22 Eylül 2017 Cuma

BİR YALNIZ GÜNÜN DÜŞÜNDURDÜKLERİ
Eilndeki kitabı kapamak istedi ama kapatamadı, kararsız kaldı adam. Bu günlerde ruhunu kemiren sebebini bilmediği veya bilmek istemediği bir sıkıntı vardı içinde. Öyle bir sıkıntıydı ki bu ne kurtulabiliyor, ne ne olduğunu kestirebiliyor, ne de anlayabiliyordu.
Neydi ki bu?, memleketin durumu mu?, her gün işittiği üzücü endişe verici haberler mi?, Ata'sına yapılanlar mı?, bir türlü, taburcu olamadığı hastane ve hastane anıları mı?, insafsızca ilerleyen yaşı mı?, arasıra ensesinden başlayıp, sol koluna uzayan uyuşma mı? senelerdir hep aynı rüyaları görüp, bir daha uyku tutmaması mı?, işlerin kötü gitmesi mi?,banka borçları mı?, eşiyle her köşesini dantel gibi işledikleri evlerini satışa çıkarması mı?, motosikletine duyduğu özlem mi?, hakikaten neydi ki bu sıkıntı? Yoksa bütün bu saydıklarının hepsimiydi ? Belki, bu yaşında bu sıkıntıları çekmesi kaderdi, alnına yazılmıştı. Belki, geçmişte ki hatalarını öduyordu, Belki, hayattan uzaklaşmak için bahane, arıyordu. Belki de bıkkınlık gelmişti yaşamaktan.
Birden kendi kendine yönelttiği sorulardan ve verdiği cevaplardan bunaldığını hissetti adam. Elindeki kitaba tekrar baktı. Bir kez daha kapamak geldi içinden. Dokuzuncu bölüm, 49 uncu sayfa dedi kendi kendine kapamadan önce. Sonra kitabı kapatıp önündeki masanın üstüne koydu. Bir müddet kitapla karşılıklı bakıştılar. Öyle boynunu büküp durma dedi. Uzanıp düzeltti masada duruşunu kitabın. Senin suçun değil dedi. Bu günlerde hiçbir şeyden zevk alamıyorum diye devam etti. Yemek yiyemiyorum, içki içemiyorum, kimselerle konuşmak gelmiyor içimden, müziği bile bıraktım. Hantallaştım, yerimden kalkmayı canım istemiyor. Bir de yerimden kalkarken her yanım ağrıyor.
Söylediklerinin bitmediğini hissedip masanın üstünde kendi halinde duran kitaba bakıp konuşmasına devam etti. Bu yüreğinde başlayıp gözlerine yerleşen, ağzını hiç açmadan gözleriyle yaptığı tuhaf bir konuşmaydı. Dudakları sıkı sıkıya kapalıydı. Dili ağzında sanki bir kenara çekilmiş ara sıra bir sıkılıp bir rahatlayan çene kemiklerini izliyordu. Bir tek kulakları duyuyordu gözlerinin anlattıklarını adamın. Onlarda baş sallayamadıklarından söylediklerini sessizce dinliyor, ilgilerini gösteremediklerine üzülüyorlardı.
Bir şeyler olmalı dedi adam. Bir şeyler olmalı denize düşerken insanın tutunacağı. Sonra yelkenlisiyle tek başına sıyrılıp çıktığı fırtınaları, tırmandığı dağları, tepeleri, öptüğü kızları, gezdiği ülkeleri, köpeklerini, kedisini, herşeye rağmen kendisini hala sevenleri hatırladı. Sonra kapatıp önünde ki masaya öksüz bir çocuk gibi bıraktığı kitabı hatırladı.
Uzandı aldı. Dokuzuncu bölüm kırk dokuzuncu sayfada kalmıştık değil mi diye sordu kitaba özur dileyen bir ses tonuyla. Ve ağzından çıkan kelimeler gözle görülmeyen toz zerrelerinin üstüne yerleşip oturduğu kanepeden mağazanın dört bir yanına yayıldılar. Önce kocaman gözlü uzun boyunlu kadın tablolarına, sonra heykellere, sonra rengarenk takılara, sonra yerde ki Kürt kilimlerine, sonra da üzerleri resimli deri çantalara kondular.
Sonra nedenini bilmeden, anlayamadan belli belirsiz gülümsedi adam.
Açtı kitabı. Ellinci sayfaya geçti. 51, 52, 53 derken 54 üncü sayfaya ulaştı. Gözlerini dikti okudu gözlüklerinin ardından. Bir daha, bir daha okudu.
"Bu güvercin resmini sen mi yaptın, dedim berbere.
Ben yaptım , dedi soğuk bir sesle; ama bunu daha önce de sormuştun.
Hic anımsamıyorum, dedim; demek ki unutmuşum.
Yine unutacaksın kuşkusuz, belki bir daha soracaksın.
Desene yaşam tekrarlardan oluşuyor... Tekrarlardan değil, dedi berber tekrarların tekrarlarindan".
Gülümsedi adam. Hatta gülümsemedi, basbayağı güldü. O kadar güldü ki gülmesi mağazayı bir kaç kez dolaşıp dışarı çıktı. Önce vitrinlere anlamsız gözlerle bakanlara, sonra mağazanın önünden geçenlere, sonra da sıcaktan yerlere serilmiş tembel tembel yatan kedilere ulaştı. Hiç aldırmadı bile adam. Oturduğu yerden, gülmesine devam etti. Çünkü bu kez neden güldüğünü biliyordu. Hem çok iyi biliyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder