9 Aralık 2015 Çarşamba
AYYY KIYAMAM.
Sevdiğinizi kaybedince bir pislik çuvalı gibi ortada kalıyorsunuz. Artık sabahları aynada daha uzun, daha dikkatli ve öfkeli bakıyorum suratıma. Bu ben miyim? Diye soruyorum kendi kendime. Bu ben miyim lan? Ne biçim insanım lan ben? Bu sona ben mi sebep oldum? Onu üzdüm mü? O güzel kadın yoksa her şeyi içine mi attı? Yoksa ben hayatımız boyunca onu anladığımı ve mutlu ettiğimi mi zannederken hayal dünyasında mı yaşıyordum? O gülümsemeler bana içinde ne fırtınalar koptuğunu belli etmemek için miydi?
Sonra yüzüme bakmaya devam ediyorum. Gözlerim o kadar üzgün, geriye çekilmiş, cansız gözüküyorlar ki acıyorum onlara. Hem bu kadar sene bana hizmet edin, hem de bu hallere düşün, bu kadar çile çekin benim yüzümden diyorum. Hatırlıyormusunuz eskiden insanlar bana ne güzel gözlerin var, ne kadar insan insan bakıyorlar diye iltifat ederlerdi. Şimdi sizleri düşürdüğüm şu hallere bakın diyorum. Özür diliyorum.
Aynayla konuşmam sürüyor. Neden böyle tepe taklak olduk ki? Diye soruyorum. Halbuki sevgilimle seyahatlere çıkacaktık. Mesela Roma’ya tekrar gidecektik. Daha fazla sevişecek, daha fazla gülecektik.
Belki de şimdi Yasemin’imin o hastane günlerinde yüzüme bakıp gülümsemesinin nedenini daha yeni anlıyorum. Çünkü ikimizin de başına geleceklerini biliyordu o güzel kadın. Kendisinin ölüp gideceğini, benim hayatımın ise bir pisliğe dönüşeceğini, biliyordu. Kendini nasıl toparlayacaksın, kendine nasıl bakacaksın soruları, endişesi vardı o gülücüklerin arkasında.
Unutmak için başka birisini sevecekmişim. Çok kolay sanki. Bir düğmeye bas, başka birisini sev. Lan bu o kadar kolay mı. Kolaysa sen sev. Birisi başkasının yerini doldurmuyor ki.
Ne yapalım bazen beni çok kızdırıyorlar elim ayağım titriyor. Konu dağılıyor. Sevgilimin duvarda ki resmine bakıp, ben sensiz yaşayamam diyorum kendi kendime, bilmem kaçıncı yüz defa, son 14 aydır. Sonra ben bensiz de yaşayamam diye mırıldanıyorum. İkisi bir arada olmalı diyorum. Biraz kahve ismi gibi oldu ama olsun anasın satayım diyorum.
Bu gün konuyu değiştiriyorum, dağıtıyorum. Biraz size eziyet etmek istiyorum bu yazımla. Biraz da sizin kafanız dağılsın istiyorum. Birazda siz yaşayım benim bu kafamın içinde yaşadıklarımı istiyorum. Birkaç satır, birkaç cümle içinde olsa benim kafam sizin olsun, anlayın neler çektiğimi istiyorum. Çünkü sadece benim yazdıklarımı okumakla beni anlamanız mümkün değil. Aslında çok da cömert birisiyim ben. Sabırlıyım da. Kafamdan geçenler istediğiniz kadar sizde kalabilirler. Hatta sizin bile olabilirler ama “ KIYAMAM SİZLERE”
Bakın son ayların en iki yüzlü lafını da kullandım sizler için. Ben ne zaman bu lafı duysam tüylerim diken diken oluyor. Romalıların arenada Hristiyanları aslanların önüne atıp “KIYAMAM” demelerine benzetiyorum. Ne kıyamazsın lan eline fırsat geçerse ağzına bile .,,,,sın. sahtekar, iki yüzlü utanmaz. Yani bir kelime bu kadar itici, bu kadar ikiyüzlü olamaz ve bu kadar iki yüzlüler tarafından kullanılamaz. Ne kelimeymiş, ne sermayeymiş be.
Tamam, anladık kızmayın.bitiriyorum. Çünkü ben de yazdıklarımdan bir şey anlamıyorum artık. Ve her yazdığımı da okumak zorunda değilsiniz. Benim derdim bana yetiyor. Yalnız son bir soruma müsaade edin. İki yüzlü insanlar acaba cennete girebilirler mi?
Bu arada sabah saatin onu. Sarhoş değilim. Herhangi bir anti deprasyon hapı kullanmıyorum. Uyuşturucu bağımlısı da değilim. Hemen tırnaklarınızı çıkarmayın.
Bu okuduğunuz öteki benim. Hani ikizlerim ya!! Tanışın artık.
Bana kızdınız mı? Sizi üzdüm mü? Kafanız mı karıştı?
AYYY, KIYAMAM
ÖLÜMÜ HAK ETMEK
Geçen gün internette Merhum Aziz Nesin’in ölüm hakkında görüşlerini dinledim. O güzel insan “İnsan ölümü hak etmelidir” dedi. "İşte bu yüzden ben ölümü hak etmek için sabahlara kadar çalışıyorum, ölüme inanıyorum o yüzden yapabileceğimi yapmaya çalışıyorum" dedi.
“Ölüme hakikaten yüreği ile inanan insan namussuzluk, adilik, şerefsizlik yapmaz” da dedi.
O zaman dedim. Yeşil Gözlü Güzel Kadın dünden ölümü hak etti. Hiç durmadı ki hep bir şeyler yaptı, bir şeyler üretti. Birbirinden güzel tablolar resimler yaptı. Çok çalıştı muhteşem bir anne, muhteşem bir eş ve insan oldu. Her yarattığı ile dünyayı güzelleştirdi. O ölümü hak etti demek ki dedim kendi kendime.
Bu sizlerle paylaştığım derviş resmini, Yasemin daha 21 yaşındayken yaptı. Bu kara kalem portre onun ölümü hak ettiğinin, cennete gitmeyi hak ettiğinin, mezarının üstüne buyurduğunuz gibi nur yağmasını hak ettiğinin bir kanıtı değil mi.
Bu ne sabırdır, bu ne güzelliktir, bu ne gözdür, bu ne inançtır, bu ne yürektir. Bu resme her baktığımda bir daha hayran kalıyor onu ne kadar sevdiğimi ve ne kadar yeteri kadar anlayamadığımı hissediyorum. Onun gördüğü dünya nasıldı acaba. Ben nasıldım?
Dilerim Allah’ım seni benim kadar sever Yasemin
YALANCININ MUMU
Evet, beni fena yakaladınız. Hiç iyi bir yalancı değilim.
Üç arkadaş poker oynamaya karar veriyorlar. Poker hastaları yani. Ama dördüncü yok. Her yeri arıyorlar dördüncü bulamıyorlar. İlle de oynamak istiyorlar. İçlerinden birinin sevimli ve çok akıllı bir köpeği var. Sonunda çaresizlikten köpeğe poker öğretmeye karar veriyorlar.
Bayağı bir uğraşıyorlar sonunda köpeğe poker öğretiyorlar ve heyecanla oturup oyuna başlıyorlar. Ama maalesef köpek poker oynamayı beceremiyor. Çünkü her eline güzel kağıt geldiğinde kuyruğunu sallamaya başlıyor.
Ara sıra yalan söylemeye uğraştım ama beceremedim ki. Ne zaman bir yalan söylemeye kalksam, aklıma bir yalan gelse, sesim değişir, Yasemin’im o güzel yemyeşil gözleriyle gözlerimin içine öyle bir bakardı ki, hemen kuyruk sallamaya başlardım. Sonra da birbirimize sarılır basardık kahkahayı.
Şimdi yalanlarımı affetmeniz için size bir Pazar günü şiiri, kısacık, Recep İvedik’in dediği gibi ohumalıh!!!
İTİRAF
Bu gün günlerden ne?
Ne fark eder,
Neyse ne.
Ben seni her gün seviyorum,
Pazar da,
Pazartesi de,
Salı da,
Çarşamba da,
Perşembe de,
Cuma da,
Cumartesi de.
Datça’ya,
Göceğ’e,
Fethiye’ye,
Mesudiye’ye,
Palamutbükü’ne,
Gitsem de, gitmesem de.
Üç arkadaş poker oynamaya karar veriyorlar. Poker hastaları yani. Ama dördüncü yok. Her yeri arıyorlar dördüncü bulamıyorlar. İlle de oynamak istiyorlar. İçlerinden birinin sevimli ve çok akıllı bir köpeği var. Sonunda çaresizlikten köpeğe poker öğretmeye karar veriyorlar.
Bayağı bir uğraşıyorlar sonunda köpeğe poker öğretiyorlar ve heyecanla oturup oyuna başlıyorlar. Ama maalesef köpek poker oynamayı beceremiyor. Çünkü her eline güzel kağıt geldiğinde kuyruğunu sallamaya başlıyor.
Ara sıra yalan söylemeye uğraştım ama beceremedim ki. Ne zaman bir yalan söylemeye kalksam, aklıma bir yalan gelse, sesim değişir, Yasemin’im o güzel yemyeşil gözleriyle gözlerimin içine öyle bir bakardı ki, hemen kuyruk sallamaya başlardım. Sonra da birbirimize sarılır basardık kahkahayı.
Şimdi yalanlarımı affetmeniz için size bir Pazar günü şiiri, kısacık, Recep İvedik’in dediği gibi ohumalıh!!!
İTİRAF
Bu gün günlerden ne?
Ne fark eder,
Neyse ne.
Ben seni her gün seviyorum,
Pazar da,
Pazartesi de,
Salı da,
Çarşamba da,
Perşembe de,
Cuma da,
Cumartesi de.
Datça’ya,
Göceğ’e,
Fethiye’ye,
Mesudiye’ye,
Palamutbükü’ne,
Gitsem de, gitmesem de.
BİR TEK KÖTÜ HUYUM KALDI
Artık bütün gün seni düşünmüyorum. Hatta bazı günler hiç aklıma gelmiyorsun. Hiç böyle olacağımı, hiç böyle hissedeceğimi düşünmezdim. Demek ki “Ölenle ölünmüyor, hayat devam ediyor, zaman her şeyin ilacıdır” cümleleri doğruymuş. Yazık, ne kadar yazık. Kendimden utanıyorum.
Geceleri kafamı yastığa koyar koymaz bir bebek gibi uyuyorum. Gece yarısı uyanıp ağlama krizlerine de girmiyorum. Kabuslarım da bitti. Artık uykumun arasında bar bar bağırmıyorum. İnanabiliyormusun.
Sabahları yeni doğmuş gibi uyanıyorum, hele birde hava güneşli ise içim enerji doluyor. “Hey Marmaris” diyorum “Ayağını denk al, çok köyüyüm bu gün çok kötüyüm” diyor gülüyorum kendi kendime.
Sonra koyuyorum bir “Goldberg Variations” O ilahi müzik eşliğinde şahane bir kahvaltı yapıyorum; köy yumurtası, arı domatesi, mis gibi köy tereyağı, çıtır çıtır salatalık dilimleri, maydanoz yemyeşil senin favorin, Hollanda peynirleri üç çeşit, Bergama tulumu, hatta zamanım olursa kasap sucuğu bile kızartıyorum. Reçelleri, çam balını saymıyorum.
Sıra geliyor köpekleri gezdirmeye. Yakalıyorum kerataları önce bir güzel seviyor okşuyorum. Sonra tasmalarını takıyor yürüyüşe çıkarıyorum. Birde türkü tutturuyorum Ahmet Kaya’dan anasını satıyım. Islık bile çalıyorum, Çok iyi vakit geçiriyoruz. Ohhh ormanda, çamların arasında. Her taraf misler gibi kokuyor. Ne güzel. Ne ses var ne de araba trafiği. İçime yaşama sevinci doluyor.
Sonra arabama atlayıp marinadaki mağazamıza geliyorum. Bütün esnafla selamlaşıyorum. Akşama kadar gülüyoruz, birbirimize takılıyoruz, çaylar kahveler. Vaktin nasıl geçtiğini bilmiyoruz.
Son aylarda bir popüler oldum bir popüler oldum inanamazsın hayatım be. Kiminle çıkacağımı kiminle flört edeceğimi şaşırdım. Bir akşam takıyorum birisini koluma, dalıyoruz Marmaris gecelerine. O bar senin bu bar benim, türkü barlara bile takılıyoruz . Ne eğleniyoruz, ne eğleniyoruz. Ertesi gün atıyorum başka birini motorumun arkasına. Giyiyoruz ceketlerimizi takıyoruz kasklarımızı kafamıza, Datça, Mesudiye Palamut bükü gezmediğimiz yer çıkmadığımız tepe kalmıyor. En son Eski Datça’ya uğruyor, kol kola bütün mağazalara girip çıkıyor, alışverişimizi yapıp kahvemizi içiyoruz.
Başka bir gün atlıyorum arabama bir başka hanımla ver elini Göcek, Sahilde dolaşıp resimler çekiyor, hayran hayran tekneleri çiçekleri seyredip, belediyenin kahvesinde taze çay içiyoruz. Eee canım Göceğ’e kadar gelip de Fethiye’ye uğramadan döner mi insan değil mi? Fethiye’ye uzanıp balık halinde güzel bir rakı balık akşamı yapıyoruz. Kız arkadaşım bayılıyor her şeye ellerime sarılıyor, defalarca teşekkür ediyor, hatta sarılıp öpüyor bile beni. İçinden gelmiş.
İşte böyle sevgilim, hayatımın kadını, güzelim, yeşil gözlüm benim, bütün üzüntülerimden arındım, toparlandım. Kötü alışkanlıklarımı da bıraktım. Neredeyse hiç içki içmiyorum. Ara sıra bir bira, bir kadeh şarap veya rakı. Dedim ya, o da çok ara sıra. Sigara hiç kullanmıyorum. Çok iyiyim çok. Bir Heybeli de mehtaba çıkmadığım kaldı.
Yalnız bir tek kötü huyum hala var.
Yalan söylüyorum.
Hala, yalan söylüyorum.
PEKİ İNSAN NASIL SEVMELİ KARDEŞİM?
İnsan “nasıl olsa bir gün gideceğim diye sevmez. Nasıl olsa bir gün gideceksin diye de, “artık sen benim ilahımsın, sana tapacağım” diye de sevmez. “İmzayı attın, şimdi ağzına sıçtım lan senin, artık hayatına kazık çakacağım” diye hiç sevmez.
Peki insan nasıl sever, veya nasıl sevmeli. İşte bütün bokluk burada ya. Asırlardır ağlamamız, zırlamamız, feryat etmemiz, yazılan binalar dolusu kitaplar, sevgi çinayetleri, (sevgiyle cinayeti nasıl yan yana koyabiliyorlarsa) şiddet, intiharlar, intihar teşebbüsleri dönüp dolaşıp hepsi aynı çıkmaz sokağa giriyor.
Peki insan nasıl sevmeli kardeşim?
İşte bütün mesele bu ya.
Ah, bir bilsem bu sorunun cevabını, ah, bir bilsem, bir bilseniz.
Hepimizin kafası göğe değer, ne rahat ederdik be!
SADECE BİR SORU
Siz hiç sevdiğiniz kadına,
Üç saatte, bir kase çorba içirdiniz mi?
Konuşarak,
Gülerek,
Komik hikayeler anlatarak,
En güzel günlerinizi hatırlatarak,
Gözyaşlarınızı içinize akıtarak,
Kitaplar okuyarak,
Türküler söyleyerek,
Hatta kalkıp oynayarak.
Susun o zaman
Nasıl yaşayacağımı
Bana bırakın.
Bütün acılarımı bilmiyorsunuz
BİRBİRİNİZE CENNETİ VERİN
1988 yılında Memlekete döndük Kanada’dan, dünyalar güzeli eşim ve kucağında dünyalar güzeli üç aylık bir bebek, kızım Bahar’la.
Deliler gibi koşturduk. Hiç durmadık. Karı-koca adeta bir destan yazdık. İkimizde insanüstü çalıştık. Bilhassa canım karım hiç durmadı. Harikalar yarattık. Marmaris kasabasında. Sanat galerileri mi açmadık, butik restoranlar mı yapmadık, Marmaris çarşısını mı boyamadık, Hastaneyi mi dekora etmedik. Her yaptığımız uluslar arası beğeni kazandı. Bunu bütün Marmaris, bütün Marmarisliler bilirler.
Ben yoruldum, o güzel kadın yorulmadı. Ben oturdum, o güzel kadın oturmadı. Elleri su topladı yine durmadı. Bir defa olsun şikayet etmedi. Her şeyi beraber yaptık. Kazandığımız her kuruşu beraber kazandık.
Restoranlara giderdik ara sıra. Her hesabı ödediğim de. “Teşekkür ederim, Allah razı olsun” der ellerime sarılırdı o güzel kadın. Derdim ki neden teşekkür ediyorsun sevgilim, bu benim param değil ki beraber kazanıyoruz.
“Olsun canım” derdi “Sen düşünüp beni buralara getiriyorsun ya”. Sonra da “Ne güzel adamsın yav, sen” der, güler, güler sarılır öperdi beni.
Yeşil Gözlü Güzel Kadının önünde ben her zaman yerlere kadar eğilirim, eteklerini öper, “Kayseri deyimiyle ağzını yerim ben onun”
İşte böyle, “Böyle aşk da olur mu, böyle aşklar hala var mı” diye yazan güzel okuyucularım. Ne verirsen onu alıyorsun. Ne kadar seversen o kadar seviliyorsun. Can Yücel “Kadının melek olmasını istiyorsanız, ona cennetini vermelisiniz” diye yazmış. Ben de buna erkeğin melek olmasını istiyorsanız ona cennetini vermelisinizi ekliyorum. Birbirinizle işte o cenneti yaratabilirseniz, inanın öyle mutlu olacak, öyle güzel bir hayat yaşayacaksınız ki! Ayaklarınız yere değmeyecek, yılların nasıl geçtiğini fark etmeyecek, karşınıza çıkan her güçlüğün hakkından geleceksiniz inanın bana, daha doğrusu bize.
Son olarak dostlarım; Sonunda maalesef sevgililer arasında ki bir ölüm aslında iki ölüm getiriyor. Biri ölen, biri de yaşadığını zanneden, yani yürüyen, yemek yiyen, konuşan, oturan, kalkan, gülümsemeye, ümitsizce yeniden aşık olmaya çalışan ve soranlara iyi olduğunu söyleyen…
Ve kaybettiği o cenneti arayan, çok arayan, nasıl arayan…nasıl özleyen…
Diğeri
BİR OSHO YAZISI DAHA
Daha önceki yazılarımdan okuyucularım hatırlarlar. Bhagwan salonda verdiği büyük konuşmaların yanı sıra en fazla elli kişilik guruplarla sohbet toplantıları yapar, bu toplantılar esnasında soruları cevap lar ve bazı hatıralarını bizlerle paylaşırdı.
Bu sohbet toplantıları sırasında sırtında binin üstünde ki dinleyenin baskısı olmadığından daha rahat ve daha neşeli olurdu güzel adam. Bizlere bazen çocukluk ve gençlik hatıralarını anlatır ve müthiş keyif alırdı. Bence Bhagwan o yılları çok özlerdi.
Yeni yeni tanındığı yıllardan birinde, Hindistan’da yaşadığı yıllarda komşularından birisi Bhagwan’ı ziyaret etmiş. Demiş ki Mastır benim anam sabahtan akşama kadar elinde tesbih aralıksız dua ediyor. Bir köşeye oturuyor ve dua ediyor. Hiç bir şeye elini sürmüyor, hiç sesi sedası da çıkmıyor. Sonra öğlen yemeği için 15 dakika ara veriyor. Ortalığı birbirine katıyor. Aziz adam söyle bana lütfen. Bu kadar duanın bu kadar ibadetin faydası ne anama?
Bhagvan o güzel derin, kahverengi gözlerini adamın gözlerine dikmiş ve gülerek. “Bir düşün demiş. “Ya bir de dua etmese neler yapardı anan”
İŞTE, O ZAMAN HAYAT DEVAM ETMİYOR
Sabah uyanıyorsunuz. Dışarıda müthiş güzel bir güz güneşi var. Her taraf pırıl pırıl. Yağmurlardan sonra çam ağaçları, çiçekler, bitkiler tertemiz olmuş yıkanmışlar. Üzerlerinde bir dirhem yazın biriktirdiği toz kalmamış, nasıl bir güzel yeşil nasıl bir güzel yeşil.
Bu gün güzel bir gün, benim içinde güzel bir gün olsun diyorsunuz kendi kendinize. Bu gün beni üzen hiçbir şeyi hatırlamayacağım da diyorsunuz. Hatta kahvaltı bile yapıyorsunuz. Kahvaltınızı yaparken hafiften bir türkü de mırıldandığınızı fark ediyorsunuz.
Sonra kapıyı açıp neşeyle köpeklerinizle konuşuyor onları okşuyorsunuz. Sabırlı olmalarını, onları her zaman ki gibi ayrı ayrı yürüyüşe çıkaracağınızı söylüyorsunuz. Tabi her zaman ki gibi sizi dinlemiyorlar. Telaşları, heyecanlar devam ediyor. Yürüyüşe çıkıyorsunuz, ıslık bile çalıyorsunuz. Begonviller, Japon gülleri Zakkumlar o kadar güzel ki. Hatta şaşırmış, incecik boyunlarını korka korka topraktan çıkarmış kır çiçekleri bile var.
Nasıl özlerdim bu renkleri, bu çiçekleri Kanada’da yaşarken nasıl özlerdim diye konuşuyorsunuz kendi kendinize. Köpeğinizin başını sevgiyle okşuyorsunuz, çok seviniyor oda sizin elinizin üstünü yalıyor. Bir ara durup karnının etrafında toplanan kılları temizliyorsunuz ve sanki kızmış gibi “Yahu ben de sızın kıllarınızdan usandım” diyorsunuz.
Sonra kapınızın yanındaki yasemin ağacından birkaç tane çiçek koparıp arabanıza koyuyorsunuz misler gibi kokuyor arabanız.
Yola çıkıyorsunuz. Etrafı seyrediyorsunuz. İçmeler kasabası hakikaten çok güzel ve huzurlu. Turist sezonu sonrası biraz yorulmuş, biraz sarsılmış ama hala çok güzel. Her taraf çiçeklerle dolu. Kırmızılar, morlar, sarılar, pembeler dans ediyorlar. “Ne şanşlıyım” diyorsunuz kendi kendinize, “Ne şanslıyım böyle bir hava, böyle güzel bir kasaba da yaşıyorum, ne şanslıyım”
İçmelerden çıkıyorsunuz Seyir Tepesinden deniz gözüküyor. Pırıl pırıl, nasıl güzel nasıl güzel. Tura çıkmış tekneler bile var. İçinizde ki yaşam enerjisinin harekete geçtiğini, Yavaşta olsa hayata geri döndüğünüzü hissediyorsunuz.
Marinada ki mağazanıza gitmeden, kırtasiyeden bir şeyler almaya karar veriyor, arabanızı park etmenin zor olacağını düşünerek, her zamanki gittiğiniz mağazaya değil de ara sıra uğradığınıza gidiyorsunuz.
İçeri girer girmez sizi fark eden dükkan sahibi “Vay güzel abim, canım abim gelmiş” diye sizi kapıda karşılıyor. Hoşunuza gidiyor böyle karşılanmak. Taş yerinde ağır diye düşünüyorsunuz. Mesela İstanbul da yaşasaydım, Toronto da yaşasaydım. Kimse varlığımın farkında bile olmazdı diye düşünüyorsunuz. Seviniyorsunuz.
Dükkan sahibi istedikleriniz bir poşete koyuyor. Hesabınızı ödüyorsunuz. Hayırlı işler diliyorsunuz, çay veya kahve ikramını kibarca reddediyorsunuz.
Tam çıkarken “Abim” diyor “Yenge nerelerde, uzun zamandır gelmiyor bizlere küstü mü yoksa”
İşte o zaman hayat devam etmiyor!..
'F' VİTAMİNLERİM
Benim güzel dostlarım, “F” vitaminlerim benim. Ne kadar iyisiniz, ne kadar güzel insanlarsınız siz. Çok teşekkür ederim zarif ve duygulu mesajlarınız için. Beni yalnız bırakmadınız, benimle ilgilendiniz, bir bakıma bana sahip çıktınız yine. Hepinize gönderdiğiniz mesajlar için defalarca, bütün kalbimle teşekkürler ediyorum. İyi ki varsınız.
Biliyorum son yazımla sizleri üzdüm. Ama gidecek pek fazla kimsem yoktu ki. Ameliyattan sonra çok yorgun ve yalnız hissettim kendimi. Şimdi daha iyiyim. Evet belki gereksiz yere o kadar acı ve eziyet çektim ama çekilen röntgen sonuçlarına göre iki omzumda aynı. Yani tedavi ve benim inatla spor yapmam iyi sonuç vermiş. Doktorum sonuçları görünce inanamadı. Bana “İstersen gelecek hafta tenise başlayabilirsi abi” dedi ve bir de orta kahve ısmarladı çok canımı yaktığı için, sonra sarılıp iki yanağımdan öptü de.
Sizlerle “Moruk ve Ötesi” kitabımdan bir yazımı paylaşıyorum. Biraz da gülün bakalım. Çünkü istemeye istemeye sizleri fazla üzdüm belki son yazımda. Şimdi karşımda olsaydınız ben de size sarılır yanaklarınızdan öperdim. “Seni seviyorum” yazanlar; ben de sizi seviyorum.
VARAN OTOBÜSÜNDE Kİ ÖKÜZ
Ailemdeki yüksek tansiyon hastalarının aksine benim tansiyonum düşüktür. Düşük tansiyon yüksek tansiyon kadar tehlikeli olmasa da pek de övünülecek bir hastalık sayılmaz. Çünkü tansiyonum düştüğü zamanlarda Atlas gibi dünyayı omuzlarımda taşıyormuş hisseder, negatifleşirim. Sanki gözlerimin önüne siyah bir perde iner. Bir de daha kötüsü, uyuyunca berbat kabuslar görür, uykumun arasında bar bar bağırırım. Uzun uçak yolculuklarında veya otobüs yolculukları sonunda çoğunlukla tansiyonum düşer. O yüzden gece yolculuklarını sevmem.
Beş sene önce Varan otobüsleri ile İstanbul’dan Marmaris’e seyahat ediyordum. Yanımdaki koltuk boştu. Sabaha karşı, saat iki sularında Susurluk Varan tesislerinde yemek ve ihtiyaç molası verildi. Yolculuk yaparken yediğim her şeyin beni bir davul gibi şişirdiğini bile bile bir çorba içmeye karar verdim.
Çorbamı bitirdikten sonra koltuğuma döndüm, hareket ettik ve şişmeye başladım. Midemdeki gaz mı, kapatılan ışıklar mı, soföre olan güvenim mi, her neyse uyumuşum.”Sakallı, sakallı, şuradaki sakallı kabus görüyor, uyandır, uyandır yav!” bağırtılarından sonra, omzumda hissettiğim ısrarlı bir elin sarsıntısı ile uyandım ve bağırtımın bütün yolcuları dehşete düşürüp uyandırdığını fark etmem uzun sürmedi.”Tamam, tamam özür dilerim, geçti” dedim. Allah’tan otobüsün ışıkları sönük olduğundan, bağıranın ben olduğumu yakınımdaki birkaç yolcudan başkası fark etmedi. Sonra da sabaha kadar gözümü bile kırpmadım.
Sabahın erken saatlerinde İzmir’e vardık. Otobüsümüz daha da boşaldı. Çine’yi geçtiğimizde yerimden kalkıp soförün tam yanındaki koltuğa geçtim. Bir müddet sonra da servisini bitiren muavin yanıma oturdu.”Yahu abi” dedi, “Sen bağırmaya başlayınca ben aşağıda servisleri hazırlıyordum. Öyle bir feryat ettin ki elim ayağım dolaştı, elimdekiler yerlere döküldü. Hemen yukarı koştum, seni bulup uyandırdım. Yoksa Allah bilir ne zaman susacaktın”.
Konuşmamıza kulak misafiri olan soför, beni işaret ederek muavine,”Gece bağıran abi bu abimiydi” diye sordu. “Evet” cevabı alınca, “Abi vallahi az kalsın kaza yapacaktım. Gece sessiz, yollar boş, tam havasına girmişken öyle bir bağırmaya başladın ki, vallahi diyorum az kalsın takla atacaktık. Bizi Allah korudu. Verilmiş sadakamız varmış” dedi.
Neyse her ikisinden de özür diledim. Tansiyonum düştüğünden böyle sorunlar yaşadığımı itiraf ettim. Çay içtik, konuştuk, dertleştik, gece olanları tekrar, tekrar konuşup kahkahalar atarak Marmaris’e vardık. Otobüsten önce ben hemen sonra da genç bir çift indi. Kendilerini karşılamaya gelen bir çiftle sarılıp öpüştüler. Karşılamaya gelen çiftin erkek olanı,”Çocuklar seyahatiniz nasıl geçti? Rahat geldiniz mi?” diye sorunca otobüsteki genç,”Rahat olmasına rahattı ama sabaha karşı mışıl mışıl uyurken, herifin biri öküz gibi öyle bir böğürmeye başladı ki neredeyse kalp krizi geçiriyorduk” dedi.
Bense hiç duymamış gibi, kulaklarımı sallayarak ağır ağır garajın çıkışındaki yeşilliklere doğru yürüdüm.
Biliyorum son yazımla sizleri üzdüm. Ama gidecek pek fazla kimsem yoktu ki. Ameliyattan sonra çok yorgun ve yalnız hissettim kendimi. Şimdi daha iyiyim. Evet belki gereksiz yere o kadar acı ve eziyet çektim ama çekilen röntgen sonuçlarına göre iki omzumda aynı. Yani tedavi ve benim inatla spor yapmam iyi sonuç vermiş. Doktorum sonuçları görünce inanamadı. Bana “İstersen gelecek hafta tenise başlayabilirsi abi” dedi ve bir de orta kahve ısmarladı çok canımı yaktığı için, sonra sarılıp iki yanağımdan öptü de.
Sizlerle “Moruk ve Ötesi” kitabımdan bir yazımı paylaşıyorum. Biraz da gülün bakalım. Çünkü istemeye istemeye sizleri fazla üzdüm belki son yazımda. Şimdi karşımda olsaydınız ben de size sarılır yanaklarınızdan öperdim. “Seni seviyorum” yazanlar; ben de sizi seviyorum.
VARAN OTOBÜSÜNDE Kİ ÖKÜZ
Ailemdeki yüksek tansiyon hastalarının aksine benim tansiyonum düşüktür. Düşük tansiyon yüksek tansiyon kadar tehlikeli olmasa da pek de övünülecek bir hastalık sayılmaz. Çünkü tansiyonum düştüğü zamanlarda Atlas gibi dünyayı omuzlarımda taşıyormuş hisseder, negatifleşirim. Sanki gözlerimin önüne siyah bir perde iner. Bir de daha kötüsü, uyuyunca berbat kabuslar görür, uykumun arasında bar bar bağırırım. Uzun uçak yolculuklarında veya otobüs yolculukları sonunda çoğunlukla tansiyonum düşer. O yüzden gece yolculuklarını sevmem.
Beş sene önce Varan otobüsleri ile İstanbul’dan Marmaris’e seyahat ediyordum. Yanımdaki koltuk boştu. Sabaha karşı, saat iki sularında Susurluk Varan tesislerinde yemek ve ihtiyaç molası verildi. Yolculuk yaparken yediğim her şeyin beni bir davul gibi şişirdiğini bile bile bir çorba içmeye karar verdim.
Çorbamı bitirdikten sonra koltuğuma döndüm, hareket ettik ve şişmeye başladım. Midemdeki gaz mı, kapatılan ışıklar mı, soföre olan güvenim mi, her neyse uyumuşum.”Sakallı, sakallı, şuradaki sakallı kabus görüyor, uyandır, uyandır yav!” bağırtılarından sonra, omzumda hissettiğim ısrarlı bir elin sarsıntısı ile uyandım ve bağırtımın bütün yolcuları dehşete düşürüp uyandırdığını fark etmem uzun sürmedi.”Tamam, tamam özür dilerim, geçti” dedim. Allah’tan otobüsün ışıkları sönük olduğundan, bağıranın ben olduğumu yakınımdaki birkaç yolcudan başkası fark etmedi. Sonra da sabaha kadar gözümü bile kırpmadım.
Sabahın erken saatlerinde İzmir’e vardık. Otobüsümüz daha da boşaldı. Çine’yi geçtiğimizde yerimden kalkıp soförün tam yanındaki koltuğa geçtim. Bir müddet sonra da servisini bitiren muavin yanıma oturdu.”Yahu abi” dedi, “Sen bağırmaya başlayınca ben aşağıda servisleri hazırlıyordum. Öyle bir feryat ettin ki elim ayağım dolaştı, elimdekiler yerlere döküldü. Hemen yukarı koştum, seni bulup uyandırdım. Yoksa Allah bilir ne zaman susacaktın”.
Konuşmamıza kulak misafiri olan soför, beni işaret ederek muavine,”Gece bağıran abi bu abimiydi” diye sordu. “Evet” cevabı alınca, “Abi vallahi az kalsın kaza yapacaktım. Gece sessiz, yollar boş, tam havasına girmişken öyle bir bağırmaya başladın ki, vallahi diyorum az kalsın takla atacaktık. Bizi Allah korudu. Verilmiş sadakamız varmış” dedi.
Neyse her ikisinden de özür diledim. Tansiyonum düştüğünden böyle sorunlar yaşadığımı itiraf ettim. Çay içtik, konuştuk, dertleştik, gece olanları tekrar, tekrar konuşup kahkahalar atarak Marmaris’e vardık. Otobüsten önce ben hemen sonra da genç bir çift indi. Kendilerini karşılamaya gelen bir çiftle sarılıp öpüştüler. Karşılamaya gelen çiftin erkek olanı,”Çocuklar seyahatiniz nasıl geçti? Rahat geldiniz mi?” diye sorunca otobüsteki genç,”Rahat olmasına rahattı ama sabaha karşı mışıl mışıl uyurken, herifin biri öküz gibi öyle bir böğürmeye başladı ki neredeyse kalp krizi geçiriyorduk” dedi.
Bense hiç duymamış gibi, kulaklarımı sallayarak ağır ağır garajın çıkışındaki yeşilliklere doğru yürüdüm.
VİDANIN SONU BENİM SONUM OLABİLİRDİ
Evet, sevgili dostlarım en sonunda bugün omzumda ki vidayı söke söke aldılar. Hayatımda hiç böyle bir acı yaşamamıştım.
Belki hatırlarsınız yaklaşık 70 gün önce salak gibi evimde merdivenlerden düşmüş, omzumu sakatlamış, 3 saat süren bir ameliyat geçirmiştim. Sonra deliler gibi antreman yaptım, kilometrelerce yüzdüm. Süründüm acı çektim. “Ya siz ya ben” dedim, ama kolumu da, omzumu da adam ettim. Bir tek omzumdaki vidanın alınması kalmıştı.
Böylece ben zavallı, kurbanlık koyun gibi ameliyat masasına tekrar yattım. Lokal anestezi ile bu lanet vidanın çıkarılmasına karar verildi. Bana en fazla 15 dakikada biter dendi.
Neyse birkaç acılı iğne yedik omuzdan sonra kolum uyuştu ve omzumdaki faaliyet başladı. Ben 15 dakika nasıl olsa geçer derken vidanın yeri ancak 20 dakika geçtikten sonra bulundu ve bu zaman zarfında iğnelerin uyuşturucu etkisi geçti.
Ve ben sayın seyirciler, o klimalı ameliyathanede ecel terleri dökerek 45 dakika süründüm, tam tabiriyle süründüm. Bir takım göremediğim aletlerle omzumun karıştırılmasını, tornavidayla kemiğimden vidanın sökülmesini bizzat hissettim.(Şu anda bunları yazarken hala hissediyorum ) Sonunda da çift dikiş attılar. Tam öldüm yani. Ama vidamı da onlara bırakmadım ben aldım.
Ben duygularımı paylaşırım ama acılarımı paylaşmayı sevmem. Bu yüzden ameliyata gittiğimi hiç kimseye söylememiştim. Sonunda Ameliyat bitti. Kalktım her tarafım titreyerek giyindim ve ameliyathaneden çıktım.
Ameliyathanenin önü endişeyle içerdeki hastalarını bekleyen hasta yakınlarıyla doluydu. O bekleyenleri görünce birden mahsunlaştım. O anda hissettiğim acı inanın içerde hissettiğim acıdan daha fazla geldi bana. Birden kendimi o kadar yalnız hissettim ki. Evet, aslında ben istememiştim kimsenin gelmesini, ama birden çok fazla geldi her şey işte.
İstemez miydim o güzel kadının beni kaygılı, sevgi dolu yemyeşil bakışlarıyla karşılamasını, beni öpmesini, bana sarılmasını, “çok canın acıdı mı sevgilim, iyi misin” diye sormasını ellerimi tutmasını, istemez miydim.Şımarmayı, nazlanmayı biraz, hatta mızmızlanmayı, çocuklaşmayı.
Boynumu büktüm ve arabama gittim.
Bunlar zor günler be dostlarım, inanın ki zor günler bunlar.
Başımdan geçenleri Sizlerle açık açık paylaşmamın sebebi sempatinizi kazanmak değil. Sadece sevdiklerinizin değerini bilin istiyorum. Hayat insana öyle bir tokat atıyor ki inanamıyorsunuz.
Allah sizi sevdiğinizden, sevdiğinizi sizden ayırmasın.
Çok yorulmuşum.
BHAGWAN SHREE RASNEESH( OSHO) VE NASRETTİN HOCA
“Bhagwan (Osho) nun gözleri gülmezdi” yazımdan sonra siz okurlarımdan birçok mesaj aldım. Bu arada bana telefon açanlarda oldu. Benden daha fazla Bhagwan anıları yani Osho anıları yazmam istendi. Ben tabi ki siz “F” vitaminlerimi kıramam. Ara sıra sizlerle o aziz insanla, o güzel okullarda geçen bazı anılarımı paylaşacağım.
Bhagwan sanyassinler ve sanyassinelerle( Kadın ve erkek takipçiler veya öğrenciler diyebilirsiniz.) tıklım tıklım konferans salonuna çok ağır adımlarla girer, iki elini göğsünde kavuşturur, o meşhur Hint selamıyla herkesi selamlar sonra adeta bir taht’a benzeyen yerine otururdu. Hep ipekli bol, rahat elbiseler giyer, her seferinde birbirinden pahalı saatler takar, misler gibi kokardı. Daha önce de yazdığım gibi her zaman kafasında ona ve uzun sakallarına çok yakışan bir şapka, bir sarık veya yün bir bere olurdu.
Konuşmasına başlamadan önce yüzünde bir tebessüm bile olmadan o kocaman kahverengi gözlerini salondakilere diker, neredeyse sayıları 1000 i aşan kalabalığa adeta teker teker bakar onları adeta o gözlerine doldururdu. Salon tamamen sessizleşince ağır ağır,tek tek konuşmaya başlardı. Ağır Hint aksanlı insanın içine işleyen tok bir sesi vardı. Konuşurken katiyen acele etmez, ses tonunu yükseltip alçaltmazdı. Her cümlesinin sonunda biraz bekler o kocaman gözleriyle kalabalığı tarar, sonra konuşmasına devam ederdi.
Daha önce de yazdığım gibi Bhagwan her konuşmasına çok zeki ve komik bir fıkrayla başlardı. Bu arada belden aşağı fıkraları da olurdu. Fıkra sona erince salonda herkes gülmekten kırılırken kendisi hiç gülmez salondaki insanların her hareketini izlerdi. Bu arada Bhagwan sık sık Nasrettin Hocanın fıkralarını anlatır ve ona olan hayranlığını açıktan açığa dile getirirdi.
Bir gün yine bir Nasrettin Hoca Hikayesiyle konuşmasına başladı. Hoca bir akşam karanlık çökerken, evinin tam önünde dizlerinin üstünde yerde bir şeyler arıyormuş. Tabi yaşlı, kilolu, kafasında kavuk yerlerde bir şeyler arayan adamcağız oradan geçen insanların dikkatini çekmiş ve genç bir asker dayanamayıp Hocaya “Hayrola Hocam bir şey mi kaybettin” diye sormuş “ Hoca güçlükle nefes alarak “Evet evladım yüzüğümü kaybettim” diye cevap verince çocukta dizlerinin üstüne çöküp yüzüğü aramaya başlamış. Bayağı bir zaman geçmiş ve asker artık aramaktan yorulmuş. “Yahu Hocam demiş sen bu yüzüğü nerede düşürdün Allah aşkına?” “İçerdeee demiş Hoca “iyi ama ey mübarek adam burada neden arıyorsun diye sorunca asker. “Çünkü burada daha fazla ışık var da ondan” demiş Hoca.
Güldünüz değilmi? İşte bizler de hep gülerdik. Sonra Bhagwan konuşmaya başlardı. İşte derdi alalade insan bunu yapar. Hata kendisindeyken başka yerlerde arar. Hatanın kendisinin içinde olduğunu bildiği halde bilmemezlikten gelir va başkalarını suçlar. Çünkü başkalarını suçlamak kendi hatasını kabul etmekten daha kolaydır da ondan. Böyle insanlar boşu boşuna diğer insanları oyalar, onların zamanlarını çalarlar. Dedikodu yapar hep başkalarını suçlarlar. Bir insan gözlerini kendisine cevirirse inanın başkalarının hatalarını görecek zamanı kalmaz. İşte bu okulda biz sizleri bunlardan arındırmaya çalışıyoruz. Kendi kendinizi tanımanıza uğraşıyoruz. Eğer bunu başarabilirsek zaten kendiniz ölüp yeniden bambaşka bir insan olarak dirilmeyi kabullenip kollarınızı açıp koşacaksınız. Bekleyin ve görün der. Anlattığı her fıkranın ardından inanılmaz açıklamalar yapar bizleri kendine hayran bırakırdı.
Bhagwan her Nasrettin hoca hikayesiyle konuşmasına başladığında ben Nasrettin Hocayla iftihar ederdim. Bhagwan asırlar önce yaşamış bu aziz, güzel insanın tarzını kabullenmişti. Önce öğrencilerini güldürür sonra anlattığı hikayenin asıl nedenini, içeriğini onlarla paylaşırdı. Ağzından her Molla Nasrettin çıktığında onu daha da çok sever, hayranlığım daha bir artardı.
Allah ikisine de rahmet etsin, ikisinin de mekanı cennet olsun.
GÜLÜŞ
Marmaris Çarsısı’nın ortalarındaki ara sokaklardan birisine açtığımız sanat galerimizin yakınlarında, eski ve adeta dökülen bir evde yaşayan, Gülüş isimli bir kız çocuğu ve onun son derece aktif ele avuca sığmayan Şenol isimli bir erkek kardeşi vardı. Bu iki kardeş ayakkabı boyacılığı yapan dedeleri ve evlere temizliğe giden anneleri devamlı çalışmak zorunda olduğundan kendi başlarına yaşamak, zorunda kalmışlardı. Çocukların durumunu bilen çarşı esnafı vakit buldukça onları destekliyor, ara sıra ceplerine biraz para koyuyor, fırsat buldukça karınlarını doyuruyorlardı.
Teklifsizce mağazamıza dalıp,”Hayırlı işler” dedikten sonra, “Yahu bugün işler hiç iyi değil, bir tavuk döner, veya sürpriz yumurta, veya bonibon, veya, bir paket cips, veya dondurma, veya kraker, veya lolilop, veya kola bile alamadık”, diye yakınır, ellerine sıkıştırdığımız madeni birer lirayla dükkandan fırlar, etekleri zil çalarak en yakın markete veya dönerciye koşarlardı.
İncecik yüzünün iki yanındaki gamzeleri iyice ortaya çıkaran gülümsemesiyle, ismini hakikaten hak eden “ Gülüş” çok sevimli bir kız olmasının yanı sıra çok zeki ve sıra dışı bir çocuktu. Daha ilkokula yeni başlamasına rağmen inanılmaz güzel ve düzgün bir el yazısı vardı. Yazdıklarını ilk gördüğümde inanamadığımdan, onu mağazadaki masaya oturtup yeniden yazdırmıştım. Sol elinde sıkı sıkıya tuttuğu tükenmez kalemle, minicik dili dışarıda, daha da güzel yazmıştı.
Mağazaya her geldiğinde değişik şeyler giyerdi Gülüş. Renk renk tokalar, taklit mücevherler, renkli çoraplar(bazen iki ayrı renkte) çelimsiz vücudundan kaçan, omuzlarından düşecekmiş gibi duran birkaç beden büyük bluzlarla, rüküş de olsa çok sevimliydi. Bazen yüzüne dikkatli baktığımda yüzündeki ifade sanki ona ait değil de kendisinden daha yaşlı birisine ait gibi gelirdi bana nedense. Devamlı bir yerlerde gezerken görürdüm onu.
Bir öğleden sonra bir ağacın altında bir şeyler izlerken buldum Gülüşü. O kadar dalmıştı ki, belli bir süre yanında dikildiğim halde beni görmedi. Beni fark etmesinden ümidimi kesince,” Hayrola gülüş, burada ne işin var” diye sordum.
O tatlı gamzelerini göstererek gülümsedi, sol elinin parmağını dudağına koyarak “Sus” işareti yaptı ve fısıltıyla “Ben her gün bu saatlerde buraya gelir uğur böceklerini seyrederim” deyip eğilerek dikkatle ağacın dibindeki bir çim parçasını kaldırdı. Hakikaten de çim parçasının altı uğur böcekleri ile doluydu.
Hayranlık ve sevgiyle böcekleri bir müddet süzdükten sonra çekik gözlerini gözlerime dikip, “Sen hiç buraya gelip uğur böceklerini seyretmiyormusun?” diye sordu. Bense utanarak, “Hayır Gülüş” dedim. “ Ben burada uğur böcekleri olduğunu bilmiyordum ki”
“O zaman” dedi sen Barlar Sokağı’nın girişinde ki taş evin önündeki, incecik saplı, içlerinde sarı minik benekler olan, mor çiçekler ide hiç görmemişindir.
(Bu yazı Haziran 2013 yılında yazdığım “MORUK VE ÖTESİ” kitabımdan alınmıştır)
SOĞAN MAYDANOZ VE KEDİLER
Sevgilim sen gideli 13 ayı geçti. Bir yığın laf edildi, birçok öğüt dinledim. Yalnızlığım yadırgandı. “Yalnızlık Allaha mahsustur” dendi. “Hayat devam ediyor” dendi. “Aklını başına al” dendi. “Birilerini bul” dendi. “Ölenle ölünmez” dendi. “Senin için üzülüyoruz” dendi. “Bak yalnız ölür kalırsın haa..” dendi. Yalnız ölürsün, ölünü üç gün sonra bulurlar bile dendi. Neler denmedi ki. Ben dinlemekten yoruldum, diyenler demekten yorulmadılar.
Denemeye çalıştım be Yasoş. Bir takım insanlara yakın olmaya çalıştım . Olmuyor ki be güzelim. Bana öyle bir matem bırakmışın ki emin ol birilerini bulmaktan, birileriyle olmaktan çok daha güzel.
Ben seni seviyorum. Ben seninle geçen günlerimi anılarımı, seviyorum be canım. Bana seni düşünmek yetiyor. Seni hatırlamak benim dünyamı dolduruyor. Hiç kimseyi istemiyorum bundan sonra. Sana geleceğim günün düşünü kuruyorum sadece.
Ve ben bütün yaşadıklarımı ve hissettiklerimi yazıyorum paylaşıyorum. Hani sen hayattayken “Güvenciğim neden daha ciddi yazılar yazıp okuyanlarına nasıl biri olduğunu anlatmıyorsun, neden onların seni tanımasına izin vermiyorsun, yazdığın eğlenceli kitaplar yetmedi mi derdin ya.
Bir senedir işte senin istediklerini yapıyorum. Yine haklı çıkan sen oldun. Şimdi “F” vitaminlerim oldu benim bir yığın, Türkiye’nin her tarafından bizi çok seven ve beni hayata bağlayan arkadaşlarımız, dostlarımız oldu.. Onların rahmetle andığı, tanımadan özlediği, dualar gönderdiği, hayran oldukları “Yeşil Gözlü güzel Kadınları” oldun sen ve ben hiç kıskanmıyorum seni.
Biliyor musun geçenlerde çok güzel bir dua kitabında insanın son nefesinde en sevdiğinin gelip başlında duracağı, sonra da tutup elinden götüreceği yazıyordu. Nasıl sevindim bilemezsin, nasıl sevindim. Gelirsin değil mi canım, gelirmisin?
Senden sonra ben kimselerle olamam. Bıraktığın çıta o kadar yüksek ki yeşil gözlüm benim. Sen benim, “Aaaa.. bunda soğan var”, veya “Ben maydanoz yemem” veya “Ay ayağımın altında kedi var diye ayağa fırlayan, kaçmaya çalışan, insanlarla yapabileceğime inanıyor musun? Gülüyorsun değil mi bende gülüyorum işte. Sonunda sana kavuştuğumda, “Allah aşkına sen bunlara nasıl dayandın, nasıl tahammül ettin canım benim”, diyeceğini biliyorum ve en son istediğim de sana hesap vermek.
Boş ver, solo yaşamak, geceleri kendi kalp çarpıntılarımı dinlemek ve yalnız ağlamak daha güzel.
Kırıldığı yerden kopsun diyor, öpüyorum seni, çok öpüyorum.
O kadar özledim ki…
ZARARSIZ BİR ÖNERİ
Evet, insan ölenle ölmüyor. Ama arkada kalan için çok daha zor. Çünkü ölenle yaşıyor. Ölenle yaşamayı öğreniyorsunuz. Anılarla, resimlere bakıyorsunuz, çiçeklere sarılıyorsunuz, yastıkları kokluyorsunuz
İşte bakın, bir zamanlar hiç birbirlerinden ayrılmayan biz, efsane üçlü. Yasemin, kızım Bahar ve ben. Darmadağın olduk. Hayatın ne getireceği, yarın ne olacağımız belli değil, bilinmiyor, bilmiyoruz. Sizlere aklınızı başınıza toplayın, sevdiğinizin değerini bilin, iyi yaşayın, anı yaşayın diye boşuna yazmıyorum.
Hadi bugün sevdiğinize önce güzelce uzun uzun sarılın, sonra “iyi ki varsın hayatımda, seni o kadar seviyorum ki” deyin. Sonra da onu, onun en beğendiği yere, bir şeyler içmeye veya yemeğe götürün, veya sadece el ele dolaşın hiçbir şey yapmadan ve birbirinizden başka bir şey düşünmeden, dondurma alın mesela kış gelmeden. Bakın bugün Cuma. İşte size unutamayacağınız bir hafta sonu şansı.
Ben bunu bir defa daha yapabilmek için her şeyimi verirdim, her şeyimi verirdim.
Her gününüz, her saatiniz, her saniyeniz sayılı, unutmayın.
AŞKIN DA ÇARESİZLİĞİN DE YAŞI YOK
Hani bazen böbürlene böbürlene “ ay face’imi temizledim. Güzel bir temizlik yaptım” diyorsunuz, yazıyorsunuz ya, beni de heveslendiriyorsunuz. Ama benim face’le falan problemim yok. Ben önce bir beyin, sonra da bir kalp temizliği yapmak istiyorum. Ama bu nasıl yapılır bilmiyorum ki, hiçbir fikrim yok ki. Ben daha evimi temizlemeyi öğrenemedim.
Zaten “temizlik” kelimesini duyar duymaz tüylerim diken diken oluyor. Bilhassa iki korkutucu kelime “temizlikçi” ve “kadın” bir araya gelip de “temizlikçi kadın” ortaya çıktığında dehşete düşüyorum. Başım dönüyor, tansiyonum yükseliyor, panik oluyorum. Bu korkuyu kemiklerime varıncaya kadar hissediyorum.
Yani dostlarım, en başta da yazdım ya, aşkında çaresizliğinde yaşı yok.
Yasemin’im eğer bütün bunları görüyorsa, ya katıla katıla gülüyor, ya da yüreği parçalanıyordur.
Sakın unutmayın, TOZ ASLA UYUMAZ.
Allah bana yardım etsin.
OSHO’NUN GÖZLERİ GÜLMEZDİ
Bu yazımda sizlerle senelerce felesefesini çalıştığım , meditasyon merkezlerinde kaldığım, elini eteğini defalarca öptüğüm, neredeyse dizinin dibinde oturup hayranlıkla konuşmalarını dinlediğim ve kendisiyle konuşup sohbet etme bahtiyarlığına eriştiğim Osho ve merkezleri hakkındaki anılarımı paylaşacağım.
Müsadenizle önce şu Oşho ismini Bhagwan Shree Rajneesh ismiyle değiştireceğim. Çünkü ben bu muhterem insanı takip ederken, onun merkezlerinde kalırken ismi Bhagwan Shree Rajneesh ti ve ben onu bu muhteşem isimle tanıdım, bu isimle sevdim. Osho ismine bir türlü alışamadım. Yazımın ilerleyen kısımlarında ondan Bhagwan olarak bahsedeceğim sizler Osho olarak kabullenin.
Bhagwan’ın Yaşadığı ve çölden mucizevi bir şekilde yarattığı Oregon- Rajneesh Puram çiftliğine 1980-1985 yılları arasında defalarca gittim. Onun konuşmalarını dinledim, meditasyon çalışmalarına katıldım. Zamanım izin verdiği sürelerde bu mucize çiftlikte kaldım,
Bhagvan’ı takip eden, onun ve felsefesine inanmış erkeklere Sannyasin kızlara da Sannyasina denirdi. Manası Hinduzm de yaşamın dördüncü aşamasına ulaşmak için dünyadan ve dünyevi zevklerden elini çekmiş insan demekti.
Ben bir sannyasindim. Bu arada Bhagvan’ın en önde gelen isteği (die before you die) yani ölmeden önce öldü. Bhagvan okula gelen insanların eski hayatlarını tamamen dışarıda bırakıp yeni pırıl pırıl bir hayata başlamasını ister ve bunun için sannyasinlerinin yani bizlerin bütün enerjilerini kullanmasını isterdi. Yani bu bir yeniden doğuştu. Bu ölümü ve yeniden doğuşu simgelemek için her öğrencisine yeni bir isim verirdi. Bana Sümeru adını verdi. Yani benim sannyasin ismim Sümeru'ydu.
Okulda sannyasin sarılması diye bir sarılma şeklimiz vardı. Kim kimi isterse sarılırdı. Sadece göz göze bakmak yeterliydi. Ve bu o kadar güzel ve o kadar uzun bir sarılıştı ki inanamazsınız. Birbirimizin kalp atışlarını dinler, hissederdik. Kim olursa, iki kız, iki erkek, bir kız bir erkek hiç fark etmezdi. Düşünebiliyormusunuz yüzlerce insanın yarın dünya sona erecek gibi birbirine sarılmasını. İnanılmaz bir huzur, inanılmaz bir enerji hissederdik.
Bhagwan sabah çok erkenden konuşurdu. Onu yakından görebilmek için konuşmasından saatlerce önce salona gidip bulabildiğim ona en yakın yeri kapardım ve o konuşurken bir tek kelimesini kaçırmaz, yüzündeki ifadeyi bütün dikkatimle incelerdim. O tatlı Hintli aksanı ve şefkatli yaramaz tok ses tonuyla o kadar güzel konuşur, konuşurken ellerini o kadar güzel kullanırdı ki.
Bhagwan konuşmasına her zaman çok komik bir fıkrayla başlardı ve çoğu zaman da bu fıkralar belden aşağı fıkralar olurdu. Fıkrayı bitirince salondaki bine yakın öğrenci gülmekten kırılırken Bhagwan’ın gözleri hiç gülmez dikkatle neredeyse salondaki her insanı tek tek incelerdi. O kadar derin, kahverengi, o kadar güzel gözleri vardı ki.
Hep kafasında ya çok güzel bir sarık veya ona gözlerine ve sakallarına çok yakışan her seferinde ayrı renk şapkalar, başlıklar takardı. Biz öğrenciler bu şapkaların, sarıkların başlıkların çok özel bir manası kutsal bir değeri olduğunu düşünürdük.
Bazen Bhagwan en fazla 50 kişilik guruplarla özel toplantılar yapardı. Bu toplantıların bazılarına katılıp o mübarek adamın elini eteğini öpüp onunla konuşma şansım oldu. Bir defasında “Mastır” dedim “her seferinde birbirinden güzel şapkalar başlıklarla geliyorsunuz bunun kutsal bir sebebi var mı”? O kocaman kahverengi gözlerini gözlerime dikti ve “sana dürüst bir cevap vermemi istermisin diye” sordu. Ben utanarak “tabi efendim, tabi efendim” diye cevap verdim. “Ben kelim kafam üşüyor da” ondan dedi. Sonra“Sen nerelisin” diye sordu. “Türküm” diyince. (Very good I love Molla Nasrettin and I love Mevlana) “çok güzel Nasrettin Hoca’yı ve Mevlana’yı çok severim” dedi
1985 yılında Amerikalılar türlü düzenlerle Bhagwan’ı sınır dışı ettiler. Bende bulabildiğim, daha doğrusu gitmeye vakit bulduğum ayrı ayrı yerlerdeki okullara gittim. Frankfurt, Köln, Amsterdam bunlardan bazıları. Çeşitli meditasyon çalışmalarına katıldım. Bazılarını yönettim. O okullarda muhteşem insanlara rastladım, o kadar güzel anılar o kadar güzel tecrübeler yaşadık ki. O okullar belki de dünyada en huzur bulduğum yerlerdi.
19 ocak 1990 yılında Bhagwan öldüğünde Amsterdam’daki okuldaydım. Bhagwan’ın vasiyeti üzerine öğrenciler sabaha kadar içti eğlendiler. Ben de onlara katılmaya çalıştım ama içimden gelmedi. Onu özlediğimi, çok özlediğimi hissettim.
Bhagwan’ın ölümünden sonra biraz daha onun okullarına gittim ama kendisini gördüğüm dinlediğim dokunduğum u güzel insanın posterleri önünde meditasyon yapmaya dayanamadım. Zaten onun ölümünden sonra okullarda bir kazanç kapısı haline geldi. Bhagwan müzikleri, Bhagwan tişörtleri falan derken sıkıldım. Birde o çok sevdiğim isim Osho olunca bir türlü soğuduğumu hissettim.
Kitaplığım Bhagwan’ın kaleme aldığı İngilizce kitaplarla doludur. Ben o okullarda sabrın fedakarlığın, özverinin, affetmenin, tevazunun, zerafetin ne kadar güzel yalancılığın, ikiyüzlülüğün, çifte standartlığın, şiddetin, kabalığın ne kadar kötü olduğunu örnekleriyle öğrendim. Hayatımda KABA ne bir arkadaşım ne de bir sevgilim oldu. KABA insanların ne yanıma yaklaşmalarına izin verdim ne de bir daha ben onlara yaklaştım. Kadın erkek hiç fark etmedi. Her şeye sabır gösterdim affedici oldum bir tek KABALIK hariç.
“Bu dünyayı erkekler idare etmeye devam ettikçe çok daha kötü günler yaşayacaksınız. Bu günlerinizi çok arayacaksınız” derdi Bhagwan 30 yıl önce. İşte görüyorsunuz ne kadar haklı çıktı.
Gözlerinin güldüğüne hiç şahit olmadım. Öldüğünde daha 59 yaşındaydı.
TELGRAF
Bu yazım yaz-kış demeden Sivas’ın köy okullarını bazen yayan, bazen at sırtında, bazen bulabildiği herhangi bir vasıtayla teftiş etmiş, okulu olmayan birçok köye okul yapılmasına önayak olmuş, Sivas İlköğretim kurumlarına 35 yıl emek vermiş güzel insan Gezici Baş öğretmen Ahmet Karabenli, babam hakkında. Maalesef babacığım Yeşil Gözlü Güzel kadını hiç görmedi. Adım gibi biliyorum birbirlerini o kadar severlerdi ki.
TELGRAF
Eline tutuşturulan yarım sayfa büyüklüğünde iki tarafından yapıştırılmış kağıdı açtı babam. Okumaya başlamadan önce havaya kaldırdı ve bize gösterdi “Telgraf” dedi “bu bir telgraf”.
İşte o gün ilk defa bir telgrafın neye benzediğini gördüm. Sonra babam o beyaz kağıda gözlerini dikti ve okudu sessizce. Ayakta okuyordu birden sendeledi ve divanın üstüne zorlukla oturdu, daha doğrusu çöktü. Elinden o beyaz kağıt yere düştü, salondaki haki renkli makina halısının üzerine.
O merhamet dolu güzel kahverengi gözleri karşıya takıldı kaldı ve gözlerinden ip gibi yaşlar dökülmeye başladı. Konuşmuyor sessiz, sezsiz ağlıyordu. Ben de hemen ağlamaya başladım çünkü babamı ilk defa ağlarken görüyordum. Daha beş yaşında bile değildim. Sivas’ta yaşıyorduk.
Annem ölmüş dedi babam. Kardeşim Nabi’den geliyor, Marmaris’ten, annem ölmüş. Annem de ağlamaya başladı. Babaannemi hiç görmemiştim.
Ve ben telgrafları hep annelerin ölüm haberlerini veren iki ucu tutkallı beyaz kağıtlar olarak hatırladım. Şimdi 69 yaşındayım. Artık ne annem hayatta ne de babam. Ama, bu gün bile bana verilen beyaz iki tarafı yapıştırılmış kağıtları açamam. Ürperirim. Tüylerim diken diken olur. Korkarım, çok korkarım.
PANİK ATAK
Güzel bir gün yaşa benimle,
Ellerimi tut,
Gözlerimin içine bak,
Sarıl bana,
Koluma gir,
Dinle beni,
Kalbimin sesini duy.
O kadar ihtiyacım var,
O kadar özledim ki bu hissi.
Nereye gideceğimiz,
Önemli değil,
Ne konuştuğumuz da.
Sen nereye istersen,
Oraya gider,
Sen ne istersen,
Onu yaparız.
Ama bir karar ver artık güzelim.
Fazla zamanım yok ki benim.
Ellerimi tut,
Gözlerimin içine bak,
Sarıl bana,
Koluma gir,
Dinle beni,
Kalbimin sesini duy.
O kadar ihtiyacım var,
O kadar özledim ki bu hissi.
Nereye gideceğimiz,
Önemli değil,
Ne konuştuğumuz da.
Sen nereye istersen,
Oraya gider,
Sen ne istersen,
Onu yaparız.
Ama bir karar ver artık güzelim.
Fazla zamanım yok ki benim.
GABRİEL GARCİA MARQUEZ
Güzel adam, güzel gülüşlü, güzel yürekli adam, puronun ağzına, ellerine en yakıştığı adam, canımın içi Gabriel Garcia Marquez “Hiçbir zaman gülümsemekten vazgeçme, üzgün olduğunda bile. Kimin ne zaman aşık olacağını bilemezsin” demiş.
Evet, Yeşil gözlü Güzel kadın bir gülümsemesiyle beni öyle bir esir aldı, kalbimi kalbine öyle bir zincirledi ki. 34 yıllık kendini uslanmaz bir bekar, bir playboy, bir bok zanneden adamı kedi yavruna çevirip kendine öyle bir aşık etti ki, ayaklarım yerden kesildi, nutkum tutuldu, süründüm, feleğimi şaşırdım. Her şey onun inanılmaz gamzelerini ortaya çıkararak,o güzel yemyeşil gözlerini gözlerime dikerek bir gülümsemesiyle başladı. Yirmi yaşındaydı.
“O kadar güzel gülümsemelisin ki, insan seni ağlatmaya utanmalı” da demiş Gabriel Garcia Marquez. O kadar güzel gülümserdi ki kıyamazdım güzelimi üzmeye ağlatmaya. Allah biliyor 32 yıllık evliliğimizde onu güldürmek için elimden geleni yaptım. Hep gülerdik biz. Konuşurken, çalışırken, otururken, yolda yürürken, birbirimize bakarken, birbirimize sarılırken, öpüşürken bile gülerdik. Yemin ediyorum bütün evliliğimiz süresince Yasemin bir defa olsun ona "Yasemin" diye seslendiğimde bana gülümsemeden bakmadı. Ben onun kadar güzel gülen başka bir kadın görmedim ki, fark etmedim ki, aramadım ki.
Şimdi bu satırları yazarken merak ediyorum. Acaba sevgilim de Marquez’in kitaplarını okumuşmuydu. Yoksa her şeyi Marquez'le birlikte mi planlamışlardı.!!!
YELKEN
Denizde güzeldi, rüzgarda, yelkende, seninle yeşil gözlüm,
Hatta “bir teknede iki kaptan olmaz” diye başlayan
Ve hiç bitmeyen kavgalarımız bile güzeldi seninle.
Sonra küserdik birbirimize çocuklar gibi,
Ama çok sürmezdi ki dargınlığımız.
Sarılır barışı verirdik hemen öfkemiz geçerdi.
Sonra da geceleri yakamozlar dümen suyumuzda,
Gündüzleri uçan balıklar her yanımızda
Sarılırdık birbirimize, deliler gibi öpüşürdük,
Bazen kızgın güneşin, bazen yıldızların altında.
Hatta “bir teknede iki kaptan olmaz” diye başlayan
Ve hiç bitmeyen kavgalarımız bile güzeldi seninle.
Sonra küserdik birbirimize çocuklar gibi,
Ama çok sürmezdi ki dargınlığımız.
Sarılır barışı verirdik hemen öfkemiz geçerdi.
Sonra da geceleri yakamozlar dümen suyumuzda,
Gündüzleri uçan balıklar her yanımızda
Sarılırdık birbirimize, deliler gibi öpüşürdük,
Bazen kızgın güneşin, bazen yıldızların altında.
Ne güzeldik biz be güzelim, ne güzeldik birlikte,
Atardık demirimizi kalbine Ege Denizinin bismillah diye,
Cenneti yaşardık o turkuaz, mavi, lacivert suların içerisinde.
Ara sıra kaybeder seni panik olurdum
Sonra birden bulurdum kollarımın arasında.
Özledinmi? Aradınmı? Korktunmu diye sorardın
Gülümserdin, sarılırdın, gamzelerini öperdim,
Söz ver derdim bir daha kaybolmayacağına.
Sözverirdin ,nasıl sevinirdim dünyalar benim olurdu
Şükrederdim,sevgilim olduğuna, karım olduğuna.
Atardık demirimizi kalbine Ege Denizinin bismillah diye,
Cenneti yaşardık o turkuaz, mavi, lacivert suların içerisinde.
Ara sıra kaybeder seni panik olurdum
Sonra birden bulurdum kollarımın arasında.
Özledinmi? Aradınmı? Korktunmu diye sorardın
Gülümserdin, sarılırdın, gamzelerini öperdim,
Söz ver derdim bir daha kaybolmayacağına.
Sözverirdin ,nasıl sevinirdim dünyalar benim olurdu
Şükrederdim,sevgilim olduğuna, karım olduğuna.
SİZ OLMADAN OLMUYOR
Hayatım boyunca kadınları çok sevdim ve onlara hep değer verdim. Çok sevdiğim ve her şeyimi paylaştığım erkek arkadaşlarımın yanı sıra en az onlar kadar sevdiğim ve değer verdiğim kadın arkadaşlarım oldu. Onlar hayatımın rengi, ahengi oldular ve ben onlarla muhteşem günler yaşadım, muhteşem anılar biriktirdim, elimden tuttular, en önemlisi, kalbimi yumuşattılar, insan olmama yardım ettiler.
Kimiyle beraber yaşadım, kimiyle seyahatlere çıktım, kimiyle saatlerce konuştum dertleştim, kiminden azar işittim, kimiyle inanılmaz arkadaş oldum, kimiyle flört ettim, kimiyle nişanlandım ama en güzeliyle evlendim.
Her problemlerinde yanlarında olmaya, her haksızlığa uğradıklarında onlara destek olmaya çalıştım. Kadına şiddet hayatta en nefret ettiğim şeylerin başında geldi. Eşine şiddet uygulayan veya kaba davranan bir tek bile arkadaşım olmadı.
Evet, binlerce defa evet, çok evet, Allah onlarsız etmesin.
Kaybettiğinizde öyle bir arıyor, öyle bir özlüyor, öyle bir sürünüyorsunuz ki!..
Aşağıda kadınlar hakkında çok güzel ve doğru yazılmış bir yazıyı sizlerle paylaşıyorum. Bir de onlar için yazdığım bir şiirimi koydum.
VE TANRI KADINI YARATTI
...
Altıncı gün dolmak üzereydi Ve Tanrı hala kadını yaratıyordu. Bir melek çıkageldi. Tanrı’ya; Ötekini, erkeği çok daha çabuk yaratmıştın, buna niye bunca zaman ayırıyorsun? diye sordu.
Altıncı gün dolmak üzereydi Ve Tanrı hala kadını yaratıyordu. Bir melek çıkageldi. Tanrı’ya; Ötekini, erkeği çok daha çabuk yaratmıştın, buna niye bunca zaman ayırıyorsun? diye sordu.
Tanrı yanıt verdi: Çünkü buna çok değerli, çok farklı özellikler katıyorum da ondan dedi. Örneğin yüzlerce parçadan oluşturuyorum. Ama yine bir bütün olmasını sağlıyorum. Bu yarattığım birçok çocuğa aynı anda sarılabilmeli, Dünyanın her yerindeki çocukları kucaklayabilmeli. Düşen bir çocuğun kanayan dizini de,yaralı bir yüreği de iyileştirebilmeli.
“Düşünmeyi de biliyor mu? Diye sordu melek. Yalnızca düşünmeyi değil, hem sağ duyusunu kullanmayı, aklıyla ve yüreğiyle muhakeme etmeyi, hem de mücadele etmeyi, düşüncelerini savunmayı, sorun çözmeyi de biliyor. Bunların yanı sıra, uzlaşmayı da biliyor dedi Tanrı.
Melek, kadının yanağına dokundu. Eli ıslanınca “bu nedir” diye sordu. Tanrı yanıt verdi. Buna gözyaşı denir.” Neye yarar?” Kendini ifade etmeye yarar. Acıyı, kuşkuyu, aşkı, yalnızlığı, onuru, ama aynı zamanda sevinci ifade etmesine yarar…
Kadının kendini ifade biçimleri sonsuzdur. O, sevinci, mutluluğu ve aşkı yakalayıp sımsıkı sarılmayı bilir. Haykırmak istediği vakit susabilir. Sustuğunda çığlığını duyurabilir. Öfkelendiği vakit gülümseyebilir. Ağlamak isteyince şarkı söyleyebilir. Mutlu olunca ağlayabilir. Korktuğu vakit gülebilir. O inandığı doğrular için sonuna dek mücadele eder. Haksızlığa karşı savaşır. Çözüm yolunu biliyorsa,‘Hayır’ yanıtını asla kabullenmez.-
Arkadaşı doktora yalnız gitmesin diye ona refakat edendir. Korkan birini gördüğünde,‘Tut elimi korkma’ deyip elini uzatandır. Her düğün, her doğum haberine mutlu olandır. Tanıdığı ya da tanımadığı amma kendine yakın bildiği her ölüm haberine kalbi kırılandır. Ama yine de yaşamı sürdürme gücünü kendinde bulandır. Çocukları daha çok yesin diye ‘ben zaten toktum’ diyendir. Bir öpüş, bir sarılış, bir kucak açışla kırık,ya da yaralı bir yüreğin onarılacağını bilendir…
Peki demiş melek, “bunun hiç mi eksiği ya da yanlışı yok?” Hiç olmaz olur mu? Diye cevaplamış tanrı. Var bir hatası:"NE KADAR DEĞERLİ OLDUĞUNU HEP UNUTUR…
KADIN OLMAK
Bir kadın olmak isterdim
Bir süreliğine.
Bir kadının gözleriyle
Dünyayı görmek,
Çocuk doğurmak,
O acıları çekmek,
Vefasızlığa, nankörlüğe,
Şiddete katlanmak,
Sapına kadar sabretmek
Nasıl bir duygudur
Yaşamak isterdim.
Bir süreliğine.
Bir kadının gözleriyle
Dünyayı görmek,
Çocuk doğurmak,
O acıları çekmek,
Vefasızlığa, nankörlüğe,
Şiddete katlanmak,
Sapına kadar sabretmek
Nasıl bir duygudur
Yaşamak isterdim.
Konuşmamaya,
Fark edilmemeye,
Adam yerine konulmamaya,
Çifte standartlara, taciz edilmeye,
Haksızlığa, rezilliğe, şiddete
Nasıl tahammül edebiliyorlar
Bilmek isterdim.
Varlığımın diğer yarısıyla
Kaynaşmak, tek vücut olmak,
Sarılmak, erimek isterdim.
Fark edilmemeye,
Adam yerine konulmamaya,
Çifte standartlara, taciz edilmeye,
Haksızlığa, rezilliğe, şiddete
Nasıl tahammül edebiliyorlar
Bilmek isterdim.
Varlığımın diğer yarısıyla
Kaynaşmak, tek vücut olmak,
Sarılmak, erimek isterdim.
YİNE CAN YÜCEL
Dostlarım,
Eminim sizinle paylaştığım yazılarımdan, Can Yücel’i ne kadar sevdiğimi, ona ne kadar değer verdiğimi biliyorsunuz. Ama bazen anlaşamıyoruz üstadımla. (Eminim bana şimdi oralardan, bir yerlerden ağız dolusu küfrediyordur). Mesela onun meşhur “Bağlanmayacaksın” şiirinin bir bölümünde o başka düşünüyor ben başka.
İşte ikisi de aşağıda. Can Baba’nın yazdığı da benim haddimi aşarak yazdığımda;
BAĞLANMAYACAKSIN
Bağlanmayacaksın bir şeye öyle körü körüne
“O olmazsa yaşayamam” demeyeceksin
Demeyeceksin işte,
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela,
O az severse kırılırsın
Ve zaten genellikle o daha az sever seni
Senin onu sevdiğinden.
“O olmazsa yaşayamam” demeyeceksin
Demeyeceksin işte,
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela,
O az severse kırılırsın
Ve zaten genellikle o daha az sever seni
Senin onu sevdiğinden.
Can Yücel
BAĞLANACAKSIN( Bu da benden)
Bağlanacaksın bir şeye körü körüne
“O olmazsa yaşayamam” diyeceksin
Diyeceksin işte.
Yaşayamazsın çünkü
Öyle beylik laflar etmeye gerek var canım üstadım be
Çok seveceksin mesela
O az severse kırılmayacaksın,
Ve genellikle o daha az sevmez seni
Senin onu sevdiğinden
Eğer ona verirsen cennetini.
“O olmazsa yaşayamam” diyeceksin
Diyeceksin işte.
Yaşayamazsın çünkü
Öyle beylik laflar etmeye gerek var canım üstadım be
Çok seveceksin mesela
O az severse kırılmayacaksın,
Ve genellikle o daha az sevmez seni
Senin onu sevdiğinden
Eğer ona verirsen cennetini.
Canım ustam, sen değilmiydin “sevdiğinin melek olmasını istiyorsan ona cennetini vermen lazım” diyen.
Cennetini verdiğin sevgiline nasıl bağlanmazsın Can Babam benim? Sevginin azı çoğu olur mu?
Bu arada küfürlerini de duymadığımı sanma.
Nur içinde yat sen, dünyayı güzelleştiren adam, nur içinde yat.
Ara sıra sana takılıyorum işte. Onu da seni çok sevdiğime ve özlediğime say.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)




















