30 Temmuz 2015 Perşembe

KISKANDIM



Birkaç gün önce dünyanın başına bela olan, turizmin, sonunu getiren, insanları acaip tembelleştiren, obezleştiren, adeta yerlerinden kalkamayacak hale getiren, “Her şey dahil” konseptine hizmet veren dev bir otele gitmek zorunda kaldım.

Bahsettiğim otelin genel müdürünü çok sevdiğim için nazik davetini kıramadım. Bana telefon açtı, o davudi sesiyle” Çok özledim abi seni yav”dedi. “Bak sezon açıldı artık tenis falan da oynayamıyoruz. Gel iki kadeh atalım, dertleşelim, konuşalım” diye devam etti.

Otelin lobisinde buluştuk, kucaklaştık. “Hadi Abi yukarı çıkıp denize karşı oturalım” dedi. Dilediği gibi yukarı çıktık ve söylediği gibi denize bakan bir masaya oturduk.

“Ne içelim abi” diye sordu. “Sen ne istersen, benim için fark etmez canım” dedim. “Rakı içelim o zaman” dedi. “Tamam sen bilirsin” dedim

Tabi, kocaman genel müdür, bir anda masamız bize hizmet vermek için çırpınan garsonlar tarafından donatıldı. İçmeye, yemeye başladık.

Senelerce yurt dışında aynı mesleği icra ettiğimden epey bir otelden, müşterilerden, problemlerden falan konuştuk. Yasemin’i ve beni yakından tanıdığından, aramızda ki sevgiyi, onun ölümünün beni ne kadar sarstığını bildiğinden konuyu hiç oraya getirmemek için elinden geleni yapıyordu M. Bey

Birazdan canlı müzik başladı. Orkestra üyeleri genellikle yaşlı müzisyenlerden oluşan gurup tangolar, valsler falan çalmaya başladılar. Açık büfede tıkınmadan başka sey düşünmeyen daha doğrusu düşünemeyen müşteriler değil dans edecek, ayağa kalkacak durumda olmadıklarından, müzisyenler kendileri çalıp kendileri dinliyorlardı.

Bu epey bir zaman devam etti, Sonra güzel bir vals çalmaya başladılar. Birden piste iri yarı, yakışıklı 50 yaşlarında kırmızı tişörtlü bir adam ve tekerlekli sandalyede oturan, saçlarını topuz yapmış sarışın, adamla hemen hemen aynı yaşlarda, devamlı gülümseyen bir kadın çıktı ve dans etmeye başladılar.

Adam büyük bir ustalıkla tekerlekli sandalyeyi, müziğe müthiş uydurarak döndürüyor, ikisi de son derece mutlu gülerek,kahkahalar atarak vals yapıyorlardı. O kadar güzel dans ediyor, o kadar eğleniyorlardı ki. Hiç kimse umurlarında değildi. Gözleri birbirlerinden başkasını görmüyordu ki.

Onları hayranlıkla seyrederken istemesem de düşüncelerim beni her zaman ki gibi 9 Eylül Üniversite Hastanesine götürdü.

Yeşil gözlü güzel kadını ilk defa tekerlekli sandalyeye oturtunca çok zoruma gitmişti. O kendini büyük bir gururla taşıyan, uzun boylu yapılı, mankenlere taş çıkaracak kadar güzel yürüyen asil kadınımı, ruhsuz bir tekerlekli sandalyeye oturtup itmek, çok ama çok zoruma gitmişti. Onun hesabına çok üzülmüştüm.

Sonra günler geçti. Bu defa Allahım ne olur sevgilim şu hasta yatağından kalksın, serumlarından, oksijen maskesinden kurtulsun, onu tekerlekli sandalyeye oturtup, biraz şu hastane odasından çıkarıp, dışarıda bahçede dolaştırıp, temiz hava almasını nasip et diye dua etmeye başladım. Yani o başlangıçta kınadığım tekerlekli sandalye bir kurtarıcı olarak gözükmeye başladı gözlerime.

Ben hayatım boyunca o sandalyeyi itmeye razıydım. O güzel kadını o sandalyeye taşımaya, o sandalyeden yatağına veya istediği her yere taşımaya razıydım. Ölene kadar, kollarım, belim tutmayıncaya kadar ona sahip çıkmaya razıydım.

Ona o sandalyede otururken son aylarda yaptığım gibi, kitaplar okumaya, hikayeler, fıkralar anlatmaya, şarkılar türküler söylemeye razıydım.

O vals yapan güzel yürekli çifti lokanta ki insanlar oturdukları yerden hüzünle veya hüzünlü bir gülümsemeyle seyrettiler.

Ben kıskandım. Allah bilir kıskandım mutluluklarını. O adamın yerinde olmayı, o sandalyede sevgilimi oturtup onunla dans etmeyi, ne kadar isterdim tahmin dahi edemezsiniz. Bütün yorgunluğumu onun ağzından çıkan bir” Güven” kelimesi alıp götürüverirdi.

“Neden yüzün, gözlerin değişti birden abi” diye sordu M. Bey. “Boşver canım dedim. “Sadece aklıma bir şeyler geldi. Birden bazı şeyleri hatırladım da” diye cevap verdim.

“Söyle abi” dedi buraya dertleşmeye geldik. “Boşver canım be dedim, o kadar da önemli değil”.

Sonunda o kadar ısrar etti ki sizlere burada yazdığımı ona anlatmak zorunda kaldım.

Hiçbir şey söylemeden beni dinledi. Ben bitirince yerinden kalktı. Yanıma geldi “Canım abim” dedi Boynuma sarıldı.

Çok ağladı çok, beni de ağlattı.

Anlattığıma pişman etti beni yani!!!


BİZ CENNETTE YAŞAMAYI TERCİH ETTİK

İşte burası Roma, bu da yeşil gözlü güzel kadın. Hep sevdiğim ve ölene kadar seveceğim insan. Son seyahatimiz bu bizim.Sonra o tek başına seyahate çıktı. Nereye gittiğini bilmiyorum, onu nerede arayacağımı da.Her yere beraber giderdik biz.

BİZ CENNETTE YAŞAMAYI TERCİH ETTİK

İnanın defalarca karar veriyorum artık bizim hakkımızda yazmamaya. Ama dönüp dolaşıp yine yazmaya başlıyorum. Çünkü Yasemin hakkında yazmaya doyamıyorum, duramıyorum ki.

Deliler gibi, birlikte yaşadığımız 32 güzel yılı düşünüyor neredeyse her günü hatırlamaya, didik didik etmeye çalışıyorum. Bir hatasını arıyorum güzel gözlümün. Beni üzdüğü, kırdığı bir anı bulmaya çalışıyorum. “İyiydi hastı ama şu tarafı da çekilmezdi” diyebileceğim bir şeyler arıyorum, biraz rahatlamak, biraz olsun acım hasretim azalsın diye.

Ama yok ki.

Bir insan bu kadar mı güzel, bu kadar mı yaratıcı, bu kadar mı ölçülü, bu kadar mı fedakar, bu kadar mı eşine sadık, bu kadar mı dürüst, bu kadar mı asil, bu kadar mı tevazü sahibi olur, olabilirmiş.

Neden hala yazıyorum? Çünkü her geçen gün Yasemin’in ne kadar farklı ne kadar bulunmaz biri olduğunu daha iyi anlıyorum da o yüzden.

Hayatımda ilk defa bu kadar uzak kaldım sevgilimden.

Kendimi adeta sudan çıkmış bir balık gibi hissediyorum. Hani balık sudan çıkarılıncaya kadar içinde bulunduğu suyun kendi hayatı için ne kadar önemli olduğunu anlamaz da sudan çıkarılınca çırpınmaya başlar ya, işte bende kendimi işte öyle hissediyorum.

Aynen öyle işte.

Son 9 aydır etrafımda ki insanları biraz olsun inceleme fırsatı buldum. Bir takım insanlarla tanıştım, arkadaşlık kurmaya, yeni hayatıma alışmaya çalıştım falan.

Kimseye karşı duygusal olarak ne ilgi ne de yakınlık duyabildim. Arada o kadar fark var ki.

Yasemin öyle bulunmaz, öyle erişilmez bir insandı ki. ( Zaten güzel bir Rus kızcağızla tenis oynadım, fotoğraflar çektirdim diye beni bir çarmıha germediğiniz kaldı, “sizi gidi gericiler sizi” Rahmetli Erbakan’ın dediği gibi)

Geçenler de bankaların birisinde bir işim vardı. Daha önce de yazdığım gibi Marmaris’te herkesin tanıdığı sevdiği insanlarız. Benim işlemimi yapan kız gözleri dolu dolu bana”Güven Bey Yasemin Hanım bankamıza daha kapıdan girdiğinde bankaya güneş doğmuş gibi olurdu. Onu biz çok özlüyoruz Allah size sabır versin” dedi.

Biliyormusunuz, birkaç gün önce mağazamıza elindeki bavulu çekerek gencecik bir kız geldi. Hava alanından geliyormuş, İstanbuldan. “Eşinizin ölüm haberini otobüste aldım, sizi görmeye geldim dedi ve ağlamaya başladı”

Elimden geldiği kadar onu teselli etmeye çalıştım. 2 sene önce mağazamıza gelmiş ve Yaseminle tanışmış sadece 20 dakika oturup konuşmuşlar hepsi bu.

İşte Yasemin kısacık bir sürede bile, insanları güzelliği ile, güler yüzüyle, hanımefendiliği ile, kişiliği ile bu kadar etkileyen birisiydi. O kızcağız 20 dakikada bu kadar etkilenmiş. Birde beni düşünün 32 yıl.

İzmir, 9 Eylül Hastanesi onkoloji bölümünde Yasemin’in tedavisi ile bire bir ilgilenen uzman doktor E. Hanım bana mesaj yollamış “Acınızı paylaşıyorum,yazılarınızı okuyorum. Yasemin Hanımı ben unutamıyorum. Allah sizin yardımcınız olsun” diye

En yakın arkadaşlarım artık yazmama mı, hatta profesyonel tedavi görmemi öneriyorlar. Yani kendime bir psikolog bulmamı tavsiye ediyorlar.

Evet, kabul ediyorum bazen çok duygulu, üzüleceğiniz yazılar yazıyorum, çünkü bazı günler kalbim o kadar Yasemin’le doluyor ki artık kaldıramıyor, bir pencere açmak veya aralamak zorunda kalıyorum. Elimde değil dayanamıyorum. Duygularım taşıyor, kontrol edemiyorum.

Ama ben yazılarımın tümünü sadece acımdan, hasretimden yazmıyorum ki.

Okurlarıma inanılmaz bir eşim olduğunu, onlara güzel, sevgi dolu, huzurlu bir beraberliğin vereceği mutluluğu başka hiçbir yerde bulamayacaklarını, dünyada ki belki de en önemli şeyin kendileri için çarpan bir kalbin olduğunu anlatmaya çalışıyorum.

Sizler bana gönderilen mesajlardaki, mutsuzluğu, yalnızlığı, kaybolmuşluğu, umutsuzluğu bilemezsiniz. Ben bu yazılarımla biraz olsun yol göstermeye ışık tutmaya çalışıyorum.

İnsan birisini bir saat görmezse özler mi. Bir saat sonra tekrar birbirlerini gördüklerinde sanki günlerdir haftalardır ayrılarmış gibi birbirine sarılır mı?

Her sabah uyandığında birbirinin gözlerinin içine bakınca, 32 yıl sonra da olsa, hala ilk tanıştıkları gün gibi heyecan duyar mı.

Duyar işte, duyar işte, duyuyor işte. Yazıyor, yazıyor işte bunları anlatmaya çalışıyorum. İnsana, bir güzel insan, biraz fedakarlık, karşılıklı güven ve hoşgörü yetiyor kendi cennetini yaratmaya.

O elinizdeki veya kafanızdaki yazan listede tasarladığınız ideal sevgiliyi kim kaybetmişte siz bulacağınızı zannediyorsunuz. İnsanlar o ideal sevgiliyi, ideal birlikteliği birlikte yaratırlar. Çok çalışmaları gerekir çok. Fırsat bulduğunuzda “Hala vakit varken” yazımı okuyun da görün mutlu bir birliktelik için neler yapmak, ne kadar çalışmak gerektiğini.

Bizim yeşil gözlü güzel kadınla aramızda inanılmaz bir sevgi ve saygı vardı. İşte bu sevgi ve saygı hayatımızda inanılmaz bir enerji yaratıyordu. Biz bu enerji ile Marmaris’te harikalar yarattık. Her projemiz, her yaptığımız mekan uluslar arası başarı kazandı, insanlar hayran kaldılar. Neden? Çünkü; biz işte o birbirimize duyduğumuz sevginin yarattığı o inanılmaz enerjiyi aramızda oluşturacağımız saçma sapan problemler için harcamak yerine, dünyayı ve dünyamızı güzelleştiremeye harcadık.

Sadece Marmaris’te yaşayan insanları değil, dünyanın birçok yerinden Marmaris’i ziyaret eden insanları mutlu ettik ve o mutluluk bize büyüyerek dolu dolu geri döndü.

İnanın bana insanın cennetini de cehennemini de yaratması kendi ellerinde, kendi tercihi.

Biz cennette yaşamayı tercih etmiştik.


İSYAN



Eşimi kaybettikten sonra herkes kendine göre bana bir şeyler anlattı, bir şeyler söyledi son 9 ayda.

Bunlardan birisi “Allah sevdiklerini erkenden alırmış yanına” hadi bu neyse.Bağrımıza taş basıp kabul edelim.

İkincisi; Eğer Allah’ın bir kulu başka bir kulunu Allah’tan fazla severse, Allah sevdiğini o kulun elinden alır, o kulunu yalnız yaşamaya mahkum edermiş.

Bu hiç kabul edemeyeceğim bir cezalandırma şekli. Allah kendi yarattığı kulunu nasıl kıskanır ki.

Sonuncusu; Allah’ın kullarını denemesi, imtihan etmesi.

İşte buna ne dayanabiliyor, ne de bunu kabullenebiliyorum.

Allahın insanları imtihan etmesi, denemesi, bu kadar mı gaddar bu kadar mı acımasız olur.

O henüz 52 yaşında, sevdiği, hoşlandığı müziği duyduğunda, yüzünde ki o güzel gamzelerini ortaya iyice ortaya çıkararak, melekleri kıskandıracak gülüşüyle, kendinden geçip inanılmaz zevk alarak oynayan, dans eden, dünya güzeli kadının, ayaklarının üstünde duramaması, kolunu bıraktığımda sendelemesi, düşmesi mi, kendi başına iki adım bile atamaması, nefes nefese kalması mı Allah'ın imtihanı, Allah'ın adaleti?

O güzelim harika tablolar yaratan, incecik parmakların artık ismini bile yazamayacak kadar körelmesi, hareket kabiliyetini yitirmesi midir Allah’ın imtihanı, adaleti?

Nedir bu böyle, önce verip, sonra geri almak? Bir çeşit oyun mu bu?

Allah kendi yarattığına nasıl bunu layık görür, nasıl kıyar, nasıl bu kadar eziyet eder, acı çektirir ki?

Siz evlatlarınıza bunu yapar mısınız? Yapabilirmisiniz?

Bir yerlerde bir şeyler çok yanlış ve çok acı verici.

Artık hiç anlamıyorum, anlamaya da çalışmıyorum.

Bıraktım yani.

Sabretmekten, sabretmeye çalışmaktan, kabullenmeye uğraşmaktan yoruldum artık.

Ne olacaksa olsun.

İnceldiği yerden kopsun.

Kopsun be!!!

Kopsun.


SENİ SEVİYORUM



Akşamları restoranımızı ve mağazamızı kapattıktan sonra, o her köşesini dantel gibi işlediğimiz, inanılmaz emek vererek, alın terimizle inşa ettiğimiz muhteşem evimizin terasında, yorgun ayaklarımızı uzatır, yorgunluğumuzun tadını çıkarırdık yeşil gözlümle.

Elele, kucak kucağa, cırcır böceklerini dinler, etrafımızı çepeçevre saran çam ağaçlarının, bahçemizden yayılan yasemin ağaçlarının kokusunu içimize çeker, yıldızları seyrederdik. Sıcak ama çok güzel yaz gecelerinde.

Sevgilim birden yemyeşil gözlerini gözlerime diker “Seni öyle seviyorum ki Güven” derdi.

“Nereden icabetti, şimdi sevgin mi kabardı” diye sorar, şakacıktan, gülerdim. “Bilmem, içimden geldi, her şey o kadar güzel ki korkuyorum” derdi.

Sesinde gökyüzünü yıldızları, denizleri, yelkenlileri, arı kuşlarını, hissederdim. Vücudumun en erişilmez yerlerine kadar oksijenin yayıldığını, gözlerimin ışıl ışıl yandığını hayata bağlandığımı, hayata sarıldığımı, yapıştığımı hissederdim. O bana “Seni o kadar seviyorum ki Güven” dediğinde. Bana yeni bir dünya veriyor, usulca yeni bir dünya koyuyor kucağıma gibi hissederdim.

Sonra “Bende seni çok seviyorum” der o dünyayı, o gökyüzünü, yıldızları arı kuşlarını her şeyi ona uzatırdım. Sonra dünyamızın bir ucundan ben, bir ucundan o tutar. Sırtımızı dağlara verir havuzun üstünde ve etrafında uçuşan sevimli yarasaları seyreder, gece kuşlarını dinlerdik.

O sıcak ama güzel yaz gecelerinde, o sihirli terasımızda, yorgun ama mutlu gövdelerimizin üstüne yıldızlar yağar sırılsıklam olurduk. Gözlerimiz gökyüzü dolar, ışıl ışıl bakardık birbirimize, öpüşürdük.



ACI MI HİÇBİRŞEY Mİ???



Yasemin’imi kaybettiğimde sanki artık bu dünyada değildim, sadece ağlıyordum. Çünkü sadece göz yaşlarım kalmıştı. Bütün sinirlerim eklemlerim uyuşmuştu. Kolumu kesseler kanım akmaz diye düşünüyordum. Kanımın damarlarımın iyice içine çekildiğini, damarlarımda donduğuna emindim sanki beni bir zehirli engerek ısırmış gibi.

Hastanelerde son bir buçuk sene veya 18 ay öyle yıpranmıştım ki, hala yaşadığıma bile inana sım gelmiyordu. Tükenmiştim yani. Sanki insanlıkla alakam kalmamıştı. Bir de sonunda sevgilimi yitirince kendimi tamamen dibe çökmüş gibi hissetmiş, ama bütün bunlara rağmen profesyonel bir tedaviyi, yatıştırıcıları, anti depresyon ilaçlarını reddetmiş, bir tane bile almamış, yutmamıştım. Ne kadar ısrar ederlerse etsinler, ne kadar baskı koyarlarsa koysunlar istememiştim, elim varmamıştı, gitmemişti.

“Ben” dedim “32 yıl sevgi ile yaşadım. Yeşil gözlü güzel kadın bana 32 yıl o ilahi sevgiyi sundu, bana bir cennet yarattı. Ben bu acıyı çekerim, çünkü o bunu hak etti. Onun acısı da sevgisi kadar kutsal, sevgisi kadar güzel. Ben o sizin çok önerdiğiniz, uyuşturucularla, kimyasallarla vücudumu doldurup bu evreyi yarı uyuyor yarı uyanık geçiremem. O bunu hak etmiyor. Ben bu acıyı çekerim, en küçük zerresini bile hissetmek istiyorum. Beni lütfen hiç zorlamayın, ama size zor geliyorsa buyurun, sizler ne isterseniz kullanabilirsiniz ama beni benim acımla yalnız bırakın” dedim.

Çok zor dakikalarım, saatlerim, günlerim aylarım oldu ama geri adım atmadım. Hala da kendime gelmiş değilim ama ne olursa olsun sonuna kadar bu acı ile yaşamaya kararlıyım.

Yeşil gözlü güzel kadın bu direnmeme saygı duydu, kulağıma fısıldayarak, ellerimi okşayarak, hatta neredeyse bazen çok yorulduğumda o güzelim parmaklarıyla bilgisayarımın harflerine basarak bana “Yasemin, bak yeşil yeşil” diye bir kitap ve sizlere hitaben yüze yakın yazı yazdırdı.

Eğer, tavsiye edildiği gibi ben o yatıştırıcıları, anti depresyon haplarını, o kimyasalları vücuduma doldursaydım, o ilaçlar kalbimin etrafına yalancı bir duvar örer, belki de yeşil gözlü kadın benim bu utanılacak davranışımı affetmez, beni tamamen terk eder, ne o kitap ne de o yazılar yazılırdı.

Ben iyiyim dostlarım. Bazı günler çok üzülüyor çok yoruluyorum ama iyiyim. Acılarımı da zevk edinmedim, merak etmeyin, endişelenmeyin. Bu böyle ne kadar devam eder, işte o yeşil gözlü güzel kadına bağlı. Ona o kadar inanıyor ve onu o kadar seviyorum ki, onun bana “Tamam sevgilim hadi toparlan, yeni bir hayata başlama zamanın geldi” diyeceğini günün geleceğini biliyorum ve bekliyorum.

Cünkü o beni, bana kıyamayacak kadar severdi, çok severdi



NEREDE BAŞLADIĞI NEREDE BİTTİĞİNİ ANLAYAMADIĞIM BİR YAZI



Netsel marinada ki mağazamda oturuyorum. Allahıma şükürler olsun burası hala Yasemin’in tabloları, Yasemin’in kokusu, Yasemin’in ruhuyla dolu 

“Yaş 69 ha” diye düşünüyorum. İçimdeki huzursuzluk ne azalıyor ne tükeniyor. Birden bu kadar yaşlandığıma inanamıyorum. İnsan yalnız kalınca herhalde birden yaşını başını hissetmeye başlıyor. Halbuki ben yaşlılığımla, yaşlanmamla dalga geçen bir insandım. Hatta “Moruk ve Ötesi” ismini verdiğim basılmış bir kitabım bile var.

Kendimi o kadar korumasız ve yalnız hissediyorum ki neredeyse yürümeyi yeni öğrenen bir çocuk gibiyim, o kadar yıl sonra. Ayaklarımda ki güç kayboluveriyor ve devamlı yalpalıyorum, dedim ya yürümeyi yeni öğrenen bir çocuk gibi. Veya yükünü almış bir sarhoş, hangisi hoşunuza giderse.

32 yıl sevdiğimle öyle yoğun bir aşk yaşamışım ki gözlerim başka bir şey görmemiş. Başka bir şey görmeye zaten ihtiyaç duymamışım. Dünyanın ne kadar değiştiğini hiç fark etmemişim. Yalpalayıp durmam bu yüzden. O küçücük çocuk nasıl korka korka yürümeye çalışıyorsa bende neredeyse hiç tanımadığım veya çok az tanıdığım bu yeni düzene korka korka alışmaya çalışıyorum.

Buradan çıktıktan sonra ne yapacağımı bilmiyorum, nereye gideceğimi de.

İnsanın yalnız kalması, yalnız bir hayata alışmaya çalışması ne kadar da zormuş. Paylaşmadan yaşamaya çalışmak tuzsuz ekmek yemeye benziyor. O kadar alışmışım ki “bak şuna, ya şuna bakar mısın sevgilim” demeye.

Son zamanlarda en fazla kendi kendimle konuştuğumu fark ettim. Bazen anlaşıyorum, bazen tahammül edemiyorum aramızda ki konuşmalara. Sonunda hiç değilse bir kavga çıkmadan iki tarafı da susturmayı öğrendim. Bazen üçlü dörtlü tartışmalarda olabiliyor.

En sevdiklerim, veya en sevdiğimi zannettiklerime dahi tahammülüm yok. O kadar çabuk sıkılıyorum ki herkesten, her şeyden.

Demek ki yalnızlık böyle bir şey. İnsan kendi demir parmaklıklarını kendisi monte ediyor.. kendi hücresini yine kendisi hazırlıyor. Belki de acayip bir kaçış bu. Belki de insanın kendinden kaçması veya kendine kaçması..

Duygularım o kadar yoğun ki neyin neden olduğunu, niye olduğunu, nasıl başladığını, niye başladığını anlamaya imkan yok.

Bilmem bu şekilde yaşamak ne kadar daha sürer. Ama böyle bir hayat tarzının bana zarar verdiğini, vücudumun , kemik yapımın, suratımın, yürümemin, oturup kalkmamın, değiştiğini, yüzümdeki ifadenin gözlerimdeki mutsuzluğun derinliğinin farkındayım ama içimden bu gidişe hiçbir şey yapmak gelmiyor.

Sanki bir şeyler beni tutuyor, zincirliyor ve ben bu tutulmaya ve zincirlenmeye dünden razıyım.

Yeni yepyeni bir hayata, yeni yepyeni bir insana katlanacak, alışacak gücüm yok. Zamanımda yok artık. Bu hasret böyle devam ederse sonum olacağını biliyorum. İyileşeceğimden de emin değilim. İyileşmem çölde ne kadar zaman susuz kalmama bağlı gibi. İş işten geçtikten, organlar iflas ettikten sonra su değil bir şelale bile olsa hiçbir fayda sağlamayacağını biliyorum.

Bu kadar acı niye. İlle de yaşama sarılmak ille de her şeye yeniden başlamak, yeni bir hayat kurmak o kadar mı şart.

İnsanın anıları temel taşları gibi. İnsanın bu yaşlarda dünyadaki en değerli varlığını kaybetmesi 32 yılda inşa ettiği o güzel evinin tepesine yıkılması gibi bir his.

Diyelim ki yeniden inşa ettim o evi. Nereye gitti o 32 yıl. Yeni yaptığım o ev bana yeni ve yabancı olmayacak mı? Yeni anılar biriktirmem, temel taşlarını oturtmam için bir 32 yıl daha yaşıyabilirmiyim.

Eski anılarınız size yeni bir yaşam şansı vermiyorlar ki

Yani daha bayağı bir ifadeyle iki, ucu boklu bir sopa tutuyorsunuz elinizde. Hangi uca bakarsanız bakın dokunmak gelmiyor içinizden. Nazım Hikmet’in dediği gibi “Ne kötüdür insanın aklıyla yüreği arasında kalması”

Ne kendinizi kendinize, ne de kendinizi başkasına anlatabiliyorsunuz. Yine Nazım’ın dediği gibi “Ve bilirmisin ne acıdır insanın bildiğini anlatamaması. “Ben” diyip susması “Sen” diyip ağlamaklı kalması.

Bu gün hala delirmediysem belki de en önemli sebebi sizlersiniz, beni okumanız, beni dinlemeniz, bana inanmanız ve bana geri dönmeniz.

İşte, anlatabileceklerim bu kadar, anlayabildiğim kadarı da bu.

İyi ki varsınız.

Öpüyorum hepinizi, ciddi ciddi öpüyorum.

İnternet Mahir’le aramızda bir fark kalmadı gibi.

I kiss you!!!



HÜZÜN



Sevgilimin gözlerinde cenneti görürdüm ben, O yüzden gözlerim dolar, uzun süre bakamazdım. Ama o güzel gözlerinin içinde beni çok korkutan anlayamadığım bir hüznün varlığını da hissederdim. Sormaya korkardım ona “bu kadar mutluyuz, bu hüzün niye” diye.

Çok az konuşurdu yeşil gözlü güzel kadın. Saklayacak hiçbir şeyi yoktu ki. Yarattığı o inanılmaz tablolarıyla, resimleriyle konuşmayı tercih ederdi.

Sanki biliyordu kaderini veya kaderimizi. Biliyordu ve bana söylemeye çekiniyordu, sırf üzülmeyeyim diye. Biliyordu başımıza neler geleceğini, biliyordu meleğim benim, ama saklıyordu benden, bizden.

Yaptığı, yarattığı o uzun boyunlu, kocaman gözlü kadın çehrelerinin hepsinin gözlerin de de o hüznü hissederdim ben. Hatta bir defasında “ neden bu resimlerin hepsinin gözlerinde hüzün var” diye sorduğumda gülmüş, “sana öyle geliyor, sen öyle görüyorsun sevgilim demişti” Benden” saklamıştı.

Demek ki ben öyle görmüyormuşum.

O hüznü yalnız yaşamayı tercih etti.

Yani kıyamadı bize.

Çünkü onun kitabında başkalarını üzmek yoktu.


BİR GÜN HAYATIMDAN; DAHA DOĞRUSU HAYATIMIZDAN BİR GÜN


Gözlerimi açıyorum, saat sabahın dokuzu. Yatak odasını pırıl pırıl nasil güzel bir yaz güneşi doldurmuş. Yasemin’im uyuyor, çünkü hiç sabah insanı olmadı, olamadı. Sabahları uyanmayı sevmiyor. Arkası bana dönük o güzelim sarı dalgalı, gürül gürül saçları bütün yastığını kaplamış, Önce uzanıp burnumu o taptığım saçlarına gömüyorum ve onun o kendine, sadece kendine has kokusunu derin derin ciğerilerime çekiyor ve yavaşça sol kulağını öpüyorum. Uyanıyor, mutlu bir kedi gibi öyle tatlı geriniyor ki.

Yemyeşil gözler açılıveriyorlar ve hemen o gülümseme yerleşiyor yüzüne daha bana bakar bakmaz. Gamzeler beliriveriyorlar.

“Gün aydın sevgilim Yine benden önce uyandın değilmi” diyor. “Evet zaten Ege bölgesinde yaşayan herkes senden önce uyanıyor” diyorum.

“Senden de iyi kaynana olurdu biliyormusun , Allah’tan erkek doğmussun Güven” diyor ve ben daha ağzımı açmadan hemen arkasından “saat kaç canım” diye soruyor.

Kahvaltımızı yapıp ancak gidebiliriz mağazamıza diyorum. Tamam kalkıyorum diyor ve banyoya giriyor. Ben aşağı mutfağa gidiyorum diyorum. Birden banyonun kapısı açılıyor, “lütfen güven" diyor "lütfen kahvaltı falan hazırlamaya kalkma ne olur ortalığı o kadar dağıtıyorsun ki toplayana kadar canım çıkıyor. Biraz sabırlı ol ben hazırlarım tamam mı. Güzelim” diyor.Sonra beni kırdığına inanıp banyodan gerisi geri çıkıp sarılıp öpüyor.” Çok dağıtıyorsun be etrafı canım” diyor ve tekrar banyoya giriyor. “O zaman sen çıkana kadar ben köpekleri gezdiririm “diyorum..” Tamam” diyor” iyi olur.”

Aşağı inip dış kapıyı açıyorum. Köpekler hazır ikisi de oldukları yerde duramıyorlar. Önce anne ,Titti’nin tasmasını takıyor yürüyüşe çıkıyorum. Hava sıcak daha şimdiden belli. Bu gün yine yanacağımız. Tittinin arka ayakları yalpalıyor. Belli oda sonunda babası Kaunus gibi kötürüm kalacak. Bu maalesef kronik bir problem alman kurtlarının. Zamanla arka ayakları çalışmaz hale geliyor. Şöyle birkaç yüz metre yürüyor sonra geri, eve dönüyoruz zaten Titti de daha fazla yürümeye bayılmıyor. Hem yoruluyor hem sıcak. Sonra onu bırakıp Mahzunu yürütüyorum. Mahzun Titti'nin oğlu. Onu da birkaç yüz metre yürütüyorum eve dönüyoruz.

Kahvaltı hazır, hemen hemen. Bahçeye iniyorum makas elimde. Birkaç dal ayrı ayrı renklerde begonvil, kırmızı Japon gülü, mor Kıbrıs Akasyası kesiyor vazoya yerleştirip kahvaltı masasına koyuyorum.

Sevgilim “Ne şekersin sen” diyor Yasemin çiçekleri görür görmez ve bana yine sarılıp öpüyor.” Çok şanslıyım biliyormusun” diyor “o kadar iyisin ki.”

“Ya ben ne kadar şanslıyım biliyormusun, dünyanın en güzel en uyumlu kadınıyla evliyim “ diyorum. “Kim diyor, o benmiyim yoksa?” O kadar tatlı soruyor ki bu defa ben ona sarılıp öpüyorum.

Kahvaltımızı yapıyoruz. Hemen inanılmaz bir hızla her şeyi toparlıyor arabamıza atlayıp yola çıkıyoruz netsel marinada ki sanat mağazamıza.

Arabadaki klimayı, radyoyu müziği hepsini o ayarlıyor. Sağ elimle sol elini tutuyorum. O da kafasını sol omzuma koyuyor yola devam ediyor, Marinaya ulaşıyoruz.

Mağazamızı açıyoruz. Ben bir kahve yapayım da zevkini çıkaralım diyor ve mağazanın mini minnacık mutfağına dalıyor. Birazdan kahve ve yanında ya birkaç bisküit veya tatlı bir şeylerle geliyor. En büyük zevki kahve içmek yanında bir şeylerle.

Kahvemiz bittikten sonra resim yapmaya başlıyor. Hayranlıkla onu seyrediyorum. Ellerini parmaklarını o kadar güzel kullanıyor, o kadar güzel çizgiler çekiyor o kadar inanılmaz renkleri bir araya getiriyor, öyle güzel gölgeler ışıklar veriyor ki. Dayanamıyorum. Hayranlıkla ensesindeki saçları topluyor, ensesini öpüyorum. “Teşekkür ederim, çok tatlısın “diye mırıldanıyor.

İşte bütün günümüz böyle geçiyor. O resim yapıyor ben satış yapıyorum. İçeri giren herkesi o güzel, asil gülüşüyle selamlıyor, rahatlatıyor. Her fırsatta kahve veya çay içiyoruz tabi yanında Yasemin’in zulasından çıkardığı tatlılarla kurabiyelerle.

“Ne dersin güzelim akşam sahilde ki bizim balıkçıya gidip balık yiyelim mi?” “Yanında da bir şeyler içeriz” diye soruyorum. O güzelim gözlerini gözlerime dikiyor yüzünde yine aynı gülümseme “sen bilirsin canım” diyor. Hep sen bilirsin dersin Sen neden fikrini söylemiyorsun diye soruyorum. “Çünkü sen hep güzel olanı seçiyorsun bizim için de ondan” diyor.

Mağazayı kapatıp el ele, kolkola sarmaş dolaş yat limanında yürüyoruz. Birbirimize bir şeyler anlatıp katıla katıla gülüyoruz. Hep komik bulduğumuz bir şeyler var hayatımızda.

“”Balıkları kafalarıyla çatır çutur nasıl yiyabiliyorsun ağzına batmıyo rmu, boğazından nasıl geçiriyorsun anlayamıyorum, sana bakamıyorum yerken” diyor. Yasemin, balıkçıda ben balık yerken.

“Bunlar lapa kızım lapa diyorum bunlar böyle yenir, bunların tadına böyle varılır. Sen yediğin balığın yarısın ziyan ediyorsun. Kediler bayram ediyor” diyorum ama o yine inceden inceye her balığı ayıklayıp yemeyi tercih ediyor

Yemekten sonra yine elele, kolkola, sarmaş dolaş yat limanında yürüyoruz, ve gülüyoruz. Lokantaların önünden geçerken deynekçiler" Yes please" diyerek bizi oturtmaya çalışıyorlar. "Yahu" diyorum "30 senedir burada yaşıyoruz birde esnafız hala tanıyamadınızmı. Mahsustan öfkelenmiş gibi. Hemen özür diliyorlar "kusura bakma abi kusura bakma yenge o kadar turiste benziyorsunuz ki" diyorlar. Bizde "tamam tamam" diyip gönüllerini alıyoruz ve gülüşerek yolumuza devam ediyoruz.

Eve döndüğümüzde köpeklerden birisini Yasemin birisini ben alıyorum ve yürüyüşe çıkıyoruz. Cır cır böcekleri haricinde hiç ses yok ve mis gibi çam kokusunu ciğerlerimize çekiyoruz. Eve yaklaştıkça öyle bir yasemin kokusu geliyorki inanılacak gibi değil. "İyi ki diyor şu yasemin leri diktik bahçemize bak ne kadar güzel kokuyorlar" canım benim. Gülüyor, seviniyor.

Köpekleri gezdirirken bile el ele yürüyoruz.

Sonunda eşi benzeri olmayan evimizin salonuna giriyoruz. O kadar güzel bir evimiz var ki ;bütün duvarlar yasemin, ben ve kızımın resimleriyle, Yasemin'in tabloları ile kaplı. Bütün ışıklar kesme vitray ve hepsini Yasemin'in eseri. Duvarlar eski tuğla, tavan 6 metre yüksekliğinde. İnsanın içine öyle bir ferahlık veren bir mekan ki.

"Hadi biraz televizyon seyredelim sonra yatarız" diyor. Salonun ortasında televizyonun karşısında iki adet bordo geniş koltuk var. Birisine o yatıyor birisine ben. Kumanda onun elinde istediği kanalı seçiyor. Bir müddet sonra uzandığı yerden bana çeviriyor kafasını. "Yanına gelmemi istermisin özlemedin mi beni" diyor ve cevabımı beklemeden yerinden kalkıp yanıma geliyor, yastıkları atıp yanıma uzanıyor, yüzünde o muzip gülümsemesiyle sanki nasıl rahatını bozdum mu dercesine. Sağ kolumu boynunu altından geçiriyor sarılıyorum. Başını omzuma koyuyor birlikte televizyon seyrediyoruz uykumuz gelinceye kadar.

Belli bir süre sonra “hadi sevgilim diyorum geç oldu yatalım bak sabah kalkamıyorsun, hem bayağıda yoruldun bugün.”diyorum. Aslında ben de yorgunum.

Hiç itiraz etmiyor, ve yatıyoruz." İyi geceler, seni çok seviyorum diyor", öpüyor beni ve arkasını dönüp o kadar çabuk uykuya dalıyor ki inanılmaz, her zamanki gibi.

Onu rahatsız etmemeye çalışarak yüzüne bakıyorum. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme var. O kadar huzurlu, o kadar mutlu görünüyor ki.

Onu uyandırmadan saçlarını kokluyorum, her zaman yaptığım gibi Allah'a dua ediyorum Yasemin gibi bir eşim, böyle güzel bir evim olduğu için, mutluluğumuz için huzurumuz için.

Birazdan ben de uykuya dalıyorum. Kendimi göremiyorum ama benimde yüzümde bir gülümseme olduğunu biliyorum, öyle hissediyorum.

İşte benim güzel face book dostlarım. Size yeşil gözlü güzel kadınla bir günümüzü anlattım.

Simdi siz bu günden sevgilimi çıkarın.

İşte geriye ne kaldıysa o şimdi benim işte.

Yeni hayatım, yani, son 9 aydır yaşadığım daha doğrusu yaşamaya çalıştığım hayat, daha doğrusu yaşadığımı zannettiğim hayat.Hiç istemediğim,düşünmediğim solo bir hayat.

İnanılmaz bir yalnızlık, tahammül edilmez bir boşluk ve bir acı bir acı ki tahmin dahi edemezsiniz.

Boşuna dememiş sair” Gözdür alemi gezen, gönül bir ilen olur diye”

Evet gönül bir ilen oluyor. Gönlünüzün bir olduğu, kalbinizin birlikte çarptığı, sizinle ağlayan, sizinle gülen, sizinle türkü söyleyen bir kişiyle.

Yeter ki bulun onu, dua edin de Allah karşınıza çıkarsın. Nasip etsin size.

Hepsi bu yani!!!

Hayat devam ediyor diyorlar ya, diyorsunuz ya!!

Yazmayım diyorum, yeter diyorum, dayanamıyorum ki!!!



DOKUZUNCU AY


Yasemin’im, 

Bu gün dokuzuncu ayın doldu. Hem de günlerden Pazar.

Pazar günlerinden bu kadar nefret edeceğim hiç aklıma gelmezdi biliyormusun ?

Hasretin sıra dağlar oldu, omuzlarıma çöktü .

Kalbim yine yükünü aldı, birkaç ölçü büyüdü.

Gözlerim artık benim değil, ne zaman sulanacaklarını, ne zaman dolacaklarını, ne zaman boşalacaklarını kontrol edemiyorum.

Sevgin öyle sinmiş ki üzerime, damarlarımda sen dolaşıyorsun.Aldığım nefes sanki seni rahatlatmak için.Yalnız kalbimde beynimde değilsin ki.Sen benim her yerimdesin.

Sensiz öyle eksiğim ki. İçimde ki mumlar yine, önce meşaleye sonra orman yangınına döndüler.

Bu gün o günlerden biri.

Hayat istemediğim kadar uzadıkça uzuyor gibime geliyor.

Dünyam durdu sanki dönmüyor.

Ölenle ölünüyor hayatım, ve zaman her şeyin ilacı değil.

Her geçen ay bir önceki ayı aratıyor, inan sevgilim öyle bir aratıyor ki.

Seni kaybettikten sonra bana kalan ömürle ne yapacağımı bilmiyorum, bilemiyorum.

Sanki beni denizin orta yerine atmışlar, nereye, ne yöne yüzeceğime karar veremiyorum ki.

Hani küçük prens kitabında ’ “nereye gittiğini bilmiyorsan, istediğin yolu seçebilirsin, hiç fark etmez.”diye yazmış ya, Antonie De Saint Exupery, işte aynı öyle yaşıyorum.

Bir gayem yok artık yani.

Yaşamak için ölmüyorum.

Ne kadar uğraşırsam uğraşıyım, ne kadar çırpınırsam çırpınayım, neyi denersem deneyeyim, sonunda bütün yollar sana çıkıyor. Her yolun sonunda seni buluyorum.

Ne yıldızları fark ediyorum, ne çiçeklerin renklerini, ne kuşların cıvıltısını, ne gökyüzünü ne denizi. Sadece bakıyorum ama görmüyorum sanki.

Sanki birileri çekip almışlar ruhumu içimden. Şair boşuna feryat etmemiş “Beni benden aldılar” diye.

Uçan bir kelebek gördüğünde mutlu olmayan bir insan var mıdır acaba dünya da, veya o kelebeğin peşine düşmeyen bir çocuk.

Sen benim kelebeğimdin be yasoş

Bizi hep mutlu ettin her kanat çırpışında. Hep en güzel çiçeklere kondun sen.

Kelebeğim ömrü kısa olurmuş ama mutlu ölürlermiş artık tırtıl olmadıklarını bildiklerinden.

Sen hiç tırtıl olmadın ki be güzelim. Hep kelebektin sen. Bende senin peşinde koşan çocuk.

Güzel kokulum, canımın içi, bahçemizde seninle beraber diktiğimiz Yaseminler açtılar sonunda. Akşamları nasıl kokuyorlar biliyormusun? Nasıl sen, sen kokuyorlar.

Elele tutuşup altlarında oturduğumuz, o sihirli kokuları ciğerlerimizin dibine kadar çektiğimiz, sarılıp sarılıp öpüştüğümüz geceler geliyor aklıma.

Dayanamıyorum, oturamıyorum ki o bomboş bahçede şimdi.

Kendimi arsızlığa vurup yaşamaya çalışıyorum işte, hayat devam ediyor ya!!

Her yaptığın, her yarattığın tablon için, yüreğime serptiğin o sınırsız sevgin, o peygamberleri bile kıskandıracak hoşgörün, sınır tanımayan fedakarlığın için, o güzel o ellerini binlerce defa, milyonlarca defa öpmek, öpmek isterdim senin.

Yeniden bir araya gelsek, gelebilsek, kavuşabilsek birbirimize, yemin ediyorum full time işim olurdu o elleri öpmek.

Gece demez gündüz demez, öper öper, ne usanır, ne de şikayet ederdim.

Her geçen saniye, her geçen dakika, her saat, her gün, her ay sana olan hasretim üstüne, üstüne koyuyor. Şimdi çok daha iyi anlıyorum ne kaybettiğimi, ve senin eşine benzerine bir daha rastlama şansınım olmadığını. Bunu düşlemenin bile cehennemde kartopu oynamayı düşlemek kadar salak ça olduğunu.

Seni çok seviyorum Yasemin, yeşil gözlü güzel, çok güzel kadınım benim.

İnan bana, sen mi öldün, ben mi yaşıyorum, ben mi öldüm sen mi yaşıyorsun artık bilmiyorum.

Ama “Zamanın geldi hazır ol, yarın Yasemin’ine kavuşuyorsun” deseler. “Bu gün olsa olmaz mı” diye soracağımı adım gibi biliyorum.

Seni o kadar özledim işte.

“Çaresizlik nedir biliyormusun? Kalbin kanatlanıp gittiği yere bedenin gidememesidir” Demiş Şems.

Kalbim hep seninle canım benim, bedenim gidemezse gidemesin.

Onun da gideceği zaman gelecek elbet.



PRANGALAR


Bazen öyle bir ağırlık çöküyor omuzlarıma, öyle bir acı doluyor ki yüreğime. Çekip gideyim diyorum buralardan. Amerika’ya gideyim Kanada’ya gideyim. Yine oralarda yaşayayım eski günlerde ki gibi. Belki içimin yanması azalır veya durur diyorum kendi kendime.
Sonra bir Kerimoğlu zeybeği dinliyorum. Bir Ormancı duyuyorum. Bir o alınlarına renkli renkli yazmalar bağlamış, ibadet eder gibi zeybek oynayan ege kadınlarını, zeybek oynarken kartal gibi kabaran gençleri seyrediyorum.
Bir begonvillere, Japon güllerine, zeytin ağaçlarına, badem ağaçlarına dokunuyorum.
Havada ki karabaş otu, kekik, ada çayı kokusunu köküne kadar ciğerlerime çekiyorum.
Sonra, sabahları yeşil gözlümün mezarının başındaki resmine sarılıp, o güzel gözlerini öpüyor, öpüyorum.
Ayaklarıma prangalar vuruluyor sanki.
Artık hiçbir yere gidemeyeceğimi ve nereye gömüleceğimi biliyorum.
Ama yine de düşünüyorum.

BU NASIL BİR BAYRAM Kİ???



Özel günler hiç bitmiyor. Biri biterse bir diğeri başlıyor.

Sanki bağrınıza bir hançer saplanıyor, siz acıdan sürünerek onu çıkarmaya çalışırken bir diğeri yetişiyor.

İşte bayram da geldi kapıya dayandı.

Şimdi kim sarılacak boynuma?

Nerede o içime bir orman serinliği veren yeşil, yemyeşil gözler.

Nerede o güneş doğması gibi gülümseme?

Nerede o gamzeler?

Nerede o “hayırlı bayramlar sevgilim, seni o kadar seviyorum ki” diyen o güzel ağız?

Nerede beni hayata, yaşama bağlayan, bana yaşamı, yaşamayı sevdiren o güzel kadın şimdi ?

Kiminle bayramlaşacağım ben şimdi gözümü açtığımda bayram sabahı?

Bu nasıl bir bayram ki?

270 gün, 6480 saat, 388800, dakika geçti aradan.Sevdiğimi kaybedeli.

Uzadıkça uzayan, hiç geçmeyecek, bitmeyecek gibi hissettiğim; 270 gün, 6480 saat, 388,800 dakika.

Hani, Nazım Hikmet Abidin Dino’ya “ Yahu Abidin sen mutluluğun resmini yapabilirmisin” diye sormuş ya.

İşte size mutluluğun resmi.

Bakın bu resme, iyice bir bakın, inceleyin.

Sevgilimin kafalarımızla, boynuma doladığı kollarıyla, o harikalar yaratan, uzun parmaklı, güzel elleriyle yarattığı şekli görüyormusunuz?

Fark ettiniz mi ne olduğunu?

İşte bu fotoğraf geçen bayramda cekilmişti.

Şair boşuna yazmamış ”En ağır işçi benim günde 24 saat seni düşünürüm” diye

Aynen öyle işte!!!

Aynen.

Siz siz olun sevdiğiniz yanınızdayken bayramınızı iyi yaşayın.

Öyle bir sarılın ki, hiç bitmesin bayramınız sürebildiği kadar sürsün.

Benden söylemesi.

Hayırlı bayramlarınız olsun.



15 Temmuz 2015 Çarşamba

İNANÇ BÖYLE BİR ŞEY İŞTE, MÜSLÜMANLIKTA


Ben ramazanlarda oruç tutar, Cuma namazlarına giderdim.
Her duamda "Allahım bana böyle bir eş, böyle tatlı bir kız çocuğu verdiğin için sana çok teşekkür ederim. Ne olur ağzımızın tadı bozulmasın. Bizi birbirimizden ayırma. Bak senin dünyanı güzelleştirmek için elimizden geleni yapıyoruz. Kimsenin kazancında gözümüz yok. Yarattığın her şeyi seviyoruz, ne kırdığımız ne de haksızlık yaptığımız kimse yok. Bu mutluluğumuz, bu bize nasip ettiğin bu güzel hayatımız devam etsin" diye yalvarır yakarırdım.
Sonra yeşil gözlü güzel kadın hastalandı. Bu defa "Allahım ne olur onu bize bağışla. O senin yarattığına iftihar edeceğin birisi. Bak senin yüzünü kara çıkarmadı. Mükemmel bir , mükemmel bir anne, mükemmel bir sevgili, mükemmel bir sanatçı oldu. Bu dünyanın Yasemin gibi insanlara ihtiyacı var, ne olursun ona kıyma, o iyileşsin, bu derdi sen verdin, dermanını da sen ver" diye yalvardım, yalvardım, camideki cemaatin bana bakışlarına rağmen gözlerimden şıpır şıpır yaşlar akıtarak dualarıma devam ettim.
Yasemin’i kaybedince Allah’a küstüm . Namazı da, duayı da, cumayı da camiyi de bıraktım.
Birkaç gün önce dayanamadım, boynumu büktüm cuma namazına gittim. Neredeyse dokuz ay sonra.
Hem ramazan, hem de Cuma olduğundan cami bayağı kalabalıktı. Safları sıklaştır derken yanıma sakat, iki bacağı üzerinde çok zorlukla durabilen orta yaşlarda, temiz yüzlü birisi geldi oturdu, cemaatin içinden. Belli belirsiz gülümsedik birbirimize.
Sonra namaz başladı. Yanımdaki adam secde ederken ve ayağa kalkarken o kadar zorlukla kalkıyor, o kadar acı çekiyor ama bütün bunlara rağmen, o kadar inanarak, o kadar şükrederek ve içten dua ediyordu ki. Kendimden de ettiğim duadan da, kıldığım namazdan da utandım,
Vallahi de, billahi de, tillahi de utandım. Dostlarım benim.
Yer yarılsın da içine gireyim diyecek kadar utandım.

DELİ DELİ TEPELİ!!



Bazı okuyucularım bana”delimisin nasıl böyle şeyler yazabiliyorsun” diye soruyorlar.

Ben de diyorum ki “çok haklısınız akıllı adam böyle şeyler yazmaz. Sevdiğini söylemez. Öyle olur olmaz sarılmaz". 

Akıllı adamın hesabı kitabı bellidir. Ölçüsüz adım atmaz. Mahalle baskısı her zaman sevdiğinden önce gelir. Ağzından çıkanı kulağı duyar. Öyle olur olmaz laf etmez. Kahkaha falan da atmaz. Hislerini belli etmez. AMA AYNI ZAMANDA KARDA YÜRÜR İZİNİ DE BELLİ ETMEZ. Çünkü akıllıdır.

Bana gelince; evet ben deliyim, ve delirmek için tam 69 yıl gece demedim gündüz demedim, çok uğraştım çok çalıştım. Ama şükürler olsun sonunda Allah yüzüme baktı da delirdim. Düşünebiliyormusunuz bütün emeklerim boşa gidebilir hayatım boyunca akıllı da kalabilirdim.

Ama yukarıda Allah var, o kadar uğraştım, o kadar uğraştım ki delirmek için. Senelerce felsefe okullarına mı gitmedim, o filozofların dizlerinin dibinde mi oturmadım, defalarca Mevlana’nın mesnevisini hatim mi etmedim, Ömer Hayyam’ın rübailerini mi ezberlemedim, Halil Gibran’ın yazılarını mı paylaşmadım, Osho’nun elini mi öpmedim. Borç isteyene borç mu vermedim. Neler yapmadım ki delirdiğimden emin olmak için.

Sonunda akıllı gibi aşık olamayacağımı anlayınca, ben de deli gibi aşık oldum.

Her duyduğumda kendimden geçtiğim, yerimde duramadığım, kafama hunimi takıp şakır şakır oynamamak için kendimi zorla dizginlediğim, en favori şarkım nedir biliyormusunuz?

Deli, deli tepeli
Kulakları küpeli

( Bu arada sol kulağımda 30 yıldır çıkarmadığım bir de küpem var. Ne haber?)



İNSAN DEFALARCA ÖLÜR ASLINDA


Belgesellerde ki hayvan katliamlarını seyredemem. Dayanamam yüreğim parça parça olur. Oturduğum veya seyrettiğim yerden sanki bir faydası olacakmış gibi “Ne olur yapmayın” diye yalvarır, feryat ederim. O kocaman güzelim hayvanların kurşunu veya kurşunları yedikten sonra kafalarını kendilerine kurşun sıkan o insana veya insanlara döndürüp gözlerinde ki “Ama neden” der gibi, o şaşkın, hüzünlü, acı dolu bakışı görüp, koca bir çınar ağacı gibi devrildiklerini gördüm mü kahrolurum, kahrolurum.
Orhan Pamuk’u herkes sevmez, ama ben severim. Kitaplarını çok severek zevkle okurum. Kitaplarından birisinde” Ölümüm babamın ölümü ile başladı “ diye yazar Orhan Pamuk.
Bu sanki benim içimi okuyan, gözlerimi yaşartan bir cümledir. Çünkü ben de insanların her sevdikleri birini gömdüklerinde kendi ölümlerinin de başladığını, kendilerinin de bir bölümünü gömdüklerini, bir daha asla aynı insan olmayacaklarını, olamayacaklarına inanırım.
İşte her sevdiğim insanın cenazesinde içimde ki o koca hayvanlardan birinin yıkıldığını, hissederim. Aynaya baktığımda gözlerimdeki o” ama neden” diyen o şaşkın, hüzünlü, acı dolu bakışı hissederim.
Babamı kaybettiğimde henüz 17 yaşında, o zamana kadar sadece başkalarının babasının annesinin öleceğine inanan saf ve güzel bir çocuktum. Sivas’ın o merhametsiz soğuğunda, zemheride, ocağın ikisinde, buz tutmuş toprakları elimdeki kürekle mezara atmaya çalışırken, ölümün herkes için olduğunu anladım
Annem öldüğün de Kanada da üniversite öğrencisiydim. Annemin ölüm haberini final yazılısına girmeden yarım saat önce öğrendim. İstanbul’dan eniştem telefon etti. Tam üç saat, gözyaşları içerisinde, belki de hayatımın en zor üç saatini yaşayıp, yazılıyı tamamladım. Tuvalette yüzümü yıkarken aynaya baktığımda yüzümde yine o hayvanların yüzlerinde ki “ama neden”diye soran o şaşkın, acı dolu, bakış vardı. O gün şakaklarımda ki saçlar kırlaşmıştı, Daha 24 yaşındaydım.
Önce Sivas Lisesinden en sevdiğim arkadaşlarımdan 159 İlhan Uzer’i bir trafik kazasında, sonra 1399 Baki Sezerer’i kalp krizinden kaybettim. Yine içimden o koca çınarların yıkıldığını ve bir daha aynı insan olmamın imkansız olduğunu hissettim. Aynaya baktığımda gözlerimde yine aynı ifade vardı.
Yasemin’ime kanser teşhişi konulup, o inanılmaz sıkıntılı, acı dolu 18 ayı yaşayıp sonunda sevgilimi kaybedince işin sonuna geldiğimi ve bir enkaza döndüğümü fark ettim. Artık aynada yüzüme gözlerime bakmaya korkuyordum.
İşte böyle Tamer kardeşim ben komadan çıkmadım, daha doğrusu çıkamadım. Ama çırpınıyorum çıkmak için. Aynen sudan çıkan balıkların o ağlardan kurtulup denize tekrar dönmek için çırpınmaları gibi.
Belki de kendimi kandırıyorum.
Seni de çok seviyorum.

TESEKKURLER

Sevgili dostlarım hayatımın son altı ayında sizler benim her şeyim oldunuz. Aramızda bir gönül bağı kurduk. Kalplerimiz ara sıra da olsa birlikte aynı frekansta çarpmaya başladı. Birbirimizi görmeden arkadaş olduk, sırdaş olduk, gönüllerimiz birleşti, acılarımı paylaştınız , bir okuyucumun dediği gibi”acıdaş” olduk bibirimizle.
Yazılarımı okudunuz, mesajlar gönderdiniz. Taaa oralardan uzandınız ellerimi tuttunuz. Belki de beni yaşama geri getirdiniz. Sevdik birbirimizi tanımadan görmeden . Yeşil gözlü güzel kadın yaptı yapacağını sonunda, bağladı bizi birbirimize.
Sevgi dünyadaki en bağımsız en zincire vurulamayan bir şey. Sevginin yeri yok, yurdu yok, sınırı yok, aklı yok , mantığı yok, vatanı yok, ırkı yok, hayvanı yok, bitkisi yok, böceği yok, hesabı yok, kitabı yok.
Sevgi her yerde. Bir gülün renginde, bir kuşun kanadında, bir bebeğin gülüşünde, begonvillerin morunda, zakkumların pembesinde, Japon güllerinin kırmızısında, bir bakışta, bir iltifatta, bir el uzatmada, bir kadeh şarapta, bir günaydın da, bir kolay gelsin de,bir işin rast gelsin de, bir iyi günler de, bir yolun açık olsun da, bir teşekkür ederim de, bir iyi ki varsın da, bir bakış ta, bir lütfen de, bir siz buyurun da, bir sen bilirsin de. bir geçmiş olsun da, bir seni seviyorum da.
İrina bana Moskova’dan çok duygulu, sevgi dolu bir mesaj atmış. Moskova’da da olsa, onun kalbi de bizlerle birlikte çarpıyor artık.
Dedim ya sevginin vatanı yok.
ORHAN PAMUK
Orhan Pamuk çok takdir ettiğim, çok beğendiğim, romanlarını okurken içlerinde adeta kaybolduğum değerli bir yazardır.
“Ne kadar severseniz sevin insanın hiç görmediği bir yüzü yavaş yavaş unutacağını anladım”. Demiş Orhan Pamuk.
Niye böyle demiş, ne zaman demiş, kimi düşünmüş de demiş bilmiyorum.
Kendi hesabına konuşmuş genelleme yapmamış besbelli.
Yasemin’i kaybedeli neredeyse 9 ay oldu. Onun yüzü daha doğrusu yüzleri benim içimde kalbimin derinliklerine öyle bir kök saldılar ki ne yavaş yavaş ne hızlı hızlı unutmam mümkün değil.
Ben sevgilimin daha beş yaşında çocukken sımsıkı arkaya topuz yapılmış sarı saçlarını, yemyeşil gözlerini, kocaman gamzelerini, bu gün gibi hatırlıyorum. Aradan 65 sene geçmiş dile kolay.
Onu 20 yaşında tekrar gördüğümde, omuzlarına dökülmüş dalgalı saçlarını, gülücüklerle dolu hayat dolu gözlerini, tabiî ki o gamzelerini unutmam mümkün değil.
40 yaşlarında hafiften kırlaşan o dalgalı saçlarını, yeşil gözlerinin kenarlarında oluşan çizgileri, ne kadar sevmiştim.
52 yaşında hastalanmasını, o güzelim saçlarını kaybetmesini, yeşil gözlerinin kemo terapiden pırıl pırıl olmasını o lanet hastalığın bile güzelliğini bozamadığı, hatta sevgilime daha da gizemli bir güzellik verdiğini, unutmama imkan var mı.
Bana göre unutmak kişinin sevdiği bir insanın yüzünü yüreğine nasıl yerleştirdiği, onu ne kadar sevdiğine bağlı.
Ben bu gün Yasemin’in hayatımızın her bölümünde ki yüzünü ve yüz ifadesini oturur çizerim. Dedim ya ben onu kalbime yerleştirdim ve o orada kök saldı, Orhan kardeşim.
Biz sevgilimle iki ayrı insan değildik ki. Ben nereye baksam onu görüyorum. Aynada kendime bakarken bile onu görüyorum, nasıl unutur insan.
Tekrar tekrar yazıyorum insan neyi kalbine yerleştirdi, kalbine işlediyse onu unutmaz. Kalbin hafızası beynin hafızasından çok daha üstündür. Kalp unutmaz ama beyin zamanla sulanır. Hani günümüzde Alzheimer dedikleri hastalık alır götürür beynin depoladıklarını.
Mesela dedenizin size, siz daha 5 yaşındayken verdiği o minik bebeği 70 yaşına da gelseniz unutmazsınız. Birçok şeyi unutursunuz ama işte o minicik bebeği unutmazsınız, unutamazsınız çünkü o siz olmuştur. Sizin bir parçanız olmuş, kalbinize öyle bir sarılmış demir atmıştır ki.
İşte hayatınızda değer verdiğiniz sevdiklerinizi ancak kalbinize koyarak ölümsüzleştirirsiniz. Beyniniz sizi yanıltır ama kalbiniz asla yanıltmaz. Çarpmayana, çarpamayana kadar onları taşır.
Keşke seninle hemfikir olsaydım Sayın Orhan Pamuk. O zaman bu kadar iyi hatırlamaz, bu kadar içim yanmazdı belki de.

CIRCIR BÖCEKLERİ PERVANELER VE İNSANLAR


Yasemin’le birbirimizi o kadar iyi tamamlar o kadar güzel yapıtlar ortaya çıkarırdık ki, insanlar hayran kalır, bizleri iltifatlara boğarlardı.

Bunlardan birisi de İçmelerde ki o inanılmaz güzel, ruh dolu, karakterli villamızın altına inşa ettiğimiz, Mona Titti adını koyduğumuz, kısa zamanda dünya genelinde isim yapan restoranımızdı.

Yaz aylarında havalar artık iyice ısındığında, cırcır böcekleri iyiden iyiye azarlar, adeta yeri göğü inletirlerdi namussuzlar.

Bunlardan birçoğu lokantamızın tam ortasında yer alan yüzme havuzumuza düşer ve boğuluyor gibi garip sesler çıkarırlardı.

Çıcır böcekleri öyle küçük böcekler olmadığından suyun üstünde hayat mücadelesi veren bu böcekler lokantada ki müşterilerin de dikkatini çeker, bilhassa çocuklar onların hayatını kurtarmak için ellerinden geleni yaparlardı. Sonun da ben de dahil bayağı bir uğraşıp bu böcekleri sudan çıkarır çıkarır havuzun kenarına koyardık. Ama onlar biraz kendilerine gelir gelmez, tekrar suya atlarlar, çıkar atla, çıkar atla sonunda ölür giderlerdi. Bizde artık” ne haliniz varsa görün” moduna girer, ilgimizi sonlandırırdık.

Pervanelerin öleceklerini bile bile ışığa yönelmeleri gibi bu böceklerinde tekrar tekrar suya dönmelerinin arkasında gizemli bir sebep bir güç, olduğuna inanır, olanları gözlemlerken dünyada ki birçok insanında aynı durumda olduklarını düşünürdüm.

Evet, maalesef düşündüğüm gibi insanlardan çok vardı dünyamızda. Ne yaparsanız yapın, ne kadar uğraşırsanız uğraşın, ne kadar hayal kırıklığına uğrarlarsa uğrasınlar, ne kadar başlarına bela gelirse gelsin, ne kadar acı çekerse çeksinler o sürünmeden zevk alan, kendi değerlerini, sahip oldukları özellikleri hiç anlamayan veya anlamak istemeyen, kendilerini gözlerini kırpmadan harcayan ve defalarca o aldatıcı parlaklığa, o pisliğe dönmeyi tercih eden insanlar gelirdi aklıma. Hayatları sona erene kadar, pervaneler gibi, cırcır böcekleri gibi.

Yakalarına sarılıp onları oralardan çekip çıkarmaya “siz yaşıyorsunuz ulan, bakın hayat ne kadar güzel. Hem kendinize, hem çevrenize neden eziyet ediyorsunuz. Buna ne hakkınız var. Ne zaman uyanacaksınız? Siz bu yaşadıklarınıza problem mi diyorsunuz. Bir tek ölüme çare olmadığını ne zaman anlayacaksınız? Yaptığınızın bir eşeklik, hem de eşek oğlu eşeklik olduğunu anlamanız için daha kaç defa aynı hatayı tekrarlamanız gerekiyor” diyip yakalarını cart diye boydan boya yırtmak isterdim.

Abraham Lincoln “common sense is not that common” yani Türkçe tercümesiyle Sağ duyu herkeste olmaz” demiş.

Kanada da yaşarken hayatımın en güzel 7 senesini dünyanın her tarafından gelmiş arkadaşlarla George İvanovich Gürdieff’in felsefesini çalışarak, paylaşarak geçirdim. Gürdieff “Men can give up everything, except his suffering” yani “ insan oğlu her şeyden vazgeçer ama sürünmesinden vazgeçmez” derdi.

Artık sadece pervanelere ve cırcır böceklerine acıyorum.


YÜKSEK TOPUKLAR

Gamze Gülender, şeker kız bana” Güven Abi bir de şu yüksek topuklar hakkında bir yazı yazsana” diye yazdı ve beni gaza getirdi. İşte istediğin yazı Gamze’cim. Ama dikkat et. Böyle bir yazı yazmayı kafama soktuğun için, okurken pişman olabilirsin.

YÜKSEK TOPUKLAR
Ah şu giyinmiş kuşanmış, çene yukarda bel dimdik, zarif, kendini ruhla, gururla, bir imparatoriçe edasıyla taşıyan kadınları ne severim, ne severim ne severim.
.
Onlar ne giyerlerse yakıştırırlar. Yüksek topuk, alçak topuk, yalın ayak bile yakışır onlara. Çünkü yürümesini, farklı olduklarını kabul ettirmeyi bilir, her adım attıklarında ben farklıyım, ben farklıyım diye bastıkları yerden ses getirir işte o kafirler.
Kafir, diyince aklıma geldi. Karadenizin bir kasabasında camide genç bir imam vaaz veriyormuş.“Karılarınızın kızlarınızın giyimlerine kuşamlarına dikkat edin. Aman açık saçık giymesinler, ellerini yüzleri boyalı gezmesinler, makyaj yapmasınlar”. Derken cemaat den biri sözünü kesmiş “ iyi de imam efendi senin hanım hem makyaj yapıyor, hem de mini etek giyiyor” deyince. Önce şöyle bir gülümsemiş imam efendi, sonra da “Ama kafire de yakışıyor değil mi.” Demiş.
Evet yani yakışana helal olsun. Ama kardeşim her şeyi bir kenara bırak da şu yüksek topuk merakı yok mu, işte o beni öldürüyor.
Şimdi bir defa bu yüksek topuk nereden çıkmış onun tarihçesinden giriyorum. Hazır olun. Nefeslerinizi tutun. Bu arada burnunuzu da tutabilirsiniz. Hatta midesi sağlam olmayanlar okumasınlar, çünkü iğrenç bir hikaye.
Efendim, orta çağ da Avrupa’da ki o bugün biz uygarız diye kıçlarını yırtan ülkelerde kanalizasyon, tuvalet veya Osmanlı deyimi ile “hela” mevcut değildi, keşfedilmemişti. Bizler, yani atalarımız, çatır çatır bu işleri, işte o helalarda yapıp, kıçlarını başlarını yıkarken, Avrupa’lı medeni kardeşlerimiz, yaptıklarını kovalara, lazımlıklara, bulabildikleri her şeye doldurup pencerelerinden sokaklara boca ediyorlardı.
İşte hanımlar bu nesnelere basmamak veya gömülmemek için yüksek topuklu ayakkabılar giyiyorlardı, bilhassa Fransa’da Paris’te. Yani yüksek topuk bir zaruret dolayısıyla icat edilmiştir. Yani mecburiyetten. Süs için değil.
Hatta dünyanın parasını ödeyip satın aldığınız parfümlerin hanımefendilerin üzerine sinmiş o kokuları kamufle etmek için icat edildiğini biliyormuydunuz bilmem. Neyse oralara daha fazla girmeyelim.
Meseleyi biraz daha açıp biraz daha iğrençleştirmek istiyorum. Nasıl olsa havasına girdim artık.
Hani , Üç Silahşörler, Dartanyanlar filmlerinde o kahramanların kafalarına geçirdikleri, reveranslar yapıp kraliçeleri falan selamladıkları, o kocaman geniş kenarlı şapkalar neden icat edilmiş biliyormusunuz? Ya hanımlar neden ellerinde hep o rengarenk şemsiyelerle gezerlerdi biliyorrmusunuz? Evlerin, sarayların pencerelerinden “Allah’tan korkmayanların başına” diye boca edilen lazımlıkların, kovaların içindeki kokulu muhteviyattan kafalarını korumak için. Fötr şapkalar da aynı sebepten dünya ya zuhur ettiler. Meraklısına.
Ya sayın seyirciler işte bu işin raconu ve hikayesi bu. Şimdi gelelim bu yüksek topuktan vazgeçmeyenlerin hikayesine.
Yakışanlara, kendilerini taşımasını bilenlere söyleyecek sözüm yok. Ama kardeşim bazıları var ki, bizlere de kendilerine de yaptıkları zulme dayanamıyorum.
Bir defa maşallah tosun gibi hatta sevimli bir su aygırı yavrusu gibi olup yüksek topuk giyenler, artık birer “C” şeklini almış o zavallı topuklar üzerinde yürümeye çalışanlar mı dersiniz
Topukların aşırı yüksekliği dolayısıyla, öne doğru eğilmiş, kollarını kullanarak kahramanca yer çekimine karşı savaşanlar mı dersiniz.
Sanki bacaklarının arasında 5 litrelik su şişesi taşır gibi. Parantez bacak, bastıkları zemin ile 60 derece açı yapıp yürümeye çalışanlar mı dersiniz.
Bir türlü o ekstra yüksekliğe alışamayıp, Pizza Kulesi gibi bir tarafa eğik yürüyenler mi dersiniz.
Yürürken, daha doğrusu yürümeye çalışırlarken bacaklarını yeni keşfetmiş gibi devamlı bacaklarına odaklananlar mı dersiniz.
Değerli hocam Osho;”vücut dili insanı hemen ele verir, mesela çok güzel bir temizlikçi kıza kraliçe elbiseleri giydirin tahta oturtun herkes hayran kalır. Tahtan indirin bir yürümeye başlasın herkes temizlikçi kız olduğunu anında anlar” derdi.
İşte böyle dostlarım, dünyanın parasını ödeyip bir çift yüksek topuklu almakla iş bitmiyor. Onların üstünde zarif bir edayla yürümesini, bilmek her şeyden önde geliyor.
Ne zaman, yüksek topuklar üstünde hayat mücadelesi veren kadınları seyretmekten gına gelse, bilgisayarımı açıp, o yüksek topuklar üstünde değil yürümek, tango pasadoble yapan sülün gibi kadınları seyredip kendime geliyorum.
Hani Anadolu’da derler ya ”herkes sakız çiğner ama Kürt kızı tadını çıkarır” diye.
İşte böyle taşımasını, yürümesini, yakıştırmasını bilenler giysin kardeşim. Bize de zulüm etmesinler, kendilerine de. Sonra sokaklarda aman üstüne basabilirim diye korkacak bir şeyler de kalmadı artık.
Ne olur yapmayın, kendinize acımıyorsanız bizlere acıyın bari.
Yukarıda Allah var yani….

ŞİKAYET, UKALALIK, NE DERSENİZ….


Çirkin kadınları sevmiyorum.
Çirkin erkekleri de sevmiyorum.
Çirkin giyinmiş güzel kadınları da sevmiyorum.
Çirkin giyinmiş güzel erkekleri de sevmiyorum.
Güzel giyinmiş çirkin kadınlar eh!
Güzel giyinmiş çirkin erkekler idare eder diyelim
Ya çirkin giyinmiş, çirkin kadınlar;
Ya çirkin giyinmiş çirkin erkekler,
Verin lan gözlerimi, bakışlarımı geri!!!
Ama o güzel giyinmiş güzel kadınlar yok mu, ahhhh… onlar yok mu, onlar…
Hele bir de Kafkaslardan gelenler olursa.
Orhan Veli’nin dediği gibi,
Olmaz ki böyle de yatılmaz ki,
Olmaz ki abi böyle de yaratılmaz ki…