıyanlar, üç tekerli bisiklete binenler, devamlı profil resmi değiştirenler, lafını, sözünü bilmeyenler, dedikoducular, kendini bir bok sananlar, kendini iki bok sananlar, yavru kirpileri sevmeyenler, yalancılar, kuyruk beklerken kaynak yapmaya uğraşan açıkgözler, salak salak konuşanlar, çifte standart uygulayanlar, iki yüzlüler, badem bıyıklılar sizleri seviyorum diyemem.
Böyle yani...elimde değil özür dileyemiyorum.
BİR YALNIZ GÜNÜN DÜŞÜNDURDÜKLERİ
Eilndeki kitabı kapamak istedi ama kapatamadı, kararsız kaldı adam. Bu günlerde ruhunu kemiren sebebini bilmediği veya bilmek istemediği bir sıkıntı vardı içinde. Öyle bir sıkıntıydı ki bu ne kurtulabiliyor, ne ne olduğunu kestirebiliyor, ne de anlayabiliyordu.
Neydi ki bu?, memleketin durumu mu?, her gün işittiği üzücü endişe verici haberler mi?, Ata'sına yapılanlar mı?, bir türlü, taburcu olamadığı hastane ve hastane anıları mı?, insafsızca ilerleyen yaşı mı?, arasıra ensesinden başlayıp, sol koluna uzayan uyuşma mı? senelerdir hep aynı rüyaları görüp, bir daha uyku tutmaması mı?, işlerin kötü gitmesi mi?,banka borçları mı?, eşiyle her köşesini dantel gibi işledikleri evlerini satışa çıkarması mı?, motosikletine duyduğu özlem mi?, hakikaten neydi ki bu sıkıntı? Yoksa bütün bu saydıklarının hepsimiydi ? Belki, bu yaşında bu sıkıntıları çekmesi kaderdi, alnına yazılmıştı. Belki, geçmişte ki hatalarını öduyordu, Belki, hayattan uzaklaşmak için bahane, arıyordu. Belki de bıkkınlık gelmişti yaşamaktan.
Birden kendi kendine yönelttiği sorulardan ve verdiği cevaplardan bunaldığını hissetti adam. Elindeki kitaba tekrar baktı. Bir kez daha kapamak geldi içinden. Dokuzuncu bölüm, 49 uncu sayfa dedi kendi kendine kapamadan önce. Sonra kitabı kapatıp önündeki masanın üstüne koydu. Bir müddet kitapla karşılıklı bakıştılar. Öyle boynunu büküp durma dedi. Uzanıp düzeltti masada duruşunu kitabın. Senin suçun değil dedi. Bu günlerde hiçbir şeyden zevk alamıyorum diye devam etti. Yemek yiyemiyorum, içki içemiyorum, kimselerle konuşmak gelmiyor içimden, müziği bile bıraktım. Hantallaştım, yerimden kalkmayı canım istemiyor. Bir de yerimden kalkarken her yanım ağrıyor.
Söylediklerinin bitmediğini hissedip masanın üstünde kendi halinde duran kitaba bakıp konuşmasına devam etti. Bu yüreğinde başlayıp gözlerine yerleşen, ağzını hiç açmadan gözleriyle yaptığı tuhaf bir konuşmaydı. Dudakları sıkı sıkıya kapalıydı. Dili ağzında sanki bir kenara çekilmiş ara sıra bir sıkılıp bir rahatlayan çene kemiklerini izliyordu. Bir tek kulakları duyuyordu gözlerinin anlattıklarını adamın. Onlarda baş sallayamadıklarından söylediklerini sessizce dinliyor, ilgilerini gösteremediklerine üzülüyorlardı.
Bir şeyler olmalı dedi adam. Bir şeyler olmalı denize düşerken insanın tutunacağı. Sonra yelkenlisiyle tek başına sıyrılıp çıktığı fırtınaları, tırmandığı dağları, tepeleri, öptüğü kızları, gezdiği ülkeleri, köpeklerini, kedisini, herşeye rağmen kendisini hala sevenleri hatırladı. Sonra kapatıp önünde ki masaya öksüz bir çocuk gibi bıraktığı kitabı hatırladı.
Uzandı aldı. Dokuzuncu bölüm kırk dokuzuncu sayfada kalmıştık değil mi diye sordu kitaba özur dileyen bir ses tonuyla. Ve ağzından çıkan kelimeler gözle görülmeyen toz zerrelerinin üstüne yerleşip oturduğu kanepeden mağazanın dört bir yanına yayıldılar. Önce kocaman gözlü uzun boyunlu kadın tablolarına, sonra heykellere, sonra rengarenk takılara, sonra yerde ki Kürt kilimlerine, sonra da üzerleri resimli deri çantalara kondular.
Sonra nedenini bilmeden, anlayamadan belli belirsiz gülümsedi adam.
Açtı kitabı. Ellinci sayfaya geçti. 51, 52, 53 derken 54 üncü sayfaya ulaştı. Gözlerini dikti okudu gözlüklerinin ardından. Bir daha, bir daha okudu.
"Bu güvercin resmini sen mi yaptın, dedim berbere.
Ben yaptım , dedi soğuk bir sesle; ama bunu daha önce de sormuştun.
Hic anımsamıyorum, dedim; demek ki unutmuşum.
Yine unutacaksın kuşkusuz, belki bir daha soracaksın.
Desene yaşam tekrarlardan oluşuyor... Tekrarlardan değil, dedi berber tekrarların tekrarlarindan".
Gülümsedi adam. Hatta gülümsemedi, basbayağı güldü. O kadar güldü ki gülmesi mağazayı bir kaç kez dolaşıp dışarı çıktı. Önce vitrinlere anlamsız gözlerle bakanlara, sonra mağazanın önünden geçenlere, sonra da sıcaktan yerlere serilmiş tembel tembel yatan kedilere ulaştı. Hiç aldırmadı bile adam. Oturduğu yerden, gülmesine devam etti. Çünkü bu kez neden güldüğünü biliyordu. Hem çok iyi biliyordu.
NAYLON ŞEYH COŞTU MU NE ?
İste mücadele etmek hayata sarılmak bu. Ya sarılıp bütün gücünü harcar kendini yukarı çeker, ruhunu feraha çıkarır, nefes almaya başlar, güneşe, gökyüzüne kavuşursun, ya da ellerini bırakır, batar, karanlıklarda boğulur, kaybolup gidersin.
Eller senin ellerin, kollar senin kolların, güc senin gücün, hayat senin hayatın.
Karar senin kararın.
Bir tek ölume care yok. Defalarca yazdım. En sıkıldığında bunu hatırla.
Can Baba'nın dediğini de unutma. Hala nefes alıyorsan dua et, şükret, bayram et, sevin.
Çek kendini yukarı.
SENİ SEVİYORUM.
Dünyanın neresinde olursa olsun, bu iki kelime bir araya gelince kalpler başka türlü çarpar, bakışlar manalanır, soluk alma değişir, vücut titrer, tutulan eller terler.
Sen her "Seni seviyorum" dediğin de bana, bu iki kelime on üç harfini kucaklar dalga dalga yükselir, gökyüzüne çıkar
Bir harf rüzgar olur yelkenleri doldurur, bir harf yağmur olur yeryüzüne yağar, bir harf güneş olur ışık verir ısıtır,, bir harf ayın hilal hali, bir harf ayın on dördü olur. Bir harf kıvır kıvır saçlı, kocaman gözlü bir kiz çocuğu, bir harf kara kekik olur efil efil kokar, bir harf gökyüzünde bayrak, bir harf şahin olur kanat vurur, süzülür. Bir harf gelincik balığı olur denizlerde açar, bir harf lale, bir harf nevruz, bir harf çiğdem olur, dağları, tepeleri, tarlaları süsler. Son harf de Gül olur bülbülünü arar..
Biliyor musun?
DERT BİR DEĞİL
Benim sevgili okurlarım, can dostlarım, arkadaşlarım, "F" vitaminlerim, müritlerim, olmazsa olmazlarım, kurban olduklarım, gadalarını aldıklarım.( bu kadar yağ yeter zannediyorum. Zaten aklıma da başka bir şey yazmak gelmiyor) Sizlere bu gün amatör bir yazarın hayatından kesitler yazacağım, daha doğrusu nasıl süründüğümüzü anlatacağım.
Bur kitap yazmak kolay değildir. Hem zevk alır hem sancılanırız. Neyse kitabımız biter asıl işkence başlar. Bunun adı yayımcı bulmak ve kitabımızı yayımlatmaktır.
Elinize kitabımızı alıp yayımcı yayımcı dolaşırız. Sonunda uzun pazarlıklardan sonra bir yayımcı buluruz.Yani bastırdığımız kitapları biz kendimiz öderiz.
En sonunda sabırsızlıkla heyecandan titreyerek bastırdığımız kitabımız basılır gelır.İmza günleri düzenlenir.Kıtap satışa sunulur Ama kimsenin eli cebine gitmez. Sadece ya bol bol iltifat ederler, ya da bol bol eleştirirler. 15 TL verip starbuck ta kahve içerler ama iş kitabınızı almaya gelince " ayyy bir kitabını imzalayıp vermiyorsun" diye sitem ederler. Yani bir yazarın iki yakası bir araya gelmez. Kitap yazmakla zengin olunmaz. Sadece yayımcıya ödediğimiz veya ödeyemediğimiz parayı çıkarmaya calışırız, bir sonra ki kitabımızı götürmeye yüzümüz olsun diye
'Peki niye bu çileyi çekiyorsunuz kardesim mecburmusunuz diye sorabilirsiniz' Hadi sorun. Bilmiyorum hala bilmiyorum niye bu sıkıntıyı çektiğimizi. Vallahi bilmiyorum. Dertleri zevk mi edindik ne.
Yani kitaplarımızı satın alırsanız bizi ihya etmeyeceksiniz. Almazsanız da batmayacağız.
Peki o zaman neden kitaplarımı almanızı istiyorum biliyor musunuz? Cünkü face te herşeyi yazamıyorum, paylaşamıyorum da ondan. Yani içimde kalıyor yazmak istediklerim paylaşmak istediklerim. Yazdıklarımı belli bir ölçüde tutmak zorundayım. Çok uzun yazamıyorum.. Eğer kitaplarımda ki bir bölümü sizlerle paylaşmak istersem bölüm bölüm sunmak zorundayım. Yani sanki devamı yarın gibi olacak, televizyon dizisi gibi olacak. Onu da ben istemiyorum. Bir de kitaplarımi severek okuyacağınıza, içinizde minicik minicik pencereler oluşacağına çok inanıyorum. Böylece beni daha iyi tanıyacaksınız. Neden böyle usanmadan, yorulmadan, bıkmadan yazılar yazdığımı, ne anlatmak istediğimi çok daha iyi anlayacaksınız. Birde üstüne üstlük kitaplarımı aramak zorunda değilsiniz. Kargo ücreti bizden kitapları adresinize yolluyoruz yani.
Sevgili kitaplarımı alıp okuyan okuyucularım eğer lütfeder hissettiklerinizi okurlarımla paylaşırsanız Çok sevindirirsiniz beni.
Bir de bu yazımı lütfen paylaşın .
Olur mu?


Soyleyemem derdimi derman olmasın diye yazmış sair. Biz derdimizi söyledik, bir dövmediğiniz kaldı bayramda böyle yazı yazılır mı diye. Boşuna doğru söyleyen dokuz köyden kovulur dememişler yani. Bir "Niye öldün lan?" demediniz. Neyse seviyorum sizleri. Aha bayram hediyeniz, yüzünüz gülsün o zaman.
ŞARKILARIN DİLİ
Vallahi sevgilim gözleri aşka gülen taze söğüt dalı da olsan, benim bu akşam İstanbul'un bütün meyhanelerini dolaşıp kadehlerdeki dudak izlerinde seni aramaya niyetim yok. Çok yorgunum. Her yorgunum dostlarım yorgunum artık, vefasız yıllara dargınım artık dediğimde bana kızıyorlar. Bütün eklem yerlerim ağrıyor. Geceleri uyku girmiyor gözüme, zalım yastık diken oldu yüzüme. Doktora git diyordun gittim. Oturdum, güzel bir kadındı doktor. Nabzımı tuttu. Başını kalbime koy doktor, nabzımı bırak dedim. Yüzüme dik dik baktı. Neden baktın bana öyle, derdin nedir bana soyle dedim. Çene ishali olmussun, sana ilac yazayımda çenen düzelsin dedi.
Düşünüyorum da ne güzeldin sen bir bahar aksamı sana rastladığımda. Sevinçli bir telaş içindeydin cünkü 120 kg değildin. Belin omuzların ve kalcaların aynı hizada birlesmemis, kare olmamıştın. Beyoğlunda geziyor, gözlerini süzüyordun. O günler ne güzeldi. Manda henüz söğüt dalına yuva yapmamış, yavrusunu sivrisinek kapmamıştı. Aklımı başımdan almıstın, hülyalara dalmıştım. Sana, ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır demeye calışırken az kalsın tramvayın altında kalıyordum.
Hatırlıyor musun Amerikalılar aya cıktığı gün biz seninle Heybeli'de mehtaba çıkıyorduk. Bir de ben sana benim gönlüm sarhoştur yıldızların altında dediğimde şakır şakır yağmur yağmış donumuza kadar ıslanmıştık.
Heyecan kalmadı artık hayatımızda diyorsun. Bak ne yapalim canım, Izmir'e taşınalım. Bir münasip zamanda mesela saat on da bulusalım kordon da veya minareden at beni in asağı tut beni.
Ne diyorsun?
BAYRAM SABAHI
Ne olursa olsun, bayram sabahı yalnız uyanmamalı insan. İyi bayramlar deyip sarılacağı, gözlerini birleştirip, birlikte gülumseyeceği biri olmalı gözlerini açtığında, diye düsündü, uzun beyaz saçlı beyaz sakallı adam. Hatta düşünmekle de kalmadı. Kendi kendine söylendi. Hatta belki de söylenmedi de homurdandı. Sonra homurtuyla sitem arası bu sesin odanın duvarlarında, ağaç döşemelerinde, solmuş, yeşili kaybolmuş perdelerinde dalga dalga yayıldığını, sonra da biraz serinlik gelsin diye 24 saat açık tuttuğu pencereden çıkıp gittiğini hissetti.
Dağınik, sertleşmis saçlarına dokundu sağ elinin parmaklarıyla. Eeee şampuan zamanı gelmiş diye düsündü çok kısa bir an. "Amaaan" dedi kim farkedecek ki? Boş ver idare etsin biraz daha". Demedi sadece demiş gibi düşündü.
Yatak odasının kapısında ki yalvaran miyavlamayı duymasa kalkacağı yoktu yataktan. "Tamam" dedi geliyorum "Hold your horses" Türkiye 'ye uzun zaman önce dönmesine rağmen, diline yapışan İngilizce deyimlerden bir türlü kurtulamadığını bir kez daha hatırladı. İsteksizce yatağın sağ tarafindan kalktı. Aslında böyle şeylere inanmayan birisiydi. Ama yıllar önce bir defa yatağın sol tarafindan kalkmış, aynı gün evin pis su gideri tıkanmış, alt katı su basmış, iki gün bok temizlemişlerdi. Klimadan ve pencereden gelen esintiden kazık gibi olmuş vücudunu zorlukla yatak odasının kapısına kadar taşıdı. Kapıyı açtı. Kocaman sarı gözlerini kendine dikmiş gri kedisini kollarına aldı. "Hadi çık dısarıda rahatla güzelim" dedi. Kafasını zorlukla eğip artık sikayet etmeyen kedinin kafasını öptü.
Salonun tam ortasında ki vernikleri yer yer aşınmış muhteşem ağac merdivenden birlikte indiler. Sonra adam sokak kapısını açıp kedisini yere bıraktı ve arkasından sevgiyle baktı bir zaman.
Salona geri döndüğünde gözleri yine merdivene takıldı. Merdiveni ve trabzanları böyle güzellestirmek icin üç gün durmadan calıştığı aklına geldi. Kabaran, su toplayan ellerini, başını döndüren ve ne kadar yıkanırsa yıkansın üstünden bir türlü atamadığı tiner kokusunu hatırladı .Ama değmişti o kadar yorgunluğa. Evlerini ziyaret eden herkes merdiveni hemen fark etmis hayran olmuştu.
Ağır ağır merdivenlerden yatak odasına döndü. Yine nefesi kesiliyor gibi hissetti. Son zamanlar da bu sık sık oluyor, ara sıra da göğsünde ağrılar hissediyor, mide hapları çığneyerek geçiştirmeye calışıyor, ama bu ağrıların midesinden kaynaklanmadığını biliyordu. Hem çok iyi biliyordu.
Giyinmeye başlamadan pencereden dışarıya baktı adam. Sanki biri elinden tutmuş "Bak lan " diye emretmiş, pencerenin önüne süruklemiş gibi hissetti kendini... O kadar güzeldi ki manzara. O kadar uzun zamandır kör yaşıyordu ki. O kadar uzun zamandır bakar körlügü kabullenmişti ki.
Mutlu gunlerinde bir dağ keçisi gibi tırmandığını hatırladı bu tepelere. Çamlara ardıç ağaclarına, sandal agaçlarına, meşelere, köknarlara, ada çayı, kekik kokularına doyamadığı günleri hatırladı. Hemen hemen her seferinde rastladığı yaban domuzlarını da hatırladı. Ara sıra karsılaştığı engerekleri, birden havalanan keklikleri, gri kayalıkları, patikalarda ki taşlara yapışmış yeşil yosunları, bacaklarını kesen testere keskinliğinde ki bögürtlenleri, birbirine yapışmış yük trenleri gibi metrelerce uzayip giden, karınları turuncu, sırtları siyah rengi tırtılları, rengarenk kelebekleri de hatırladı.
Evet, bu gün bayramdı. Temiz görünmeli, gülümsemeliydi. Ayna da ümitsizce seyretti yüzünü. Ne kadar da yorgun gözüküyordu. Gülmeyi denedi.
Önce gözlerinin kenarına birikmiş çizgiler, sonra alnına enlemesine yerleşen üç birbirine parelel derin çizgi güldü. Sonra sakalları, bıyıkları, sağ sakağında ki çukur, okuma gözlüğünün iz bıraktığı burnu güldü.
Ama gözleri gülmedi. Denedi, bir daha denedi, bir daha denedi. "Bayram" dedi " "Ama ayıp oluyor" dedi. Gözleri gülmedi. Beyaz uzun saçlı beyaz sakallı adamla birbirlerine baktı kaldılar.
İkisi de ısrar etmedi.
DİKEY VE YATAY YAŞÂMAK
Insanoğlu dikey yaşamayı öğrenmelidir. Dikey yaşayan insanlar vizyon sahibi olurlar, güzel insanlar olurlar, varlıklarıyla dünyayı güzelleştirir, verdikleri enerjiyle içimizi ısıtır, yaydıkları ışıkla bizlere yol gösterirler. İşte evliyalık budur.
.
Dağları çok sever, dağ tepe dolaşırım ben. Dağlara çıkmak, zirveye ulaşmak icin hafiflemek gereklidir. Sırtınızda ağır bir yükle çıkamazsınız. Hayatları dedikodu, ikiyüzlüluk, sahtekarlık, yalan dolan, kıskanclık, çekememezlik, şiddet dolu, ve bütün bunları sırtlarına yüklemis insanlar dikey yaşamanın, güzelliğini anlayamaz, zirveye ulaşamazlar. Çünkü sırtlarında tasıdıkları bu ağır yükleri ya atamazlar, ya da atmak istemezler. Yatay yaşarlar. Hayatları endişe ve korku içinde geçer sonra da ölüp giderler
Zirveye çıkıp aşağıları seyretmek inanılmaz güzel bir duygudur. Eğer çıktığınız zirve yaşadığınız şehri veya kasabayı görüyorsa evlere, apartmanlara, hareket eden arabalara, karınca gibi gözüken insanlara bakar kalırsınız. İçinize bir hüzün çöker. İnsanların günlük dertleri içinde kaybolmuş, ömürlerini geçmişle gelecek kaygıları arasında tükettiklerini görür, hissedersiniz. İclerinde günü yaşayan var mı acaba? Diye sorarsınız kendi kendinize.
Zirve de, dağ başlarında otururken bulunduğum yerin ve baktığım yerin iki ayrı dünya olduğunu iliklerime kadar hissederim ben. Bulunduğum yerde ne kadar kendimsem, aşağıda ki dünya da ne kadar kendimden uzakta yaşadığımı fark ederim. Iki dünyanın da aynı anda var olduğunu, insanın nerede yaşamak istediğinin kendi tercihi olduğunu anlarım.
O kadar aşağı inmek istemem ki...
DEMEM ŞU Kİ..NEEEE?
Yaaa iste böyle benim sevgili "F" müritlerim. Yine dellendim, içim kabardı. Yine geldiler yani.
Daha ölmeden dünyanın hasretini çekmek zor bir duygu. 70 yaşını geçince insan kendini pimi çikmış el bombası gibi hissediyor.( Ben öyle hissediyorum en azından)
Yan,i bir gün naylon şeyhiniz sizlere bir öykü yazar, bir gün siz naylon şeyhinizi yazarsınız. Hayat bu...
Bir gün bir fotoğrafta bir arkadaşınızı, dostunuzu görürsünüz, bir hastane yatağında, yüzünde, yüzünden kaçan bir gülümseme, kolunda serum, burnunda oksijen maskesi ile. Yatağın etrafında poz veren herkesin suraatında bir tebessüm vardır. Moral verecekler ya. Sanki sünnet yatağı.
Zaman geçer, bir bakmışsınız ki başka bir hastane yatağında siz yatıyorsunuz, birileri sizin fotoğrafınızı çekiyor. Hayret edersiniz. Aaaa... dersiniz demek ki aynı şey bana da olabiliyormuş. Korkarsınız, korkunuzu belli etmemek, için bir şeyim yok canııııım, .herşey kontrol altında gülümsemeleri atarsınız.
Daha kötüsü de ne biliyormusunuz? Son çekilen fotografınızı herkesin görüp bir şeyler yazacağı, ama belki de sizin o fotoğrafi hiç göremeyeceğinizdir.
Herşey yolundayken, nefes alıyorken, yediğinizden içtiğinizden zevk alıyorken ne olursa olsun her gün felekten bir gün çalın derim, yaşayın lan!.. yaşayın.
Daha ne yazayım? Bundan daha açık ne yazabilirim ki? Ne anlatabilirim ki?
Aklınızı başınızdan atın o zaman. Deliye her gün bayram da bize neden değil acaba diye hiç kendinize sordunuz mu?
O kadar...
İyi bayramlar...
RUSLARA KURBAN OLSUNLAR
Yıllarca Rusya bize dünyanın en tehlikeli ülkesi, Rus halkı ise zalim, ruhsuz acımasız , dinsiz, ahlaksız, insanlıktan nasibini almamış mahluklar olarak gösterildi.
Ülkemiz ve ülkemiz insanları Amerikanın igrenç planları ve propagandaları ile neredeyse bir asır uyutuldu. Bu baş belası devlet kendisini dostumuz olarak gösterip, sözde bizleri büyük düşman Rusyadan korudular. Bu yutturma sonucu ülkemize ajanlarını yerleştirdiler, politikacıları satın aldılar, her istedikleri yere üsler kurdular. Kendi ülkemizde girmemizin yasaklandığı bölgeler ortaya çıktı.
Tarihleri 200 yılı ancak bulan tamamen menfaat ve para düşünülerek yaratılmış bu götü boklu ülke, dünyanın en eski devletlerinden biri olan Rusya'yı dünyadan silmeye kalktı. Yıllarca o muhteşem Rus yazarlarının kitaplarını okuyamadık, ressamların eserlerini göremedik, o güzelim Rus şarkılarını dinleyemedik, inanılmaz güzellikteki bale gösterilerini, opera resitallerini izleyemedik. İste böyle lanet, iğrenç bir sansür uygulandı.
Ama Allah büyük. Sonunda Amerika işledigi günahların bedelini ödüyor, çöküyor . Şimdi her türlü rezilliğin yaşandıği, çeşit çeşit ruh hastalarının yaşadığı, geri zekalı, görgüsüz, iğrenç bir adamın başkanlığını yaptığı "obezler ülkesi" haline geldi.
Paylaştığım resimde gördüğünüz, bu dünya güzeli kızlar benim kapı komşumun kızları. Her Moskova'dan geldiklerinde " Güveeeen" diye boynuma sarılır beni öpücüklere boğarlar. Kendi torunlarım olsa ancak bu kadar severdim herhalde. Her Moskova'ya dönüş öncesi beni defalarca Moskova'ya davet ederler ve gözyaşları içinde ayrılırlar. Beni de ağlatır sıpalar.
Nazım boşuna "Dünyayı insanlık kurtaracak" dememiş Bu resim o katil, iğrenç şırketler topluluğu Amerika'ya kapak olsun.
Ruslara kurban olsunlar.
ANAHTAR
Zaman gelir insan herşeyden sı
kılır. Çevresinden, işinden, eşinden, sevgilisinden çocuklarından, hayatından mahalle baskısından yasadığı şehirden, ülkeden, kasabadan, arkadaşlarından, dostlarından, herşeyden herşeyden sıkılır. Kendini kirli bir hücreye kapatılmış gibi hisseder.
O hücrenin anahtarının cebinde olduğunu fark etmesi zaman alır. Bazıları fark eder etmez "ohhhh dünya varmış" der kapıyı
açıp çıkar gider. Baziları fark eder, çıkıp gitmek için uygun zamani bekler. Bazıları kapıyı açmaya korkar. En kötüsü de o anahtarın cebinde olduğunu fark etmeden ölüp gidenlerdir.
HİÇ BİRİMİZ MELEK DEĞİLİZ
Sivas'ta çocukken kendimize kavak ağaçlarının dallarından sapan yapar, kuş avlardık. Bazı çocuklar çok gaddardı. Küçücük serçeleri vurur sonra zavallı kuşlar hala canlıyken, can çekişirlerken mundar olmasınlar, kanları aksın diyerek çeker o küçücük kafalarını koparırlardı.
Bir gün hiç istememe rağmen kendimi ispatlamak amacıyla bir serçe vurdum ve arkadaslarımın" hadi hadi " ısrarlarıyla zavallı kuşun kafasını sağ elimin baş parmağı ve işaret parmağımla sıkıp kopardım. O kadar fena oldum ki bir daha elime ne sapan aldım, ne de elinde sapan olanlarla arkadaşlık ettim.
Bu olay kendimi hiç affedemediğim olaylardan biridir hayatımda. Bakın aradan 60 yıldan fazla zaman geçmesine rağmen, ne zaman baş parmağımla işaret parmağımı bir araya getirip bir sey sıksam, aklıma hep o zavallı kuşun boynu gelir. Yemin ederim her seferinde gözlerimi gökyüzüne dikip özür dilerim, utanırım...
"KİKO STELLA" ,, ADAMIN HASI
Yanımda gördüğünüz bu güzel, enterasan kardeşimin adı Kiko Stella, Mirage isimli bir sinema şirketinin sahibi. Kendisi Italyan, Napoli doğumlu. Çok tanınmış bir film direktörü ve yapımcısı. Dün gece marinada ki mağazama geldi, böylece tanıştık. Bir anda birbirimize kanımız ısındı. Neler konuştuk neler.
Ona, benim bir Fellini hayranı olduğumu, Fellini'ye olan hayranlığım yüzünden kitap yazmaya başladığımı söyledim. Pier Paola Pasolini'den bahsettim. Onun Maria Callas'la Göreme de yıllar önce yaptığı Medea isimli filmi anlattım. Pasolini'nin 1975 yılında Roma'da öldürülmesini ve katilinin hala bulunmadığına ne kadar üzuldüğümü söyledim. Roma'yı Floransa'yı Siena'yı Toscana Vadisinin büyüleyici güzelliğini, Genoa'nın dar sokaklarında ki fahişeleri, Portofino'yu İtalyan Riviera'sında ki malikhaneleri, Komo gölünü, sarapları, yemekleri, İtalyan moda dünyasının cazibesini, Sophia Loren'i, Claudia Cardinale'yi Giancarlo Giannini'yi, İtalya'yıne kadar sevdiğimi anlattım. "Napoli'ye gelmemişsin,. Napoli'yi görmeden İtalya'yı gördüm diyemezsin" dedi.
Oturduk, bir Türk kahvesi ısmarladım.Bir zamanlar Kanada da yasadığımı duyunca derinden bir "ahhhh" cekti ve bana 1983 yılında moda çekimleri yaparken Kanada'lı bir mankenle taniştığını, 6 ay birlikte olduklarını ve kadının kaprislerine dayanamadığını, hayatını burnundan getirdiğini, sonunda ayrıldıklarını söyledi. "Ama unutamadim işte" deyip cep telefonunda ki yüzlerce resim içerisinden eski sevgilisinin resmini buldu, gösterdi. Mücevherler, kürk mantolar icerisinde, Grace Kelly'e çok benzeyen, çok güzel bir kadının resmiydi gösterdiği resim.
Uzun süre oturduk konuştuk. Hiç gitmek istemedi.' Ben sanatkarım, sanatkarlar da para olmaz Güven" dedi. "Şu anda yeni başlayacağım filminin yapımcılarının motor yatında seyahat ediyorum. Herifler de para bol. Seni çok sevdim. İnsanın sonunda konuşabileceği birisini bulması o kadar güzel ki. Bizimle gel. Bir hafta Yunan Adalarını gezeceğiz. Ne güzel yer, içer, dertleşiriz, sonra Marmaris üzerinden döner seni bırakırız. Dedim ya bu heriflerde para bol. Seni Türkiye'de yapacağım filmimin danışmanı olarak tanıtırım. Hiç bir şey anlamaz salaklar. Ne diyorsun" diye sordu gözlerimin içine bakarak. O kadar samimi gözüküyordu ki.
Bir an icimden bir ses "Atla git lan" dedi. Ama işte sezon ortası' ekmek parası banka ödemeleri, "Nereye gidiyorsun salak" diye uyardı başka bir ses. Dünyaya kazık çakacağım ya...
Kibarca cok istememe rağmen bunun mümkün olamayacağını söyledim. Sebeplerini anlattım. Üzüldü, vallahi üzüldü, hissettim.
Sonra vedalaştık. Bana bir kartını verdi.
Beni filminin galasına, Napoli'ye davet etti. Sarıldık, ayrılmadan "Bende artik yoruldum. Emekli olacağım" dedi. Kaç yaşındasın Titto diye sordum. 64 cevabıni alınca dur bakalim ne emekliliği? Sen daha dünkü çocuksun dedim. Çok güldü. Bir kez daha sarıldı.
Gitmeden, "Bu gün hiç aklımızda yokken bir berber bizi zorla iceri sokup beşimize birden burun ağdası yaptı. 150 Euro ödedik. Çok mu ödemişiz" diye sordu. Bu defa da ben çok güldüm.
AZ KALDI...
İnsan sırlarını, acılarını, mutluluğunu, hüznünü en iyi kendisiyle paylaşır. Aslında insanın en iyi arkadaşı kendisidir. Bunu anlaması zaman alır, zordur ama imkansız değildir.
Herşey şöyle başlar; insanoğlu önce kendi kendisiyle konuşmaya başlar. Buraya kadar tamam . Bunu herkes yapar yani " No problem", problem yok. Ama sonra kendini dinlemeye ve cevap vermeye başlar. Sonra bu konuşmalar bayağı eğlenceli bir hal alır, kahkahalar atmaya kendine el sakaları yapmaya, sarılmaya hatta bokunu çıkarıp, kendini alnından öpmeye falan çalışır. Iste o zaman en yakın arkadaşlar veya akrabalar devreye girer özel bir araba cağırırlar. Yalnız o arabaya binmek için özel kiyafet şart olduğundan, modası hiç geçmeyen kolları arkadan bağlı bir gömlek giydirirler. Bu arada o bütün bu olanları kendisine bütün detayları ile anlatıp, pencere kenarına oturtulmadiğindan şikayet eder. Hatta hayırlı yolculuklar bile diler kendine. Yolculuk çok uzun sürmez. Ama nedense arkada kalanlar arkadan su dökmeyi hep unuturlar. Hiç akıllarına gelmez. Arabada ki görevliler onu kendisi gibi kendisiyle cok iyi anlaşan, çok iyi arkadas olmuş, güĺ gibi geçinen aralarından su sızmayan insanların toplu halde yasadığı mistik kokularla dolu bir mekana götürüverirler.
Ne zaman sussam bir kenara otursam, gözlerimi bir yerlere diksem hemen "Sen kendini çok dinliyorsun" kınamasını duyarım. Kimse benim kendimle paylaştığım öykülerimi, sıkıntılarımı, huzursuzluklarımı bilmez. İtiraf etmem gerekirse; Her Allah'ın günü yeni bir iç karartıcı olayla karşılaşmaktan usandım. Bu duygusal gel gitlere daha ne kadar dayanabilim, dayanabiliriz bilmiyorum. Bıktık usandık artık, hepimiz yıprandık. Marmaris yöresinde tırmanmadığım dağ, tepe kalmadı. Bütün gücümle hala iyi günlerin hayalini kurmaya calışıyorum. Şekspir'in 'İnsanın önce hayalleri ölür, sonra kendisi" cümlesi hiç aklımdan çıkmıyor.
Sizler de olmasanız hiç kabuğumdan çıkmaz, otoritelerle temasa geçer, adresimi ve gömlek ölçümü verirdim, kolaylık olsun diye.
Ne, ne olacağı, ne nereye yol aldığımız belli. Allah hepimizin yardımcısı olsun.
Gömleğin pembe rengi var mı acaba ?
Bu salı şakası. Yani tamamen şaka.yani Nazım'ın dediği gibi "seni cehennemin dibine kadar seviyorum" esprisi gibi. Sakin ciddiye almayin.
ZIKKIMIN DİBİ
Senin yuzunden alkolik oldum ben.
Senin yüzunden elim ayagim titriyor.
Senin yüzunden kaybettim herşeyimi.
Mutsuzluğum, senin yüzunden
Sevilmemem, senin yüzunden
Kuruyup kalmam, senin yüzunden.
Olmek istemem, senin yüzunden.
Ne yüz varmış sen de be...
TEK ÇOCUK PARDON II
Tek çocuk pardon" yazıma yorumlar ve tepkiler aldım. Sevindim. Demek ki uyumuyormuşsunuz. Elleriniz beğen düğmesine gitmiyor ama çaktırmadan yazdıklarımı okuyormuşsunuz. Sizi gidi gizli pençeler sizi.
Neyse gelelim tek çocuk muhabbetine. Bu satırları iyi okuyun derim. Hepimiz biliyoruz ki sevgi dünyadaki en güzel ve önemli duygudur Çiçek sevgisi, bitki sevgisi, hayvan sevgisi, ana baba sevgisi, çocuk sevgisi, arkadaş sevgisi, kardeş sevgisi, doğa sevgisi, deniz sevgisi, vatan sevgisi, bu liste uzar gider.
Çiçekleri seversiniz. Kendi çiçeğinizin sahibi olduğunuzda duygularınız değişir. Eşinizin dostunuzun kedilerini köpeklerini seversiniz okşarsınız. Kendi hayvanınız olunca değişik duygular uyanır içinizde. Çocukları sever, ilgilenirsiniz ama kendi çoçuğunuzu kucağınıza alıp sarılıp kokladığınızda dünyanız değişir Çünkü hissettiğiniz bambaşka bir sevgidir. Sadece kendi çocuğunuz olduğunda bu sevgiyi hissedersiniz kitaptan, defterden, uzaktan öğrenilmez, sihirli bir sevgidir.
İste kardeş sevgisi de böyledir. Apayrı bir sevgidir. Diğer sevgilere benzemez ve siz bu sevgiyi ancak bir kardeşiniz olduğunda hissedebilirsiniz. İnsanın bir kardeşi olmaması, bu sevgiden yoksun kalması inanın büyük bir eksikliktir. İste bir önceki yazımda benim vurgulamaya calıştığım buydu. Kardeş sevgisi de evlat sevgisi gibi anlatılamayan, yaşanan bir sevgidir. Kitaptan, defterden uzaktan öğrenilmez. Çocuğunuza bir kardeş yapmamakla hem ona hem kendinize haksızlık etmiş olursunuz, bunu böyle bilin.
O kadar biliyorsun da senin neden sadece bir çocuğun var? diye sorabilirsiniz.. Çünkü o zamanlar bu kadar derin düşünemiyordum. Geçen yazımda yazdığım gibi zamana geri dönebilsem en az iki cocuğum, hiç değilse bir çocuğum daha olmasını isterdim. Annesiyle dans eden, kız kardeşini kıskanan, koruyan, benimle yelken açan, tenis oynayan bir oğlum olsa ne güzel olurdu. Veya çok sevdiğim kızım gibi bır kızım daha olmasını ne kadar isterdim.
Olmadi işte. Kanada'dan Türkiye'ye kucağımızda kızımızla döndük. Sonra ekmek parası, geçim derdi derken karı- koca çalısmaktan yakamızı sıyırıp ikinci bir çocuk yapmayı göze alamadık. Büyük hataydı yaptığımız.
Emin olun tek çocuk olup, hayatlarını böyle geçiren bir çok insanla tanıştım. Bilhassa belli bir yaşa geldiklerinde bir kardeşleri olmamasının eksikliğini öyle derinden hissediyorlar ki.
Bu kadar diyor, bitiriyorum.
TEK ÇOCUK?.. PARDON YANİ!
Bir çocuğunuz olsun. Sonra bir tane daha yapın. Sonra bir tane daha. Eğer üçüncüyü yapacak imkanınız, gücünüz yoksa tamam. Ama muhakkak, iki çocuğunuz olsun. Tek çocuk sahibi olmak zor ve hiç akıllıca değil.
Bir defa kıçınızı yırtsanız, bütün çocuk yetiştirme kitaplarını okusanız, en tanınmış pedagoglara gitseniz, bu işi en iyi bilenlere sorsanız, hocaya, ülemaya danışşanız "what fayda" tek ve only çocuğunuzun bencilliklerine bir ilaç, bir çare bulamazsınız.
Paylaşma nedir bilmeyeceklerdir., çünkü paylaşmalarına gerek yoktur. Zaten paylaşacakları kimse yoktur ki
Annem babam acaba beni mi yoksa kardeşimi mi daha cok seviyor endişesi yok. Rekabet yok. Ver coşkuyu ver kaprisi. Bir tanecik cocuklarıyım ne olmuş bilmişliği canınızı okuyacaktır.. Bunu iyice kafanıza sokun.
Bir de bütün bunlar yetmiyormuş gibi aman başımıza bir sey gelirse bu çocuk ortada kalır, bir kardeşi bile yok endişesi yaşıyacaksınız.. Bakın ikaz ediyorum hiç güzel bir duygu değildir bu duygu.
Herşéye yeniden başlasam, gerilere dönmek mümkün olsa, hiç düşünmez en az iki çocuk yapardım, belki üç. Hepsine Nasrettin hoca gibi birer mavi boncuk verir dalgamı geçer, kendilerini bize daha fazla sevdirmek icin çırpınmalarını keyifle seyrederdim Yüreğim yağ bağlardı.
Tekrarlıyorum, bir çocuk akıl karı değil en az bir tane daha olmalı. Rahat edeceksiniz. Bana dua edeceksiniz.
Naylon şeyhiniz olarak cok geç olmadan calısmaya başlamanızı öneriyorum.
Veya siz bilirsiniz. Siz zaten herseyi biliyorsunuz dermişim, gönül koyar, duygu sömürüsü yaparmışım.
ESNAFLIK ZOR MESLEK
Esnaflık hapistir, mahkumiyettir, eziyettir bazen paralı bazen parasız sürünmekdir. Esnaflık zor meslektir.
Saatlerce kendinizi iş yerine kapatır beklersiniz. Beklersiniz, beklersiniz, kimse gelmız.. Ama Çekler, senetler, banka kredileri, ipotekler, ödemeler beklemez. Hepsi birbiri ardina hiç bekletmeden Çatır çatır gelirleeeeer.
Sonra şanslıysanız birileri avdet eder. "Aferin" derler. İyi bekledin, saatlerdir oturdun, bir kıçının yosun bağlamadığı kaldı. Al şu parayı da, nasiplen.
Sıkıntıdan patlayacak hale gelirsiniz veeee öğutlemiş gibi tam yemek yiyeceğiniz veya tuvalete gideceğiniz veya bir yere gitmeye hazırlandığınız da birileri çıka gelir. Kıvranır durursunuz. Belli etmemeye calışırsınız yemeğiniz soğur, neredeyse altınıza yapacak hale gelirsiniz, randevunuza geç kalırsınız. Gülumsemeye çalışırsınız, yalvaran bakışlar atarsınız anlamazlar, aldırış bile etmezler. Sordukça sorarlar. Sonra da iş işten geçtikten sonra geldikleri gibi giderler.
Peşin vergi, en peşin vergi, levha vergisi, tente vergisi, semsiye vergisi, işkaliye vergisi, cöp vergisi, geçici vergi, si..ci vergi, bitirici vergi, devletin esnafa uyguladığı işkence yöntemlerinin bazılarıdır.
Ülkemizi çökertmek için iç ve dış güçlerin el ele verip büyük gayret gösterdiği, planlar yaptığı, iğrenc oyunlar oynadığı şu günlerde, inanın biz esnaflar açık kalabilmek kepenklerimizi kapatmamak için adeta bir kurtuluş savaşı vermekteyiz.
Banka tehditlerinden, haciz korkularından bunaldık artık. Gelen telefonları açmak içimizden gelmiyor. Daha ne kadar gider bu, ne kadar daha direnebiliriz bilmiyoruz.
Dedim ya esnaflık zor meslek.
Ama ne olursa olsun, badem bıyik bırakmayacağım. Bedenim onların olabilir ama ruhum asla...
GÖRÜYORUM GÖRÜYORUM...
Arasıra bilgisayarımda yazılarımı beğenenlerin, paylaşanların, yorum yapanların listesine girip isimleri okuyorum. Yazılarımı yazmaya başladığım günden beri yazılarımı okuyan, beni terkedip gitmeyen, vefalı okurlarım var. Hiç görmediğim, belki de hiç göremeyeceğim bu güzel insanlar en zor zamanlarımda bile ellerimi hiç bırakmadılar. Yorumlarıyla mesajlarıyla, o güzel gönülleriyle beni hayata bağladılar. Onlar benim canlarım, kadrolu okurlarım.
Benim kadrolu okurlarım herkesin huzurunda sizlere teşekkür ediyorum. Eğer bu gün hala yazıyor, yazmaya devam ediyorsam bun da en büyük pay sizin. Sizleri çok, ama çok seviyorum. Bana hayat verdiniz. Bu gönül dostluğumuz zarafetiniz hiç bitmesin olur mu?
Şimdi sizlerle bir sırrımı paylaşıyorum.. Ben yazılarımı yazarken sizleri düşunüyorum biliyor musunuz. "Okşan Ablam" bunu sever "Seda" buna güler diyorum. Bu "Gülten'i" biraz üzer diye düşünüyorum. "Ibrahim Bey" buna bayılır diyorum. "Yesim" bana kızar, "Ŕüştü" her neredeyse okur, selam yollar, "Solmaz Hanım" duygulanır, "Niyazi Bey" yine derinlere dalar diyorum. "Sükran" kahkahayı basar , "Gülsev" beğenır, "Gül" kararsız kalır, "Rezzan" fırça atar, "Beyhan Hanım"memleketi özler "Mustafa Çılga" paylaşır diyorum. Buraya hepinizin isimlerini yazamıyorum ama inanın hepinizi hatırlıyor, kırk yıllık dostlarım arkadaşlarım gibi görüyorum. Yani sizler aslında çalısma masamın etrafinda benimle oturuyorsunuz, birlikte yazıyoruz.
Şimdi bir sırrımı daha paylaşıyorum. Getirin kulaklarınızı yakınıma, başkalarının duymasını istemiyorum: Ben yazılarımı yazarken sizleri göruyorum biliyor musunuz?
Yeni yazılarda buluşmak üzere diyorum.
Hosçakalın. Allah'a emanet olun.
CALIŞ ÇALIŞ, BOK VAR...
Çocukken çok yaramazdım ve çok güçlüydüm. Ama bu gücümu kimseyi hırpalamak veya döğmek için kullanmazdım. Güreş tutardık mahalledeki çocuklarla. Beşini, altısını sıraya dizer kolaylıkla yenerdim, birbiri arkasına. Tereyağından kıl çeker gibi yenerdim. 12 yaşındaydım
Liderliğim elebaşılığım kabul edilmişti çocuklar arasında o yıllar. Ne dersem yaparlardı. Bana hayranlık duyar, güvenirlerdi.
Okullar tatil olup evde vakit geçirmeye başladığımda anamın bana duyduğu sevgi kontrol edilemez bir hale gelir, sonunda babama "Ahmet bu oğlanı başımdan al, yoksa ya onu öldurürüm ya kendimi" derdi. Babam bu tepkiye saygı duyar, hep beni oyalayacak bir şeyler bulurdu. Köylere yapılacak okulları ko-ordine ettiginden beni bu köylere malzeme götüren soförlere ve fen nemurlarına emanet eder mümkün olduğu kadar uzak köylere gönderir, başından savar, bir gün bile olsa rahatlardı.
Sonra babam bana ilk işimi buldu. Bir benzin istasyonunda çalışmaya başladım. Bu bir BP, Btitish Petrol İstasyonuydu. Temizlik yapıyordum tuvaletler dahil. Ara sıra benzin pompasını alıp arabalara benzin ve mazot vermeme müsade ediyorlardı. Temizlikten nefret ediyordum ama pompayı kullanmayı, benzin veya mazot doldurken rakamların değişmesini seyrediyor, çıkan sesi seviyordum.
Bir hafta sonra bana ödeme yaptılar. Çok heyecanlandım. Çünkü bu ilk kazandığım paraydı. Sevinçle babama koştum, paramı gösterdim. O da saçlarımı okşadı "Aferin oğlum" dedi Müthiş gururlandım.
Ikinci haftaydı, istasyonda çalışan diğer çocuktan babamın istasyondaki kalfaya para verdiğini, onunda bana kendileri ödüyormuş pozlarında ödeme yaptığını ögrendim. Çocuk Istasyonun sahibi ile kalfa konuşurken duymuş, bir de kahkaha atıyorlarmış. Yani babam beni çalıştırmaları için üste para veriyormuş.O gün işi bıraktım ve günlerce babamla konuşmadım, yemek yemedim. Eve yatmadan yatmaya gittim.
1963 yılında babamı kaybettik. Lise birdeydim. Yaz geldiğinde Sivas Ziraat Bankasın da çalışmaya başladım. İki ay sonra çıkardılar, bordo rengi kadife pantolon giyiyorum diye. Bankanın standartlarına ters düşüyormuş.
İstanbul'da Üniversitede okurken anamın dul, benim yetim maaşım geçinmemize yetmediğinden, Turkiye Genclik Teşkilatı
Turizm bölümünde çalıştım okulun sonuna kadar.
Sonra Allah nasip etti Kanada'ya gittim. Geceleri, sabahlara kadar taksi sürdüm, üniversite paramı kazandım. Mezun oluncaya kadar tam 4 yıl. Psikoloji derslerinde öyle güzel uyurdum ki. Çok başarılı bir öğrenci olduğumdan mezun olmadan Sheraton Otel Şirketi beni işe aldı. Bu defa kendimi ispatlamak, adamları utandırmamak için gece gündüz deli danalar gibi çalıştım Çok güzel bir kariyer sahibi oldum. 30 yaşındaydım ve hiç tatil yapmamıştım.
40 yaşında kızım doğdu. Herşeyi bırakıp eşimi kızımı alıp Türkiye'ye döndüm. Hiç hayatımda esnaflık tecrübe olmamasına rağmen Marmaris'te esnafllığa başladım. Önce bir hediyelik eşya mağazası, sonra bir mağaza daha, yetmedi bir de restoran açtık.
Marmaris'te turizm sezonu ile tanıştık. 7 ay gece gündüz bir gün bile tatil yapmadan karı- koca manyaklar gibi calıştık, yıllarımızı verdik.
Fellini benim idolumdur. Bütün filmlerini defalarca seyrettim. Bu filmlerin birinde duvar iscileri duvar örüyorlar ve sarkı söylüyorlardı. Şarkının sözleri şöyleydi; Dedemin dedesinin dedesi bütün hayatı boyunca duvar örmüş. Dedemin dedesi de bütün hayatı boyunca duvar örmüş. Dedem de bütün hayatı boyunca duvar ördü. Babam da bütün hayatı boyunca duvar ördü. Simdi ben de duvar örüyorum. Hala bir evimiz yok.
71 yaşındayım ve hala calışıyorum. Babam da hep çalıştı. Dedem de hep çalıştı. Dedelerimin dedesini bilmiyorum. Ama eminim onlar da bütun hayatları boyunca calışmışlardır. Resimde yanimda duran mutlu şahıs abim. 83 yaşında aklı başına geldi. Çalışmayı bıraktı.
Ben de yoruldum artık. Belki de bazı günler dünyayı omuzlarımda taşıyor gibi hissetmem bu yüzden.
Aslında hayat, sonunda kahramanının başına ne geleceğini cok iyi bildiğimiz bir öyküden başka bir sey değil. Bu salaklık, bu vurdum duymazlık niye ise?
Bilmiyorum ki
..
( Bu sicaklarda size acılı bir yazı yazmak içimden gelmedi)
NEREYE KADAR ?
Geçenlerde Gül'ün evinde sıcaklardan tam anlamıyla mayışmış bir halde otururken, nasıl olduysa mevzu botokstan açıldı. Benim hiç bilmediğim, hiç de merak etmediğim bu konuda Gül'ün enginlere sığmayıp taşan bilgisine inanamadım. Anlattıklarını ağzım bir karış açık hayranlık ve dehşetle dinledim.
Efendim botoksu yalnız kadınlar değil erkekler de yaptırıyorlarmış. Bilhassa zenginler ve yüksek mevkideki insanların tercihiymiş. Çünkü bu zatı muhteremler botoks yaptırınca daha dinç, dinlenmiş ve genç gözüküyorlarmış. Yalnız botoks denen bu mucizenin boyun çevresine ve ellere bir faydası yokmuş. Yani altı kaval üstü şishane gibi bir görünüm ortaya çıkabiliyormuş. Botoks artık o kadar yayılmış ki kuaförler bile yapıyorlarmış. Yani artık saç, sakal ve botoks lütfen diyebiliyormuşunuz kuaförünüzü ziyaret ettiğinizde.
Rica ettim Gül biraz daha detaylara girdi. O anlattıkça, benim tüylerim diken diken oldu. Özetle, botoks şöyle bir olay; Insanın beğenmediği bölgelere zehir enjekte edilip oralarda ki kaslar öldürülerek bu mucize gerçekleştiriliyormuş. Mesela alnınızda kaşlarınızı kaldırmaktan çizgiler mi oluştu? Bu bölgedeki kaslara botoks enjekte edilerek kaşları kaldırmaya yarayan kaslar öldürülüyor. Böylece kaşlar artık hareket etmediğinden daha doğrusu edemediğinden alındaki cizgilerde kayboluyormuş.
Bitmedi, kadınlar kıçları yukarı kalksın, diri gözüksün diye popolarına silikon enjekte ettiriyor, özel pantolonlar giyiyorlarmış. Eskiden berbere gittiğimizde saçımızı kesmeden önce berber bazı resimler gösterir, hangisi olsun diye sorardı. Bu kadınlara kimin kıçını gösteriyorlar acaba operasyona başlamadan önce diye merak ettim ama sormaya korktum.
Bitmedi, gögüsler dik dursun diye hem silikon ekledip hem de özel sütyen kullanıyorlarmış. Kaşlarını lazerle yok ettirip yerlerine kaş döğmesi yaptırıyorlarmış. Ya silikon dudaklara, yağ aldırmalara ne demeli bilmiyorum ki...
Vay anasını sayın seyirciler. Ne kadar cahil kalmışım meğer. Böyle her tarafıyla oynanmış bir kadınla çıkmak, birlikte olmak kabus gibidir herhalde . "Aman sarılma, popoma dokunma silikonlarıma dikkat et. Dudaktan değil hayatım, silikonlar, yanaktan öp lütfen. Kaç kez uyarmam gerekiyor aşkım?" Özür dilerim hayatım haritana bakmayı unutmuşum derdim" herhalde.(Allah yazdıysa bozsun)
Botoks olurda detoks olmaz mı. Başta bizim zengin takımı, insanlar dünyanının dört bir yanından Turkiye'ye sebze çayı içip hortum sokturmaya geliyorlar. Merkez Bodrum. Paranın gözü kör olsun."
Simena'nın şifresi filminde Karadeniz de lazlar kahvede yaşlı abilerinin etrafına toplanmış oturuyorlar. "Neydi uşahlar poh yiyenin adi, hani karilar yüzlerine yaptiriler sonra da buzhane baliği gibi bahirler?" Diye soruyor abi. " " Potoks, potoks" diyorlar hep bir ağızdan, koro halinde. "Ne toks, ne toks" diye soruyor abi. Yine koro halinde " Potoks potoks" diyorlar kahvedekiler.
Bir arabanin motoru bir defa açılıp orijinal parçalar değisti mi, artık arızalar hic bitmez, devam eder gider biliyor musunuz? Bunu bütün dünya bilir.
Şimdi soruyorum büküp boynumu; Bu nedir annem, bu nedir? Bu ne eziyettir Allah'ın özene bezene yarattığı bedene. Eninde sonunda şapka düşüp kel gözükmeyecek mi? Nereye kadar yani?
Yazımı iğrenc bir fikra ile noktalıyorum. Bir kadınla bir bey çıkıyorlar. Birbirlerini seviyorlar, evlilik planları yapıyorlar Ama bir problem var kadının nefesi, adamınsa ayakları berbat kokuyor ve bu problemi birbirlerinden saklıyorlar. Adam her firsatta ayaklarını yıkıyor, çoraplarını değiştiriyor, hatta ayakkabılarını bile camaşır makinesıne atıyor, kokular, özel pudralar kullanıyor. Kadın da devamlı karanfil çiğniyor ciklet çiğniyor. Adamla yüz yüze gelmemeye calışıyor.
Neyse evleniyorlar. Evlendikleri gece kadın adama dönüyor ve "Sevgilim seninle bir sırrımı paylaşmak istiyorum" demeye calışırken, adam kadının sözünü kesiyor, heyecanla " Söyleme sevgilim, söyleme ben tahmin edeyim" diyor. "Çoraplarımı yemişsin"
Yani ! Nereye kadar?
Ha?...
BEN NE KADAR ŞEYHSEM SEN O KADAR...
Çocuktum ve benim başkumandanım Atatürk'tü.
Sivas 4 Eylül CUMHURİYET lisesinde okurken koridorlar Atatürk kokardı. Atamızın çalışma odasının, yatak odasının önünden geçerken minnet duyar onu özlerdik. Hiç unutmazdık ki. Biz lisemizde onun anılarıyla kucak kucağa yaşadık, büyüdük mezun olduk. Yurdumuzun dört bir yanına dağıldık. Kız, erkek hepimizin başkumandanı Atatürk'tü.
Dünyayı dolaştım. 20 koca yıl yurdumdan uzak yaşadım. Atama hasretim, sevgim, hayranlığım hiç azalmadı. Yabancı kaynaklarda Atamız hakkında yazılanları okuyup, dünya liderlerini tanıyınca onu daha çok sevdim. Ona daha fazla bağlandım. Simdi 71 yaşındayım ve benim başkumandanım hala Atatürk o kadar. Ve de ölunceye kadar öyle kalacak.
Badem bıyık ve başkumandanlık. Şaka gibi yahu. Kızmıyorum, kızamıyorum, gülüyorum.
İnsaf merhamet yani. İnsan bu kadar mı kör bu kadar mı nankör olur ?
Üşenmedim büyüttüm o komik pankartı taşıyanların yüz ifadelerini. Sonra da teker teker inceledim bilgisayarda.
Anam bana kızdığında " Allah zeka dağıtırken sen nerelerdeydin oğlum? Derdi.
Bu çocukların anası babası yok galiba.
YAAAA...NEREDEN NEREYE
Her 10 Kasım sabahı, saat dokuzu beş geçe sirenler çaldığında, anam ağlamaya başlar, gözyaşlarını başından hiç çıkarmadığı baş örtüsüne siler, sonra da o gün kıldığı her namazda atamıza rahmet okurdu.
Nerelerden nerelere geldik. Bir stadyum dolu Atatürk'ümüzü seven ve onu inkar eden kalabalıklara, kutuplaşmalara sahit oluyoruz artık. Bizler, aydın kesim, kültürlü kesim, okumuş kesim, burnu havada kesim sustukca, bu vurdum duymazlığına devam ettiği sürece, hep aynı şeyleri söylemeyi tekrar edip durduğu sürece, daha nelere sahit olacağiz nelere. Hazırlıklı olun. Mide ilaclarınızı artırın. Tavsiye isterseniz benimle temasa geçin. Memnuniyetle benim son 10 senedir kullandığım ilacların listesini gönderirim adresinize. Kendi düşen ağlamaz. Buraya bir Fatih Terim bilmişliği sokabilirim. " AĞLAMAMALI"
Kimseye kabahat bulmayalım, suçlamayalım. Gözlerimizi kendi üzerimize çevirmenin zamanı geldi de geçiyor bile. Yillardır bakar körü oynadık. Nüfusumuzun yarısından çoğunu yok saydık, adam yerine koymadık, burun kıvırdık, küçümsedik, "Bizim ordumuz var" dedik. "Zamanı gelince derslerini alırlar" dedik. Burnumuz bir türlü havalardan yere inmedi. Kendimizi hep birinci sınıf vatandaş, hep birinci mevki yolcusu olarak gördük. Adamlar gece gündüz calışırken bizler mışıl mışıl uyumayı tercih ettik.
Ve sonunda bizler panik içinde çırpınırken uzun adam televizyon ekranlarından gözümüze baka baka" Atı alan Üsküdar'a geçti "dedi yüzunde alaycı bir gülumsemeyle. Dalgasını geçti.
Herseyden önce tembelliğimizden, gururumuzdan ve adam sendeciliğimizden bu hallere düstüğumüze inanmamız, şapkamızı önümüze koyup düşünmemiz gerekiyor. Yıllardır yok sayıp, kınadığımız, cahillikleriyle dalga geçtiğimiz, insafsız ön yargılarımızla ezdiğimiz insanlara sarılıp onları kendi ellerimizle bu adamların kucaklarina atıp sömürülmelerine sebep olduğumuz için özür dilemeliyiz. Eğer bunu yapabilir, onları samimiyetimize inandırabilirsek, ancak o zaman karşımızdakileri kendi silahlarıyla vurabiliriz. Çooook calışmamız lazım çooook. Lafla, ağlamakla, sikayetle, intizarla peynir gemisi yürümüyor. Bu insanları bu hale biz getirdik, adama atı biz kendi elimizle verdik...(Sergilenen sahtekarlıklardan bahsetmiyorum. Olanları hepimiz biliyoruz)
Beğenin beğenmeyin atı teslim ettiğimiz adamdan alıp, Üsküdar'dan geri getirmenin tek yolu bu.
Ayaklarımızın yere basma zamanı geldi. Geldi de geçiyor bile.
YEŞİL ELMA
Ben yeşil elma sevmem. Oldum olası sevmem. Çocukken mahalle arkadaşlarımla o kadar cok elma yolduk, yedik ki herhalde vücudumun alacağı yeşil elma kapasitesinii doldurmuşum.
Bu gün heveslendim bir yeşil elma aldım Migrostan, kendimi zorlaya zorlaya yemeye calıştım. Yarısında bıraktım. Bütun uğraşılarıma ve iyi niyetime rağmen bitiremedim.
Sonra aklıma zamanında sevip sonra ayrıldığım,, sonra da geri dönup tekrar birlikte olmaya çalıştiğım kız arkadaşlarım geldi.
Ne kadar uğraşırsam uğraşayım sonuçlar hep hayal kırıklığı oldu.Olmadı mı olmuyor. Bitti mi bitiyor. Gönül bir defa gectimi geçiyor. Geri dönüşü yok.
Yeşil elmayı yarısına kadar yiyip, bir kenara atmak kolay ama o buruk tat varya o buruk tat....
NE ALAKASI VARSA ?
Bazı güzel dostlarım soz zamanlarda "Neden hep acıklı yazılar yazıyorsun?" diye soruyor, gönül koyuyorlar. Ben de onlara bana tatlı şeyler gösterin de tatlı tatlı yazayım diyorum. Bu kadar derdin sıkıntının içinde yüzerken sizlere Polyanna , Walt Disney öykuleri mi yazmamı bekliyorsunuz? Bu kadar uyutulduğunuz yetmedi mi? Benden de mi ninniler dinlemek istiyorsunuz? diye soruyorum. Cenaze çıkmış evde türkü mü söylenir? diyorum, kızıyorum da biraz.
Baksanıza baştakilere ne kadar rahat ve iyimserler. Bodrum'da yangın çıkıyor, durum ciddi, hastane boşaltılıyor, çiçeği burnunda Muğla valimiz" Hastalar çok sıkılmıştı, hava alsınlar diye bahçeye çıkardık" diyor gülümseyerek. Turizm mahvoldu. İşletmeciler sürünüyorlar. Bakan bey çıkıyor " Geçen seneye göre yüzde 14 artış var, turizm maşallah iyi gidiyor" diyor. Hepimiz sıkma salağız ya.
Adam trafik kazası geçirmiş ölmüş. Sırt üstü yatırmışlar, gözleri açık. İki yaşlı teyze gelmiş baş ucunda durmuşlar. Bakmışlar yerde yatan adama bir müddet. Biri öbürünü dürtmüş "Bak kız bak, Allah gözlerini korumuş" demiş.
Benden bu kadar olumsuzluk yaşanırken iyimser yazılar yazmamı isterseniz yazamam. Yapamayacağım şeyleri istemeyin. En iyisi siz beni kendi halime bırakın. İçimden geldiği gibi yazmama rıza gösterin.
Herşeyin zamanı var. Güzel iç açıcı yazılar yazacağım zamanlarda gelecek. Bu pislik ilelebet devam etmeyecek. Sonunda kendi pisliklerinin içinde boğulacaklar, yakındır inanın bana.
Taşıma suyla değirmen dönmez. Ismarlama yazı yazılmaz dermişim. (Ne alakası varsa) Uysa da, uymasa da,.... demiş adam canı yanınca.( Arif olan anlar)