9 Aralık 2015 Çarşamba

OSHO’NUN GÖZLERİ GÜLMEZDİ



Bu yazımda sizlerle senelerce felesefesini çalıştığım , meditasyon merkezlerinde kaldığım, elini eteğini defalarca öptüğüm, neredeyse dizinin dibinde oturup hayranlıkla konuşmalarını dinlediğim ve kendisiyle konuşup sohbet etme bahtiyarlığına eriştiğim Osho ve merkezleri hakkındaki anılarımı paylaşacağım.

Müsadenizle önce şu Oşho ismini Bhagwan Shree Rajneesh ismiyle değiştireceğim. Çünkü ben bu muhterem insanı takip ederken, onun merkezlerinde kalırken ismi Bhagwan Shree Rajneesh ti ve ben onu bu muhteşem isimle tanıdım, bu isimle sevdim. Osho ismine bir türlü alışamadım. Yazımın ilerleyen kısımlarında ondan Bhagwan olarak bahsedeceğim sizler Osho olarak kabullenin.

Bhagwan’ın Yaşadığı ve çölden mucizevi bir şekilde yarattığı Oregon- Rajneesh Puram çiftliğine 1980-1985 yılları arasında defalarca gittim. Onun konuşmalarını dinledim, meditasyon çalışmalarına katıldım. Zamanım izin verdiği sürelerde bu mucize çiftlikte kaldım,

Bhagvan’ı takip eden, onun ve felsefesine inanmış erkeklere Sannyasin kızlara da Sannyasina denirdi. Manası Hinduzm de yaşamın dördüncü aşamasına ulaşmak için dünyadan ve dünyevi zevklerden elini çekmiş insan demekti.

Ben bir sannyasindim. Bu arada Bhagvan’ın en önde gelen isteği (die before you die) yani ölmeden önce öldü. Bhagvan okula gelen insanların eski hayatlarını tamamen dışarıda bırakıp yeni pırıl pırıl bir hayata başlamasını ister ve bunun için sannyasinlerinin yani bizlerin bütün enerjilerini kullanmasını isterdi. Yani bu bir yeniden doğuştu. Bu ölümü ve yeniden doğuşu simgelemek için her öğrencisine yeni bir isim verirdi. Bana Sümeru adını verdi. Yani benim sannyasin ismim Sümeru'ydu.

Okulda sannyasin sarılması diye bir sarılma şeklimiz vardı. Kim kimi isterse sarılırdı. Sadece göz göze bakmak yeterliydi. Ve bu o kadar güzel ve o kadar uzun bir sarılıştı ki inanamazsınız. Birbirimizin kalp atışlarını dinler, hissederdik. Kim olursa, iki kız, iki erkek, bir kız bir erkek hiç fark etmezdi. Düşünebiliyormusunuz yüzlerce insanın yarın dünya sona erecek gibi birbirine sarılmasını. İnanılmaz bir huzur, inanılmaz bir enerji hissederdik.

Bhagwan sabah çok erkenden konuşurdu. Onu yakından görebilmek için konuşmasından saatlerce önce salona gidip bulabildiğim ona en yakın yeri kapardım ve o konuşurken bir tek kelimesini kaçırmaz, yüzündeki ifadeyi bütün dikkatimle incelerdim. O tatlı Hintli aksanı ve şefkatli yaramaz tok ses tonuyla o kadar güzel konuşur, konuşurken ellerini o kadar güzel kullanırdı ki.

Bhagwan konuşmasına her zaman çok komik bir fıkrayla başlardı ve çoğu zaman da bu fıkralar belden aşağı fıkralar olurdu. Fıkrayı bitirince salondaki bine yakın öğrenci gülmekten kırılırken Bhagwan’ın gözleri hiç gülmez dikkatle neredeyse salondaki her insanı tek tek incelerdi. O kadar derin, kahverengi, o kadar güzel gözleri vardı ki.

Hep kafasında ya çok güzel bir sarık veya ona gözlerine ve sakallarına çok yakışan her seferinde ayrı renk şapkalar, başlıklar takardı. Biz öğrenciler bu şapkaların, sarıkların başlıkların çok özel bir manası kutsal bir değeri olduğunu düşünürdük.

Bazen Bhagwan en fazla 50 kişilik guruplarla özel toplantılar yapardı. Bu toplantıların bazılarına katılıp o mübarek adamın elini eteğini öpüp onunla konuşma şansım oldu. Bir defasında “Mastır” dedim “her seferinde birbirinden güzel şapkalar başlıklarla geliyorsunuz bunun kutsal bir sebebi var mı”? O kocaman kahverengi gözlerini gözlerime dikti ve “sana dürüst bir cevap vermemi istermisin diye” sordu. Ben utanarak “tabi efendim, tabi efendim” diye cevap verdim. “Ben kelim kafam üşüyor da” ondan dedi. Sonra“Sen nerelisin” diye sordu. “Türküm” diyince. (Very good I love Molla Nasrettin and I love Mevlana) “çok güzel Nasrettin Hoca’yı ve Mevlana’yı çok severim” dedi

1985 yılında Amerikalılar türlü düzenlerle Bhagwan’ı sınır dışı ettiler. Bende bulabildiğim, daha doğrusu gitmeye vakit bulduğum ayrı ayrı yerlerdeki okullara gittim. Frankfurt, Köln, Amsterdam bunlardan bazıları. Çeşitli meditasyon çalışmalarına katıldım. Bazılarını yönettim. O okullarda muhteşem insanlara rastladım, o kadar güzel anılar o kadar güzel tecrübeler yaşadık ki. O okullar belki de dünyada en huzur bulduğum yerlerdi.

19 ocak 1990 yılında Bhagwan öldüğünde Amsterdam’daki okuldaydım. Bhagwan’ın vasiyeti üzerine öğrenciler sabaha kadar içti eğlendiler. Ben de onlara katılmaya çalıştım ama içimden gelmedi. Onu özlediğimi, çok özlediğimi hissettim.

Bhagwan’ın ölümünden sonra biraz daha onun okullarına gittim ama kendisini gördüğüm dinlediğim dokunduğum u güzel insanın posterleri önünde meditasyon yapmaya dayanamadım. Zaten onun ölümünden sonra okullarda bir kazanç kapısı haline geldi. Bhagwan müzikleri, Bhagwan tişörtleri falan derken sıkıldım. Birde o çok sevdiğim isim Osho olunca bir türlü soğuduğumu hissettim.

Kitaplığım Bhagwan’ın kaleme aldığı İngilizce kitaplarla doludur. Ben o okullarda sabrın fedakarlığın, özverinin, affetmenin, tevazunun, zerafetin ne kadar güzel yalancılığın, ikiyüzlülüğün, çifte standartlığın, şiddetin, kabalığın ne kadar kötü olduğunu örnekleriyle öğrendim. Hayatımda KABA ne bir arkadaşım ne de bir sevgilim oldu. KABA insanların ne yanıma yaklaşmalarına izin verdim ne de bir daha ben onlara yaklaştım. Kadın erkek hiç fark etmedi. Her şeye sabır gösterdim affedici oldum bir tek KABALIK hariç.

“Bu dünyayı erkekler idare etmeye devam ettikçe çok daha kötü günler yaşayacaksınız. Bu günlerinizi çok arayacaksınız” derdi Bhagwan 30 yıl önce. İşte görüyorsunuz ne kadar haklı çıktı.

Gözlerinin güldüğüne hiç şahit olmadım. Öldüğünde daha 59 yaşındaydı. 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder