HAYAT BU...
Marmaris'te yaşayan bir adamcağız var. Güçlükle konuşsa da sokak sokak dolaşıp piyango bileti satar. Şimdi iyice yaşlandı. Çok zor yürüyor. Ama hala bir şeyler satmaya çalışıyor.
Senelerdir yaşam için verdiği uğraşıya hürmet ediyor, ne getirirse alıyorum. 20 yıl oldu daha amorti bile çıkmadı. Hani bir deli fıkrası vardır. Deliler tımarhanede ki bir duvarın önünde kuyruğa girmiş gözlerini duvardaki bir deliğe dayayıp bir müddet bakıyor, sonra sırada ki geliyormuş. Doktor merak etmiş, sıraya girmiş. Sıra kendisine gelince deliğe gözünü dayamış, hiçbir şey görmemiş. Arkasındakine dönüp" Ben bir şey göremedim" deyince arkadaki deli "Ohooo biz senelerdir bakıyoruz hiçbi bok göremedik, sen daha ilk günden şikayet ediyorsun" demiş. Ben de senelerdir bilet alırım daha bir şey görmedim, ama almaya devam ediyorum. Hayat böyle işte
Geçen gün yine geldi. Bir Milli Piyango bileti sattı bana. Sonra zorlukla Marmaris Gündem Gazetesinde yayımlanan yazılarımı her gün okuduğunu söyledi. O zorlukla anlattı, ben zorlukla anladım ve duygulandım. Hiç aklıma gelmezdi benim bir okurum olduğu. Hatta abim için baş sağlığı bile diledi.
Yazdım ya hayat böyle işte.
8 Mayıs 2018 Salı
UMUT...
Sizlere dün kısacık bir yazı yolladım. Komik bir soru sordum. Yüzünüze muzip bir gülümseme kondurmaktı amacım.
Nasrettin Hoca benim idolümdür. Örnek aldığım insan, ulu bir derviştir. Her hikayesi komik ama akıl dolu, yol göstericidir. O muhterem insan önce öğrencilerini güldürmüş, sonra o anlattığı komik fıkralardan ne anlamlar çıkarmıştır ne anlamlar.
Atalarımız güzele bakmak sevaptır derken; sadece güzel bir kadına bakmayı değil, güzel olan herşeye bakmanın sevap olduğunu ifade etmişlerdir.. Sevap bu sözde gözle alınan besin manasına gelmektedir.
Sayın seyirciler, insan beslenmeden yaşayamaz. Beslenme yalnız bir şeyler yemek bir şeyler içmek değildir. İnsan beş duyusuyla beslenir ve beş duyusunu beslemek zorundadır. Şöyle ki; güzel şeyler gördüğümüz de gözlerimiz, güzel bir koku aldığımız da burnumuz, güzel bir melodi dinlediğimiz de kulaklarımız, güzel bir şey yediğimizde dilimiz ağzımız, güzel bir şeye dokunduğumuz da derimiz beslenir ve kendimizi iyi hissederiz. Eğer beş duyumuzu doğru besinlerle beslersek güçleniriz. Kendimizi iyi hissederiz İçimiz yaşam enerjisi ile dolar, mutlu oluruz, mutlu ederiz.
Bu duyularımızdan bir tanesini bile doğru beslemezsek mutlu olamayız Mesela piknik yaptığınızı düşünelim. Güzel bir dere kenarına oturmuşsunuz. Hava güzel, nefis yiyecekler hazırlamışsınız, müziğimizi açmışsınz. Kır çiçekleri her tarafta. Birden kötü bir çöp kokusu alıyorsunuz, sihir bir anda bozuluveriyor, bütün keyfiniz kaçıyor.. Veya derede çöp torbalarının yüzdüğünü görüp, görmemezlikten gelmeye çalışıyorsunuz. Zevk alabilir misiniz o piknikten? Tabi ki hayır. Sadece kendinizi kandırmaya çalışırsınız, o kadar.
Milletçe neden böyle mutsuz olduk biliyor musunuz? Son15 yıldır Gördüklerimizi sevmedik. Duyduklarımızı sevmedik. Devamlı burnumuza kötü kokular geldi. Yediğimize içtiğimize karıştılar, ağzımızın tadı kalmadı. Bizleri kutuplaştırdılar, birbirimize düşman etmek için ellerinden eleni yaptılar. Sonunda birbirimize dokunamaz hale geldik. Daha önce de yazdığım gibi bütün bunlar dış güçler ve onların yardakçıları tarafından sinsice hazırlanmış bir plan izlenerek uygulandı ve uygulanmaya devam ediliyor.
Ama güzelliklere dönme zamanı geldi. İlk defa politika duvarları yıkıldı. İlk defa doğru adam seçildi. İçim aydınlandı, ümit doldu. Milletçe elele verme zamanı şimdi. Dibe vurmadan yeni bir bütünleşme oluşmaya başladığını hissediyorum.
Allah hepimizin yardımcısı olsun.
Sizlere dün kısacık bir yazı yolladım. Komik bir soru sordum. Yüzünüze muzip bir gülümseme kondurmaktı amacım.
Nasrettin Hoca benim idolümdür. Örnek aldığım insan, ulu bir derviştir. Her hikayesi komik ama akıl dolu, yol göstericidir. O muhterem insan önce öğrencilerini güldürmüş, sonra o anlattığı komik fıkralardan ne anlamlar çıkarmıştır ne anlamlar.
Atalarımız güzele bakmak sevaptır derken; sadece güzel bir kadına bakmayı değil, güzel olan herşeye bakmanın sevap olduğunu ifade etmişlerdir.. Sevap bu sözde gözle alınan besin manasına gelmektedir.
Sayın seyirciler, insan beslenmeden yaşayamaz. Beslenme yalnız bir şeyler yemek bir şeyler içmek değildir. İnsan beş duyusuyla beslenir ve beş duyusunu beslemek zorundadır. Şöyle ki; güzel şeyler gördüğümüz de gözlerimiz, güzel bir koku aldığımız da burnumuz, güzel bir melodi dinlediğimiz de kulaklarımız, güzel bir şey yediğimizde dilimiz ağzımız, güzel bir şeye dokunduğumuz da derimiz beslenir ve kendimizi iyi hissederiz. Eğer beş duyumuzu doğru besinlerle beslersek güçleniriz. Kendimizi iyi hissederiz İçimiz yaşam enerjisi ile dolar, mutlu oluruz, mutlu ederiz.
Bu duyularımızdan bir tanesini bile doğru beslemezsek mutlu olamayız Mesela piknik yaptığınızı düşünelim. Güzel bir dere kenarına oturmuşsunuz. Hava güzel, nefis yiyecekler hazırlamışsınız, müziğimizi açmışsınz. Kır çiçekleri her tarafta. Birden kötü bir çöp kokusu alıyorsunuz, sihir bir anda bozuluveriyor, bütün keyfiniz kaçıyor.. Veya derede çöp torbalarının yüzdüğünü görüp, görmemezlikten gelmeye çalışıyorsunuz. Zevk alabilir misiniz o piknikten? Tabi ki hayır. Sadece kendinizi kandırmaya çalışırsınız, o kadar.
Milletçe neden böyle mutsuz olduk biliyor musunuz? Son15 yıldır Gördüklerimizi sevmedik. Duyduklarımızı sevmedik. Devamlı burnumuza kötü kokular geldi. Yediğimize içtiğimize karıştılar, ağzımızın tadı kalmadı. Bizleri kutuplaştırdılar, birbirimize düşman etmek için ellerinden eleni yaptılar. Sonunda birbirimize dokunamaz hale geldik. Daha önce de yazdığım gibi bütün bunlar dış güçler ve onların yardakçıları tarafından sinsice hazırlanmış bir plan izlenerek uygulandı ve uygulanmaya devam ediliyor.
Ama güzelliklere dönme zamanı geldi. İlk defa politika duvarları yıkıldı. İlk defa doğru adam seçildi. İçim aydınlandı, ümit doldu. Milletçe elele verme zamanı şimdi. Dibe vurmadan yeni bir bütünleşme oluşmaya başladığını hissediyorum.
Allah hepimizin yardımcısı olsun.
BÜYÜK REİS
Yazmayayım yazmayayım diyorum, içime atıyorum. İçim yanıyor, dayanamıyorum. Üzülüyorum, yoruluyorum hasta bile oluyorum. Dişlerimin hepsi sağlam ama müthiş bir diş ağrısı çekiyorum. Öyle bir ağrı ki ne bana yemek yediriyor, ne de doğru dürüst konuşabilliyorum. Dişçim stresten bağışıklık sistemimin zayıfladığını. Diş etlerimde çekilme meydana geldiğini, yirmilik dişimin dibinden hava aldığını, çekilmesi gerektiğini söyledi. Tabi haklı yetmiş bir yaşında adamın ağzında yirmilik diş rahat durur mu?
Her telefon açıp "abi, BÜYÜK REİS ne haber? " diye sorduğumda "vay canım kardeşim aramış" diyen o sesi, telefonda gülümseyen o yüzü küçük bir çocuk gibi her içimden geldiğinde sarılı sarılı verdiğim o heybetli adamı nasıl özlüyorum, nasıl özlüyorum bilemezsiniz. Bugün 40 gün geçmiş. Hala inanamıyorum, zaman nasıl da uçup gidiyor. Hadi canlarım bir fatiha da siz okuyun Hak ediyor inanın. İsmet Karabenli çok özel ve dünyaya ender gelen bir insandı. .
Goran Bregoviç o meşhur şarkısında "in the death car, we are alive" diyor. Ölüm arabasında hayattayız, yaşıyoruz demek.
Yani hepimizin sonu belli ve biz bunu bilerek bu araba da seyahat ediyoruz yaşıyoruz demiş. Yaşamı nasıl da güzel anlatnış bir cümlede.
(Bu arada Muharrem İnce'nin adaylığı resmen açıklandı. Diş ağrımı unuttum mutluluktan. Hem de İlhan Kesici Gardaşım açıkladı.vatana millete hayırlı, uğurlu olsun)
Yazmayayım yazmayayım diyorum, içime atıyorum. İçim yanıyor, dayanamıyorum. Üzülüyorum, yoruluyorum hasta bile oluyorum. Dişlerimin hepsi sağlam ama müthiş bir diş ağrısı çekiyorum. Öyle bir ağrı ki ne bana yemek yediriyor, ne de doğru dürüst konuşabilliyorum. Dişçim stresten bağışıklık sistemimin zayıfladığını. Diş etlerimde çekilme meydana geldiğini, yirmilik dişimin dibinden hava aldığını, çekilmesi gerektiğini söyledi. Tabi haklı yetmiş bir yaşında adamın ağzında yirmilik diş rahat durur mu?
Her telefon açıp "abi, BÜYÜK REİS ne haber? " diye sorduğumda "vay canım kardeşim aramış" diyen o sesi, telefonda gülümseyen o yüzü küçük bir çocuk gibi her içimden geldiğinde sarılı sarılı verdiğim o heybetli adamı nasıl özlüyorum, nasıl özlüyorum bilemezsiniz. Bugün 40 gün geçmiş. Hala inanamıyorum, zaman nasıl da uçup gidiyor. Hadi canlarım bir fatiha da siz okuyun Hak ediyor inanın. İsmet Karabenli çok özel ve dünyaya ender gelen bir insandı. .
Goran Bregoviç o meşhur şarkısında "in the death car, we are alive" diyor. Ölüm arabasında hayattayız, yaşıyoruz demek.
Yani hepimizin sonu belli ve biz bunu bilerek bu araba da seyahat ediyoruz yaşıyoruz demiş. Yaşamı nasıl da güzel anlatnış bir cümlede.
(Bu arada Muharrem İnce'nin adaylığı resmen açıklandı. Diş ağrımı unuttum mutluluktan. Hem de İlhan Kesici Gardaşım açıkladı.vatana millete hayırlı, uğurlu olsun)
İPİN UCU ÖNEMLİ
Hayatın aslında bir ipi var ve , hepimiz o ipe asılarak yaşıyoruz. Sıkısıkıya sarıldığımız zamanlarda oluyor, parmaklarımızı gevşettiğimiz zamanlarda. Kendimizi yukarı çektiğimiz zamanlarda oluyor, dibe vurduğumuz zamanlarda.
İpin ucunu kaçırdık mı asıl problemler başlıyor. Yani ne olursa olsun. " Hayat devam ediyor" masalına inanıp, "başa gelen çekilir, hayat bu" deyip, istesek de istemesek de ipin ucunu kaçırmamamız lazım.(Hele şu günlerde ipin ucunu kaçırmamak hakikaten zor biliyorum)
Ben şahsen yaşamım süresince ipin ucunu defalarca kaçırdım. (Haybeye yazmıyorum. Tecrübe konuşuyor yani) Bazen hemen yakaladım. Bazen biraz zaman aldı yakalamam. Bazen artık yakalamaktan ümidimi kestim ve bir mucize oldu birileri yakaladı ipi, elime tutuşturdular.
Yaaa "F" vitaminlerim benim; işte o birilerinin arasında sizler de vardınız. Hala da gözleriniz ellerimde ve ipte biliyorum, hissediyorum. "Ya bırakırsa" diye endişe ettiğinizi de biliyorum.
Bırakmam bırakmam daha çooook yazacaklarım var ve benimle götürmeye niyetim yok.
Nasıl sevmem sizleri ben?
Hayatın aslında bir ipi var ve , hepimiz o ipe asılarak yaşıyoruz. Sıkısıkıya sarıldığımız zamanlarda oluyor, parmaklarımızı gevşettiğimiz zamanlarda. Kendimizi yukarı çektiğimiz zamanlarda oluyor, dibe vurduğumuz zamanlarda.
İpin ucunu kaçırdık mı asıl problemler başlıyor. Yani ne olursa olsun. " Hayat devam ediyor" masalına inanıp, "başa gelen çekilir, hayat bu" deyip, istesek de istemesek de ipin ucunu kaçırmamamız lazım.(Hele şu günlerde ipin ucunu kaçırmamak hakikaten zor biliyorum)
Ben şahsen yaşamım süresince ipin ucunu defalarca kaçırdım. (Haybeye yazmıyorum. Tecrübe konuşuyor yani) Bazen hemen yakaladım. Bazen biraz zaman aldı yakalamam. Bazen artık yakalamaktan ümidimi kestim ve bir mucize oldu birileri yakaladı ipi, elime tutuşturdular.
Yaaa "F" vitaminlerim benim; işte o birilerinin arasında sizler de vardınız. Hala da gözleriniz ellerimde ve ipte biliyorum, hissediyorum. "Ya bırakırsa" diye endişe ettiğinizi de biliyorum.
Bırakmam bırakmam daha çooook yazacaklarım var ve benimle götürmeye niyetim yok.
Nasıl sevmem sizleri ben?
DELİYİM YA...
Düşünüyorum da liseden mezun olduktan sonra hep kavgalarla geçti ömrüm. Yaşam kavgası, gurbet kavgası, güç kavgası, para kavgası, kendimi kanıtlama kavgası. Ama çok da sevdim, sevdalandım, sevildim de. Bir yanda kavgalarım, bir yanda sevgililerim oldu hep. Geceyle gündüz gibi, harp ve sulh gibi.
Şimdi saçlarım sakallarım bembeyaz ve anlatacaklarım daha bitmedi.. Yeni bir kitap yazıyorum,; altıncı kitabımı.
"Pişman değilim" le başlıyor. Kavga da var, sevmekte diye devam ediyor.
Ne güzel. İlgilenmeyeceğiniz bir kitap daha yazıyorum.
Suya yazı yazmayı seviyorum ya, deliyim ya.
Deli deli tepeli, Kulakları küpeli en sevdiğim şarkıdır. Çok güzel bir ritmi vardır. O ritmi yakalarsanız şakır şakır oynarsınız. İşte ben o ritmi yakaladım. Şakır şakır oynamıyorum ama şakır şakır yazıyorum. Küpem de var. Vallahi var, sol kulağımda . Yirmi yıldır da çıkarmadım.
.
Düşünüyorum da liseden mezun olduktan sonra hep kavgalarla geçti ömrüm. Yaşam kavgası, gurbet kavgası, güç kavgası, para kavgası, kendimi kanıtlama kavgası. Ama çok da sevdim, sevdalandım, sevildim de. Bir yanda kavgalarım, bir yanda sevgililerim oldu hep. Geceyle gündüz gibi, harp ve sulh gibi.
Şimdi saçlarım sakallarım bembeyaz ve anlatacaklarım daha bitmedi.. Yeni bir kitap yazıyorum,; altıncı kitabımı.
"Pişman değilim" le başlıyor. Kavga da var, sevmekte diye devam ediyor.
Ne güzel. İlgilenmeyeceğiniz bir kitap daha yazıyorum.
Suya yazı yazmayı seviyorum ya, deliyim ya.
Deli deli tepeli, Kulakları küpeli en sevdiğim şarkıdır. Çok güzel bir ritmi vardır. O ritmi yakalarsanız şakır şakır oynarsınız. İşte ben o ritmi yakaladım. Şakır şakır oynamıyorum ama şakır şakır yazıyorum. Küpem de var. Vallahi var, sol kulağımda . Yirmi yıldır da çıkarmadım.
.
Yutkunmalar, nefes alma güçlükleri tıkanmalar, iç geçirmeler kalp çarpıntıları gözlerde yaşlar ellerde titremeler, terlemeler utanmalar kekelemeler endişe korku hatta neredeyse panik atak bütün bunlar ne için biliyor musunuz "seni seviyorum diyebilmek için.
Halbuki "senden nefret ediyorum" demek ne kadar kolay ve zahmetsiz.
Neden mutsuzuz acaba?
Halbuki "senden nefret ediyorum" demek ne kadar kolay ve zahmetsiz.
Neden mutsuzuz acaba?
TANRILARINIZA SAHİP ÇIKIN
Tao'cular insan vücudunda 36000 tanrı ve tanrıça olduğuna inanırlar. Eğer sürekli kötü şeyler düşünür, kötü şeyler yer, kendimizi zehirler, içimizde ve dışımızda pisliğin birikmesine izin verirsek bu tanrılar sonunda pes eder, tiksinir birer birer bırakıp giderler.
Mesela dişlerimizi fırçalamaya üşenirsek, dişlere bakan tanrı gider, sürünürüz. Manyaklar gibi paket paket sigara içmeyi sürdürürsek, akçiğerlere bakan tanrıça gider, kanser oluruz. Her akşam bir büyük götürüyorum diye öğüne öğüne içersek rakıyı, hem karaciğere bakan tanrıdan hem karaciğerimizden oluruz. Götümüz yerden kalkmayıp, devamlı yiyip içip öbez olursak bırakıp gitmedik tanrı veya tanrıça kalmaz.
Yani sayın seyirciler "insan kendi kendinin katilidir" lafını boşuna icad etmemişler.
Hadi bir düşünün bakalım siz kaç tanrı veya tanrıça kaçırdınız ve kaçırmayı sürdürüyorsunuz.
Yalnız dürüst olun düşünürken. Beyninizden dürüstlük tanrısını da kaçırmayın!
Tao'cular insan vücudunda 36000 tanrı ve tanrıça olduğuna inanırlar. Eğer sürekli kötü şeyler düşünür, kötü şeyler yer, kendimizi zehirler, içimizde ve dışımızda pisliğin birikmesine izin verirsek bu tanrılar sonunda pes eder, tiksinir birer birer bırakıp giderler.
Mesela dişlerimizi fırçalamaya üşenirsek, dişlere bakan tanrı gider, sürünürüz. Manyaklar gibi paket paket sigara içmeyi sürdürürsek, akçiğerlere bakan tanrıça gider, kanser oluruz. Her akşam bir büyük götürüyorum diye öğüne öğüne içersek rakıyı, hem karaciğere bakan tanrıdan hem karaciğerimizden oluruz. Götümüz yerden kalkmayıp, devamlı yiyip içip öbez olursak bırakıp gitmedik tanrı veya tanrıça kalmaz.
Yani sayın seyirciler "insan kendi kendinin katilidir" lafını boşuna icad etmemişler.
Hadi bir düşünün bakalım siz kaç tanrı veya tanrıça kaçırdınız ve kaçırmayı sürdürüyorsunuz.
Yalnız dürüst olun düşünürken. Beyninizden dürüstlük tanrısını da kaçırmayın!
MARMARİS'TE DÜĞÜN
İri memeli koca kalçalı kısa bacaklı kadınlar gecesi sanki. Elbiseler rengarenk ve zalimce dar. Dikişler meydan savaşı veriyorlar. Yağlar her köşeden küçük volkanlar gibi fışkırıyorlar. Saçlar kuaförden çıkmış gövdeye bir kaç numara büyük. Afrikalı kadınların kafalarında sepet taşımalarını anımsatıyor. Yüksek topuklar, her ayakta. Hem topuklar hem ayaklar inliyor. Gözlerin etrafına beyaz far çekilmiş korkutucu.
Erkekler başka bir alem. Yüzlerinden bıkkınlık, mutsuzluk akıyor. Belli istemeye istemeye gelmişler, istemeye istemeye giyinmişler. Göbeklerden ceketlerin önü kapanmıyor. Bazıları düğmeleri açık bırakmış, bazıları göbeklerini içeri çekmiş iliklemişler. Askıya alınmış gibi yürüyorlar. Kollarını oynatamıyorlar..Kravat bile takanlar var, belli hanımlar zorlamışlar. Gömleklerin yakası açık. Kravat bağları gögüse kadar inmiş. Neyseki düğün içkili.
Kadınlar hayatlarından memnun. Oynayacak göbek atacak kurtlarını dökecek, dedikodu yapacaklar ya. Belki de düğünler tek eğlenceleri.
Geceyarısına kadar kadınlar oynuyor. Geceyarısından sonra erkekler sahneye çıkıyor erkek erkeğe oynuyorlar. Bir çeşit eş cins oynaması. Ceketler çıkmış kravatlar başlarına bağlanmış. Kadınlara " öyle oynanmaz lan böyle oynanır" der gibi bir göbek atmalar, bir kalça kıvırmalar, bir omuz atmalar bir gerdan kırmalar, bir göz süzmeler, bir titremeler inanılmaz.
Bakıyorum bakıyorum, Allah'tan bu ülkeye Tatarlar Abazalar Beyaz Ruslar, Çerkesler gelmiş( Bu arada bende çerkezim. Atalarım Rusya'dan gelmişler) diye düşünüyorum. Allahtan Osmanlı hayırlı bir iş yapmış, Balkanlardan, Avrupadan dilberler ithal etmiş de ırkımız biraz güzelleşmiş diye de düşünüyorum.
İri memeli koca kalçalı kısa bacaklı kadınlar gecesi sanki. Elbiseler rengarenk ve zalimce dar. Dikişler meydan savaşı veriyorlar. Yağlar her köşeden küçük volkanlar gibi fışkırıyorlar. Saçlar kuaförden çıkmış gövdeye bir kaç numara büyük. Afrikalı kadınların kafalarında sepet taşımalarını anımsatıyor. Yüksek topuklar, her ayakta. Hem topuklar hem ayaklar inliyor. Gözlerin etrafına beyaz far çekilmiş korkutucu.
Erkekler başka bir alem. Yüzlerinden bıkkınlık, mutsuzluk akıyor. Belli istemeye istemeye gelmişler, istemeye istemeye giyinmişler. Göbeklerden ceketlerin önü kapanmıyor. Bazıları düğmeleri açık bırakmış, bazıları göbeklerini içeri çekmiş iliklemişler. Askıya alınmış gibi yürüyorlar. Kollarını oynatamıyorlar..Kravat bile takanlar var, belli hanımlar zorlamışlar. Gömleklerin yakası açık. Kravat bağları gögüse kadar inmiş. Neyseki düğün içkili.
Kadınlar hayatlarından memnun. Oynayacak göbek atacak kurtlarını dökecek, dedikodu yapacaklar ya. Belki de düğünler tek eğlenceleri.
Geceyarısına kadar kadınlar oynuyor. Geceyarısından sonra erkekler sahneye çıkıyor erkek erkeğe oynuyorlar. Bir çeşit eş cins oynaması. Ceketler çıkmış kravatlar başlarına bağlanmış. Kadınlara " öyle oynanmaz lan böyle oynanır" der gibi bir göbek atmalar, bir kalça kıvırmalar, bir omuz atmalar bir gerdan kırmalar, bir göz süzmeler, bir titremeler inanılmaz.
Bakıyorum bakıyorum, Allah'tan bu ülkeye Tatarlar Abazalar Beyaz Ruslar, Çerkesler gelmiş( Bu arada bende çerkezim. Atalarım Rusya'dan gelmişler) diye düşünüyorum. Allahtan Osmanlı hayırlı bir iş yapmış, Balkanlardan, Avrupadan dilberler ithal etmiş de ırkımız biraz güzelleşmiş diye de düşünüyorum.
HAYDİ BAKALIM SAHNE SİZİN
Ahmet altan "Tehlikeli İlişkiler" kitabında şöyle diyor" kadınların şefkat isterken aslında duygusal bir cinayet işlemeye hazırlanıyorlar. Kurbanlarından şefkat istiyorlar, o şefkati görür görmez de onu sevmekten vazgeçiyorlar ve duygusal dünyalarında o erkeği de gömüp bir cinayet daha işlemenin keyfiyle yeni bir kurban aramaya başlıyorlardı"
Kadrolu okurlarım, üç yılı aşkın bir zamandır benden bıkmayan okurlarım bilirler. Eşim Yasemin'i kaybettikten sonra yıllarca aramızda ki sevgiyi ve şefkati anlattım. Yıllar geçtikçe, bu sevginin ve şefkatin ne kadar büyüdüğünden geliştiğinden bahsettim. Kadın okurlarımdan binlerce yorum aldım. Hepsinde ki ortak nokta; ne kadar sevgi ve şefkata ihtiyaç duydukları, ne kadar şefkat ve sevgi yoksunluğu içinde yaşadıklarıydı. Hatta "sizin gibi bir birliktelik yaşasaydım bir yıl sonra ölmeye razıyım" diye yazanlar bile vardı.
Yani sevgili "F" vitaminlerim ben sevgi ve şefkat adamıyım ve hayatımı onların üstüne kurdum. Ne olursa olsun bu inancım ölene kadar da devam edecek. Seven insan plan yapmaz. Sevgimi şefkatimi gösterirsem benden bıkar, aman beni terkeder korkusuyla yaşayan, bu duyguları saklamayı tercih eden adam veya kadın acınacak, mutsuz, ruhsuz bir hayat yaşar bana göre.
Sevgi ve şefkatin ölçüsü yoktur. Bunlar olmadan insan nasıl yaşar ki?
Fransızlar "sevgisiz hayat tuzsuz ekmeğe benzer" derler.
Ahmet Altan'ın bahsettikleri gibi düşünen kadınların benim hayatımda yeri olmaz, olamaz, olmadı da. Ben kendini bilen, kendine güvenen kişilik sahibi kadınların böyle düşündüğüne inanmıyorum.
Sizler ne düşünüyorsunuz?
Sahne sizin. Haydi bakalım o zaman. Kendi avukatlığınızı kendiniz yapın.
Ahmet altan "Tehlikeli İlişkiler" kitabında şöyle diyor" kadınların şefkat isterken aslında duygusal bir cinayet işlemeye hazırlanıyorlar. Kurbanlarından şefkat istiyorlar, o şefkati görür görmez de onu sevmekten vazgeçiyorlar ve duygusal dünyalarında o erkeği de gömüp bir cinayet daha işlemenin keyfiyle yeni bir kurban aramaya başlıyorlardı"
Kadrolu okurlarım, üç yılı aşkın bir zamandır benden bıkmayan okurlarım bilirler. Eşim Yasemin'i kaybettikten sonra yıllarca aramızda ki sevgiyi ve şefkati anlattım. Yıllar geçtikçe, bu sevginin ve şefkatin ne kadar büyüdüğünden geliştiğinden bahsettim. Kadın okurlarımdan binlerce yorum aldım. Hepsinde ki ortak nokta; ne kadar sevgi ve şefkata ihtiyaç duydukları, ne kadar şefkat ve sevgi yoksunluğu içinde yaşadıklarıydı. Hatta "sizin gibi bir birliktelik yaşasaydım bir yıl sonra ölmeye razıyım" diye yazanlar bile vardı.
Yani sevgili "F" vitaminlerim ben sevgi ve şefkat adamıyım ve hayatımı onların üstüne kurdum. Ne olursa olsun bu inancım ölene kadar da devam edecek. Seven insan plan yapmaz. Sevgimi şefkatimi gösterirsem benden bıkar, aman beni terkeder korkusuyla yaşayan, bu duyguları saklamayı tercih eden adam veya kadın acınacak, mutsuz, ruhsuz bir hayat yaşar bana göre.
Sevgi ve şefkatin ölçüsü yoktur. Bunlar olmadan insan nasıl yaşar ki?
Fransızlar "sevgisiz hayat tuzsuz ekmeğe benzer" derler.
Ahmet Altan'ın bahsettikleri gibi düşünen kadınların benim hayatımda yeri olmaz, olamaz, olmadı da. Ben kendini bilen, kendine güvenen kişilik sahibi kadınların böyle düşündüğüne inanmıyorum.
Sizler ne düşünüyorsunuz?
Sahne sizin. Haydi bakalım o zaman. Kendi avukatlığınızı kendiniz yapın.
BEN VE BENLER
Geçiyorum aynanın karşısına bakıyorum kendime. Sonra hayret ediyorum yıllardır aynada kaç insana bakmışım ben diye.
Sonra bunların hepsini bir araya getirip güzel bir sohbet etmek geçiyor içimden. Beş yaşımı, on yaşımı, on beş yaşımı, yirmi yaşımı, beşer yıl atlayarak her yaşımı.
En kötüsü "bu kim yahu? Bu ben değilim" diye inkar da edemiyor insan. Bakıyorum bakıyorum bazılarını seviyorum. Bazılarını da ben bunlara nasıl tahammül etmişim diyor utanıyorum. Yunus " bir ben var benden içeri" demiş. Maşallah bende ki benler bana sığmıyor taşıyorlar.
"Benden bi bok olmaz" dediğimde hangi benden bahsediyorum bilmiyorum ki. Yıldızların altında sarhoş olan gönül hangi ben'e ait acaba. Bir de gamlı hazan olan ben var. Beni benden alan ben bile var.
Birisine "sen benimsin dediğimde kafam karışıyor. Karşımdakine ihanet ediyormuşum gibime geliyor. Çünkü hangi ben söylüyor bunu acaba? Bilmiyorum ki.
Bir de ikizlere iki karakterli derler
Hangi iki karakter?
Ah keşke....ikiyle kalsaydık
Geçiyorum aynanın karşısına bakıyorum kendime. Sonra hayret ediyorum yıllardır aynada kaç insana bakmışım ben diye.
Sonra bunların hepsini bir araya getirip güzel bir sohbet etmek geçiyor içimden. Beş yaşımı, on yaşımı, on beş yaşımı, yirmi yaşımı, beşer yıl atlayarak her yaşımı.
En kötüsü "bu kim yahu? Bu ben değilim" diye inkar da edemiyor insan. Bakıyorum bakıyorum bazılarını seviyorum. Bazılarını da ben bunlara nasıl tahammül etmişim diyor utanıyorum. Yunus " bir ben var benden içeri" demiş. Maşallah bende ki benler bana sığmıyor taşıyorlar.
"Benden bi bok olmaz" dediğimde hangi benden bahsediyorum bilmiyorum ki. Yıldızların altında sarhoş olan gönül hangi ben'e ait acaba. Bir de gamlı hazan olan ben var. Beni benden alan ben bile var.
Birisine "sen benimsin dediğimde kafam karışıyor. Karşımdakine ihanet ediyormuşum gibime geliyor. Çünkü hangi ben söylüyor bunu acaba? Bilmiyorum ki.
Bir de ikizlere iki karakterli derler
Hangi iki karakter?
Ah keşke....ikiyle kalsaydık
MÜTHİŞ SEVMEK
"Seni müthiş seviyorum" dedim. Çapkınca kocaman gülümsedi. Hafif hafif kafasını iki yana salladı "seni seni" der gibi. Sonra kaşlarını kaldırdı, gözlerini gözlerime dikti. "Müthiş sevmek nasıl oluyor?" diye sordu.
"Şöyle oluyor" dedim. "Seni gece seviyorum, gündüz seviyorum. Uyuyor seviyorum uyanıyor seviyorum. Gün 24 saat ama yetmiyor. Artık yeteri kadar sevdim diye düşünüyorum, sonra bakıyorum kalbimde hala yer var. Sevmeye devam ediyorum. Ben seviyorum kalbimde yer açılıyor, ben seviyorum kalbimde daha çok yer açılıyor. Ne ben yoruluyorum, ne de kalbim doluyor. Sonra sana sarılıyor, saçlarını kokluyor öpüyor, öpüyorum. Dünyanın en şanslı kulu benim diye düşünüyor, seni sevmeye devam ediyorum. İşte müthiş sevmek bu" dedim.
Bu defa hınzır hınzır gülümsedi. "Ne güzel değil mi? Seviyorsun seviyorsun seviyorsun kilo almıyorsun' dedi.
"Seni müthiş seviyorum" dedim. Çapkınca kocaman gülümsedi. Hafif hafif kafasını iki yana salladı "seni seni" der gibi. Sonra kaşlarını kaldırdı, gözlerini gözlerime dikti. "Müthiş sevmek nasıl oluyor?" diye sordu.
"Şöyle oluyor" dedim. "Seni gece seviyorum, gündüz seviyorum. Uyuyor seviyorum uyanıyor seviyorum. Gün 24 saat ama yetmiyor. Artık yeteri kadar sevdim diye düşünüyorum, sonra bakıyorum kalbimde hala yer var. Sevmeye devam ediyorum. Ben seviyorum kalbimde yer açılıyor, ben seviyorum kalbimde daha çok yer açılıyor. Ne ben yoruluyorum, ne de kalbim doluyor. Sonra sana sarılıyor, saçlarını kokluyor öpüyor, öpüyorum. Dünyanın en şanslı kulu benim diye düşünüyor, seni sevmeye devam ediyorum. İşte müthiş sevmek bu" dedim.
Bu defa hınzır hınzır gülümsedi. "Ne güzel değil mi? Seviyorsun seviyorsun seviyorsun kilo almıyorsun' dedi.
SEVGİNİN EMANETİ OLMAZ
Eğer bir zamanlar birini sevdiysen, ama sevdiysen hep seversin.Yüz kırışır, bel bükülür,
dişler dökülür, saçlar sakallar ağarır, kulaklar duymaz, kalp damarları değişir ama sevgi değişmez. Gözlerin feri gider ama sevgi bir yere gitmez. Sevdiysen, beynin sulanana kadar, dibine kadar, ölene kadar, seversin ve giderken sevgini yanında götürür kimselere bırakmaya kıyamazsın
Sevginin emaneti olmaz.
Eğer bir zamanlar birini sevdiysen, ama sevdiysen hep seversin.Yüz kırışır, bel bükülür,
dişler dökülür, saçlar sakallar ağarır, kulaklar duymaz, kalp damarları değişir ama sevgi değişmez. Gözlerin feri gider ama sevgi bir yere gitmez. Sevdiysen, beynin sulanana kadar, dibine kadar, ölene kadar, seversin ve giderken sevgini yanında götürür kimselere bırakmaya kıyamazsın
Sevginin emaneti olmaz.
GÖTE KINA YAKMAK İŞE YARAMAZ
Her insanın bir çok yanı vardır. Maalesef insanlar birbirlerinin sadece işlerine gelen, hoşlarına giden, yani görmek istedikleri yanlarını görür, diğer yanlarına gelince kör olurlar. Bu körlük bazen bir gün, bazen bir hafta, bazen bir ay, bazen senelerce, hatta bir ömür boyu sürebilir. Bir bakıma bile bile ladestir bu.
Ama sonunda "Bunu senden beklemezdim, şok oldum, seni hiç tanıyamamışım, bu senmisin? gözlerime inanamıyorum, duyduklarım doğru mu? Nasıl bir insanmışsın sen?,
Koynumda yılan beslemişim, ne aptalmışım, namussuz seni, gibi laflar başlayınca perde iner, gözler açılır. Ayrılık saati geçte olsa gelir. Ama bayram geçtiğinden "Ahhh sonunda kurtuldum" demek. sadece göte kına yakmak çaresizliğidir ve işe yaramaz.
İşe yaramaz. Çünkü kına kozmetik bir üründür kazık acısına etkisi olmaz. Yani ağrı kesici veya ağrı giderici özelliği yoktur.
Her insanın bir çok yanı vardır. Maalesef insanlar birbirlerinin sadece işlerine gelen, hoşlarına giden, yani görmek istedikleri yanlarını görür, diğer yanlarına gelince kör olurlar. Bu körlük bazen bir gün, bazen bir hafta, bazen bir ay, bazen senelerce, hatta bir ömür boyu sürebilir. Bir bakıma bile bile ladestir bu.
Ama sonunda "Bunu senden beklemezdim, şok oldum, seni hiç tanıyamamışım, bu senmisin? gözlerime inanamıyorum, duyduklarım doğru mu? Nasıl bir insanmışsın sen?,
Koynumda yılan beslemişim, ne aptalmışım, namussuz seni, gibi laflar başlayınca perde iner, gözler açılır. Ayrılık saati geçte olsa gelir. Ama bayram geçtiğinden "Ahhh sonunda kurtuldum" demek. sadece göte kına yakmak çaresizliğidir ve işe yaramaz.
İşe yaramaz. Çünkü kına kozmetik bir üründür kazık acısına etkisi olmaz. Yani ağrı kesici veya ağrı giderici özelliği yoktur.
NEDEN?...
Neden surat asıyoruz bilmiyorum ki neye surat asıyoruz onu da bilmiyorum. Neden daha fazla gülmüyoruz? Neden bu kadar ciddiye alıyoruz yaşamı?. Yahu kim ne götürmüş?, kim dünyaya kazık çakmış? Neyi paylaşamıyoruz? Mevlana hazretleri "bir sofranın etrafında elli kişi yemek yer, iki hükümdar dünyaya sığmaz" dememiş boşuna.
Ölenleri geri getirebilsek sizlere surat asmanın, mal delisi olmanın, hırsın ne kadar salakça olduğunu gülerek anlatırlardı çok iyi biliyorum. Hep başkalarını düşünerek karar verdiklerini, lüzumsuz fedakarlıklarını, mahalle baskısının saçmalığını, çocuklarından yedikleri kazıkları da gülerek anlatırlardı.
Amerikalı bir gazeteci Kudüs'e gitmiş. Ağlama duvarını ziyaret etmiş. Çoook yaşlı simsiyah elbiseli , siyah fotörlü, zülüfleri iki yanından sarkan, bir yandan dua eden, bir yandan ağlayan yahudi amcaya yaklaşmış, eğilmiş kaç yıldır dua ettiğini sormuş. Adam "50 yıldan fazla oldu" diye cevap vermiş. "Peki duaların kabul oldu mu?" diye sormuş gazeteci. "Yoooook" demiş adam. "Herhalde duvara konuşuyorum".
Ben de duvara konuşuyorum biliyorum. Siz önce beni, sonra yine bildiğinizi okuyacak, gittiğiniz yolda devam edeceksiniz.
Olsun be canınız sağolsun. Ben göle yoğurt çalmaya alıştım.
Neden surat asıyoruz bilmiyorum ki neye surat asıyoruz onu da bilmiyorum. Neden daha fazla gülmüyoruz? Neden bu kadar ciddiye alıyoruz yaşamı?. Yahu kim ne götürmüş?, kim dünyaya kazık çakmış? Neyi paylaşamıyoruz? Mevlana hazretleri "bir sofranın etrafında elli kişi yemek yer, iki hükümdar dünyaya sığmaz" dememiş boşuna.
Ölenleri geri getirebilsek sizlere surat asmanın, mal delisi olmanın, hırsın ne kadar salakça olduğunu gülerek anlatırlardı çok iyi biliyorum. Hep başkalarını düşünerek karar verdiklerini, lüzumsuz fedakarlıklarını, mahalle baskısının saçmalığını, çocuklarından yedikleri kazıkları da gülerek anlatırlardı.
Amerikalı bir gazeteci Kudüs'e gitmiş. Ağlama duvarını ziyaret etmiş. Çoook yaşlı simsiyah elbiseli , siyah fotörlü, zülüfleri iki yanından sarkan, bir yandan dua eden, bir yandan ağlayan yahudi amcaya yaklaşmış, eğilmiş kaç yıldır dua ettiğini sormuş. Adam "50 yıldan fazla oldu" diye cevap vermiş. "Peki duaların kabul oldu mu?" diye sormuş gazeteci. "Yoooook" demiş adam. "Herhalde duvara konuşuyorum".
Ben de duvara konuşuyorum biliyorum. Siz önce beni, sonra yine bildiğinizi okuyacak, gittiğiniz yolda devam edeceksiniz.
Olsun be canınız sağolsun. Ben göle yoğurt çalmaya alıştım.
Saçlarını sarıya boyamış veya boyatmış esmer kadınları sevmiyorum. Hele bir de saç diplerinden siyah saçlar sırıtınca tam çıldırıyorum..Kaşlarını, sakallarını, saçlarını boyayan erkekleri sevmiyorum. Bir de favorilerini beyaz bırakıp sanki naturelmiş pozlarında dolaşmaları yok mu kahroluyorum. Takma kirpikli kadınları sevmiyorum. Gözlerini açıp kaparken çok salak gözüküyorlar. Kaşları alınmış erkekleri sevmiyorum. Yüz kilonun üzerine çıkmış hala yüksek topuk deneyen dar etekliler ahhh siz yokmusunuz siz. Botoks yaptırıp buzhana palamutuna benzeyen kadın erkek hiçbirini sevmiyorum. Bana huysuz ihtiyar diyenleri de sevmiyorum. Kimseye şirin gözükmek zorunda değilim. İki yüzlü olup sevilmektense tek yüzlü olup sevilmemek tercihim.
Beni Türk psikologlarına emanet edin.
Beni Türk psikologlarına emanet edin.
KIZIMA
Sen gençsin kızım. Gençliğin ne olduğunu biliyorsun. Ben ise yaşlıyım, yaşlılığın ne olduğunu biliyorum.
Ama ben gençliğin ne olduğunu da biliyorum ve sen yaşlılığın ne olduğunu bildiğini zannediyorsun.
Zaman uçup gidecek, zamanı gelince yaşlılığın ne olduğunu öğreneceksin.
Onun için tadını çıkar gençliğinin, hayatını yaşa, gününü gün etmeye bak, paylaş, ressamlık sana Allah vergisi, ana mirası, dünyayı güzelleştirmeye devam et yarat.
İyi yaşa, güzel yaşlan. Unutma herşey olacağıma varıyor.
Öyle işte.
( Bahar'ın yaş gününü kutlayan, ülkenin her köşesinden mesajlar yollayan, lütf eden bütün okurlarıma sonsuz teşekkürler. Allah hepinizden razı olsun. Yolunuz açık olsun. Sizi seviyoruz)
.
Sen gençsin kızım. Gençliğin ne olduğunu biliyorsun. Ben ise yaşlıyım, yaşlılığın ne olduğunu biliyorum.
Ama ben gençliğin ne olduğunu da biliyorum ve sen yaşlılığın ne olduğunu bildiğini zannediyorsun.
Zaman uçup gidecek, zamanı gelince yaşlılığın ne olduğunu öğreneceksin.
Onun için tadını çıkar gençliğinin, hayatını yaşa, gününü gün etmeye bak, paylaş, ressamlık sana Allah vergisi, ana mirası, dünyayı güzelleştirmeye devam et yarat.
İyi yaşa, güzel yaşlan. Unutma herşey olacağıma varıyor.
Öyle işte.
( Bahar'ın yaş gününü kutlayan, ülkenin her köşesinden mesajlar yollayan, lütf eden bütün okurlarıma sonsuz teşekkürler. Allah hepinizden razı olsun. Yolunuz açık olsun. Sizi seviyoruz)
.
KAHKAHALAR ORADALAR
Uzun beyaz saçlı, beyaz sakallı adam üzerinde pamuk yığınlarını anımsatan bulutlar kümelenmiş kat kat tepelere uzun uzun, baktı. Sonra o bulutlara bir dalıp bir çıkan kuşlara, kuşların kondukları zeytin dallarına, kıpkırmızı sandal ağaçlarına, sandal ağaçlarının diplerindeki dağ çileklerine, bu çilekleri birer birer yuvalarına taşıyan, hop hop hoplayan, hopladıkça kuyruklarını dimdik havaya kaldıran sincaplara da baktı. O böyle bakarken ormanın derinliklerinde, duvarlarından sular damlayan bir mağaraya sığınmış kahkahalar artık hatırlanıp hayata dönmeyi bekliyorlardı. Çünkü yıllar önce uzun bir adam gelmiş bütün kahkahaları zindanlara atmış, bu kahkahaların bazıları nasılsa kurtulmuş, sonunda bu mağaraya sığınmışlardı.
Uzun adam bununla da kalmamış bir takım kanunlar icat etmiş, yalnız kahkahaları değil gülenleri, hatta gülümseyenleri bile cezalandırmaya başlamıştı.
İnsanlar gülmüyor, gülemiyor ama yine de şikayet etmiyordu. Uzun adam karar verdiyse bir bildiği vardır diyor kuzu kuzu gülmüyorlardı.
Bu kadarı da fazla diye düşündü, bir iç çekti beyaz saçlı, beyaz sakallı adam ve kahkahaların saklandığı mağaradan içeri girdi. Zaten onlara bu mağarayı o bulmuştu. Hemen etrafını aldılar. Hepsini dinledi. Uzun kahkahaları kısa kahkahaları, terbiyesiz kahkahaları, utangaç kahkahaları, yalancı kahkahaları, hepsini hepsini dinledi. O kadar güldü ki midesine ağrılar girdi. Hatta bir ara nefesi kesildi ölüyorum zannetti.
Sonunda hepsiyle birer birer vedalaştı ve kahkahalar atarak mağaradan dışarı çıktı. Şimdi gidiyorum ama söz veriyorum sizi sonunda kurtaracağım buradan dedi.
Yağmurdan ve akan sulardan taşları çıkmış patikadan aşağı inerken hala kahkahalar atıyor, bir yandan aman bir gören, duyan olur diye sağ eliyle ağzını kapatıyor, bir yandan ormandaki kuşları rahatsız etmemeye çalışıyordu.
Uzun beyaz saçlı, beyaz sakallı adam üzerinde pamuk yığınlarını anımsatan bulutlar kümelenmiş kat kat tepelere uzun uzun, baktı. Sonra o bulutlara bir dalıp bir çıkan kuşlara, kuşların kondukları zeytin dallarına, kıpkırmızı sandal ağaçlarına, sandal ağaçlarının diplerindeki dağ çileklerine, bu çilekleri birer birer yuvalarına taşıyan, hop hop hoplayan, hopladıkça kuyruklarını dimdik havaya kaldıran sincaplara da baktı. O böyle bakarken ormanın derinliklerinde, duvarlarından sular damlayan bir mağaraya sığınmış kahkahalar artık hatırlanıp hayata dönmeyi bekliyorlardı. Çünkü yıllar önce uzun bir adam gelmiş bütün kahkahaları zindanlara atmış, bu kahkahaların bazıları nasılsa kurtulmuş, sonunda bu mağaraya sığınmışlardı.
Uzun adam bununla da kalmamış bir takım kanunlar icat etmiş, yalnız kahkahaları değil gülenleri, hatta gülümseyenleri bile cezalandırmaya başlamıştı.
İnsanlar gülmüyor, gülemiyor ama yine de şikayet etmiyordu. Uzun adam karar verdiyse bir bildiği vardır diyor kuzu kuzu gülmüyorlardı.
Bu kadarı da fazla diye düşündü, bir iç çekti beyaz saçlı, beyaz sakallı adam ve kahkahaların saklandığı mağaradan içeri girdi. Zaten onlara bu mağarayı o bulmuştu. Hemen etrafını aldılar. Hepsini dinledi. Uzun kahkahaları kısa kahkahaları, terbiyesiz kahkahaları, utangaç kahkahaları, yalancı kahkahaları, hepsini hepsini dinledi. O kadar güldü ki midesine ağrılar girdi. Hatta bir ara nefesi kesildi ölüyorum zannetti.
Sonunda hepsiyle birer birer vedalaştı ve kahkahalar atarak mağaradan dışarı çıktı. Şimdi gidiyorum ama söz veriyorum sizi sonunda kurtaracağım buradan dedi.
Yağmurdan ve akan sulardan taşları çıkmış patikadan aşağı inerken hala kahkahalar atıyor, bir yandan aman bir gören, duyan olur diye sağ eliyle ağzını kapatıyor, bir yandan ormandaki kuşları rahatsız etmemeye çalışıyordu.
ÇARESİZLİĞİ YARATAN KİM ACABA?..
Büyük acılar büyük kayıplar getiriyorlar. Gökyüzünün rengi değişiyor. Geceleri yıldızlar eskisi gibi parlamıyorlar. Kuşlar bir başka ötüyorlar sanki. Yağmuru fark etmiyorum. Bahar geliyor ne papatyaları görüyorum, ne kıpkırmızı gelincikler umurumda. Bir cümleye başlıyorum sonunu getiremiyorum .Beynim seyahate çıkmış gibi hissediyorum. Oturduğum yerden kalkmak istemiyorum. Zaten kalksam da neden kalktığımı, nereye gideceğimi bilmiyorum. Lokmalar boğazımdan geçmiyor. Sanki yemiyor içmiyor yüzümü dolduruyorum. Tat alamıyorum ki her yediğim aynı.
Ölüp gidenleri anımsadıkça yaşama devam etmek gidenlere ihanet etmek gibi geliyor.Yaşamı bir yaşam arsızlığı gibi görmeye başlıyor insan. Böyle acılar yaşadıkça yaşamaktan bıkıyor, yeniden sevmeye korkuyorum.. Kendi cenazemin hayallerini kurduğum bile oluyor. Ölüp gideyim de görsünler diye de düşünüyorum arasıra, kim görecekse. İnsanlar benimle konuşuyorlar sadece dudaklarının hareketlerini görüyorum. Söylediklerini anlayamıyorum. Herşey karmakarışık geliyor. Hiçbir şeye odaklanamıyorum.
"Allah geride kalanlara ömür versin" cümlesi bir intizar, bir beddua gibi geliyor sanki..
Ananızı kaybettiğinizde ananızın, babanızı kaybettiğinizde babanızın, kardeşinizi kaybettiğinizde kardeşinizin, evladınızı kaybettiğinizde evladınızın, arkadaşlarınızı kaybettiğinizde arkadaşlarınızın değerini anlamanın tek yolu bu mu acaba?
Bütün bunlar imtihan mı, ceza mı, gözdağı mı, intikam mı, ders mi, anlayamadım ki..
Sevmenin, bağlanmanın karşılığı neden bu kadar acı çekmek olsun ki?
Bir de "Allah birini kendisinden fazla sevdiğinizi anlarsa onu çeker alır" demiyorlar mı tam deliriyor, kahroluyorum
Böyle gelmiş, böyle gidermiş.
Günahın büyüğünü işkeyen kim acaba?...
Yargılanmayan, yargılanamayan, yargılamaya gücümüzün yetmediği mi?
Caresizliği yaratan, tadını çıkaran kim acaba?
Büyük acılar büyük kayıplar getiriyorlar. Gökyüzünün rengi değişiyor. Geceleri yıldızlar eskisi gibi parlamıyorlar. Kuşlar bir başka ötüyorlar sanki. Yağmuru fark etmiyorum. Bahar geliyor ne papatyaları görüyorum, ne kıpkırmızı gelincikler umurumda. Bir cümleye başlıyorum sonunu getiremiyorum .Beynim seyahate çıkmış gibi hissediyorum. Oturduğum yerden kalkmak istemiyorum. Zaten kalksam da neden kalktığımı, nereye gideceğimi bilmiyorum. Lokmalar boğazımdan geçmiyor. Sanki yemiyor içmiyor yüzümü dolduruyorum. Tat alamıyorum ki her yediğim aynı.
Ölüp gidenleri anımsadıkça yaşama devam etmek gidenlere ihanet etmek gibi geliyor.Yaşamı bir yaşam arsızlığı gibi görmeye başlıyor insan. Böyle acılar yaşadıkça yaşamaktan bıkıyor, yeniden sevmeye korkuyorum.. Kendi cenazemin hayallerini kurduğum bile oluyor. Ölüp gideyim de görsünler diye de düşünüyorum arasıra, kim görecekse. İnsanlar benimle konuşuyorlar sadece dudaklarının hareketlerini görüyorum. Söylediklerini anlayamıyorum. Herşey karmakarışık geliyor. Hiçbir şeye odaklanamıyorum.
"Allah geride kalanlara ömür versin" cümlesi bir intizar, bir beddua gibi geliyor sanki..
Ananızı kaybettiğinizde ananızın, babanızı kaybettiğinizde babanızın, kardeşinizi kaybettiğinizde kardeşinizin, evladınızı kaybettiğinizde evladınızın, arkadaşlarınızı kaybettiğinizde arkadaşlarınızın değerini anlamanın tek yolu bu mu acaba?
Bütün bunlar imtihan mı, ceza mı, gözdağı mı, intikam mı, ders mi, anlayamadım ki..
Sevmenin, bağlanmanın karşılığı neden bu kadar acı çekmek olsun ki?
Bir de "Allah birini kendisinden fazla sevdiğinizi anlarsa onu çeker alır" demiyorlar mı tam deliriyor, kahroluyorum
Böyle gelmiş, böyle gidermiş.
Günahın büyüğünü işkeyen kim acaba?...
Yargılanmayan, yargılanamayan, yargılamaya gücümüzün yetmediği mi?
Caresizliği yaratan, tadını çıkaran kim acaba?
ABİM ABİM II
Abim İsmet Karabenli hakkında artık yazmayacağımı söylemiştim. Ama dayanamadım. Fikrimi değiştirmek zorunda kaldım. Çünkü o kadar çok " yahu ne oldu aslan gibi adama birdenbire" sorusu aldım ki.
Hepiniz abimle spor yaptığımızı ve spor salonun da ne kadar iyi vakit geçirdiğimizi, nasıl eğlendiğimizi biliyorsunuz.. Abim aramızda 15 yaş olmasına rağmen en iyi arkadaşımdı, sırdaşımdı, akıl hocamdı. İftihar ettiğim insandı. Ona her sarıldığımda çok sevdiğim ve çok erken kaybettiğim babama sarılıyormuş gibi hissederdim. Her sıkıntımda sığındığım, her derdimi sabırla dinleyen, psikoloğumdu o benim.
Herşey bir anda olup bitiverdi. Ölümün insafı yok ve her ölüm bir diğerinden farklı. Bu haber vermeyen sinsi cinsiydi ölümün. Her gün en az havuzda 100 boy yüzen dağ gibi adam bir anda devrilip gidiverdi. Hiç bir belirti olmadan, hiç bir rahatsızlık duymadan, birden bire.
"Biraz yorgun hissediyorum oğlum kendimi birkaç gün dinleneyim sonra gelirim" dedi. Bir kaç gün sonra aradığımda hala yorgunluğunun devam ettiğini söyledi. "Çok yüzüyorsun abi belki havuzdan mikrop kapmış olabilirsin doktora bir görün" dedim. Ertesi gün doktora gideceğine söz verdi.
Ertesi gün aradığımda doktora gittiğini ve hemen hastaneye yatırdıklarını söyledi. Sarılık başlamış, safra kesesi kanalı tıkanmış. Hemen hastaneye koştum. Hafta sonu olduğu için iki gün hastanede seruma bağlı kaldı. Sonra Muğla'ya gittik. Kanalı açmaya çalıştılar. Beceremediklerinden İzmir Ege Üniversite Hastanesine sevk ettiler. Acilden giriş yapıldı. (Yaşayanlar çok iyi bilirler acilden girişin ne kadar zor ve lanet bir şey olduğunu). Neyse sonunda yer bulundu yatırdık. Tetkikler yapıldı, ameliyata alındı. Bizler "Hah Allaha şükür sonuna geldik" diye sevinirken ameliyattan çıkan prof maalesef abimin çok kısa ömrü kaldığını; karaciğerinde, pankreasta kitleler olduğunu yapılacak birşey kalmadığını, kanalı açtıklarını ama bunun hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini, hastamızın her geçen gün daha kötüye gideceğini söyledi, yıkıldık.
Ve dostlarım bir kaç gün sonra abimi alıp ambulansla Marmaris Yücelen hastanesine döndük. İki gün kaldı abim hastanede. Bir gün ve bütün gece birlkte kaldık. Hayatımın en zor gecelerinden biriydi. Abim hastalığını bilmiyordu ve artık hastanelerden seyahatlerden sıkıldığını, bir an önce eve dönmek istediğini söyledi. İçim yana yana oynamam gereken rolümü oynadım. Herşey normalmış gibi konuştuk, dertleştik, çocukluk gençlik, askerlik, Kore hatıralarınıı anlattı. Güldük, duygulandık, bulmaca çözdük. Akşam yemeğini yedirdim ellerimle. Sonra uyudu.
Sabah olunca kahvaltısını yaptırdım. Dondurma istedi, "küçük olsun "dedi. Kantinden aldım yedirdim. Bana baktı baktı "Uzun zamandır ilk defa rahat ve huzurlu bir gece geçirdim. Allah senden razı olsun Güven, öyle güzel uyudum ki" dedi. Duygulandım dayanamadım boynuna sarıldım ağlamaya başladım. Yaşayacağına inanan birisinin öleceğini bilmek ve bunu hissettirmemeye çalışmak o kadar zor ki. Saçlarımı okşadı, neden ağladığımı sordu "Hiç" dedim"İçimden geldi. Seni hasta yatağında yatarken görmeye bir türlü alışamadım" dedim. "Allah asıl senden razı olsun, sen abilerin en güzelisin" dedim.
Sonra gülmeye çalıştım, bir daha sarıldım. Bu sanki sessiz bir vedalaşmaydı aramızda. Fark etti mi bilmiyorum.
.
İki gün sonra abimi eve getirdik. İlk iki gün ev ziyaretçi akınına uğradı. Ula Kaymakamı, Marmaris Kore Gazileri Başkanı, Marmaris Kara kuvvetleri komutanı, Aksaz Askeri Üs kumandanı Marmaris Emniyet müdürü( Marmaris Kaymakamı Ankara'da olduğundan gelemedi) abim gelen ziyatetçilerle güzel güzel sohbet etti. Hatta onları yaz geldiğinde yemeğe beklediğini söyledi.
Üçüncü günün sabahı, saat üçte kendi evinde kendi yatağında, sevenleri baş ucunda son nefesini verdi. Ölüm onu aldı ama tadını çıkaramadı. Ne zayıflatabildi ne de harab edebildi. Kıyamadı belki de. Abim heybetinden hiç bir şey kaybetmedi. Son ana kadar bilinci yerindeydi. Hiçbir şeyi uzatmayı sevmezdi. Ölümünü de uzatmadı. O kadar hayat dolu birisiydi ki. Eminim son ana kadar öleceğine hiç inanmadı.
Sonrasını biliyorsunuz.
Abim İsmet Karabenli hakkında artık yazmayacağımı söylemiştim. Ama dayanamadım. Fikrimi değiştirmek zorunda kaldım. Çünkü o kadar çok " yahu ne oldu aslan gibi adama birdenbire" sorusu aldım ki.
Hepiniz abimle spor yaptığımızı ve spor salonun da ne kadar iyi vakit geçirdiğimizi, nasıl eğlendiğimizi biliyorsunuz.. Abim aramızda 15 yaş olmasına rağmen en iyi arkadaşımdı, sırdaşımdı, akıl hocamdı. İftihar ettiğim insandı. Ona her sarıldığımda çok sevdiğim ve çok erken kaybettiğim babama sarılıyormuş gibi hissederdim. Her sıkıntımda sığındığım, her derdimi sabırla dinleyen, psikoloğumdu o benim.
Herşey bir anda olup bitiverdi. Ölümün insafı yok ve her ölüm bir diğerinden farklı. Bu haber vermeyen sinsi cinsiydi ölümün. Her gün en az havuzda 100 boy yüzen dağ gibi adam bir anda devrilip gidiverdi. Hiç bir belirti olmadan, hiç bir rahatsızlık duymadan, birden bire.
"Biraz yorgun hissediyorum oğlum kendimi birkaç gün dinleneyim sonra gelirim" dedi. Bir kaç gün sonra aradığımda hala yorgunluğunun devam ettiğini söyledi. "Çok yüzüyorsun abi belki havuzdan mikrop kapmış olabilirsin doktora bir görün" dedim. Ertesi gün doktora gideceğine söz verdi.
Ertesi gün aradığımda doktora gittiğini ve hemen hastaneye yatırdıklarını söyledi. Sarılık başlamış, safra kesesi kanalı tıkanmış. Hemen hastaneye koştum. Hafta sonu olduğu için iki gün hastanede seruma bağlı kaldı. Sonra Muğla'ya gittik. Kanalı açmaya çalıştılar. Beceremediklerinden İzmir Ege Üniversite Hastanesine sevk ettiler. Acilden giriş yapıldı. (Yaşayanlar çok iyi bilirler acilden girişin ne kadar zor ve lanet bir şey olduğunu). Neyse sonunda yer bulundu yatırdık. Tetkikler yapıldı, ameliyata alındı. Bizler "Hah Allaha şükür sonuna geldik" diye sevinirken ameliyattan çıkan prof maalesef abimin çok kısa ömrü kaldığını; karaciğerinde, pankreasta kitleler olduğunu yapılacak birşey kalmadığını, kanalı açtıklarını ama bunun hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini, hastamızın her geçen gün daha kötüye gideceğini söyledi, yıkıldık.
Ve dostlarım bir kaç gün sonra abimi alıp ambulansla Marmaris Yücelen hastanesine döndük. İki gün kaldı abim hastanede. Bir gün ve bütün gece birlkte kaldık. Hayatımın en zor gecelerinden biriydi. Abim hastalığını bilmiyordu ve artık hastanelerden seyahatlerden sıkıldığını, bir an önce eve dönmek istediğini söyledi. İçim yana yana oynamam gereken rolümü oynadım. Herşey normalmış gibi konuştuk, dertleştik, çocukluk gençlik, askerlik, Kore hatıralarınıı anlattı. Güldük, duygulandık, bulmaca çözdük. Akşam yemeğini yedirdim ellerimle. Sonra uyudu.
Sabah olunca kahvaltısını yaptırdım. Dondurma istedi, "küçük olsun "dedi. Kantinden aldım yedirdim. Bana baktı baktı "Uzun zamandır ilk defa rahat ve huzurlu bir gece geçirdim. Allah senden razı olsun Güven, öyle güzel uyudum ki" dedi. Duygulandım dayanamadım boynuna sarıldım ağlamaya başladım. Yaşayacağına inanan birisinin öleceğini bilmek ve bunu hissettirmemeye çalışmak o kadar zor ki. Saçlarımı okşadı, neden ağladığımı sordu "Hiç" dedim"İçimden geldi. Seni hasta yatağında yatarken görmeye bir türlü alışamadım" dedim. "Allah asıl senden razı olsun, sen abilerin en güzelisin" dedim.
Sonra gülmeye çalıştım, bir daha sarıldım. Bu sanki sessiz bir vedalaşmaydı aramızda. Fark etti mi bilmiyorum.
.
İki gün sonra abimi eve getirdik. İlk iki gün ev ziyaretçi akınına uğradı. Ula Kaymakamı, Marmaris Kore Gazileri Başkanı, Marmaris Kara kuvvetleri komutanı, Aksaz Askeri Üs kumandanı Marmaris Emniyet müdürü( Marmaris Kaymakamı Ankara'da olduğundan gelemedi) abim gelen ziyatetçilerle güzel güzel sohbet etti. Hatta onları yaz geldiğinde yemeğe beklediğini söyledi.
Üçüncü günün sabahı, saat üçte kendi evinde kendi yatağında, sevenleri baş ucunda son nefesini verdi. Ölüm onu aldı ama tadını çıkaramadı. Ne zayıflatabildi ne de harab edebildi. Kıyamadı belki de. Abim heybetinden hiç bir şey kaybetmedi. Son ana kadar bilinci yerindeydi. Hiçbir şeyi uzatmayı sevmezdi. Ölümünü de uzatmadı. O kadar hayat dolu birisiydi ki. Eminim son ana kadar öleceğine hiç inanmadı.
Sonrasını biliyorsunuz.
TAKDİRİ İLAHİ
Coşku sihirli bir kelimedir. Çoşku yaşamın yakıtıdır. Önce çoşkuyla anamızın memesine sarılır emeriz. Sonra büyür mahallemizdeki arkadaşlarımızla oyunlar oynamaya başlarız. Alel acele yemeğimizi bitirmeden anamızın" çocuğum yemeğini bitir" feryadını duymazdan gelerek evden dışarı fırlarız. Çoşku bizi yönlendirir. Oynayacağımız oyunların hayallerini kurarız. Arkadaşlarımıza, oyunlarımıza kavuşmak için geceleri yatar, sabahın olmasını sabırsızlıkla bekleriz.
Sonra okul günleri gelir. Bir yandan coşkuyla okula koşturur, bir yandan coşkuyla hafta sonunu bekleriz. Çosku hep vardır hep oradadır. Aşık olmamız taa ilkokuldan başlar. Sevdiğimizi görünce kalbimizin başka türlü çarptığını fark eder, özlem duygusuyla tanışırız. Coşku sel olur akar.
Sonra ilkokul, otaokul, lise, üniversite derken okullar bitiverir, hayata atılırız. Meslek, başarı, evlilik, ilk araba, ilk ev, çoluk çocuk hep coşkuyla gelir. Sabah uyanıp yataktan fırlayıp kalkmak için bir sürü sebebi olur insanın.
Sonra yaşlanırız. Rakı sofraları daha duygusal ve daha anlamlı olmaya başlar. Geçmişte coşkuyla söylediğimiz şarkıların aslında ne hüzünlerle, yazıldığını neler ifade ettiklerini anlamaya başlarız. Bazen sıra bozulsa da da önce ninelerimizi dedelerimizi, sonra ana babalarımızı sonra sevdiklerimizi, daha sonra da arkadaşlarımızı kaybederiz. Çoşku da onlarla beraber yavaş yavaş kaybolur gömülür. Neyse ki "torun coşkusu" imdadımıza yetişir.
Sonra iyiden iyiye yaşlanırız. Hayatımızı içtiğimiz kahvenin çayın kalitesi belirlemeye başlar. Gece yatar sabah kalktığımızda içeceğimiz kahveyi, bir bardak demli çayı, düşünürüz. Hatta " simdi kahvemin yanında bir sigara yakar ne güzel dumanını ciğerlerime ceker, dertlerimi unutur; rahatlarım" diye de düşünürüz. Elimizdeki sigarayı, içtiğimiz kahveyi veya çayı bir kurtarıcı gibi görmeye başladığımızda coşku minimum seviyeye inmiş demektir. İnanın bu çaresizliğin mutsuzluğun yalnızlığın zirveye çıktığı andır.
İşte o zaman geçmişimizde yaşadığımız güzel günler bir sinema şeridi gibi gözlerimizin önünden geçmeye başlar ve hala hayatta olan sevdiklerimizi hatırlar. ararız. İki de birde iç çekip "ahhh be günlerdi o günler" dememiz, dertleşmelerimiz sıklaşır.
Sonra kahve fincanları, çay bardakları, sigara tablaları, kadehler, mezeler, şarkılar, tansiyon ilaçları, bebek aspirinleri, ağrı kesiciler öksüz kalırlar. Ve geride kalanlar " Hayat bu, böyle gelmiş böyle gider. Hepimizin gideceği yer aynı" der rahatlarlar. Yetmezse "takdiri ilahi" de derler.
Gizemli bir deyimdir "takdiri ilahi".bir kaçış, boyun bükme, kabullenme,, yenilgi, kader, çaresizlik alın yazısı, taksirat, hepsini ifade eder.
Coşku sihirli bir kelimedir. Çoşku yaşamın yakıtıdır. Önce çoşkuyla anamızın memesine sarılır emeriz. Sonra büyür mahallemizdeki arkadaşlarımızla oyunlar oynamaya başlarız. Alel acele yemeğimizi bitirmeden anamızın" çocuğum yemeğini bitir" feryadını duymazdan gelerek evden dışarı fırlarız. Çoşku bizi yönlendirir. Oynayacağımız oyunların hayallerini kurarız. Arkadaşlarımıza, oyunlarımıza kavuşmak için geceleri yatar, sabahın olmasını sabırsızlıkla bekleriz.
Sonra okul günleri gelir. Bir yandan coşkuyla okula koşturur, bir yandan coşkuyla hafta sonunu bekleriz. Çosku hep vardır hep oradadır. Aşık olmamız taa ilkokuldan başlar. Sevdiğimizi görünce kalbimizin başka türlü çarptığını fark eder, özlem duygusuyla tanışırız. Coşku sel olur akar.
Sonra ilkokul, otaokul, lise, üniversite derken okullar bitiverir, hayata atılırız. Meslek, başarı, evlilik, ilk araba, ilk ev, çoluk çocuk hep coşkuyla gelir. Sabah uyanıp yataktan fırlayıp kalkmak için bir sürü sebebi olur insanın.
Sonra yaşlanırız. Rakı sofraları daha duygusal ve daha anlamlı olmaya başlar. Geçmişte coşkuyla söylediğimiz şarkıların aslında ne hüzünlerle, yazıldığını neler ifade ettiklerini anlamaya başlarız. Bazen sıra bozulsa da da önce ninelerimizi dedelerimizi, sonra ana babalarımızı sonra sevdiklerimizi, daha sonra da arkadaşlarımızı kaybederiz. Çoşku da onlarla beraber yavaş yavaş kaybolur gömülür. Neyse ki "torun coşkusu" imdadımıza yetişir.
Sonra iyiden iyiye yaşlanırız. Hayatımızı içtiğimiz kahvenin çayın kalitesi belirlemeye başlar. Gece yatar sabah kalktığımızda içeceğimiz kahveyi, bir bardak demli çayı, düşünürüz. Hatta " simdi kahvemin yanında bir sigara yakar ne güzel dumanını ciğerlerime ceker, dertlerimi unutur; rahatlarım" diye de düşünürüz. Elimizdeki sigarayı, içtiğimiz kahveyi veya çayı bir kurtarıcı gibi görmeye başladığımızda coşku minimum seviyeye inmiş demektir. İnanın bu çaresizliğin mutsuzluğun yalnızlığın zirveye çıktığı andır.
İşte o zaman geçmişimizde yaşadığımız güzel günler bir sinema şeridi gibi gözlerimizin önünden geçmeye başlar ve hala hayatta olan sevdiklerimizi hatırlar. ararız. İki de birde iç çekip "ahhh be günlerdi o günler" dememiz, dertleşmelerimiz sıklaşır.
Sonra kahve fincanları, çay bardakları, sigara tablaları, kadehler, mezeler, şarkılar, tansiyon ilaçları, bebek aspirinleri, ağrı kesiciler öksüz kalırlar. Ve geride kalanlar " Hayat bu, böyle gelmiş böyle gider. Hepimizin gideceği yer aynı" der rahatlarlar. Yetmezse "takdiri ilahi" de derler.
Gizemli bir deyimdir "takdiri ilahi".bir kaçış, boyun bükme, kabullenme,, yenilgi, kader, çaresizlik alın yazısı, taksirat, hepsini ifade eder.
YÜREK NASIR TUTMUYOR...
Sigarasını tam sigara tablasının ortasına basıp söndüren, ikide birde aynaya bakıp saçlarını tarayan, yerdeki çizgilere basmamaya çalışarak yürüyen, aman üstüm leke olur diye köpeklerden kaçan, kedi kılı yutarsam ölürüm diye panikleyen, orantısız güç kullanan, arabasına tapan, futbol seyrederken kendinden geçen, bir kadın görünce pis pis sırıtan, her boku bildiğini iddia eden, parasıyla, mal varlığı ile öğünen, kız arkadaşıyla neler yaptığını anlatan, belden aşağı fıkralar anlatıp iğrenç kahkahalar atan, kadınların ve çocukların olduğu bir mekanda küfürlü konuşan, sevgisini dile getırmeye korkan, hüznünü saklayan, insanların önünde birisini azarlayan, hakaret eden, her konuşmaya atlayan, sahtekarlığı bir meziyet sanıp öğünen, içip içip cevresine eziyet eden, yalanlarını saklamak için başka yalanlar üreten, her gördüğüne asılan, arkadaşlarını, dostlarını satan biri hiç olmadım.
Pişman değilim.
Benim mayam Sivas, Kabakyazısı, Kepenek Suyuyla yoğruldu. Ahmet Karabenli babam, ismet Karabenli abimdir. Hep güzel insanlarla büyüdüm.Hep güzel insanlar kaybettim.
Acıya alışılmıyor.
Yürek nasır tutmuyor...
Sigarasını tam sigara tablasının ortasına basıp söndüren, ikide birde aynaya bakıp saçlarını tarayan, yerdeki çizgilere basmamaya çalışarak yürüyen, aman üstüm leke olur diye köpeklerden kaçan, kedi kılı yutarsam ölürüm diye panikleyen, orantısız güç kullanan, arabasına tapan, futbol seyrederken kendinden geçen, bir kadın görünce pis pis sırıtan, her boku bildiğini iddia eden, parasıyla, mal varlığı ile öğünen, kız arkadaşıyla neler yaptığını anlatan, belden aşağı fıkralar anlatıp iğrenç kahkahalar atan, kadınların ve çocukların olduğu bir mekanda küfürlü konuşan, sevgisini dile getırmeye korkan, hüznünü saklayan, insanların önünde birisini azarlayan, hakaret eden, her konuşmaya atlayan, sahtekarlığı bir meziyet sanıp öğünen, içip içip cevresine eziyet eden, yalanlarını saklamak için başka yalanlar üreten, her gördüğüne asılan, arkadaşlarını, dostlarını satan biri hiç olmadım.
Pişman değilim.
Benim mayam Sivas, Kabakyazısı, Kepenek Suyuyla yoğruldu. Ahmet Karabenli babam, ismet Karabenli abimdir. Hep güzel insanlarla büyüdüm.Hep güzel insanlar kaybettim.
Acıya alışılmıyor.
Yürek nasır tutmuyor...
TIME FLYS
İngilizler " time flys" derler. "Zaman uçuyor demektir. Hakikaten uçuyor zaman. Birileri yaşımı sorduğunda 71 derken en fazla ben hayret ediyorum.
Saliseler, saniyeleri, saniyeler dakikaları dakikalar saatleri saatlar günleri, günler haftaları, haftalar ayları, aylar seneleri, seneler önrümüzü tüketiyor. Ruhumuz bile duymuyor. Bazen uyanıyor "Ayyy nasılda geçmiş zaman" deyip uyumaya devam ediyoruz.
Allahtan Türk Telekom, Türkcell, Digitürk, Tivibu, Vodafon, internet, Aydem, Enerjisa, Unit , süper on line gibi hayırsever organizasyonların faturaları ve mesajları var. Hiç değilse insana ömründen bir ay daha kullandığını hatırlatıyorlar
İnsanın aydan aya da olsa yaşadığını hissetmesi, hatırlaması bile güzel.
İngilizler " time flys" derler. "Zaman uçuyor demektir. Hakikaten uçuyor zaman. Birileri yaşımı sorduğunda 71 derken en fazla ben hayret ediyorum.
Saliseler, saniyeleri, saniyeler dakikaları dakikalar saatleri saatlar günleri, günler haftaları, haftalar ayları, aylar seneleri, seneler önrümüzü tüketiyor. Ruhumuz bile duymuyor. Bazen uyanıyor "Ayyy nasılda geçmiş zaman" deyip uyumaya devam ediyoruz.
Allahtan Türk Telekom, Türkcell, Digitürk, Tivibu, Vodafon, internet, Aydem, Enerjisa, Unit , süper on line gibi hayırsever organizasyonların faturaları ve mesajları var. Hiç değilse insana ömründen bir ay daha kullandığını hatırlatıyorlar
İnsanın aydan aya da olsa yaşadığını hissetmesi, hatırlaması bile güzel.
ABİM ABİM
Büyük acılar kaburga kırıklarına benzerler. Sıcağı sıcağına anlamazsınız. Alçıya alınamazlar, tamir edilemezler. Zamanla kendi kendilerine iyileşmelerini beklemekten başka hiç birşey yapılamaz, yapamazsınız. Her hareket ettiğinizde acı oradadır. Uzuuun süre yerinizden kalkmaya korkar, yatağınızda bir yandan bir yana dönemezsiniz, gülemezsiniz, öksüremezsiniz.
Bu sizlerle paylaşacağım abimle ilgili son yazım. Çünkü abim iyi olsun, kötü olsun hiçbir şeyin uzamasını istemezdi. "Bitti" derdi. "Bitti artık geri zekalılığın gereği yok. Yolumuza devam edeceğiz o kadar"
Abim İsmet Karabenli büyük adamdı. Bu dünyaya hakikaten zor gelecek insanlardan biriydi. Cesurdu, kararlıydı, titizdi, çalışkandı, merhametliydi. Hem güler yüzlü, hem otoriterdi. Çok iyi konuşur, her konuştuğu şahsı etkilerdi. Giyimine kuşamına çok dikkat ederdi. Üstünde küçücük bir leke göremezdiniz. Saçlarını sakallarını itinayla tarar, benim dağınıklığıma kızardı. Lafı hiç dolaştırmaz doğrudan söylerdi. Müthis mantıklı biriydi abim. Kararsızlık onun defterinde yoktu. Ne zaman kafam karışsa abime danışırdım. Anında çözüm bulurdu. Boş zamanlarında ya kitap okur, ya bulmaca çözerdi. En zor bulmacaların on dakikada hakkından gelirdi.
En iyi arkadaşımdı abim. Aramızda onbeş yaş olmasına rağmen ben de onun en iyi arkadaşıydım. Benimle sırlarını paylaşırdı. Bunun onu rahatlattığını hissederdim. O kadar çok anlatacak hikayesi, anısı vardı ki. Bana şiirlerini öykülerini okurdu. Çok beğenirdim yazdıklarını ve kitap haline getirmesini isterdim. Her defasında "hayır" cevabı alırdım.
Kanada'dan Türkiye'ye dönmem için elinden geleni yaptı. Beni elleriyle evlendirdi. Her sıkıntımda yanımda oldu. Bütün yazdıklarımı okur, bütün söylediğim türküleri dinlerdi. Bir yaş günümde facebook'a " Yüce Allahıma şükrediyorum, bana senin gibi bir kardeş nasip ettiği için" diye yazdı, paylaştı.
Yıllar önce Kanada'dan Türkiye'ye tatile gelmiştim. Tatil sonu Kanada'ya dönerken hava alanında Şemsi Yatsıman saz evinden aldığım saz yere düştü ve iki parça oldu. Sapı ve gövdesi birbirinden ayrıldı. Çok üzüldüm ve sazın artık kullanılamayacağını söyleyip abime bırakıp gttim.
Bir yıl sonra yine tatil için İstanbul'a geldiğimde abim beni hava limanından aldı, eve geldik. Benim kırık saz tamir edilmiş salonun duvarında asılı duruyordu. Hayretler içinde " Bu benim kırılan sazım değil mi?" diye sordum. Abim yüzünde muzip bir gülümsemeyle" O kadar üzülmüştün ki dayanamadım tamir ettirdim" dedi. Uzandı sazı aldı ve çalmaya başladı. Bu defa gözlerine kulaklarıma inanamadım, çünkü abim saz çalmayı bilmezdi.
Abim sazı almış, tamir ettirmiş, bana sürpriz yapmak için elli yaşından sonra saz dersleri almış karşımda saz çalıyordu. Çaldığı parça bitince "Nasıl beğendin mi?" diye sordu. Çok beğendim ama çok sert çalıyorsun Sen sazı çalmıyor dövüyorsun dedim gülerek. "Ben askerim ve gaziyim biz böyle çalarız geri zekalı" dedi
Ne zaman evime gelse elime sazımı tutuşturur. Hadi oğlum benim türkümü çal derdi Ben de Ahnet Kaya'nın "Kore dağlarında tabakam kaldı, hapis damlarında özgürlüğüm türküsünü çalar, söylerdim. Gözleri dalar dalar giderdi. Hiç sormadım nedenini. O da hiç anlatmadı.
Güzel adamdı...
Güzel adamdı güzel...
Büyük acılar kaburga kırıklarına benzerler. Sıcağı sıcağına anlamazsınız. Alçıya alınamazlar, tamir edilemezler. Zamanla kendi kendilerine iyileşmelerini beklemekten başka hiç birşey yapılamaz, yapamazsınız. Her hareket ettiğinizde acı oradadır. Uzuuun süre yerinizden kalkmaya korkar, yatağınızda bir yandan bir yana dönemezsiniz, gülemezsiniz, öksüremezsiniz.
Bu sizlerle paylaşacağım abimle ilgili son yazım. Çünkü abim iyi olsun, kötü olsun hiçbir şeyin uzamasını istemezdi. "Bitti" derdi. "Bitti artık geri zekalılığın gereği yok. Yolumuza devam edeceğiz o kadar"
Abim İsmet Karabenli büyük adamdı. Bu dünyaya hakikaten zor gelecek insanlardan biriydi. Cesurdu, kararlıydı, titizdi, çalışkandı, merhametliydi. Hem güler yüzlü, hem otoriterdi. Çok iyi konuşur, her konuştuğu şahsı etkilerdi. Giyimine kuşamına çok dikkat ederdi. Üstünde küçücük bir leke göremezdiniz. Saçlarını sakallarını itinayla tarar, benim dağınıklığıma kızardı. Lafı hiç dolaştırmaz doğrudan söylerdi. Müthis mantıklı biriydi abim. Kararsızlık onun defterinde yoktu. Ne zaman kafam karışsa abime danışırdım. Anında çözüm bulurdu. Boş zamanlarında ya kitap okur, ya bulmaca çözerdi. En zor bulmacaların on dakikada hakkından gelirdi.
En iyi arkadaşımdı abim. Aramızda onbeş yaş olmasına rağmen ben de onun en iyi arkadaşıydım. Benimle sırlarını paylaşırdı. Bunun onu rahatlattığını hissederdim. O kadar çok anlatacak hikayesi, anısı vardı ki. Bana şiirlerini öykülerini okurdu. Çok beğenirdim yazdıklarını ve kitap haline getirmesini isterdim. Her defasında "hayır" cevabı alırdım.
Kanada'dan Türkiye'ye dönmem için elinden geleni yaptı. Beni elleriyle evlendirdi. Her sıkıntımda yanımda oldu. Bütün yazdıklarımı okur, bütün söylediğim türküleri dinlerdi. Bir yaş günümde facebook'a " Yüce Allahıma şükrediyorum, bana senin gibi bir kardeş nasip ettiği için" diye yazdı, paylaştı.
Yıllar önce Kanada'dan Türkiye'ye tatile gelmiştim. Tatil sonu Kanada'ya dönerken hava alanında Şemsi Yatsıman saz evinden aldığım saz yere düştü ve iki parça oldu. Sapı ve gövdesi birbirinden ayrıldı. Çok üzüldüm ve sazın artık kullanılamayacağını söyleyip abime bırakıp gttim.
Bir yıl sonra yine tatil için İstanbul'a geldiğimde abim beni hava limanından aldı, eve geldik. Benim kırık saz tamir edilmiş salonun duvarında asılı duruyordu. Hayretler içinde " Bu benim kırılan sazım değil mi?" diye sordum. Abim yüzünde muzip bir gülümsemeyle" O kadar üzülmüştün ki dayanamadım tamir ettirdim" dedi. Uzandı sazı aldı ve çalmaya başladı. Bu defa gözlerine kulaklarıma inanamadım, çünkü abim saz çalmayı bilmezdi.
Abim sazı almış, tamir ettirmiş, bana sürpriz yapmak için elli yaşından sonra saz dersleri almış karşımda saz çalıyordu. Çaldığı parça bitince "Nasıl beğendin mi?" diye sordu. Çok beğendim ama çok sert çalıyorsun Sen sazı çalmıyor dövüyorsun dedim gülerek. "Ben askerim ve gaziyim biz böyle çalarız geri zekalı" dedi
Ne zaman evime gelse elime sazımı tutuşturur. Hadi oğlum benim türkümü çal derdi Ben de Ahnet Kaya'nın "Kore dağlarında tabakam kaldı, hapis damlarında özgürlüğüm türküsünü çalar, söylerdim. Gözleri dalar dalar giderdi. Hiç sormadım nedenini. O da hiç anlatmadı.
Güzel adamdı...
Güzel adamdı güzel...
GÜZEL, HEYBETLİ ADAM
Meşhur Sakar yokuşundan indiğinizde bambaşka bir dünyayla tanışırsınız. Gökovadır burası. Bir yanı derya deniz, bir yanı alabildiğine orman, bir yanı yeşil mi yeşil tepeler, dev okaliptus ağaçları, zeytinlerler, bademler, incirler, portakallar, limonlar, çatıları kiremit önleri teneke teneke, boy boy, rengarenk çiçeklerle dolu, tek katlı, içleri rutubet kokan köy evleri, tekneler, yememiş içmemiş, dünyanın dört bir yanından gelmiş rüzgar sörfçüleriyle Gökovadır burası.
Güzellik devam eder. Akçapınar köyüne gelirsiniz. Hala neden böyle vazgeçilmez olduğunu anlayamadığım Akçapınar tostcusuna gelmeden sağa döner, daracık bir yoldan tepelere doğru yola devam edersiniz. Sonra, yol sizi adına çok yakışan Şirinköy'e getirir. Şirinköy'den bir sol daha yaparsınız, "Sirinköy bitti" levhasından sonra, yerel taştan örülmüs duvarlarların bitiminde; sağda Haşim Baba Camisi, tam karşısında ise Haşim Baba Mezarlığı vardır.
Buranın köylüleri mezarlık demezler. Haşim Baba Bahçesi derler. Gizemli huzurlu bir Bahçedir Haşim Baba bahçesi. Antik duvar kalıntıları, antik sütun parçaları, sanki biz buradaydık, siz nelerin üstünde yürüyorsunuz biliyormusunuz? Der gibi kafalarını uzatmışlardır topraktan.
Ve bu bahçenin deniz tarafında yelpaze gibi gökyüzüne açılmış tek bir çitlenbik ağacının tam önünde, yeni kazılmış üstü mersin dallarıyla kaplı bir mezar görürsünüz. Ölümün bile çirkinleştiremediği, heybetli güzel bir adamın mezarıdır işte o mezar. Herhangi bir mezar gibi durmaz. Nazım'ın özlemini duyduğu o güzel şiirinde anlata anlata bitiremediği mezardır sanki.
Bir yağmur yağar, bir gök gürler, bir pırıl pırıl güneş açar. Yağmur damlacıkları çitlenbik ağacının dallarında yapraklarında elmas parçaları gibi biraz parlar, sonra Gazimin, Abimin, Atamın üzerine düşerler birer birer incitmeden.
Gökova'ya sancılı da olsa bir güzellik daha katılır.
(Bana yüzlerce mesaj gönderdiniz, yüzlerce telefon açtınız. Acımızı paylaştınız. Hala da paylaşıyorsunuz. Çok teşekkür ederim. Allah hepinizden razı olsun)
Meşhur Sakar yokuşundan indiğinizde bambaşka bir dünyayla tanışırsınız. Gökovadır burası. Bir yanı derya deniz, bir yanı alabildiğine orman, bir yanı yeşil mi yeşil tepeler, dev okaliptus ağaçları, zeytinlerler, bademler, incirler, portakallar, limonlar, çatıları kiremit önleri teneke teneke, boy boy, rengarenk çiçeklerle dolu, tek katlı, içleri rutubet kokan köy evleri, tekneler, yememiş içmemiş, dünyanın dört bir yanından gelmiş rüzgar sörfçüleriyle Gökovadır burası.
Güzellik devam eder. Akçapınar köyüne gelirsiniz. Hala neden böyle vazgeçilmez olduğunu anlayamadığım Akçapınar tostcusuna gelmeden sağa döner, daracık bir yoldan tepelere doğru yola devam edersiniz. Sonra, yol sizi adına çok yakışan Şirinköy'e getirir. Şirinköy'den bir sol daha yaparsınız, "Sirinköy bitti" levhasından sonra, yerel taştan örülmüs duvarlarların bitiminde; sağda Haşim Baba Camisi, tam karşısında ise Haşim Baba Mezarlığı vardır.
Buranın köylüleri mezarlık demezler. Haşim Baba Bahçesi derler. Gizemli huzurlu bir Bahçedir Haşim Baba bahçesi. Antik duvar kalıntıları, antik sütun parçaları, sanki biz buradaydık, siz nelerin üstünde yürüyorsunuz biliyormusunuz? Der gibi kafalarını uzatmışlardır topraktan.
Ve bu bahçenin deniz tarafında yelpaze gibi gökyüzüne açılmış tek bir çitlenbik ağacının tam önünde, yeni kazılmış üstü mersin dallarıyla kaplı bir mezar görürsünüz. Ölümün bile çirkinleştiremediği, heybetli güzel bir adamın mezarıdır işte o mezar. Herhangi bir mezar gibi durmaz. Nazım'ın özlemini duyduğu o güzel şiirinde anlata anlata bitiremediği mezardır sanki.
Bir yağmur yağar, bir gök gürler, bir pırıl pırıl güneş açar. Yağmur damlacıkları çitlenbik ağacının dallarında yapraklarında elmas parçaları gibi biraz parlar, sonra Gazimin, Abimin, Atamın üzerine düşerler birer birer incitmeden.
Gökova'ya sancılı da olsa bir güzellik daha katılır.
(Bana yüzlerce mesaj gönderdiniz, yüzlerce telefon açtınız. Acımızı paylaştınız. Hala da paylaşıyorsunuz. Çok teşekkür ederim. Allah hepinizden razı olsun)
BİLMİYORUM Kİ
Sen hastane pencerenden ormandaki ağaçlara bakıyor bakıyor ölümü düşünüyorsun, ben o ağaçlara bakıyor bakıyor öleceğini biliyorum. Hangisi daha zor daha acı veriyor bilmiyorum ki koca çınar, abim, atam canımın içi, Kore
gazim bilmiyorum ki.
İçim yanıyor, içim titriyor. Bu kaçıncı boynumu büküp gizli gizli yalnız ağladığım hastane odası, bu nasıl bir çaresizlik. Daha ne kadar "iyileşeceksin canım" sahtekarlığını sürdürüp yüzüme iğrenç gülümsemeler yerleştirmeye kalbim dayanacak.
Bilmiyorum ki...
(Sevgili "F " vitaminlerim benim sizlerle paylaştığım yazılarımdan tanıdığınız abimi, o güzel adamı bu sabah saat üçte kaybettik. Herşey birden bire oldu. O dağ gibi, hayat dolu, yaşamla dans eden adam yok artık. Çok üzgünüm çooook. Bir kardeş acısı çekmediğim kalmıştı.)
Sen hastane pencerenden ormandaki ağaçlara bakıyor bakıyor ölümü düşünüyorsun, ben o ağaçlara bakıyor bakıyor öleceğini biliyorum. Hangisi daha zor daha acı veriyor bilmiyorum ki koca çınar, abim, atam canımın içi, Kore
gazim bilmiyorum ki.
İçim yanıyor, içim titriyor. Bu kaçıncı boynumu büküp gizli gizli yalnız ağladığım hastane odası, bu nasıl bir çaresizlik. Daha ne kadar "iyileşeceksin canım" sahtekarlığını sürdürüp yüzüme iğrenç gülümsemeler yerleştirmeye kalbim dayanacak.
Bilmiyorum ki...
(Sevgili "F " vitaminlerim benim sizlerle paylaştığım yazılarımdan tanıdığınız abimi, o güzel adamı bu sabah saat üçte kaybettik. Herşey birden bire oldu. O dağ gibi, hayat dolu, yaşamla dans eden adam yok artık. Çok üzgünüm çooook. Bir kardeş acısı çekmediğim kalmıştı.)
İSTASYON CADDESİ
Bu yazacaklarım Sivaslı değilseniz, Sivas'ta yaşamadıysanız, belki sizlere hiçbir şey ifade etmeyebilir. Ama bizlere, yani o şehirde yaşayanlara,veya bir zamanlar yaşamışlara öyle şeyler ifade ediyorki ki, inanamazsınız. Valla sıkılsanız da sıkılmasanız da yazıyorum.
Altmışlı yıllarda Hükümet Meydanı'yla İstasyon'u birleştiren İstasyon Caddesi Sivas'ın en enterasan ve en romantik caddesiydi. Caddenin iki yanında yer alan akasya ağaçları mis gibi kokar, en tanınmış ve varlıklı aileler, İstasyon Caddesi'ndeki apartmanlarda yaşarlardı. Bu cadde Sivas'ın Bağdat caddesiydi.
Yaz kış şehrin delikanlıları giyinir kuşanır İstasyon Caddesi'nde volta atarlardı. Apartmanların balkonlarında veya pencere önlerinde oturan genç kızlara gizlice bakışlar fırlatılır, bazen balkonlardan atılan minik kağıtlar acaba biri gördü mü korkusuyla alınır, kimsenin olmadığı bir yerde, kalp çarpıntılarıyla, gizlice nefes nefese okunurdu.
İstasyon Caddesi'nin sonunda yer alan tarihi tren istasyonunda akşamları posta ve ekspresleri karşılamak,anonsları dinlemek, yeni yüzler görmek, sonra onları uğurlamak en büyük zevklerimizden biriydi. Bilhassa yataklı vagonların önünde dolaşır, güzel bir kız görmek ümidiyle kompartmanları dikizlerdik. Bazen görürdük de. Tren İstasyonda durduğu sürece paslaşmaya çalışır, tren hareket ettiğinde el sallar, öpücük gönderirdik.Bazen onlar da el sallar bize öpücük gönderirlerdi. Aman Allah dünyalar bizim olurdu.Sonra evlerimize dönerken, bize öpücük gönderen o kızdan veya kızlardan bahseder, ahhhh o kompartmanda yalnız kalsak neler yapacağımızı konuşurduk. Ne hayeller kurardık ne hayaller. Bazen o hiç tanımadığımız ve bir daha asla göremeyeceğimiz kızları birbirimizden kıskanır, yengen muhabbeti başlar, ciddi ciddi birbirimizlekavga bile ederdik.
Bir de bugün pişmanlık duyduğum, o zamanlar bize çok komik gelen bir oyun oynardık.Tren istasyonda dururken gözümüze saf bir vatandaşı kestirip konuşmaya başlardık. Biz platformda o trenin penceresinde epey bir sohbetten sonra tren hareket edip giderken, pencerenin altında yürüyerek sohbete devam eder ve aniden uzanır adama bir Osmanlı tokadı atardık. Tokadı yiyen zavallı şok olur, tren hareket halinde olduğundan inemez, ana avrat sövmeye başlardı. Sonra bize odaklandığı için biraz ilerde platformda sıranın kendisne gelmesini bekleyen arkadaşımızı göremez, ikinci tokadı da ondan yer tam delirirdi.
Hâla utanıyorum.
.
Bu yazacaklarım Sivaslı değilseniz, Sivas'ta yaşamadıysanız, belki sizlere hiçbir şey ifade etmeyebilir. Ama bizlere, yani o şehirde yaşayanlara,veya bir zamanlar yaşamışlara öyle şeyler ifade ediyorki ki, inanamazsınız. Valla sıkılsanız da sıkılmasanız da yazıyorum.
Altmışlı yıllarda Hükümet Meydanı'yla İstasyon'u birleştiren İstasyon Caddesi Sivas'ın en enterasan ve en romantik caddesiydi. Caddenin iki yanında yer alan akasya ağaçları mis gibi kokar, en tanınmış ve varlıklı aileler, İstasyon Caddesi'ndeki apartmanlarda yaşarlardı. Bu cadde Sivas'ın Bağdat caddesiydi.
Yaz kış şehrin delikanlıları giyinir kuşanır İstasyon Caddesi'nde volta atarlardı. Apartmanların balkonlarında veya pencere önlerinde oturan genç kızlara gizlice bakışlar fırlatılır, bazen balkonlardan atılan minik kağıtlar acaba biri gördü mü korkusuyla alınır, kimsenin olmadığı bir yerde, kalp çarpıntılarıyla, gizlice nefes nefese okunurdu.
İstasyon Caddesi'nin sonunda yer alan tarihi tren istasyonunda akşamları posta ve ekspresleri karşılamak,anonsları dinlemek, yeni yüzler görmek, sonra onları uğurlamak en büyük zevklerimizden biriydi. Bilhassa yataklı vagonların önünde dolaşır, güzel bir kız görmek ümidiyle kompartmanları dikizlerdik. Bazen görürdük de. Tren İstasyonda durduğu sürece paslaşmaya çalışır, tren hareket ettiğinde el sallar, öpücük gönderirdik.Bazen onlar da el sallar bize öpücük gönderirlerdi. Aman Allah dünyalar bizim olurdu.Sonra evlerimize dönerken, bize öpücük gönderen o kızdan veya kızlardan bahseder, ahhhh o kompartmanda yalnız kalsak neler yapacağımızı konuşurduk. Ne hayeller kurardık ne hayaller. Bazen o hiç tanımadığımız ve bir daha asla göremeyeceğimiz kızları birbirimizden kıskanır, yengen muhabbeti başlar, ciddi ciddi birbirimizlekavga bile ederdik.
Bir de bugün pişmanlık duyduğum, o zamanlar bize çok komik gelen bir oyun oynardık.Tren istasyonda dururken gözümüze saf bir vatandaşı kestirip konuşmaya başlardık. Biz platformda o trenin penceresinde epey bir sohbetten sonra tren hareket edip giderken, pencerenin altında yürüyerek sohbete devam eder ve aniden uzanır adama bir Osmanlı tokadı atardık. Tokadı yiyen zavallı şok olur, tren hareket halinde olduğundan inemez, ana avrat sövmeye başlardı. Sonra bize odaklandığı için biraz ilerde platformda sıranın kendisne gelmesini bekleyen arkadaşımızı göremez, ikinci tokadı da ondan yer tam delirirdi.
Hâla utanıyorum.
.
GARDAŞ SENDE Mİ ATELYECİSİN?
İşte bu soruyu Sivaslılar sık sık birbirlerine sorarlardı. Öğrencilik yıllarımda, Devlet Demir Yolları Cer Atelyesi Sivasın can damarıydı. Cer Atelyesi 1939 yılında açılmıştı.O zamanlar Sivas bir demiryolu şehriydi.Neredeyse şehirdeki erkeklerin yarısı Cer Atelyesinde çalışır, çıraklık öğrenir, evlerine ekmek götürürler, meslek sahibi olurlardı. Her sabah sabah namazına yakın vapur düdüğü gibi bir düdük öterdi Sivas'ta. Bu düdük herhalde atölyede çalışan işçilere hazırlanıp işlerinin başına koşmalarını hatırlatan bir uyarıydı. Yedi yaşında Darıca'da ilkokul ikinci sınıfı okurken geceleri vapur düdüklerini duydukça hem korkmuş hem atölyenin borusunu hatırlamıştım. Akşam olup paydos borusu öttüğünde atelye boşalır, şehir bir anda canlanır hayata dönerdi.
Sinema salonu, lokantası, orkestrası, çiçek dolu yaz bahçeleri, düzenli, temiz ve bakımlı lojmanları vardı Cer Atelyesinin. Bu lojmanlarda Ankara'dan İstanbuldan ,Eşkişehir'den gelen ustalar, teknik elemanlar aileleri ile kalırlardı. Bütün bunların yanı sıra çok başarılı tarihi bir güreş takımı, bir de Sivas futbol ligini domine eden Demir Spor isimli futbol takımı vardı Cer Atelyesinin. Biz çocuklar bu takımdaki bütün oyuncuları tanır lakaplarını bilirdik. Abim Erdoğan'da tanınmış bir futbolcu olduğu için bütün maçlara giderdim.
Bir gün babam da benimle maç seyretmeye geldi.. Demirspor sahaya çıktı ben büyük bir heyecanla babama futbolcuları tanıtmaya başladım.
"Bak babacığım şu santfor Ayı Hayri, şu sağ açık Koboy", şu Baykuş, şu Kedi Erol, şu Deve Nafiz, şu Kemik Kıran Bedri, şu kaleci Balık Mehmet, şu At Erdal şu...
babam lafımı kesti. "Ne o lan?" dedi. "Bu hayvanat bahçesi mi yoksa futbol takımı mı?"
(Sivas anılarım devam edecek)
İşte bu soruyu Sivaslılar sık sık birbirlerine sorarlardı. Öğrencilik yıllarımda, Devlet Demir Yolları Cer Atelyesi Sivasın can damarıydı. Cer Atelyesi 1939 yılında açılmıştı.O zamanlar Sivas bir demiryolu şehriydi.Neredeyse şehirdeki erkeklerin yarısı Cer Atelyesinde çalışır, çıraklık öğrenir, evlerine ekmek götürürler, meslek sahibi olurlardı. Her sabah sabah namazına yakın vapur düdüğü gibi bir düdük öterdi Sivas'ta. Bu düdük herhalde atölyede çalışan işçilere hazırlanıp işlerinin başına koşmalarını hatırlatan bir uyarıydı. Yedi yaşında Darıca'da ilkokul ikinci sınıfı okurken geceleri vapur düdüklerini duydukça hem korkmuş hem atölyenin borusunu hatırlamıştım. Akşam olup paydos borusu öttüğünde atelye boşalır, şehir bir anda canlanır hayata dönerdi.
Sinema salonu, lokantası, orkestrası, çiçek dolu yaz bahçeleri, düzenli, temiz ve bakımlı lojmanları vardı Cer Atelyesinin. Bu lojmanlarda Ankara'dan İstanbuldan ,Eşkişehir'den gelen ustalar, teknik elemanlar aileleri ile kalırlardı. Bütün bunların yanı sıra çok başarılı tarihi bir güreş takımı, bir de Sivas futbol ligini domine eden Demir Spor isimli futbol takımı vardı Cer Atelyesinin. Biz çocuklar bu takımdaki bütün oyuncuları tanır lakaplarını bilirdik. Abim Erdoğan'da tanınmış bir futbolcu olduğu için bütün maçlara giderdim.
Bir gün babam da benimle maç seyretmeye geldi.. Demirspor sahaya çıktı ben büyük bir heyecanla babama futbolcuları tanıtmaya başladım.
"Bak babacığım şu santfor Ayı Hayri, şu sağ açık Koboy", şu Baykuş, şu Kedi Erol, şu Deve Nafiz, şu Kemik Kıran Bedri, şu kaleci Balık Mehmet, şu At Erdal şu...
babam lafımı kesti. "Ne o lan?" dedi. "Bu hayvanat bahçesi mi yoksa futbol takımı mı?"
(Sivas anılarım devam edecek)
HAYDİ AMA...
Bazı okullar sihirlidir.. O okullarda içinize sevgi tomurcukları yerleştirirler. Sizler büyüyüp serpildikçe o tomurcuklarda büyür içinizde çiçek açarlar. Güzel kokarsınız, güzel insan olursunuz.Eğer şanslıysanız o okullardan birinde okumuşsanız yaşamınız boyunca ne o okulu, ne o günleri, ne o yaşadıklarınızı ne de o güzel arkadaşlarızı unutursunuz. İki eliniz kanda bile olsa arar bulursunuz, gülersiniz ağlarsınız dertleşirsiniz. Özlem giderirsiniz . Sonra yine özlersiniz.O günler sizi hiç terketmez yaşam yakıtınız olurlar. Hayatınızın en sıkıntılı günlerinde de en mutlu gününde de o günleri hatırlarsınız.Bu size yüce Allahın bir lütfudur.
Biz Sivas 4 Eylül Cumhuriyet lisesinde okuduk. Bizler Sivas 4 Eylül Cumhuriyet Lisesi mezunlarıyız.
Eminim bir çoğunuz veya bazılarınız Cumhuriyet Türkiyesinin dört bir yanında böyle okullarda okumuş benzeri duygular yaşamış, hala da yaşıyorsunuzdur.
Haydi dökün içinizi paylaşın!
Haydi ama...
Birbirimize ihtiyacımız var.
Hissetmiyor musunuz?...
Bazı okullar sihirlidir.. O okullarda içinize sevgi tomurcukları yerleştirirler. Sizler büyüyüp serpildikçe o tomurcuklarda büyür içinizde çiçek açarlar. Güzel kokarsınız, güzel insan olursunuz.Eğer şanslıysanız o okullardan birinde okumuşsanız yaşamınız boyunca ne o okulu, ne o günleri, ne o yaşadıklarınızı ne de o güzel arkadaşlarızı unutursunuz. İki eliniz kanda bile olsa arar bulursunuz, gülersiniz ağlarsınız dertleşirsiniz. Özlem giderirsiniz . Sonra yine özlersiniz.O günler sizi hiç terketmez yaşam yakıtınız olurlar. Hayatınızın en sıkıntılı günlerinde de en mutlu gününde de o günleri hatırlarsınız.Bu size yüce Allahın bir lütfudur.
Biz Sivas 4 Eylül Cumhuriyet lisesinde okuduk. Bizler Sivas 4 Eylül Cumhuriyet Lisesi mezunlarıyız.
Eminim bir çoğunuz veya bazılarınız Cumhuriyet Türkiyesinin dört bir yanında böyle okullarda okumuş benzeri duygular yaşamış, hala da yaşıyorsunuzdur.
Haydi dökün içinizi paylaşın!
Haydi ama...
Birbirimize ihtiyacımız var.
Hissetmiyor musunuz?...
MARUZATIM VAR BENİM
VAR MI ACABA? yazıma çeşitli yorumlar aldım. Bazı okurlarım "Güven bey böyle yazılar yazma üzülüyoruz" diye sitem etmişler. Demek ki yazdığım yazı bir yerlere ulaşmış.
Şimdi ben neden böyle bir yazı yazdım? veya neden böyle yazılar yazıyorum? Ben bir yazarım ve hakikaten içimden geldiği gibi, elimden geldiği kadar sizlere samimi yazılar yazmaya çalışıyorum. Amacım ne sizleri eğlendirmek, ne de üzmek. Sizlerle bir şeyler paylaşmak, sizlere bir şeyler verebilmek, bir pencere açmak, bir şeyleri düşündürmek.
Yıllarca seyahat ettim, yabancı üikelerde yaşadım, felsefe okudum, dinlerle uğraştım Osho gibi mübarek insanların dizlerinin dibinde oturdum, gözlerimi diktim, dinledim. Bir şeyler almaya, öğrenmeye çalıştım. İşte bütün bunları harmanlayıp sizlerle paylaşıyorum. Bu kolay olmuyor. Ara sıra sizleri uyandırmak için omuzlarınızdan tutup silkelemem gerekiyor. İşte son yazımda bir silkeleme yazısıydı. Unutmayın dost acı söyler.
Şimdi bu yazımla yüzünüze bir gülümseme koyuyor, yanaklarınızdan öpüyorum."F" vitaminlerim benim. (Aslında size "F" vitaminlerim demeye korkuyorum artık çünkü "F" ile başlayan herşey insanın başına dert açabiliyor bu günlerde.)
Efendim, Temel ile Dursun çok yakın iki arkadaş ve birbirleriyle uğraşmaya bayılıyorlar. Bir gün kahvede otururlarken Temel dönüyor Dursun'a " Ula Dursun sen bir gün öleceksun" Diyor. Dursun'da " Heee ne var hepimiz öleceğuz, ne alaka şimdi" diye soruyor. Temel devam ediyor; " Sonra seni gömecekler. Mezarından otlar bitecek. İnekler gelip o otları yiyecekler. Sonra gelip mezarının üstüne sıçacaklar. Ve ben mezarına geleceğim. Bir sigara yakacağım. O boklara bakacağum bakacağum "Ula Dursun çok değişmissin deyip ağlayacağım" demiş.
Bir müddet sessizce oturmuşlar. Birden Dursun Temel'e dönmüş"Ula Temel sen bir gün öleceksun" demiş. Uşağım onu ben sana söylemiştim deyince Temel. Olsuuun ben de söylüyorum demiş Dursun ve devam etmiş. "Seni gömecekler. Mezarından otlar bitecek. İnekler gelip o otları yiyecekler. Sonra gelip mezarının üstüne sıçacaklar. Ve ben mezarının başına geleceğim, bir sigara yakacağım. O boklara bakacağum, bakacağum, "Ula Temel heç değişmemissin" deyip ağlayacağım"
VAR MI ACABA? yazıma çeşitli yorumlar aldım. Bazı okurlarım "Güven bey böyle yazılar yazma üzülüyoruz" diye sitem etmişler. Demek ki yazdığım yazı bir yerlere ulaşmış.
Şimdi ben neden böyle bir yazı yazdım? veya neden böyle yazılar yazıyorum? Ben bir yazarım ve hakikaten içimden geldiği gibi, elimden geldiği kadar sizlere samimi yazılar yazmaya çalışıyorum. Amacım ne sizleri eğlendirmek, ne de üzmek. Sizlerle bir şeyler paylaşmak, sizlere bir şeyler verebilmek, bir pencere açmak, bir şeyleri düşündürmek.
Yıllarca seyahat ettim, yabancı üikelerde yaşadım, felsefe okudum, dinlerle uğraştım Osho gibi mübarek insanların dizlerinin dibinde oturdum, gözlerimi diktim, dinledim. Bir şeyler almaya, öğrenmeye çalıştım. İşte bütün bunları harmanlayıp sizlerle paylaşıyorum. Bu kolay olmuyor. Ara sıra sizleri uyandırmak için omuzlarınızdan tutup silkelemem gerekiyor. İşte son yazımda bir silkeleme yazısıydı. Unutmayın dost acı söyler.
Şimdi bu yazımla yüzünüze bir gülümseme koyuyor, yanaklarınızdan öpüyorum."F" vitaminlerim benim. (Aslında size "F" vitaminlerim demeye korkuyorum artık çünkü "F" ile başlayan herşey insanın başına dert açabiliyor bu günlerde.)
Efendim, Temel ile Dursun çok yakın iki arkadaş ve birbirleriyle uğraşmaya bayılıyorlar. Bir gün kahvede otururlarken Temel dönüyor Dursun'a " Ula Dursun sen bir gün öleceksun" Diyor. Dursun'da " Heee ne var hepimiz öleceğuz, ne alaka şimdi" diye soruyor. Temel devam ediyor; " Sonra seni gömecekler. Mezarından otlar bitecek. İnekler gelip o otları yiyecekler. Sonra gelip mezarının üstüne sıçacaklar. Ve ben mezarına geleceğim. Bir sigara yakacağım. O boklara bakacağum bakacağum "Ula Dursun çok değişmissin deyip ağlayacağım" demiş.
Bir müddet sessizce oturmuşlar. Birden Dursun Temel'e dönmüş"Ula Temel sen bir gün öleceksun" demiş. Uşağım onu ben sana söylemiştim deyince Temel. Olsuuun ben de söylüyorum demiş Dursun ve devam etmiş. "Seni gömecekler. Mezarından otlar bitecek. İnekler gelip o otları yiyecekler. Sonra gelip mezarının üstüne sıçacaklar. Ve ben mezarının başına geleceğim, bir sigara yakacağım. O boklara bakacağum, bakacağum, "Ula Temel heç değişmemissin" deyip ağlayacağım"
VAR MI ACABA?
Bu yaşa geldim, bunca yıllık yaşamımda şu son bir kaç yılda ki kadar "Mekanları cennet olsun, Allah rahmet eylesin, Allah sabır versin, Allah geride kalanlara ömür versin, nur içinde yatsın veya yatsınlar" ne demiş ne yazmıştım. Parmaklarım otomatik yazıyorlar bu cümleleri ve bu cümleler ağzımdan otomatik çıkıyorlar artık. İnsanoğlu yaşlanınca demek ki herşeye alışıyor. Yaprak dökümü bir başladımı sürüp gidiyor. Sessiz soluksuz sıramızı bekliyoruz. Sesli soluklu bekleseniz de fark etmiyor zaten.
Bizim kuşakta( 68 kuşağı) gidenlerin sayısı neredeyse kalanların sayısını geçti. Bu bize ders olmuyor. Maalesef hala aptal gibi yaşamaya devam ediyoruz. Üzüntülerimiz, dertlerimiz bitmiyor, tükenmiyor. Musalla taşının önünde sıralanıp hep bir ağızdan "Hakkımız helal olsuuun" diye bağırıyoruz. Omuzlarımızda dostlarımızı, arkadaşlarımızı taşıyoruz, gömüyoruz, üstlerine toprak atıyoruz. Ama aklımız hala başka yerde. Hala hesap kitap yapıyoruz. Nedense, neyi paylaşamıyorsak, ne götüreceksek. Ömür biter yol bitmez derler. Ömür bitiyor, dert bitmiyor.
Alıştım mı alıştırdılar mı, bıktım mı bıktırdılar mı, yoruldum mu, yordular mı, korktum mu korkuttular mı, ürktüm mü ürküttüler mi, salakmıyım salakmıyız ne desem bilmiyorum. Bazen isyan ediyorum. "Ne olacaksa olsun lan, ölümden öteye yol yok ya" diyorum kendi kendime.
Ama bu soru hep içimi kemiriyor.
ÖLÜMDEN ÖTEYE YOL VAR MI ACABA?l
Bu yaşa geldim, bunca yıllık yaşamımda şu son bir kaç yılda ki kadar "Mekanları cennet olsun, Allah rahmet eylesin, Allah sabır versin, Allah geride kalanlara ömür versin, nur içinde yatsın veya yatsınlar" ne demiş ne yazmıştım. Parmaklarım otomatik yazıyorlar bu cümleleri ve bu cümleler ağzımdan otomatik çıkıyorlar artık. İnsanoğlu yaşlanınca demek ki herşeye alışıyor. Yaprak dökümü bir başladımı sürüp gidiyor. Sessiz soluksuz sıramızı bekliyoruz. Sesli soluklu bekleseniz de fark etmiyor zaten.
Bizim kuşakta( 68 kuşağı) gidenlerin sayısı neredeyse kalanların sayısını geçti. Bu bize ders olmuyor. Maalesef hala aptal gibi yaşamaya devam ediyoruz. Üzüntülerimiz, dertlerimiz bitmiyor, tükenmiyor. Musalla taşının önünde sıralanıp hep bir ağızdan "Hakkımız helal olsuuun" diye bağırıyoruz. Omuzlarımızda dostlarımızı, arkadaşlarımızı taşıyoruz, gömüyoruz, üstlerine toprak atıyoruz. Ama aklımız hala başka yerde. Hala hesap kitap yapıyoruz. Nedense, neyi paylaşamıyorsak, ne götüreceksek. Ömür biter yol bitmez derler. Ömür bitiyor, dert bitmiyor.
Alıştım mı alıştırdılar mı, bıktım mı bıktırdılar mı, yoruldum mu, yordular mı, korktum mu korkuttular mı, ürktüm mü ürküttüler mi, salakmıyım salakmıyız ne desem bilmiyorum. Bazen isyan ediyorum. "Ne olacaksa olsun lan, ölümden öteye yol yok ya" diyorum kendi kendime.
Ama bu soru hep içimi kemiriyor.
ÖLÜMDEN ÖTEYE YOL VAR MI ACABA?l
KARA TREN
Tren yolculuklarını çok severdim. Yıllar önce Sivas' da neredeyse tek ulaşım aracı trendi. Her fırsatta tren istasyonuna gider hayranlıkla trenleri seyrederdik. Önce kömürle çalışan lokomotifler gördük. Kara tren tam kara trendi yani. Her yolculuktan sonra her tarafımız kurum içinde inerdik trenden. Suratımız simsiyah olur, gözlerimiz parlardı. Burnumuzu sildiğimizde günlerce sümüğümüz siyah çıkardı. En çok da sümüğümüzün rengi normale dönünce kara treni özlerdik. Tren tünele girmeden makinist o meşhur düdükle alarm verir, açık olan tren pencereleri lokomatifin dumanı içeri girmesin diye sıkısıkı kapatılır, ama yine de bir miktar duman yutardık. O meşhur düdük tren istasyondan ayrılırken de uzun uzun çalardı.
Tren giderken pencereden gelip geçen direkleri saymaya bayılırdım. Telgraf direkleri derlerdi o direklere. Belki de elektrik direkleriydi. Direkleri birbirine bağlayan teller yazın sıcağından yere dogru kavislenir sarkardı ve her kavis birbirinden farklıydı.Trenin penceresinden o kavisleri izlemeye çalışırken başım bir iner bir kalkar, gözlerim yorulurdu. Birde bu tellerin üstünde çeşit çeşit kuşlar olurdu. Neler yoktu ki Kara Kargalar, alaca kargalar hırsız saksağanlar atmacalar güvercinler sığırcıklar, arı kuşları, ibibikler serçeler, çok arasıra gözlerini sabit bir noktaya dikmiş baykuşlar da olurdu.
İstanbul'a ilk gittiğimde yedi yaşındaydım. Annemlerle gittiğimiz Gülhane parkında dinlediğimiz tombiş kadın şarkıcı "Telgrafın tellerine kuşlar mı konar?, herkes sevdiğine yavrum, böyle mi yapar?" şarkısını okurken bir duygulanmıştım ki.
Sonra motorlu trenler, elektrikli trenler daha sonra da hızlı trenler çıktı. Ne telgraf direkleri kaldı, ne kuşlar, ne kömür dumanları, ne isli vagonlar, ne de trenin yanında '"gazete gazete" diye koşturan çocuklar.
Neyse ki arasıra çalınan" Kara tren gelmez mi ola?, düdüğünü çalmaz mı ola?" türküsü hala var.
O unutulmadı.
Bir o unutulmadı...
Tren yolculuklarını çok severdim. Yıllar önce Sivas' da neredeyse tek ulaşım aracı trendi. Her fırsatta tren istasyonuna gider hayranlıkla trenleri seyrederdik. Önce kömürle çalışan lokomotifler gördük. Kara tren tam kara trendi yani. Her yolculuktan sonra her tarafımız kurum içinde inerdik trenden. Suratımız simsiyah olur, gözlerimiz parlardı. Burnumuzu sildiğimizde günlerce sümüğümüz siyah çıkardı. En çok da sümüğümüzün rengi normale dönünce kara treni özlerdik. Tren tünele girmeden makinist o meşhur düdükle alarm verir, açık olan tren pencereleri lokomatifin dumanı içeri girmesin diye sıkısıkı kapatılır, ama yine de bir miktar duman yutardık. O meşhur düdük tren istasyondan ayrılırken de uzun uzun çalardı.
Tren giderken pencereden gelip geçen direkleri saymaya bayılırdım. Telgraf direkleri derlerdi o direklere. Belki de elektrik direkleriydi. Direkleri birbirine bağlayan teller yazın sıcağından yere dogru kavislenir sarkardı ve her kavis birbirinden farklıydı.Trenin penceresinden o kavisleri izlemeye çalışırken başım bir iner bir kalkar, gözlerim yorulurdu. Birde bu tellerin üstünde çeşit çeşit kuşlar olurdu. Neler yoktu ki Kara Kargalar, alaca kargalar hırsız saksağanlar atmacalar güvercinler sığırcıklar, arı kuşları, ibibikler serçeler, çok arasıra gözlerini sabit bir noktaya dikmiş baykuşlar da olurdu.
İstanbul'a ilk gittiğimde yedi yaşındaydım. Annemlerle gittiğimiz Gülhane parkında dinlediğimiz tombiş kadın şarkıcı "Telgrafın tellerine kuşlar mı konar?, herkes sevdiğine yavrum, böyle mi yapar?" şarkısını okurken bir duygulanmıştım ki.
Sonra motorlu trenler, elektrikli trenler daha sonra da hızlı trenler çıktı. Ne telgraf direkleri kaldı, ne kuşlar, ne kömür dumanları, ne isli vagonlar, ne de trenin yanında '"gazete gazete" diye koşturan çocuklar.
Neyse ki arasıra çalınan" Kara tren gelmez mi ola?, düdüğünü çalmaz mı ola?" türküsü hala var.
O unutulmadı.
Bir o unutulmadı...
BU KADAR MI ZOR?
Ne sevinir, mutlu olurdum diye düşündü genç kadın. Bir kez olsun "Ne güzel olmuş, ellerine sağlık. Getir o dolma saran ellerini öpeyim" dese, veya sarılsa teşekkür etse. Veya sarılmasa da bir kez olsun teşekkür etmeyi akıl etse. Onu da bırak lokmalarını ciğnerken hiç değilse beni farketse, gülümsese. Her yaptığımı yutup elinde kumanda divana serilmeden önce.
Kadın olmak neden bu kadar zor ki? diye sordu kendi kendine.
Bulaşıkları yıkarken...
DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ (iki yıl önce paylaştığım bir yazım)
Dünya Kadınlar Günü nedir? Nereden gelmiştir? Ve neden 8 Martta kutlanır? 8 Mart 1857 tarihinde Amerika’nın New York kentinde 40.000 dokuma işçisi bir tekstil firmasında daha iyi çalışma koşulları için grev yaparlar. Polis müdahale eder. Çıkan yangında kadın işçiler fabrikada kilitli kaldıkları için 120 kadın işçi hayatını kaybeder. Birleşmiş Milletler, 8 Mart 1921 tarihini DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ olarak kabul eder. Yani bugün bir kutlama değil bir anma günüdür.
Sevgili kadın okurlarım, bu anlamlı gününüzü sizlerle paylaşıyor, sizlerle gurur duyuyorum. Geçen yıl 70 yaşlarında bir beyefendi beni telefonla aradı. Son kitabımı okuyup bitirdiğini, kitabı masanın üzerine koyup mutfakta yemek yapan eşinin yanına gittiğini, onu omuzlarından tutup kendisine çevirdiğini ve gözlerinin içine bakarak 45 yıllık evliliklerinde ilk defa “seni seviyorum” dediğini söyledi bana. Eşinin ne reaksiyon gösterdiğini sordum. “Çok şaşırdı yüzüme baktı kaldı, sandalyelerden birine çöküp ağlamaya başladı. Sonrada telefon açıp çocuklara anlattı olup biteni. Allah senden razı olsun, 70 yaşında gözümü, gönlümü açtın” dedi bana sesi titreyerek. O kadar sevindim, o kadar mutlu oldum ki…
Şimdi bu anımı Leo Buscaglia’nın çok sevdiğim ve defalarca paylaştığım bir hikayesine bağlıyorum. Bir gün Leo’nun ofisine 60 yaşlarında bir adam gelir. “Leo, benim eşim yaşamı boyunca benden kendisine kırmızı bir elbise almamı istedi. Her seferinde “hayır!” dedim. Şimdi karım öldü çok pişmanım. Ona hep istediği kırmızı elbiseyi giydirip toprağa vermek istiyorum, ne dersin? diye sorar. Leo öfkeyle yerinden fırlar ve “Defol” der adama “Defol ofisimden. Zavallı kadın hayattayken o kırmızı elbiseyi almadın da, ölünce mi aklına geldi?” der ve adamı ofisinden kovar.
İşte böyle sevgili hemcinslerim bu gün kadınlar için çok anlamlı bir gün. Sizin için de onlara emekleri ve fedakarlıkları için teşekkür etmek, sevginizi, zerafetinizi, duyarlılığınızı göstermek için bir fırsat. Birlikte sinemaya gidebilirsiniz, tiyatroya veya bir konsere gidebilirsiniz, yemeğe çıkabilirsiniz, çok beğendiği bir şeyi alıp sürpriz yapabilirsiniz. Bir buket veya bir tanecik bile olsa kırmızı bir gül alıp onu ne kadar sevdiğinizi söyleyebilirsiniz. Hatta kırmızı bir elbise bile alabilirsiniz, çok geç olmadan. Aslında her kadının kafasında yaşattığı kırmızı bir elbise vardır.
Şimdi gelelim sizlere sevgili kadınlar, sizler kutsal varlıklarsınız. Allah’ın o kadar güvenini kazanmışınız ki bebekler sizin vücudunuzda hayat buluyor, onları dünyaya sizler getiriyor, insan hayatını devam ettiriyorsunuz. Bundan güzel, bundan kutsal ne olabilir ki? En büyük emekçi sizlersiniz. Bütün hayatım boyunca yaşamımın rengi, yaşamımın en büyük nedeni oldunuz. Hayat sizlerle güzel.
İyi ki varsınız. Evet, iyi ki varsınız.
Ne sevinir, mutlu olurdum diye düşündü genç kadın. Bir kez olsun "Ne güzel olmuş, ellerine sağlık. Getir o dolma saran ellerini öpeyim" dese, veya sarılsa teşekkür etse. Veya sarılmasa da bir kez olsun teşekkür etmeyi akıl etse. Onu da bırak lokmalarını ciğnerken hiç değilse beni farketse, gülümsese. Her yaptığımı yutup elinde kumanda divana serilmeden önce.
Kadın olmak neden bu kadar zor ki? diye sordu kendi kendine.
Bulaşıkları yıkarken...
DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ (iki yıl önce paylaştığım bir yazım)
Dünya Kadınlar Günü nedir? Nereden gelmiştir? Ve neden 8 Martta kutlanır? 8 Mart 1857 tarihinde Amerika’nın New York kentinde 40.000 dokuma işçisi bir tekstil firmasında daha iyi çalışma koşulları için grev yaparlar. Polis müdahale eder. Çıkan yangında kadın işçiler fabrikada kilitli kaldıkları için 120 kadın işçi hayatını kaybeder. Birleşmiş Milletler, 8 Mart 1921 tarihini DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ olarak kabul eder. Yani bugün bir kutlama değil bir anma günüdür.
Sevgili kadın okurlarım, bu anlamlı gününüzü sizlerle paylaşıyor, sizlerle gurur duyuyorum. Geçen yıl 70 yaşlarında bir beyefendi beni telefonla aradı. Son kitabımı okuyup bitirdiğini, kitabı masanın üzerine koyup mutfakta yemek yapan eşinin yanına gittiğini, onu omuzlarından tutup kendisine çevirdiğini ve gözlerinin içine bakarak 45 yıllık evliliklerinde ilk defa “seni seviyorum” dediğini söyledi bana. Eşinin ne reaksiyon gösterdiğini sordum. “Çok şaşırdı yüzüme baktı kaldı, sandalyelerden birine çöküp ağlamaya başladı. Sonrada telefon açıp çocuklara anlattı olup biteni. Allah senden razı olsun, 70 yaşında gözümü, gönlümü açtın” dedi bana sesi titreyerek. O kadar sevindim, o kadar mutlu oldum ki…
Şimdi bu anımı Leo Buscaglia’nın çok sevdiğim ve defalarca paylaştığım bir hikayesine bağlıyorum. Bir gün Leo’nun ofisine 60 yaşlarında bir adam gelir. “Leo, benim eşim yaşamı boyunca benden kendisine kırmızı bir elbise almamı istedi. Her seferinde “hayır!” dedim. Şimdi karım öldü çok pişmanım. Ona hep istediği kırmızı elbiseyi giydirip toprağa vermek istiyorum, ne dersin? diye sorar. Leo öfkeyle yerinden fırlar ve “Defol” der adama “Defol ofisimden. Zavallı kadın hayattayken o kırmızı elbiseyi almadın da, ölünce mi aklına geldi?” der ve adamı ofisinden kovar.
İşte böyle sevgili hemcinslerim bu gün kadınlar için çok anlamlı bir gün. Sizin için de onlara emekleri ve fedakarlıkları için teşekkür etmek, sevginizi, zerafetinizi, duyarlılığınızı göstermek için bir fırsat. Birlikte sinemaya gidebilirsiniz, tiyatroya veya bir konsere gidebilirsiniz, yemeğe çıkabilirsiniz, çok beğendiği bir şeyi alıp sürpriz yapabilirsiniz. Bir buket veya bir tanecik bile olsa kırmızı bir gül alıp onu ne kadar sevdiğinizi söyleyebilirsiniz. Hatta kırmızı bir elbise bile alabilirsiniz, çok geç olmadan. Aslında her kadının kafasında yaşattığı kırmızı bir elbise vardır.
Şimdi gelelim sizlere sevgili kadınlar, sizler kutsal varlıklarsınız. Allah’ın o kadar güvenini kazanmışınız ki bebekler sizin vücudunuzda hayat buluyor, onları dünyaya sizler getiriyor, insan hayatını devam ettiriyorsunuz. Bundan güzel, bundan kutsal ne olabilir ki? En büyük emekçi sizlersiniz. Bütün hayatım boyunca yaşamımın rengi, yaşamımın en büyük nedeni oldunuz. Hayat sizlerle güzel.
İyi ki varsınız. Evet, iyi ki varsınız.
Bu gün Pazar. Bir haftadır hava burnumuzdan getirdi Marmaris'de. Kapalı, yağmurlu ve soğuk. Her gün aldığımız yürek parçalayıcı haberler yetmiyormuş gibi bir de bazen siyah , bazen gri, bazen siyahımsı gri gökyüzü hiç çekilmiyor. Bir de rutubet, bir de rutubet insanın içine işliyor. Ağrımadık yerimiz kalmadı. İşte böyle bir havada yüzünüze küçük bir gülümseme koyabilmek için sizlere eğlenceli bir hikaye yazmaya karar verdim
SEZON
Sahil kasabaları garip yerlerdir. Hele turistik olanlar daha da gariptir. Hayat bir gelir bir gider. Bir ölür bir dirilirler.
Bu kasabalarda yaşayanlar için SEZON sihirli bir kelimedir. Belki de en çok kullandıkları kelimedir SEZON. Birlikte yattıkları, rüyalarında şekilden şekile soktukları, gözleri daldığında düşündükleri. ümitlerini bağladıkları, okey oynarken devamlı kullandıkları, bittiğinde evlenmeyi veya boşanmayı düşledikleri, her akıllarına geldiğinde bir sigara yaktıkları bir kelimedir SEZON. Her yıl "Bu SEZON çoook iyi olacak" balonu uçurulur. Herkes bu yalana inanmış gözükür. Bir Allah'ın kulu kalkıp "Hassiktirin lan, ibneler her sene bu balonu uçuruyor bizi boşyere gaza getiriyorsunuz, masrafa sokuyorsunuz" demez.
SEZON bahar gibi gelir. İnsanlar kır çiçekleri kıvamında deliklerinden çıkarlar.. Kepenkler açılır dükkanlar temizlenir, ışıklar yanar, ümitler tazelenir. Eller oğuşturulur, planlar yapılır, turist söğüşleme teknikleri gözden geçirilir. Yeni teknikler eklenir. Saçlar değişir, küpeler takılır, tişörtler vücuda oturur, blujinler daralır döğmelerin sayısı artar, göbekler erir, yüzler güler. "Hayırlı işler, hayırlı sezonlar" dilekleri gürleşir, dalga dalga yayılır kasabaya. Diriliş başlar. Öiü toprağı kalkar.
Sonra, memeleri göbeklerine, göbekleri bacaklarına, bacakları dizlerine düşmüş koca götlü kadınlar, vücutları birbirinden çirkin dövmelerle kaplı bira kokulu amcalar, uyuşturucu tedavisi görenler, alkolikler, işsizler, obez çocuklar, denize havuza, hatta saunaya elbiseyle giren araplar, beş yıldızlı otelin bahçesinde karpuz kesip yiyenler arzı endam ederler. Esnaf bu karakterlerin kıçını öper ama Türk turistlere gelince burun kıvırır beğenmez. Herşey dahil koca ağzını açar. Ev yapımı rakılar, şaraplar, vodkalar, viskiler hatta kolalar raflarda yerlerini alırlar. Dünyanın hiçbir yerinde eşi benzeri olmayan " Garson dansları" başlar. Kara kaşlı, kara gözlü, baygın bakışlı, mideleri sağlam seksi Anadolu jigolalarımız, Tüskish Latinolarımız yerlerini alırlar veeeee...
SEZON başlar
İhya oluruz
SEZON
Sahil kasabaları garip yerlerdir. Hele turistik olanlar daha da gariptir. Hayat bir gelir bir gider. Bir ölür bir dirilirler.
Bu kasabalarda yaşayanlar için SEZON sihirli bir kelimedir. Belki de en çok kullandıkları kelimedir SEZON. Birlikte yattıkları, rüyalarında şekilden şekile soktukları, gözleri daldığında düşündükleri. ümitlerini bağladıkları, okey oynarken devamlı kullandıkları, bittiğinde evlenmeyi veya boşanmayı düşledikleri, her akıllarına geldiğinde bir sigara yaktıkları bir kelimedir SEZON. Her yıl "Bu SEZON çoook iyi olacak" balonu uçurulur. Herkes bu yalana inanmış gözükür. Bir Allah'ın kulu kalkıp "Hassiktirin lan, ibneler her sene bu balonu uçuruyor bizi boşyere gaza getiriyorsunuz, masrafa sokuyorsunuz" demez.
SEZON bahar gibi gelir. İnsanlar kır çiçekleri kıvamında deliklerinden çıkarlar.. Kepenkler açılır dükkanlar temizlenir, ışıklar yanar, ümitler tazelenir. Eller oğuşturulur, planlar yapılır, turist söğüşleme teknikleri gözden geçirilir. Yeni teknikler eklenir. Saçlar değişir, küpeler takılır, tişörtler vücuda oturur, blujinler daralır döğmelerin sayısı artar, göbekler erir, yüzler güler. "Hayırlı işler, hayırlı sezonlar" dilekleri gürleşir, dalga dalga yayılır kasabaya. Diriliş başlar. Öiü toprağı kalkar.
Sonra, memeleri göbeklerine, göbekleri bacaklarına, bacakları dizlerine düşmüş koca götlü kadınlar, vücutları birbirinden çirkin dövmelerle kaplı bira kokulu amcalar, uyuşturucu tedavisi görenler, alkolikler, işsizler, obez çocuklar, denize havuza, hatta saunaya elbiseyle giren araplar, beş yıldızlı otelin bahçesinde karpuz kesip yiyenler arzı endam ederler. Esnaf bu karakterlerin kıçını öper ama Türk turistlere gelince burun kıvırır beğenmez. Herşey dahil koca ağzını açar. Ev yapımı rakılar, şaraplar, vodkalar, viskiler hatta kolalar raflarda yerlerini alırlar. Dünyanın hiçbir yerinde eşi benzeri olmayan " Garson dansları" başlar. Kara kaşlı, kara gözlü, baygın bakışlı, mideleri sağlam seksi Anadolu jigolalarımız, Tüskish Latinolarımız yerlerini alırlar veeeee...
SEZON başlar
İhya oluruz
DENİZ...
Bir çoğunuzun bildiği gibi; Deniz Gezmiş benim çocukluk arkadaşımdır. Yedi yaşından lise sona kadar Sivas'ta birlikte okuduk, birlikte büyüdük. Deniz'in babası Cemil Bey Maarif Müdürü yardımcısıydı. Babamla birlikte çalışırdı. Deniz'in annesi Mukaddes Hanım öğretmendi. Esmer kabarık saçlı, kara kaşlı, kara gözlü, balık eti, otoriter bir hanımdı.
Deniz'le iyi arkadaştık. İkimiz de hayvanları çok severdik. Sabahtan akşama kadar bütün Sivas'ı tarar, bir köpek yavrusu bulur, minik bir yuva yapar, içine koyardık. Mutluluğumuz birkaç saat bile sürmez, annelerimiz köpeği hemen atar veya attırırlardı. Kısa bir yastan sonra yola çıkar yeni yavrular bulurduk. Bu günlerce devam ederdi. Hiç usanmaz, hiç yorulmazdık.
Bir gün yine bulduğunuz bir yavru köpekle Deniz'lerin evinin önünde oynuyorduk. Birden nasıl olduysa, ne olduysa, köpek döndü ve Deniz'i sağ kaşından ısırdı. Ama ne ısırma. Adeta çocukcağızın kaşına yapıştı. Ben köpeğin çenesini zorlukla açıp Deniz'i kurtardım, ama kaşından kan akmaya başladı. Bu arada Deniz'in feryatlarını duyan annesi Mukaddes Hanım evden dışarı çıktı. Bizi şöyle bir süzdü. " Hah iyi oldu, sokaklardan ne olduğu belli olmayan köpek yavruları bulup getirirseniz işte böyle olur, hadi hemen hastaneye gidiyoruz" Emrini verdi. Sonra bana döndü. " Sen de geliyorsun, suç ortağı" dedi.
Ve Mukaddes Hanım bizi kolumuzdan tuttuğu gibi hastaneye götürdü. Doktora olanları anlattı. Hemen Deniz' e Deniz'in direnmesine ve dehşet dolu bakışlarına aldırmadan koca bir iğne ve korkutucu bir enjektörle karnından ilk iğnesini yaptılar. Sonra da dokuz kez iğne olacağını müjdelediler. Mukaddes Hanım bir hışımla bana döndü, o insanı titreten otoriter öğretmen sesiyle " Sen" dedi. "Sen her gün bize gelip Deniz'i alacak, bu hastaneye getirecek, iğnesini yaptıracaksın. Eğer bir iğne bile atlarsanız ikinizi de mahvederim. Duydunuz mu eşşek sıpaları?" dedi.
Hastaneden Deniz'lerin evine döndük. Yavru köpeği alıp kontrol altında tutulması için karantinaya bıraktık. Sonra ben Deniz'i dokuz gün bazen sürükleyerek, bazen tehdit ederek, bazen kucaklayarak hastaneye taşıdım.( Çok güçlü bir çocuktum). İğne olmamak için Deniz her yolu denedi. Hatta bana rüşvet bile teklif etti "Güven ne olursun bugün gitmeyelim bak sana simit alırım, gazoz alırım. Annemin ruhu bile duymaz ne olursun canım benim" yakarışlarına benden hep kararlı bir " Hayıııır" cevabı aldı, ama yine de her defasında şansını denemekten vaz geçmedi.
Sonunda öyle veya böyle iğneler bitti. Son iğneyi olduktan sonra Deniz'i görmeliydiniz. Boynuma sarıldı. Defalarca " Yeter lan" diyene kadar öptü beni. Sonra Hükümet konağına gittik. Babası Cemil Bey'e müjdeyi verdi. Cemil Bey bana teşekkür etti ve sinemaya gitmemiz için Deniz'e iki kişilik bilet parası verdi.
Hükümet konağından çıktık. Deniz" Hadi gidip köpeği çıkaralım yoksa öldürürler Güven" dedi. Karantinaya gidip köpeği çıkardık. Zavallı hayvan bir deri bir kemik kalmıştı. Deniz' in gözleri buğulandı. "Benim yüzümden Güven, boşver sinemaya gitmeyelim, hadi et alıp köpeği doyuralım" dedi.
Kasaptan paramızın yettiği kadar et aldık, su bulduk. Zavallı hayvanın et yiyecek, su içecek kadar bile enerjisi kalmamıştı. Zorlukla ayakta duruyordu. Köpeği eve götürürsek başımıza geleceği bildiğimizden sakin bir yer bulduk, orada bıraktık. Ayrılırken Deniz iki de bir döndü baktı.
Eve dönene kadar hiç konuşmadı...
Bir çoğunuzun bildiği gibi; Deniz Gezmiş benim çocukluk arkadaşımdır. Yedi yaşından lise sona kadar Sivas'ta birlikte okuduk, birlikte büyüdük. Deniz'in babası Cemil Bey Maarif Müdürü yardımcısıydı. Babamla birlikte çalışırdı. Deniz'in annesi Mukaddes Hanım öğretmendi. Esmer kabarık saçlı, kara kaşlı, kara gözlü, balık eti, otoriter bir hanımdı.
Deniz'le iyi arkadaştık. İkimiz de hayvanları çok severdik. Sabahtan akşama kadar bütün Sivas'ı tarar, bir köpek yavrusu bulur, minik bir yuva yapar, içine koyardık. Mutluluğumuz birkaç saat bile sürmez, annelerimiz köpeği hemen atar veya attırırlardı. Kısa bir yastan sonra yola çıkar yeni yavrular bulurduk. Bu günlerce devam ederdi. Hiç usanmaz, hiç yorulmazdık.
Bir gün yine bulduğunuz bir yavru köpekle Deniz'lerin evinin önünde oynuyorduk. Birden nasıl olduysa, ne olduysa, köpek döndü ve Deniz'i sağ kaşından ısırdı. Ama ne ısırma. Adeta çocukcağızın kaşına yapıştı. Ben köpeğin çenesini zorlukla açıp Deniz'i kurtardım, ama kaşından kan akmaya başladı. Bu arada Deniz'in feryatlarını duyan annesi Mukaddes Hanım evden dışarı çıktı. Bizi şöyle bir süzdü. " Hah iyi oldu, sokaklardan ne olduğu belli olmayan köpek yavruları bulup getirirseniz işte böyle olur, hadi hemen hastaneye gidiyoruz" Emrini verdi. Sonra bana döndü. " Sen de geliyorsun, suç ortağı" dedi.
Ve Mukaddes Hanım bizi kolumuzdan tuttuğu gibi hastaneye götürdü. Doktora olanları anlattı. Hemen Deniz' e Deniz'in direnmesine ve dehşet dolu bakışlarına aldırmadan koca bir iğne ve korkutucu bir enjektörle karnından ilk iğnesini yaptılar. Sonra da dokuz kez iğne olacağını müjdelediler. Mukaddes Hanım bir hışımla bana döndü, o insanı titreten otoriter öğretmen sesiyle " Sen" dedi. "Sen her gün bize gelip Deniz'i alacak, bu hastaneye getirecek, iğnesini yaptıracaksın. Eğer bir iğne bile atlarsanız ikinizi de mahvederim. Duydunuz mu eşşek sıpaları?" dedi.
Hastaneden Deniz'lerin evine döndük. Yavru köpeği alıp kontrol altında tutulması için karantinaya bıraktık. Sonra ben Deniz'i dokuz gün bazen sürükleyerek, bazen tehdit ederek, bazen kucaklayarak hastaneye taşıdım.( Çok güçlü bir çocuktum). İğne olmamak için Deniz her yolu denedi. Hatta bana rüşvet bile teklif etti "Güven ne olursun bugün gitmeyelim bak sana simit alırım, gazoz alırım. Annemin ruhu bile duymaz ne olursun canım benim" yakarışlarına benden hep kararlı bir " Hayıııır" cevabı aldı, ama yine de her defasında şansını denemekten vaz geçmedi.
Sonunda öyle veya böyle iğneler bitti. Son iğneyi olduktan sonra Deniz'i görmeliydiniz. Boynuma sarıldı. Defalarca " Yeter lan" diyene kadar öptü beni. Sonra Hükümet konağına gittik. Babası Cemil Bey'e müjdeyi verdi. Cemil Bey bana teşekkür etti ve sinemaya gitmemiz için Deniz'e iki kişilik bilet parası verdi.
Hükümet konağından çıktık. Deniz" Hadi gidip köpeği çıkaralım yoksa öldürürler Güven" dedi. Karantinaya gidip köpeği çıkardık. Zavallı hayvan bir deri bir kemik kalmıştı. Deniz' in gözleri buğulandı. "Benim yüzümden Güven, boşver sinemaya gitmeyelim, hadi et alıp köpeği doyuralım" dedi.
Kasaptan paramızın yettiği kadar et aldık, su bulduk. Zavallı hayvanın et yiyecek, su içecek kadar bile enerjisi kalmamıştı. Zorlukla ayakta duruyordu. Köpeği eve götürürsek başımıza geleceği bildiğimizden sakin bir yer bulduk, orada bıraktık. Ayrılırken Deniz iki de bir döndü baktı.
Eve dönene kadar hiç konuşmadı...
TEMBELLİĞİNDE BİR SINIRI VAR CANIM
Senelerdir insanlara günlük tutmalarını, anılarını yazmalarını önerdim. Aldığım cevaplar üç aşağı beş yukarı hep aynı oldu. " Yok yav, benim yaşamımda yazacak bir şey yok. Ben enterasan birisi değilim ki, ne yazayım?. Kimin umrunda? Millet benim anılarımı okuyupta ne yapacak Allah aşkına? İşleri güçleri yok da sanki"
Onlara anılarını yazarlarsa unutmayacaklarını; insanın hafızasının zamanla zayıflayacağını, yazmakla kişinin kendini tanıyabileceğini, hayata bakışının değişebileceğini anlatmaya çalıştım. Yüzüme başka bir planetten geliyormuşum gibi baktılar. Her insanın farklı olduğunu, her insanın özel olduğunu, her insanın anlatacak farklı hikayesi veya hikayeleri olabileceğini vurgulamaya çalıştım. Biraz kibar olanları "Hee... belki birgün denerim" diye geçiştirdiler Kibarca çenemi kapamamı ima ettiler, bende üstelemedim.
Sonra düşündüm, tembelliklerinin yanısıra korkaktı bu insanlar. Kendilerini tanımıyorlar, tanımakta istemiyorlardı. Kendileri ile yüzleşmek işlerine gelmiyordu. Belki de kendilerini tanımaktan çekiniyor korku duyuyorlardı. Tembeldiler çünkü başkalarının onların yerine karar vermesi onları rahatlatıyor mutlu ediyordu ve bu gerçekle karşı karşıya gelmekten ürküyorlardı. Belki de hayatlarını uykuda geçirmek hoşlarına gidiyor,6 uyanmak, uyandırılmak istemiyorlardı. Ne kötü diye düşündüm.İnsanın kendi hayatına değer vermemesi. Kendini enterasan bulmaması. Benden bir bok olmaz diye diye bir yaşam sürmesi. Daha baştan yelkenleri sıuya indirmesi.
Beş adet kitap yazdım ben. Yazdığım kitapların hepsinde kendimi ve yaşadıklarımı anlatmaya çalıştım. Bu kitapları yazarken çok zorlandım ve her kitabımda kendimi biraz daha tanıdım. Yeri geldi, kahkahalarla güldüm. Yeri geldi, derin düşüncelere daldım. Yeri geldi hüzünlendim, ağladığım da oldu. Öyle ki çalışma masamdaki kağıt peçeteler yetmedi bir el havlusu kullandım gözlerimi, gözlüklerimi kurulamak için.
Kolay değildi etrafımdaki duvarları yıkıp kim olduğumu görmeye çalışmak.. Bu duvarların bir çoğunu çaktırmadan yaşam örmüş, bir çoğunu ise ben kendi ellerimle örmüştüm. Yıkarken altında kalmakta vardı o duvarların. Ama her yıktığım duvardan sonra güneşi gördüm. Gökyüzünü gördüm. Nefes aldım. Çektiğim acılara, hüzünlerime, döktüğüm gözyaşlarına, uykusuz gecelerime, şişe şişe ucuz kırmızı şaraplara, her içtiğimde başımı döndüren, içtiğime içeceğime pişman olduğum sigaralara, harcadığım enerjiye, kanayan ellerime ve yüreğime değdi o duvarları yıkmak.
Şimdi o beş kitabı yazmadan önceki insandan çok daha farklı birisiyim. İnsanların bana baktıklarında yüzlerine yerleşen gülümsemeleri seviyorum. Kendimi sevmeye çalışıyorum ama bencil değilim ve hala kendimi alnımdan öpecek kadar tanıdığımı söyleyemem.
Yani hala mücadelem sürüyor.
Senelerdir insanlara günlük tutmalarını, anılarını yazmalarını önerdim. Aldığım cevaplar üç aşağı beş yukarı hep aynı oldu. " Yok yav, benim yaşamımda yazacak bir şey yok. Ben enterasan birisi değilim ki, ne yazayım?. Kimin umrunda? Millet benim anılarımı okuyupta ne yapacak Allah aşkına? İşleri güçleri yok da sanki"
Onlara anılarını yazarlarsa unutmayacaklarını; insanın hafızasının zamanla zayıflayacağını, yazmakla kişinin kendini tanıyabileceğini, hayata bakışının değişebileceğini anlatmaya çalıştım. Yüzüme başka bir planetten geliyormuşum gibi baktılar. Her insanın farklı olduğunu, her insanın özel olduğunu, her insanın anlatacak farklı hikayesi veya hikayeleri olabileceğini vurgulamaya çalıştım. Biraz kibar olanları "Hee... belki birgün denerim" diye geçiştirdiler Kibarca çenemi kapamamı ima ettiler, bende üstelemedim.
Sonra düşündüm, tembelliklerinin yanısıra korkaktı bu insanlar. Kendilerini tanımıyorlar, tanımakta istemiyorlardı. Kendileri ile yüzleşmek işlerine gelmiyordu. Belki de kendilerini tanımaktan çekiniyor korku duyuyorlardı. Tembeldiler çünkü başkalarının onların yerine karar vermesi onları rahatlatıyor mutlu ediyordu ve bu gerçekle karşı karşıya gelmekten ürküyorlardı. Belki de hayatlarını uykuda geçirmek hoşlarına gidiyor,6 uyanmak, uyandırılmak istemiyorlardı. Ne kötü diye düşündüm.İnsanın kendi hayatına değer vermemesi. Kendini enterasan bulmaması. Benden bir bok olmaz diye diye bir yaşam sürmesi. Daha baştan yelkenleri sıuya indirmesi.
Beş adet kitap yazdım ben. Yazdığım kitapların hepsinde kendimi ve yaşadıklarımı anlatmaya çalıştım. Bu kitapları yazarken çok zorlandım ve her kitabımda kendimi biraz daha tanıdım. Yeri geldi, kahkahalarla güldüm. Yeri geldi, derin düşüncelere daldım. Yeri geldi hüzünlendim, ağladığım da oldu. Öyle ki çalışma masamdaki kağıt peçeteler yetmedi bir el havlusu kullandım gözlerimi, gözlüklerimi kurulamak için.
Kolay değildi etrafımdaki duvarları yıkıp kim olduğumu görmeye çalışmak.. Bu duvarların bir çoğunu çaktırmadan yaşam örmüş, bir çoğunu ise ben kendi ellerimle örmüştüm. Yıkarken altında kalmakta vardı o duvarların. Ama her yıktığım duvardan sonra güneşi gördüm. Gökyüzünü gördüm. Nefes aldım. Çektiğim acılara, hüzünlerime, döktüğüm gözyaşlarına, uykusuz gecelerime, şişe şişe ucuz kırmızı şaraplara, her içtiğimde başımı döndüren, içtiğime içeceğime pişman olduğum sigaralara, harcadığım enerjiye, kanayan ellerime ve yüreğime değdi o duvarları yıkmak.
Şimdi o beş kitabı yazmadan önceki insandan çok daha farklı birisiyim. İnsanların bana baktıklarında yüzlerine yerleşen gülümsemeleri seviyorum. Kendimi sevmeye çalışıyorum ama bencil değilim ve hala kendimi alnımdan öpecek kadar tanıdığımı söyleyemem.
Yani hala mücadelem sürüyor.
ÖYLE İŞTE...
Yıl 1970. Anarşi kol geziyor. Memleket uçurumun eşiğinde. Üniversiteler bir gün açıksa bir hafta kapalı. İnsanlar sokağa çıkmaya, çocuklarını okula yollamaya korkuyorlar. İstanbul Üniversitesi Arkeoloji bölümünde öğrenciyim. Serseri mayın gibi dolaşıyor, ne yaptığımızı, ne yapacağımızı, nereye gideceğimizi, nereye yöneleceğimizi bilmiyoruz.
Bir de bir mahalle baskısı, bir mahalle baskısı, herkes herşeyi biliyor. Her kafadan ayrı ses. Dedikodu, yalancılık, iftira her tarafta. Miletin işi gücü birbirinin kuyusunu kazmak, birbirinin işine karışmak. Birbirini ihbar etmek. Yaşadığımız anarşinin üstüne bir de mahalle baskısı hiç çekilmiyor. Bırakın anneniz babanızı amcanız,dayınız, teyzeniz ,halanız, enişteniz, uzak akrabalarınız, komşularınız hatta bakkalınız bile yaşamınıza karışıyor sizi yönlendirmeye çalışıyorlar. Sizin yerinize onlar karar veriyorlar. Çekilmez bir hayat, çekilmez bir baskı hissediyorsunuz üzerinizde. Ben de artık çekemedim zaten. Bastım Kanada'ya gittim.24 yaşına yeni girmiştim.
Cennete geldim zannettim. Allahım huzuru nasıl özlemişim. Akrabalar yok, komşular, yok, bakkal da hayatımdan çıktı. Birden dünyam genişledi. Ufuk çizgisinin farkına vardım. Sanki etrafımdaki duvarlar yıkıldı. Öyle bir ülke ki insanlar birbirine saygılı, kibar. Bütün dünya birlikte yaşıyor ama kimse kimsenin tavuğuna kışşş demiyor. Kavga yok, dövüş yok, anarşinin "A" sı, mahalle baskısının "M" si yok. Üniversiteler, öğrenciler pırıl pırıl, ne istersen var.
İnananamadım, insanların böyle de yaşayabileceğine inanamadım. O kadar mutlu oldum, o kadar sevdim ki bulmuşa döndüm. Kafam dinlendi, kendime geldim ve tam 10 yıl Türkiye'ye tatil için bile dönmedim. İçimden gelmedi.
İşte böyle sayın seyirciler 20 yıl yaşadım Kanada'da. 14 üncü yılda evlendim. Eşim Yasemin benimle 6 yıl Kanada'da yaşadı. O da Kanada'yı tanıma fırsatı buldu. Bambaşka bir yaşam tarzının ve anlayışın, farkına vardı, anladı.
Kızımız doğunca, köklerini, ailesini, ana vatanını tanısın diye herşeyi bırakıp 1990 yılında Türkiye'ye kesin dönüş yaptık. İçmeler'e, Marmaris'in dışında çok güzel bir ev inşa ettik, herkesten uzak. İnsanlarla güzel ama mesafeli bir ilişki kurduk. Kendimizi mahalle baskısından, dedikodudan, iftiradan uzak tuttuk. İşimize odaklandık. Harikalar yarattık. Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmadan Marmaris'te Kanadalılar gibi yaşamaya özen gösterdik. Başarılı da olduk. Mahalle baskısının kapımızdan içeri girmesine izin vermedik.
Hani derler ya kadınlar için " bir erkeğin kadını" diye. Ben de bir kadının erkeğiydim. Yaşamımda biri olduğunda, başka biri hiç olmadı. Hani bir türkü vardır "gözdür alemi gezen, gönül bir ilen olur" diye. Aynen öyle işte. İnsanlara bir şey beklediğimden değil sevdiğimden baktım, ilgi gösterdim. İçimi ısıttıklarından gülümsedim. Onlara sarıldıkça hayata saruldım. Onlar beni sevdiler ben de onları. Ama gönlüm hep bir ilen oldu
Gönlü en güzel olanla.
Türkiye'ye kesin dönüş yaptıktan sonra olsun, eşimi kaybettikten sonra olsun, ne dedikodulara, ne asılsız senaryolara ne iftiralara, ne yakıştırmalara ne varsayımlara aldırış ettim, ne de inandığım yoldan döndüm. Beni o pisliğin içine çekmeye kimsenin gücü yetmedi.
Çünkü doğru yaşamayı öğrenmiştim, biliyordum.
Çünkü kim olduğumu, ne yaptığımı biliyordum.
Yaşamımın dümenini kimselere bırakmadım.
Verilecek hesabım da yoktu.
Hala da yok.
Öyle işte...
Yıl 1970. Anarşi kol geziyor. Memleket uçurumun eşiğinde. Üniversiteler bir gün açıksa bir hafta kapalı. İnsanlar sokağa çıkmaya, çocuklarını okula yollamaya korkuyorlar. İstanbul Üniversitesi Arkeoloji bölümünde öğrenciyim. Serseri mayın gibi dolaşıyor, ne yaptığımızı, ne yapacağımızı, nereye gideceğimizi, nereye yöneleceğimizi bilmiyoruz.
Bir de bir mahalle baskısı, bir mahalle baskısı, herkes herşeyi biliyor. Her kafadan ayrı ses. Dedikodu, yalancılık, iftira her tarafta. Miletin işi gücü birbirinin kuyusunu kazmak, birbirinin işine karışmak. Birbirini ihbar etmek. Yaşadığımız anarşinin üstüne bir de mahalle baskısı hiç çekilmiyor. Bırakın anneniz babanızı amcanız,dayınız, teyzeniz ,halanız, enişteniz, uzak akrabalarınız, komşularınız hatta bakkalınız bile yaşamınıza karışıyor sizi yönlendirmeye çalışıyorlar. Sizin yerinize onlar karar veriyorlar. Çekilmez bir hayat, çekilmez bir baskı hissediyorsunuz üzerinizde. Ben de artık çekemedim zaten. Bastım Kanada'ya gittim.24 yaşına yeni girmiştim.
Cennete geldim zannettim. Allahım huzuru nasıl özlemişim. Akrabalar yok, komşular, yok, bakkal da hayatımdan çıktı. Birden dünyam genişledi. Ufuk çizgisinin farkına vardım. Sanki etrafımdaki duvarlar yıkıldı. Öyle bir ülke ki insanlar birbirine saygılı, kibar. Bütün dünya birlikte yaşıyor ama kimse kimsenin tavuğuna kışşş demiyor. Kavga yok, dövüş yok, anarşinin "A" sı, mahalle baskısının "M" si yok. Üniversiteler, öğrenciler pırıl pırıl, ne istersen var.
İnananamadım, insanların böyle de yaşayabileceğine inanamadım. O kadar mutlu oldum, o kadar sevdim ki bulmuşa döndüm. Kafam dinlendi, kendime geldim ve tam 10 yıl Türkiye'ye tatil için bile dönmedim. İçimden gelmedi.
İşte böyle sayın seyirciler 20 yıl yaşadım Kanada'da. 14 üncü yılda evlendim. Eşim Yasemin benimle 6 yıl Kanada'da yaşadı. O da Kanada'yı tanıma fırsatı buldu. Bambaşka bir yaşam tarzının ve anlayışın, farkına vardı, anladı.
Kızımız doğunca, köklerini, ailesini, ana vatanını tanısın diye herşeyi bırakıp 1990 yılında Türkiye'ye kesin dönüş yaptık. İçmeler'e, Marmaris'in dışında çok güzel bir ev inşa ettik, herkesten uzak. İnsanlarla güzel ama mesafeli bir ilişki kurduk. Kendimizi mahalle baskısından, dedikodudan, iftiradan uzak tuttuk. İşimize odaklandık. Harikalar yarattık. Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmadan Marmaris'te Kanadalılar gibi yaşamaya özen gösterdik. Başarılı da olduk. Mahalle baskısının kapımızdan içeri girmesine izin vermedik.
Hani derler ya kadınlar için " bir erkeğin kadını" diye. Ben de bir kadının erkeğiydim. Yaşamımda biri olduğunda, başka biri hiç olmadı. Hani bir türkü vardır "gözdür alemi gezen, gönül bir ilen olur" diye. Aynen öyle işte. İnsanlara bir şey beklediğimden değil sevdiğimden baktım, ilgi gösterdim. İçimi ısıttıklarından gülümsedim. Onlara sarıldıkça hayata saruldım. Onlar beni sevdiler ben de onları. Ama gönlüm hep bir ilen oldu
Gönlü en güzel olanla.
Türkiye'ye kesin dönüş yaptıktan sonra olsun, eşimi kaybettikten sonra olsun, ne dedikodulara, ne asılsız senaryolara ne iftiralara, ne yakıştırmalara ne varsayımlara aldırış ettim, ne de inandığım yoldan döndüm. Beni o pisliğin içine çekmeye kimsenin gücü yetmedi.
Çünkü doğru yaşamayı öğrenmiştim, biliyordum.
Çünkü kim olduğumu, ne yaptığımı biliyordum.
Yaşamımın dümenini kimselere bırakmadım.
Verilecek hesabım da yoktu.
Hala da yok.
Öyle işte...
ARAMIZDA KALSIN...
Ben çocukken kendi ölümüme ağlardım biliyor musunuz.
Bu çoğu zaman gece yatağımda yorganımı başıma çektiğimde olurdu. Çocuk kafamla senaryolar üretirdim. Aslında neden böyle düşünürdüm bilmiyorum. Neden böyle düşünürdüm bilmiyorum diyorum çünkü beş kardeşin en küçüğüydüm. Çok seviliyordum daha altı yaşlarındaydım. Belki de bu kadar sevilmek korkutuyordu beni. Belki de bu sevgiyi kaybetmekten, yalnızbaşıma kalmaktan korkuyordum. Belki de beni bu kadar sevenlere beni bu kadar sevdikleri için bir ders vermek istiyordum. Belki de sevgi şımarığıydım.
O kadar çok senaryo üretirdim ki, sonunda kendi kendimi yorup uykuya dalardım. En sevdiğim senaryo da hasta olup sırtüstü yatağımda yatmaktı . Annem, babam, küçük ablam Suzan , küçük abim Erdoğan baş ucumda dikilirler ve hepsi ağız birliği etmiş gibi beni ne kadar sevdiklerini ne kadar özleyeceklerini söyler, birer birer saçlarımı okşarlardı.( Büyük ablam Ayten ve büyük abim İsmet baba evimizi çok erkenden terk ettikleri için onlar yoktular).
Bense onlara bakar bakar onları ne kadar özleyeceğimi düşünür, içimi çeke çeke ağlardım. Yattığım yerde bunları kurarken hakikaten de ağlardım.. O kadar ki yastığım neredeyse sırılsıklam olurdu. Sabahları yatağımı yapan annem yastığımın neden ıslandığına bir türlü bir anlam veremez, sorgu dolu gözlerle gözlerimin içine bakar, ikimiz de susardık.
Ben bunları hiç kimseye anlatmadım, kimselere bahsetmedim. Hep içimde bir sır olarak kaldı. Demek ki doğrusu 71 yaşıma kadar sessiz kalmakmış.
Ben çocukken kendi ölümüme ağlardım biliyor musunuz?...
Aramızda kalsın... olur mu?
Ben çocukken kendi ölümüme ağlardım biliyor musunuz.
Bu çoğu zaman gece yatağımda yorganımı başıma çektiğimde olurdu. Çocuk kafamla senaryolar üretirdim. Aslında neden böyle düşünürdüm bilmiyorum. Neden böyle düşünürdüm bilmiyorum diyorum çünkü beş kardeşin en küçüğüydüm. Çok seviliyordum daha altı yaşlarındaydım. Belki de bu kadar sevilmek korkutuyordu beni. Belki de bu sevgiyi kaybetmekten, yalnızbaşıma kalmaktan korkuyordum. Belki de beni bu kadar sevenlere beni bu kadar sevdikleri için bir ders vermek istiyordum. Belki de sevgi şımarığıydım.
O kadar çok senaryo üretirdim ki, sonunda kendi kendimi yorup uykuya dalardım. En sevdiğim senaryo da hasta olup sırtüstü yatağımda yatmaktı . Annem, babam, küçük ablam Suzan , küçük abim Erdoğan baş ucumda dikilirler ve hepsi ağız birliği etmiş gibi beni ne kadar sevdiklerini ne kadar özleyeceklerini söyler, birer birer saçlarımı okşarlardı.( Büyük ablam Ayten ve büyük abim İsmet baba evimizi çok erkenden terk ettikleri için onlar yoktular).
Bense onlara bakar bakar onları ne kadar özleyeceğimi düşünür, içimi çeke çeke ağlardım. Yattığım yerde bunları kurarken hakikaten de ağlardım.. O kadar ki yastığım neredeyse sırılsıklam olurdu. Sabahları yatağımı yapan annem yastığımın neden ıslandığına bir türlü bir anlam veremez, sorgu dolu gözlerle gözlerimin içine bakar, ikimiz de susardık.
Ben bunları hiç kimseye anlatmadım, kimselere bahsetmedim. Hep içimde bir sır olarak kaldı. Demek ki doğrusu 71 yaşıma kadar sessiz kalmakmış.
Ben çocukken kendi ölümüme ağlardım biliyor musunuz?...
Aramızda kalsın... olur mu?
İnsanoğlu beslenmeden yaşayamaz. Sindirim ağızda başlar. Besinler mideye geçer sindirilir, barsaklarda emilir, kana karışır, ulaşacağı yerlere ulaşır, kalanı vücuttan atılır. Aynı sıra üç aşağı beş yukarı hayvanlarda da oluşur.
Bizi hayvanlardan ayıran beynimizin beslenme ihtiyacıdır. Beynimiz gördüklerimizle, duyduklarımızla, aldığımız kokularla, kalbimizden gelen sinyaller ve duygularla beslenir.
Bozuk veya kötü bir şey yersek rahatsız oluruz, midemiz bulanır, çıkarmak hissi duyarız. Ya kendiliğinden kusarız ya da parmağımızı boğazımıza sokar kendimizi kusturur rahatlarız.
Zaman zaman midemize olan beynimize de olur. Gördüğümüz, duyduğumuz, kokladığımız kötü şeyler, kalbimizden gelen kötü, üzücü sinyaller beynimizi doldurur ve sonunda tahammül edemez hale gelir patlarız. Yaşadığımız acıların yanı sıra, son 10 yıldır neler gördüğümüzü, neler duyduğumuzu, nelerin kokusunu aldığımızı, neler hissettiğimizi, özetle neler yaşadığımızı hepiniz biliyorsunuz.
Sizlere en son yazdığım "Yaşlılık zor be" yazısı işte bu patlamanın bir örneği, beynimin isyanıydı.
Amacım sizleri üzmek, sömürü yapmak, sempatinizi kazanmak değildi. İçime attıklarımı beynim artık taşıyamaz hale gelmişti.
Anadolu'da bir hikaye vardır; evin kızı evlenmiş, baba evini terkederken hüngür hüngür ağlamaya başlamış. Baba bakmış bakmış " Hanım en iyisi biz bu kızı göndermiyelim bak çok üzülüyor" deyince kız hemen başını kaldırmış "Yoook baba" demiş "ben ağlarım ama giderim"
Ya canım "F" vitaminlerim; siz benim için ne üzülün, ne de endişe edin. Ben ağlarım ama yaşam devam eder, yaşamaya devam ederim. Ara sıra böyle patlamalar olur, olacak. Artık bu kadarına da katlanıverin..
Sevgimdesiniz.
Şimdi sizi gülümsetecek bir yazı.
NAYLONCALAR..
Erken yat, erken kalk. Bok var sanki.
Ekonomik kriz kapıda. Tedbirli olun. Masraflarınızı azaltın. Mesela sadece en sevdiğiniz çocuğunuzu besleyin.
Bu konuşma ben Kanada'da yaşarken tam önümde oldu. Kanadalı bir hanıma köpeğiniz varmı diye sordular. "Hayır, ben evliyim, kocam var" diye cevap verdi. ( Ne demekse)
Hayatınız boyunca "alıngan" oldunuz, mutluluğu bulamadınızsa " veringen" olmanın zamanı gelmiş olabilir.
Kulaklarınız yoksa dua edin gözleriniz bozulmasın. Gözlük takamazsınız.
Dişçinize borcunuz varsa sakın o koltuğa oturmayın.
Hava berbat, kış mevsimi dışarıda kar fırtınası var. Göz gözü görmüyor. Termometre eksi 25 i gösteriyor. Bu havada ananız sizi alışverişe yollamaz ama ama karınız yollar.
"Baba" hayatı boyunca "bu paranın üstü nerede" diye soran zavallıya denir.
Bir yerin yaralandıysa hemen karına göster samimi olarak üzülecektir. Çünkü kadınlar sadece kendi açmadıkları yaralara üzülürler.
Kadınlar kendilerini güldüren erkekleri severler lafı palavradır. Kadınlar sadece sevdikleri erkeklere gülerler.
Akıllı bir kadın pireyi deve yapar ama öküzden birşey yapamayacağını bilir.
Din kitapları tanrının önce Adem peygamberi, sonra da onun kaburga kemiğinden kadını yarattığını yazar. Kıskançlık o zamandan başlamış. Havva anamız her sabah erkenden uyanıp Adem peygamberin kaburga kemiklerini sayarmış.
Başarılı her erkeğin arkasında hayretler içinde kalmış bir kadın vardır.
(Lütfen bana biriniz çamaşır makinasına bir çift çorap atıp neden bir tekinin çıktığını anlatırsa çok sevinirim.)
Bizim millet alemdir. Starbucks'ta 15 liraya plastik kapta sunulan kahveye ses çıkarmaz simit alırken pazarlık yapar.
Her lokantada yemek yenmiyor. Bu salata kahverengi dedim. "Yeşil istiyorsan ciğer söyleseydin abi" dediler.
Temel vejeteryan olmuş. Kurban bayramında ağaç kesmiş.
Bu çoook sevdiğimbir fıkradır:(soru sormak için soran münasebetsizlere) Nasrettin Hoca'ya birgün birisi "Hocam helada sakız çiğnesem günah olur mu?" diye sormuş. " Hayır olmaz" demiş hoca. "Olmaz da bir gören olsa bok yiyorsun zanneder"
(Nayloncalar ara sıra devam edecek)
Bizi hayvanlardan ayıran beynimizin beslenme ihtiyacıdır. Beynimiz gördüklerimizle, duyduklarımızla, aldığımız kokularla, kalbimizden gelen sinyaller ve duygularla beslenir.
Bozuk veya kötü bir şey yersek rahatsız oluruz, midemiz bulanır, çıkarmak hissi duyarız. Ya kendiliğinden kusarız ya da parmağımızı boğazımıza sokar kendimizi kusturur rahatlarız.
Zaman zaman midemize olan beynimize de olur. Gördüğümüz, duyduğumuz, kokladığımız kötü şeyler, kalbimizden gelen kötü, üzücü sinyaller beynimizi doldurur ve sonunda tahammül edemez hale gelir patlarız. Yaşadığımız acıların yanı sıra, son 10 yıldır neler gördüğümüzü, neler duyduğumuzu, nelerin kokusunu aldığımızı, neler hissettiğimizi, özetle neler yaşadığımızı hepiniz biliyorsunuz.
Sizlere en son yazdığım "Yaşlılık zor be" yazısı işte bu patlamanın bir örneği, beynimin isyanıydı.
Amacım sizleri üzmek, sömürü yapmak, sempatinizi kazanmak değildi. İçime attıklarımı beynim artık taşıyamaz hale gelmişti.
Anadolu'da bir hikaye vardır; evin kızı evlenmiş, baba evini terkederken hüngür hüngür ağlamaya başlamış. Baba bakmış bakmış " Hanım en iyisi biz bu kızı göndermiyelim bak çok üzülüyor" deyince kız hemen başını kaldırmış "Yoook baba" demiş "ben ağlarım ama giderim"
Ya canım "F" vitaminlerim; siz benim için ne üzülün, ne de endişe edin. Ben ağlarım ama yaşam devam eder, yaşamaya devam ederim. Ara sıra böyle patlamalar olur, olacak. Artık bu kadarına da katlanıverin..
Sevgimdesiniz.
Şimdi sizi gülümsetecek bir yazı.
NAYLONCALAR..
Erken yat, erken kalk. Bok var sanki.
Ekonomik kriz kapıda. Tedbirli olun. Masraflarınızı azaltın. Mesela sadece en sevdiğiniz çocuğunuzu besleyin.
Bu konuşma ben Kanada'da yaşarken tam önümde oldu. Kanadalı bir hanıma köpeğiniz varmı diye sordular. "Hayır, ben evliyim, kocam var" diye cevap verdi. ( Ne demekse)
Hayatınız boyunca "alıngan" oldunuz, mutluluğu bulamadınızsa " veringen" olmanın zamanı gelmiş olabilir.
Kulaklarınız yoksa dua edin gözleriniz bozulmasın. Gözlük takamazsınız.
Dişçinize borcunuz varsa sakın o koltuğa oturmayın.
Hava berbat, kış mevsimi dışarıda kar fırtınası var. Göz gözü görmüyor. Termometre eksi 25 i gösteriyor. Bu havada ananız sizi alışverişe yollamaz ama ama karınız yollar.
"Baba" hayatı boyunca "bu paranın üstü nerede" diye soran zavallıya denir.
Bir yerin yaralandıysa hemen karına göster samimi olarak üzülecektir. Çünkü kadınlar sadece kendi açmadıkları yaralara üzülürler.
Kadınlar kendilerini güldüren erkekleri severler lafı palavradır. Kadınlar sadece sevdikleri erkeklere gülerler.
Akıllı bir kadın pireyi deve yapar ama öküzden birşey yapamayacağını bilir.
Din kitapları tanrının önce Adem peygamberi, sonra da onun kaburga kemiğinden kadını yarattığını yazar. Kıskançlık o zamandan başlamış. Havva anamız her sabah erkenden uyanıp Adem peygamberin kaburga kemiklerini sayarmış.
Başarılı her erkeğin arkasında hayretler içinde kalmış bir kadın vardır.
(Lütfen bana biriniz çamaşır makinasına bir çift çorap atıp neden bir tekinin çıktığını anlatırsa çok sevinirim.)
Bizim millet alemdir. Starbucks'ta 15 liraya plastik kapta sunulan kahveye ses çıkarmaz simit alırken pazarlık yapar.
Her lokantada yemek yenmiyor. Bu salata kahverengi dedim. "Yeşil istiyorsan ciğer söyleseydin abi" dediler.
Temel vejeteryan olmuş. Kurban bayramında ağaç kesmiş.
Bu çoook sevdiğimbir fıkradır:(soru sormak için soran münasebetsizlere) Nasrettin Hoca'ya birgün birisi "Hocam helada sakız çiğnesem günah olur mu?" diye sormuş. " Hayır olmaz" demiş hoca. "Olmaz da bir gören olsa bok yiyorsun zanneder"
(Nayloncalar ara sıra devam edecek)
ZOR ŞEY BE YAŞLANMAK...
Hevesleniyor bir kahve içiyorum midem yanıyor. Hüzünleniyorum içki içiyorum içim yanıyor. Bir sigara yakıyorum sanki dünyayı sırtıma yüklemişler gibi hissediyorum. Badem çiçekleri açıyor aklıma güzel günlerim geliyor, sol kolum uyuşuyor.
Her gecen gün başka bir kötü haber okuyor veya iç parçalayan bir resim görüyorum. Can dostlarım birer birer kaybolup gidiyorlar. Her seferinde daha yalnız kaldığını hissediyor insan. Her cenazede kendinden bir parça gömdüğünü biliyor. Her geçen yıl özlediklerimizin sayısı büyüyor, katlanıyor, artıyor. Belki de yaşlandıkça insanın omuzları bu yüzden çöküyor. Bu kadar hasretin, bu kadar özlemin ağırlığı taşımak kolay değil. Yalnız kalma korkusu yedi yaşında da ürkütücü yetmiş yaşında da.
Ömür geçtikçe insan yediklerini de hazmedemiyor, gördüklerini de yaşadıklarını da.
Hayata sarılmak, ayakta kalmak için o kadar çırpınıyorum ki. Anam görse yüreği parçalanırdı.☺☺☺
Gitmekte zor kalmakta zor yani...
Zor şey be yaşlanmak...
Hevesleniyor bir kahve içiyorum midem yanıyor. Hüzünleniyorum içki içiyorum içim yanıyor. Bir sigara yakıyorum sanki dünyayı sırtıma yüklemişler gibi hissediyorum. Badem çiçekleri açıyor aklıma güzel günlerim geliyor, sol kolum uyuşuyor.
Her gecen gün başka bir kötü haber okuyor veya iç parçalayan bir resim görüyorum. Can dostlarım birer birer kaybolup gidiyorlar. Her seferinde daha yalnız kaldığını hissediyor insan. Her cenazede kendinden bir parça gömdüğünü biliyor. Her geçen yıl özlediklerimizin sayısı büyüyor, katlanıyor, artıyor. Belki de yaşlandıkça insanın omuzları bu yüzden çöküyor. Bu kadar hasretin, bu kadar özlemin ağırlığı taşımak kolay değil. Yalnız kalma korkusu yedi yaşında da ürkütücü yetmiş yaşında da.
Ömür geçtikçe insan yediklerini de hazmedemiyor, gördüklerini de yaşadıklarını da.
Hayata sarılmak, ayakta kalmak için o kadar çırpınıyorum ki. Anam görse yüreği parçalanırdı.☺☺☺
Gitmekte zor kalmakta zor yani...
Zor şey be yaşlanmak...
Kaydol:
Yorumlar (Atom)