8 Şubat 2016 Pazartesi

FARELER VE İNSANLAR


Bazen bütün cesaretimi toplayıp aynada kendime bakıyorum. İnsan aynasıyla döğüşemiyor biliyormusunuz. Sadece tek taraflı küfrediyor. Vay .mına koyduğumun aynası diyor. Sanki bütün olup biten aynanın suçu gibi. Sanki kaderini ayna belirliyor gibi. Sanki bir gün önce birayla başlamış sonra rakıyla ayna devam etmiş gibi.
Ve evet, ilk değişiklikler yüzümden başlamış. O mazide rahat rahat bakmaya alıştığım yüzüm her gün biraz daha, biraz daha terk ediyor beni. Sevgilim gittiğinden beri her gün yüzüm çöküyor. Ama sinsice değil göstere göstere. O yanımdayken devamlı gülen gözlerim ve suratım sonunda gülmemeyi daha doğrusu gülememeyi öğrendi. Gülmemek ne kadar zor biliyormusunuz? Herkese hala ayakta kaldığınızı ispat etmeye çalışmaktan, hala mutlu olabileceğinizi göstermekten, adeta boğuluyor gibi hissetmenize rağmen hala yalnızlıktan korkmadığınızı anlatmaktan daha da zor.
Gözlerimin altları artık bana ait değil gibi. Ve kimin bana hemen sırt çevirdiğini, kimin bana hala sahip çıktığını anlıyorum. Sanki neye yarayacaksa batan geminin tabanındaki deliği keşfetmenin. Ama doğru, gemiyi önce fareler terk ediyor. Kalp herhalde makine dairesi. Su bassa da çalışıyor. Hatta su bastıktan sonra bile pompalamaya devam ediyor, ümitsizce. Bir tek o çalışıyor. Ve bir tek o sarılıyor, sahip çıkıyor sahibine sonuna kadar.
Ama boş verrrrr, boş veriyorum. İnsanın sevgilisinin olmadığı bir dünyada ha öyle gitmiş ha böyle gitmiş, hızlı veya yavaş hiç fark etmiyor. Ölümü şöminenin karşısında oturup kitap okumak rahatlığında düşünüp “Oh be ölüm varmış” demeyi özlemek herhalde yaşamın son basamağı.

AYRILIK VE KAVUŞMAK


Sevmek de zordur ayrılmak da. Ama sevmek de ayrılık hep el ele dolaşırlar nedense. Ve birinin olduğu yerde hep diğeri de vardır. Herkes birbirinden ayrılır onlar hiç birbirlerinden ayrılmazlar. Halbuki sevmek ve sevilmek herkese yakışır.
Aslında ayrılık çirkin bir kelimedir. Belki de gelmiş geçmiş en kötü, en acı veren kelimedir ayrılık. Her harfi birbirinden insafsız bir kelimedir. Ben “Kavuşmak” kelimesini severim hatta ağzını yerim ben bu kelimenin. İnsan yüreği ayrılıkla kapanır, büzülür, üzülür çok üzülür. Kavuşma gününde öyle bir değişir, öyle bir hayata geri döner ki kendi yüreğinizi tanıyamazsınız.

SEVGİ ÜSTÜNE BİR YAZI



Bazı beraberlikler vardır. Karşı konulmaz bir şekilde başlar. İki kişi arasında inanılmaz bir enerji ve elektriklenme oluşur. Kadın “Hah işte rüyalarımda ki adam”, erkek “Hah tam aradığın kadın” diye düşünür. Birbirlerini görmeden yapamazlar. Yemekler, içkiler, seyahatler, seksin alasi, böyle devam eder gider. İkisi de yakınlarına, kankalarına, arkadaşlarına, akrabalarına ne kadar mutlu olduklarını anlatırlar. Nefes bile almadan bazen saatlerce. Karşılarında onları dinleyenlerin artık sıkıntıdan patlayacak hale geldiklerini bile fark etmezler.

Ve günler, haftalar, aylar hatta yıllar geçer. Bir şeyler yanlış gitmeye başlar. Sarılmalar azalmaya, bilgisayar önünde tüketilen zaman her geçen gün daha fazla uzamaya, bu akşam dışarı çıkalım mı sorusuna. “Bu gün yorgun hissediyorum başka gün” cevapları artmaya başlar. Seks “E, ne yapalım istiyor, yapalım da olsun bitsin” şekline döner. Karşılıklı yapılan fedakarlıklar bile bir angarya haline gelir. “Elin kırık değil ya, kendi çayını kendin doldur” gibi laflar sevginin son nefesidir. Sanki her şey bir saman alevi gibi söner.

Sonunda bu beraberlik artık kopma derecesine gelir ve adeta kokmaya başlar. En güzeli bu hallere düşmeden birbirinin yakasını bırakmaktır ama bu hiç kolay olmaz birçok çift cehennem hayatını tercih ederler.

İşte bunlar temelsiz beraberliklerdir. Harcında sevgi yoktur. İki tarafta bunun bir heves, geçici bir macera olduğunu gizli gizli bilselerde, bilmemezlikten gelirler. İki tarafta mutluyuz diyerek kendi kendilerini kanırdıklarını itiraf edeceklerine susmayı tercih ederler, yani deve kuşları gibi kafalarını kuma gömerler. O kadar çok konuşmuş, o kadar çok övünmüş, o kadar çok anlatmışlardır ki inanılmaz mutlu yaşamlarını, işin doğrusunu söylemeye korkarla, utanırlar. Bu beraberlikler yanlış yere ekilen bitkiler çiçekler gibidir. Ne kadar sularsanız sulayın, ne kadar gübre verirseniz verin sonunda solar, kurur, kaybolup giderler.

Birbirini gerçekten seven insanların sevgisi zamanla azalıp yok olmaz. Tam tersi her geçen gün daha fazla büyür serpilir, dal budak salar evlere sokaklara sığmaz olur.

Bu yazdıklarım benim yaşadığım tecrübelere dayanarak yazdığım satırlardır. Senelerce çeşitli ilişkiler yaşamış ve 34 yaşında gerçek sevgiyi ve sevgiliyi bulmuş şanslı bir adam olarak yazdım sizlere bunları.

Biz Yeşil Gözlü Güzel kadınla sevgimizi anlatmadık. Sevgiyi de sevmeyi de gösterdik. Eğer bu gün sevgilim yaşıyor olsaydı yine de anlatmazdım, yazmazdım inanın.

Ama onu tanıyın istedim, çok istedim. Beni boş verin, ben sadece"Hala bir şeyler yapabilir miydim acaba" diye düşünen birisiyim o kadar.


RÜYA

Senin gözlerin benim cennetimdi sevgilim. Ama bana bakışına vuruldum ve hep vurulu kaldım ben.
RÜYA
Bu gün sabaha karşı Yasemin’i rüyamda gördüm. Hadi “Hayırdır inşallah” deyin. Hani bu gün bir rüya gördüm dediğiniz zaman hemen “Hayırdır inşallah” derler ya. Bakın ben de size rüyamı anlatacağım. Ne güzel adetlerimiz var aslında. Hep çökertilmek istenen kalbi merhamet dolu insanların yaşadığı bir ülkeyiz biz. Bunu hayatının büyük bir kısmını yurt dışında yaşamış, çok seyahat etmiş biri olarak söylüyorum. Yazık oluyor bu memlekete de bize de. İnanın yazık oluyor.
Neyse gelelim rüyamıza. İstanbul daydık galiba. Şehrin merkezinden uzak, bir inişli çıkışlı mahalledeydik. Ya bir park, ya da kır kahvesi gibi bir kalabalık yerdeydik. Yüzleri sanki olmayan veya fark edemediğim bir yığın insanın ortasındaydık. Yasemin bir masada tek başına oturuyordu. Elleri birbirine kenetlenmiş, sanki bir şeye canı sıkılmış gibiydi. Masanın etrafında başka sandalye yoktu. Saçlarını kızıla boyamış veya kına yakmıştı. Başka hiçbir renk yoktu rüyamda, sadece kızıl saçlar. Her taraf ve herkes gri renkliydi. Gri, içine biraz pembe katılmış gibi. Gürültülü bir yerdi, bilhassa çok çocuk vardı etrafta. Çok gürültü çıkaran ama yüzleri gözükmeyen çocuklar.
Sonra Yasemin oturduğu yerden kalktı. Hiçbir şey söylemeden bahçeden dışarı çıktı ve insan boyundaki duvarı takip ederek yokuş yukarı yürümeye başladı. Üzerinde yürüdüğü Arnavut kaldırımı caddeden bayağı yüksekti. Etrafta ağaçlar vardı ama onlarda gri renkliydi sanki. Bir tek Yaseminin saçları renkliydi ve omuz hizasından kesilmişti itinayla.
Yüz metre kadar yürüdü Yasemin, kaldırımın sonuna gelince köşede durdu ve bana “Hadi gel” artık işareti yaptı. Bense siyah metalı pırıl pırıl parlayan, benim motorsikletime hiç benzemeyen bir motor üzerinde oturuyor sanki bu işareti bekliyordum. Motoru çalıştırdım, hareket etmek istedim ama birden etrafım orta yaşlı ve yaşlı kadın Japon turistlerle çevrildi, motoruma dokunup iltifatlar etmeye başladılar. Güçlükle yakamı sıyırdım, yokuşu tırmanıp köşe başına geldim ama Yasemin yoktu.
Üzgün ve panik içerisinde sağa sola bakarken birden arkama oturduğunu hissettim. Bana sarıldı hep yaptığı gibi. Zarifçe omuzlarımdan tuttu ve kafamın sağ tarafına doğru eğildi. Bende kafamı sağa döndürebileceğim kadar döndürdüm. Göz göze geldik. O kadar pırıl pırıl, o kadar yeşil, o kadar güzeldi ki gözleri. Bu rüyamda ki dördüncü renkti. Motorsikletimin siyahı, gri herşey, yasemin’in kızıl saçları ve yeşil gözleri.
Bir müddet bakıştık birbirimize. Kızıl saçlar ve o yemyeşil gözler o kadar güzeldi ki birlikte. Gözlerimi alamadım. Baktım, baktım kaldım. Sonra uzandı ve uzun uzun öptü beni dudaklarımdan. Uzun uzun öptü. Yemin ediyorum sanki rüya değildi bu. Hissettim, her şeyi yaşıyormuş gibi hissettim. O kadar güzel öptü ki beni. Sonra yine göz göze geldik. Seni o kadar özledim ki biliyor musun dedim. Gözlerini gözlerimden ayırmadan, muzip muzip güldü. “Ama artık ağlamıyorsun bakıyorum” dedi ve uyandım.
Boş gözlerle pencerelerden içeri süzülen günışığına baktım bir müddet, bana ne olduğunu anlamadan. Sonra başımı Yasemin’in yastığının altına soktum, derin derin kokladım. Gözlerimi kapadım yastığı gözlerimin üstüne bastırdım Uyumak istedim tekrar, o kadar uyumak istedim ki bilemezsiniz. Ama bir daha da uyuyamadım.
Hadi “Hayırdır inşallah” deyin olur mu?

DAĞINIK BEYAZ SAÇLI, BEYAZ SAKALLI, YAŞLI ADAM


İçmeler Kasabası, Gölenye mahallesi, Ortapınar caddesinde sabahları saat 9 ile 10 arası, köpeklerini gezdiren veya sabah yürüyüşüne çıkanlar veya evlerinden dolmuş durağına gidenler, beyaz saçları dağınık, beyaz sakallı, gözlerini bir noktaya dikmiş, iki adet uzun tüylü kurt köpeği ile yürüyen yaşlı bir adamla karşılaşırlar.
Adam onları görmez veya gördüğünü belli etmez. Sanki bu dünyaya ait değilmiş gibi sessizce yanlarından geçer. Köpeklerin her durmak istediği yerde durur, sabırla onları bekler. Hep aynı yere kadar gider, sonra gerisingeri döner iki kurt köpeği ve yaşlı adam.
Dönüşte adamın köpekleriyle yalnız yaşadığı villaya yaklaştıkça villanın bahçesinden yükselen muz, incir, nar, portakal, mandalina, kayısı, limon ağaçları, rengarenk açmış zakkumlar, begonviller, Japon gülleri daha bir belirlenir, ortaya çıkarlar. Adam hiç birini fark etmez. Etrafta koşuşan sincapları,uçuşan veya yem arayan serçeleri, alaca kargaları, portakal kuşlarını, minik,çok minik saka kuşlarını, ağaç kakanları, kuyruk sallayanları, kara tavukları da fark etmez. Yorgun gözlerle villanın duvarlarına, eşinin sağlığında tahta bir iskelenin üzerinde korka korka yaptığı melek resimlerine bakar, sadece onlara odaklanır.
Eve döndüklerinde köpeklerin sularını kontrol eder, mamalarını verir. Mor, çivit boyalı demir kapıyı dışarıdan dikkatlice kapatır ve yüzünü kapının yanında artık bir ağaç halini almış yasemin çiçeklerine döner.
Sanki birden kendisine sihirli bir el değmiş gibi duruşu değişir, kanı damarlarında tekrar dolaşmaya başlar. Ağacı sarılır gibi okşar, gülümser ve konuşmaya başlar onunla. Ara sıra öper bile. Sonra incitmeden korkar gibi inanılmaz bir hassaslıkla açan çiçekleri toplar sağ avucuna alır ve sanki vücudunun bütün hücrelerine göndermek ister gibi derin derin koklar onları. Sonra ağacı tekrar, tekrar okşar, sarılır, öper, gülümser ağaca, sonunda vedalaşır.
Beyaz dağınık saçlı, beyaz sakallı yaşlı adam arabasına doğru yürürken avucundaki çiçekleri koklamaya devam eder. Arabasının kapısını açar, arabayı çalıştırır çiçekleri özel yerlerine ihtimamla yerleştirir, onlara bakar gülümser, bir şeyler söyler kendi kendine, aynaya bakar kendisine de gülümser belirli belirsiz ve basar gider.
Bu her gün böyledir. Hava nasıl olursa olsun fark etmez.

GÜNLÜK

Sevgilimi, birden o kadar severdim, o kadar severdim, sevgim o kadar artardı ki , söyleyeceğimi unutur bakar kalırdım yüzüne, gözlerine. İşte o zamanlar da deli gibi sarılırdım ona. Çocuklar gibi “Benimmm” demek gelirdi içimden. Demek ki melekler sarılmayı bunun için indirmişler gökten diye düşünür, bir daha sarılırdım, bir daha sarılırdım.

Bana öğüt vermeyin. Ne olursunuz yorulun artık. Çünkü kimse kimsenin ne kalbini taşıyabilir, ne de kalbinden geçenleri anlayabilir. Her öğüt her insana uymuyor. Bunu anlayın artık. Sizin “Unut artık” dediğiniz hasret, beni geceleri yıldızlara ulaştırıyor, gündüzleri okyanuslara taşıyor.
Bilmiyorsunuz!

ELLERİN


Ellerini ellerimden alıp gittin be yeşil gözlüm. Senin ellerin olmadan hayata tutunmak o kadar zor ki. Nasıl uğraşıyorum bilemezsin.

Ama olmuyor ki, tutunamıyorum ki. Seçtiğim bütün yollar sonunda büyük bir kavis çizip sana dönüyorlar Yasemin,sana dönüyorlar be sevgilim.

Yoruldum, çok yoruldum. Biliyormusun? Hissediyormusun?..


İNSANLIĞIN MİLLİYETİ OLMAZ


30 yaşından beri spor salonlarına, fitness salonlarına devam ederim. Ağırlık çalışırım, koşarım, bisiklete binerim, yüzerim, tenis oynarım. Bunun haricinde senelerce kayak yaptım, dağlara tırmandım, motorcuyum, buz hokeyi bile oynadım Kanada da yaşarken. Aynı zamanda kaptanım, yelken yarışçısıyım.
Spor her zaman hayatımın bir parçası oldu. Hiç bırakmadım. Hala da devam ediyorum. Son on iki yıldır Marmaris’te Grand Azur Otelinin Fitness Kulübüne üyeyim ve bu kulüp benim hayatımın bir parçası oldu. Yasemin’im hayattayken onunla beraber gider spor yapardık. O yüzden kulüpte çalışanlar ikimizi de tanırlardı.
İnanılmaz güzel insanlar çalışıyor. Hepsi birbirinden güler yüzlü ve kibar. Daha kapıdan içeri adımınızı atar atmaz candan bir “Hoş geldin” duyuyorsunuz. En ufacık bir ihtiyacınız olsa hemen fark edip yardıma koşuyorlar. Huzurlu, tertemiz bir yer. Her seferinde koşarak gittiğim bir mekan.
Ben sanki sonunda kulübümün maskotu haline geldim. Bilhassa yaşlandıkça değerim daha bir arttı. Millet benim çalışmama bakıp beni örnek almaya başladı. Benim yanımda yoruldum demeye utanıyorlar. Yasemin vefat ettikten sonra bana ilgileri daha da arttı. Beni mutlu görmek, gülerken görmek, iyi bir havada görmek onları o kadar mutlu ediyor ki tahmin edemezsiniz. Birçoğu zaten bütün yazılarımı okuyorlar.
Saunaya giriyorum, duşumu alıyorum, dışarı çıkıyorum. Çineli bir kızcağız var hemen geliyor “Güven Bey saçlarınızı örebilir miyim” diye soruyor. Önüne oturuyorum. Saçlarımı sevgiyle örüyor. O saçlarımı örerken ben parmaklarında ki sevgiyi hissediyorum.
Geçen gün yine çalışmamı bitirdim, saunaya girdim, duşumu aldım, havlulara sarıldım ve dinlenme salonunda ki şezlonglardan birine yattım. İçerisi biraz serindi. Yarı uyanık, gözlerim kapalı yatarken bir baktım Lena, Rus asıllı ama Türkçe konuşan, çalışanlardan biri. Ayaklarının ucuna basa basa geldi. Elindeki yalnız masaj odalarında kullanılan büyük bir havlu ile beni uyandırmamaya çalışarak büyük bir dikkatle üzerimi örttü ve yine ayaklarını ucuna basarak gitti. Ben de hiç ses çıkarmadım.
İşte böyle dostlarım her şeye rağmen güzel insanlar her yerde, her millette. İnsanlığın, sevginin milliyeti yok. Neden böyle sevgiyle, huzur içerisinde, birbirimizin elinden tutarak, birbirimize destek vererek yaşamıyoruz ki? Yazık, asırlardır İnsanlar sevginin dünyada paylaştıkça, çoğalan tek varlık olduğunu hala anlamadılar.
Devamlı mesajlar alıyorum, “Sen üzülme güzel gözlüm, sen üzüldükçe benim içim acıyor” diye yazanlar, “Sizi hiç görmedim, pek az tanıyorum ama bunlar sizi çok sevmeme engel değil” diye, yazanlar, “Omzunuz iyileşti mi, bize ihtiyacınız varsa hemen atlar geliriz diyenler, “Siz sıkılmayın biz gelir evinizi toparlarız, siz sadece “alo” deyin diyenler, iki gün yazılarımı geciktirsem “İyi misiniz” diye mesaj atanlar, hatta telefon açanlar, Marinada ki mağazama gelip” Size bir kere sarılıp öpebilir miyim?” diye soran sevgi dolu, duygu dolu, beni şımartan hanım okuyucularım da var.
Ne haber dinleyebiliyor ne gazete okuyabiliyor, ne televizyon seyredebiliyorum birçoğunuz gibi. O bombalanan yıkılan evleri, o kışta kıyamette göç eden, yüzlerinde ümitsizlik ifadesi nereye gideceğini nereye göç edeceğini bilmeyen insanları gördükçe yüreğim parça parça oluyor. Ya o çocuklar, ya o çocuklar bu olup biteni hayatları boyunca unutmayacaklar biliyorum. Nasıl çaresizim, nasıl üzülüyorum bilemezsiniz.
Daha öncede yazdım, yine yazıyorum. Bence Allahın iyi insanlara yardım etme zamanı geldi. Eğer bu bir imtihansa bu kadar uzun bu kadar insafsız, acımasız bir imtihan olmaz, olmamalı. Eğer kaderse, neden bu kader dönüp dolaşıp hep garibanları buluyor anlamış değilim.
Neyin hesabını yapıyorlar, neyi paylaşamıyorlar, kim giderken ne götürmüş anlamıyorum ki. Kör mü bu insanlar bilmiyorum ki. Beyinlerine şeytan mı oturmuş. Ne biçim insanlıktır, ne biçim vicdandır anlamak mümkün değil. Ne demiş O güzel insan, Ömer Hayyam “Mal sahibi mülk sahibi. Kimdir bunun ilk sahibi?”
Ve sonra dönüp dolaşıp Mevlana hazretlerinin dediğine geliyoruz. “Bir sofranın etrafında 50 kişi yemek yer. İki hükümdar dünyaya sığmaz”
Geçecek, diyorum. Bu da geçecek. Ümit ediyorum.
Hep sürünecek, üzülecek, caresizlik içinde yaşayacak değiliz ya.

SEVGİLİME YENİ YIL MESAJI



Yasemin’im ben seni 1982 senesinde gördüm. Görür görmez sevdim, çarpıldım, dizlerimin bağı çözüldü. Utanmasam İstanbul’da Süreyya sinemasının önünde yere oturacaktım koca adam.

Sonra Allah seni bana nasip etti evlendik . Ve ben seni 1983, 1984, 1985, 1986, 1987, 1988, 1989, 1990, 1991, 1992, 1993, 1994, 1995, 1996, 1997, 1998, 1999, 2000, 2001, 2002, 2003, 2004, 2005,2006, 2007, 2008, 2009, 2010, 2011, 2012, 2013 yıllarında da sevdim. Her yıl daha bir güzelleştin daha bir şekerleştin, daha bir asilleştin, hanımefendi oldun, eşlerin en güzeli, annelerin en güzeli oldun.

2014 yılında hastalandın. Önce o güzelim saçlarını kaybettin. Seni daha çok sevdim. Sonra kortizon tedavisi verdiler gamzelerin gitti. Sana olan sevgim, duygularım kalbime sığmaz oldu. Sonra seni kaybettim ve o kalbi seninle gömdüm.

2015 senesinde hep seninle oturdum, seninle kalktım. Seni nasıl özledim bilemezsin. Şimdi 2016 yılına girdik. Zaman her şeyin ilacı diyorlar ama bu bana çalışmıyor. Çünkü ben seni her saniye, her dakika, her saat, her gün, her hafta, her ay, her sene daha bir seviyor daha bir özlüyorum ve biliyorum bunun sonu yok.

Artık seninle olmadığım yılları yıldan saymıyorum ki, hesapta yapmıyorum.

Bu şiiri çok sevdiğim bir arkadaşım kanalıyla buldum. Bir şeyler ekledim, bir şeyler çıkardım, bir şeyleri değiştirdim ve sana uyguladım.


SEVGİLİME

Gözlerini Cemal Süreya yazsın,
Saçlarını Rıfat Ilgaz.
Endamını Hasan Hüseyin,
Masumiyetini Can Yücel.
Dudakların Edip Cansever'den,
Hasretin Nazım Hikmet'ten,
Sevdan Ahmed Arif'ten.
Ama sıra gamzelerine gelince!
Onları kimselere vermem,
Veremem ki yeşil gözlüm,
İşte onlar benden.
Onları bir ben anlatırım.
Okuyanın da ben olayım,
Yaşayanın da ben
Yazanın da ben.


UMUT

Umut bin bir ayaklı,
Umut güneşte saklı,
Umut edenler haklı,
Umut insanın hakkı.
NAZIM HİKMET
Umudunuzu sakın yitirmeyin, güzel dostlarım, sakın ha, sakın. Bakın ben bile gelecekten ümitliyim

SEVGİLİ DOSTLARIM


Sevgili dostlarım

Maalesef 2015 güzel bir yıl olmadı, hatta aman şu uğursuz sene bir defolup gitse de rahatlasak diye düşündük. Üzüldük, endişelerimiz bir bitmedi, birbirimize kırıldık. Çaresizliğimize kızdık. Ülkenin üstünde dolaşan kara bulutlara baktık, ümitsizliğe düştük. Şehit haberlerini, ölümleri duyduk gözlerimiz doldu ağladık. Radyo, haber dinleyemez, televizyon seyredemez, gazete okuyamaz olduk.

Ama biz erdemli güzel bir memlekette yaşayan erdemli, inançlı ve merhametli insanlarız. Bu ülke çok daha zor durumlardan sıyrılıp çıkmasını bildi. Bunun da hakkından geleceğimize, bu durumdan da alnımızın akıyla çıkacağımıza hep beraber inanalım. Meleklerin hep yanımızda olacağına, kalbimizi güzelliklerle dolduracaklarına, ellerimizi hiç bırakmayacağına inanalım. Çünkü bizi iyi insanlarız ve bence Allah’ın iyi insanlara yardım etme, onları kucaklama, göz yaşlarını silme zamanı geldi.

2016 pek mutlu olacağımız bir yıl gibi gözükmese de inancımızı kaybetmeyelim, ümitlerimiz tükenmesin, güzel hayallerimiz olsun. Öyle bir 2016 yaşayalım ki hiç bizi bırakıp gitmesini istemeyelim. Biz kanaatkar, sabırlı bir milletiz. Beklemesini biliriz. Yeter ki Allah bizi sevdiklerimizden ayırmasın.

Sizleri çok seviyor, hepinizi kucaklıyor öpüyor ve hepinizin yeni yılını kutluyorum. “F” vitaminlerim benim.

Canımsınız.

(Senin de çocuk, senin de.)


BİZİM BİR DÜNYAMIZ VARDI


Bizim bir dünyamız vardı, sadece üç hayattan oluşan. Eşim Yasemin, kızım Bahar ve ben. Yasemin tablolarını vitraylarını yaratır, bize bakar, evin her şeyini organize eder, hesap kitap tutardı. Bahar hiç durmaz ya kitap okur, ya annesi gibi inanılmaz resimler yapar, piyanosunu, gitarını çalar, besteler yapardı. Ben yazılarımı yazar, sporumu yapar, işlerimizi toparlar, sazımı çalardım. Bazen coşar birlikte türküler, şarkılar söyler, işte böyle yaşar giderdik iç duvarları da dış duvarları da Yasemin’imin yaptığı melek resimleriyle kaplı, bahçesi Yaseminler, Japon gülleri, zakkumlar, güller, çiçekler, meyve ağaçları ile dolu yüzme havuzlu üç üç katlı güzel evimizde.
Yazın turizm sezonu devam ederken çok yorulurduk. Kış ayları bizim rahat ettiğimiz aylardı. Bu aylarda ne zaman sıkılırsak günü birlik geziler yapardık arabamızla. Fethiye, Göcek, Muğla, Datça, Bozburun, Selimiye, Hisarönü, bayır, Çiftlik, Orhaniye, Palamutbükü, Gökova, Akyaka nerelere gitmezdik ki. Çevreye yaptığımız gezilerden sıkılırsak İtalya’ya, Yunanistan’a, Amerika’ya Kanada’ya , Fransa’ya giderdik. Vize sorunumuz yoktu. Çünkü hepimizin Kanada pasaportu vardı.
Çok mutluyduk, çok bağlıydık birbirimize. Kasaba da bize “Üçü bir arada derlerdi” İnsanlar bizim aramızdaki sevgiyi, harmoniyi kıskanırlardı. Birbirimizi ne kadar sevdiğimiz, birbirimize ne kadar bağlı olduğumuz o kadar belliydi ki.
Yasemin’e ve Kızım Bahar’a çok bağlıydım. Dünya bir tarafa onlar bir tarafaydı benim için. Onları seyretmeye doyamazdım. Sarılırlar, otururlar, dertleşirler, beraber şahaserler yaratırlar, inanılmaz resimler yaparlardı. Yaptıkları resimleri birbirlerine gösterirler, birbirlerine iltifatlar ederler, sonra da benimle paylaşırlardı.
Beraber resimler yaparlarken veya yorulmuş birbirlerine sarılmış uyurlarken seyrederdim ana kızı. Ellerimi açar dualar ederdim. “Allahım” derdim “Ne güzel insanlar bunlar, ne yücesin ne iyisin bana böyle bir eş, böyle bir evlat verdin. Ne olur bizi birbirimizden ayırma. Bak ne güzel yaşıyoruz, ne güzel şeyler üretiyoruz. Onlar resimler yapıyorlar, ben kitaplar yazıyorum. Senin dünyanı güzelleştirmek için elimizden geleni yapıyoruz. Kimseleri incitmeyiz, kimse hakkında ne kötü düşünürüz, ne dedikodu yaparız. Ne kimsenin hakkını yeriz, ne kimseleri eleştiririz. Kimseyle kırgın değiliz, dargın değiliz. Biz herkesi seviyoruz, herkes bizi seviyor. İnsanlara örnek olmaya çalışıyoruz, birbirimiz olan sevgimizle, saygımızla. Ne olur yaşayacağımız kadar uzun yaşayalım birlikte, bu güzel günlerimiz devam etsin edebildiği kadar”. Ama sanki içime doğmuş gibi bir şeylerden korkuyor, bir şeylerden huzursuz oluyor, endişe duyuyordum.
Kış gecelerinde şöminemizi yakar karşısında geç vakitlere kadar otururduk. Bazı geceler ikisi de yatar ben çalışma odamda kitaplarımı yazardım. Onlar yattıktan sonra TRT üçü açar şarap kadehimi elime alır yazardım. Gecenin, daha doğrusu sabahın geç saatlerinde eşimi de, kızımı da özler, ara verir, yavaşça yukarı kata çıkar odalarını kapısını açar huzur içerisinde uyumalarını seyrederdim. Sonra yüzümde mutlu bir gülümseme çalışma odama geri döner yazar, yazardım güneş doğana kadar. İyi bir koca, iyi bir babaydım. Eşime de kızıma da sahip çıkıyor, onlar için en güzelini yapmaya çalışıyordum. Çok mutlu ve huzurluyduk çok.
Her şey nasıl böyle gelişti, nasıl böyle darmadağın olduk hala anlayabilmiş değilim. Kızımda evlenip gidince şimdi o bir zamanlar hayat, enerji, sevgi dolu evde yapayalnızım. Yine çalışma odamdayım yine yazıyorum, yine elimde şarap kadehi ve yine TRT üç dinliyorum. Ama biliyorum bir şeyler eksik. Yukarı çıkmaya korkuyorum. Bomboş iki oda görmekten usandım 14 aydır. Bazen o kadar istemiyorum ki yukarı çıkmayı, salondaki koltuklardan birinin üstüne kıvrılıp yatıyorum, daha doğrusu sızıyorum.
İşte dostlarım devam eden hayat bu. Bu işte benim devam eden hayatım.
Bu yazıma Yasemin’imle kızım Baharı resimlerini ekledim. Resimlerden birisi anne kızın birbirlerini resim ettikleri bir portre. İsmi de “Ana ve kuzusu” Bu portre şu anda 9 Eylül Hastanesi Radyoloji Bölümünün en göz alıcı yerinde asılı. Yasemin hediye etmişti. Lütfen bakın bu resimlere, kalbinizle bakın. Bakalım kıyabilecek misiniz onları ayırmaya. Belki de nasıl yüreğimin yandığını, nasıl bir hasretin içinde olduğumu daha iyi anlayacaksınız.
Bir de kısacık şiirim var sizler için.
YAŞAMIYORUM Kİ !
Hatırlıyor musun güzel gözlüm?
Bazen çok duygulanır,
Yüzünü ellerimin içine alır,
Gözlerine bakar,
“Ben sensiz yaşayamam ki” derdim.
Bak sözümü tuttum
Sadece varım,
Hayattayım,
ve hayat devam ediyor.
Ama!!!!
Yaşamıyorum ki.







AZ HÜZÜNLÜ BİR YENİ YIL YAZISI



En çok da sabah yataktan kalkıp, yatak yapmak zoruma gidiyor. Üniversiteye giderken kaldığım Sivas talebe Yurdu günlerimi, Kanada’daki bekar yıllarımı anımsatıyor bana. Bir türlü istediğim gibi olmuyor. Muhakkak bir tarafı yamuk veya eğri duruyor yorganın. Çarşafları değiştirme başka bir bela. Zaten daha önce de yazmıştım onu hiç beceremiyorum. Allahtan kızım ara sıra merhamete gelip, temiz çarşafları ve yastık kılıflarını saklandıkları yerden çıkarıyor beni kurtarıyor.

Şimdi nasıl rahmet okumam, nasıl özlemem, nasıl üzülmem. O güzel kadın 32 yıl bana bir defa yatak yaptırmadı. Her şeyi o kadar güzel, o kadar bilgece organize etti ki hiçbir şeyin eksikliğini duymadım, hissetmedim. Şimdi sağa sola bakıyorum. Ev dağınık, mutfak kirli, sanki hiçbir şey yerli yerinde değil. Kendi evimde bir yabancıyım sanki

Şimdi beyler, evinizde yatağınızı yapan, eve geldiğinizde “Hoş geldin sevgilim” diye size güler yüzle kapıyı açan, rahat koltuğunuza kurulduğunuzda “Hayatım bir şeye ihtiyacın var mı? Sana bir yorgunluk kahvesi yapayım mı? Diye soran bir eşiniz varsa, boş verin altılıyı lotoyu, bahisleri, milli piyangoyu falan. İşte o aradığınız, hayallerini kurduğunuz hazine, o ikramiye evinizde, yanınızda, sevin, sevinin, sahip çıkın, kıymetini bilin.

Şimdi bana dünyanın en büyük ikramiyesimi istersin, yoksa sevdiğinin yüzünü bir defa daha görmek mi istersin diye sorsalar, onun bir defa daha yüzünü göreyim, bir defa daha sarılayım, kokusunu hissedeyim bana yeter, dünyanız da hazineleriniz de sizin olsun derim düşünmem bile. O yüzden büyük ümitlerle aldığınız biletlerinize eğer bir şey çıkmasa üzülmeyin. Tekrar yazıyorum sizin hazineleriniz evinizde, yanınızda.

Sevgilimle o hüzün, acı dolu hastane günlerimizde, eğer birisi gelse ve ”Eşini eski sağlına kavuştururum, her şeyini verir misin diye sorsaydı yemin ediyorum her şeyimi verir, hatta sırtımdaki gömleği ayakkabılarımı çıkarır önüne koyardım.

İnsan sevdiğini kaybedince hiçbir şeyin değeri kalmıyor inanın bana.

Yeni yılda bence ilk dileğiniz ALLAH BİZİ SEVDİKLERİMİZDEN AYIRMASIN olsun. Gerisi boş, sizi çok üzen kocaman, başa çıkamayacağınız bir boşluk.

Daha öncede yazdım, unutmayın BİR TEK ÖLÜME ÇARE YOK.

2016 hiç bitmesini istemeyeceğiniz en güzel yılınız olsun.



KADER DİYELİM



Biz birbirimizi öyle sevdik ki be canım be. Yemin ediyorum bunu ne sevda romanları yazanlar anlayabilir ne hissedebilirler ne de yazabilirler sayfalarında. Bizim sevgimizi kimseler tanımlayamaz, bilgisayarlar da ölçemez. Biz birbirimizi Allah’ın istediği, meleklerin tasarladığı, gibi sevdik.

Onlar seni 52 yıl özlediler.

Şimdi ben özlüyorum seni.

(Resimdeki kedi yeni sevgilim. Marinada ki mağazama kendi geldi ve benim kedim oldu. Nereye gidersem orada. İsmi "Yaso" Yasemin'in kısa formu. Gözleri de yeşil, yemyeşil.



HASRETİN BİR HASRET DAHA OLDUĞU ZAMANLAR

“Gönül susarak konuşur” demiş Mevlana Celalettin Rumi. 
Sevgilim gülerek öldü, ben üzülmeyim diye. 
Bense ağlayarak yazıyorum.

HASRETİN BİR HASRET DAHA OLDUĞU ZAMANLAR

Hasret bazı günler daha bir hasret oluyor. Sanki devleşiyor, nefes alamıyorum. Göğsümün üstüne birileri oturmuş gibi hissediyorum işte o günler. Hani hep derler ya "hasret bağrımı deliyor, yüreğimi yakıyor" diye ne kadar haklıymış bu cümleleri icat edenler, ortaya çıkaranlar. Ne kadar doğru söylemişler, ne derinden hissetmişler.

İşte böyle günlerde nereye baksam o dalgalı, bukle, bukle sarı saçlar uçuşuyor, nereye dönsem bana gülümseyen bir çift yeşil göz görüyorum.

Şimdi sizlere bu yazıyı yazarken sanki özel proğramlanmış gibi sala veriliyor camilerden ve elim ayağım titremeye başladı yine. Aradan 14 ay geçmesine rağmen hala sala verilirken panik oluyorum, kalbimin atışı değişiyor. Yine Yasemin’imi anons edecekler sanıyorum. Onun salası verilirken kulaklarımı tıkamak, kafamı bir yerlere gömmek veya duvarlara çarpmak, o haberi veren insanın yakasına sarılıp, “Hayır yalan söylüyorsun, doğru değil, o benim sevgilim, o benim yanımda” demeyi ne kadar istemiştim. Bir gün minarelerdeki anfilerden yeşil gözlümün ölüm haberini duymanın bana nasip olacağını hiç düşünmemiştim ki. Allah kimseye böyle duyguları, böyle günleri yaşatmasın.

Sevgili okurlarım, biliyorum yazdığım yazıların sizleri bazen üzdüğünü ve duygulandırdığını. Ama o yazılar bir yerlere varıyor, içinizde ki bir takım unutulmuş, ihmal edilmiş duyguları ortaya çıkarıyorlar onu da biliyorum. Başından beri yazıyorum, benim amacım işte bunu yapmak ve sizlere yaşarken birbirinizin varlığını fark ettirmek. İnanın bana tek başına tango olmuyor, mümkün değil.

Sizler gibi zarif, güzel okuyucularımdan mesajlar alıyorum, “Yazılarınız hayatımızı değiştirdi, bize bir pencere açtınız” diye. Mutlu oluyorum. Buruk bir mutluluk ama olsun. Emin olun yazdığım bazı yazılardan sonra benim toparlanmam birkaç gün sürüyor. Ben yazılarıma kalbimi koyuyorum, siz de bunu fark ediyorsunuz. İşte böyle devam edip gidiyor.

Şimdi sizlerle bir okuyucum, hemşehrim, lise arkadaşım, Niyazi Bey’in bana gönderdiği, hem beni çok duygulandıran hem de bir yazar olarak sevindiren mesajını paylaşıyorum.

Sevgili Güven,

Bende ara sıra dükkanlara uğruyorum. Bol bol spor yapıyorum. Masa Tenisi oynuyorum.

Bu sabah yeni kitabınızın müjdesini aldım. Ben de seni takip eden diğer okuyucuların gibi mutlu oldum. Ana hatlarını bu sayfalardan öğrendim. Öncelikle şunu söyleyeyim kitabın sıradan bir kitap olmayacak. Gerek senin okuyucularının yorumu ve gerekse senin yazılarını takip eden dostlarımın ifadesi, bu kitabın kişisel ilişkilerimizi bir daha gözden geçirmemize neden olacaktır.

"BENİM" diye yapıştığımız, zaman içinde farkında bile olmadığımız sevdiklerimizi kaybedebileceğimizi senin acı tecrübelerinden öğrendik. Şimdi orada koltukta oturan, şu kırk yıllık eşi senin sayende şımartacağız.
Çocuğumuzun başını bir fazladan okşayacağız. Belki akşam bir demet çiçekle evde bir hoşluk yaratacağız. Bütün bunlar, " Yeşil gözlü sarışın güzel kadın" sayesinde olacak. Yasemin çiçeklerine daha bir itibar edeceğiz. Farklı anlamlar yükleyeceğiz..

Şimdi rahmetli ev ev dolaşıyor. Bir sevgi misyonu yüklenmiş..Hepimizi " GÜVEN" leştirecek. Hepimizi "YASEMİN leştirecek. O, bizim sevgi meleğimiz ev ev dolaşacak.



OLMASA DA BİR DİLEK

Sana dokunmak istediğimde önce elimi dudaklarıma götürüyorum sonra gözlerime götürüyorum sonra da bir zamanlar kalbimin olduğu boşluğun üstüne koyuyorum. Çünkü olacağın yerleri biliyorum, gideceğin yerleri de. Günlerim hep birbirinin aynı sevgilim. Yıkayıp yıkayıp tekrar sırtıma geçiriyorum. Hiç kimse fark etmiyor. Herkes mutsuz. Kelin tırnağı yok biliyorsun, hiç olmadı da. Sen yaşarken de yoktu zaten. Şimdi başını başkalarına uzatıyor kaşısınlar diye. Bu her halde çaresizliğin zirvesi. Bence Allah’ın iyi insanlara yardım etme zamanı geldi.

OLMASA DA BİR DİLEK

Bakarsın bir şeyler değişir içimde,
Bir şeyler yer değiştirir.
Eğer bir zakkum ağacı olursam
Koyu pembe açmış alabildiğine
O güzel bembeyaz çiçeklerinle,
Bana gelin gelirmisin?
Yanı başımda açar mısın Yasemin?
Yine kavuşuruz birbirimize.
Dallarımız birbirine dokunur
Hasret gideririz bir şekilde.
Ne güzel sen beyaz, ben pembe
Bir de nazar boncuğu çiçeklerimize
“Gel keyfim gel” bile deriz be canım
Belki nazar da değmez bu defa bize.



BEN PAVAROTTİ ÖLDÜĞÜNDE DE ÇOK ÜZÜLMÜŞTÜM


Ben Pavorotti öldüğünde, Glen Gould ( Bethoven’ı en iyi yorumlayan Kanadalı piyanist), Oscar Peterson ( Dünyaca meşhur caz piyanisti), Paco de Lucia öldüğünde de çok üzülmüştüm.
Böyle sanatlarında inanılmaz seviyelere ulaşmış, bu duruma gelebilmek için inanılmaz emek harcamış, hayatlarını insanlığa harcamış, dünyayı güzelleştirmiş insanların ölümlerini, bilhassa erken ölümlerini hiç kabullenemedim. Bunlardan birisi de eşim Yasemin di.
Yasemin’im inanılmaz bir ressam, çok yaratıcı bir vitray sanatkarı ve dünyaya ender gelecek birisiydi. Bu ona Allah vergisiydi. Ben o güzel kadın gibi mantıklı, bir bakışta çözüm üreten başka birisine rastlamadım.
İzmir Dokuz Eylül Hastanesinde Yasemin Yumurtalığından ameliyat olmasından bir gece önce onunla sabaha kadar dertleştik, hayatımızı gözden geçirdik. Güldük hüzünlendik. Sabah ona koyu yeşil ameliyat elbiselerini, varis çoraplarını ellerimle giydirdim. Sonra onu sedyeye yerleştirdik. Hasta bakıcılara rica ettim ve onu ameliyathanenin kapısına ben götürdüm. Kapıda vedalaştık. Elimi tuttu, gülümsedi bana. “Sen üzülme canım” dedi Ben iyileşirim, ne olur üzülme”
Ameliyati 4 saat sürdü ve 4 saat ben o hastanenin mermer koridorlarındaki mermerleri saydım. Mermerlerin damarlarından şekiller ürettim. Nereye gittiğimi bilmeden dolaştım. Diğer insanlara göstermemeye çalışarak, bu neydi başımıza gelen diye köşelerde ağladım. Sonunda Yasemin ameliyattan çıktı yoğun bakıma alındı ve bana durumunun kritik olduğu söylendi.
Bir an kafam durdu. Delirdiğimi sandım zorla yoğun bakıma girdim. Yasemin kablolar içerisinde boğazında borular yatıyordu. Çok genç uzun kirpikli gözleri çok güzel genç bir adam, doktoru yanıma geldi ve orada duramayacağımı söyledi.
Doktoru bir kenara çektim. Ellerim titreyerek cep telefonumu çıkardım ve ona Yasemin’in tablolarını teker teker gösterdim. “Bu kadın çok özel bir insan” dedim. “Evet o benim eşim, kızımın annesi ve dünyada en sevdiğim insan ama o bir sanatkar, o bir ressam, o bu dünyayı güzelleştiren bir insan, onu yaşatmamız lazım, bu bizim boynumuzun borcu. Ne olur elinizden geleni yapın dedim.
Güzel adam o güzel gözleriyle, sevgiyle, gözlerimin içine bakarak koluma girdi beni dışarı çıkardı. Bana gerekirse sabaha kadar eşimin başında bekleyeceğine söz verdi. Hiç yaptığımız bir şey değil ama bana cep telefonunuzu verin, ben sizi arar bilgilendiririm dedi.
Yoğun bakımın önünde kızım Bahar’a ne diyeceğimi bilemeden, etrafımda neler olup bittiğini fark etmeden, görmeden , omuzlarım kaskatı beklerken telefonum çaldı ve söz verdiği gibi doktor beni aradı. Hayati tehlikenin geçtiğini, her şeyin kontrol altına alındığını birazdan dışarı gelip benimle konuşacağını söyledi.
Birden dizlerimin bağı çözüldü ve koridora mermer zeminin üzerine dizlerimin üstüne çöktüm. Tam o sırada doktorumuz yoğun bakımdan çıktı ve beni dizlerimin üstünde yerde görünce yanıma geldi. “Üzülmeyin” dedi Her şey geçti Yasemin Hanım iyi. Sabaha kadar kontrol altında tutacağız, sonra odasına çıkaracağız. Sonra ellerimi tuttu beni kaldırmak için. Ellerine sarıldım, öptüm ellerini. Oğlum yaşında ki çocuğun ellerini öptüm. Bacaklarım titreyerek ayağa kalktım, teşekkürler ettim. “Çok özel bir insanın hayatını kurtardınız” dedim. Bana sarıldı “Sizde çok özelsiniz” dedi ve yoğun bakıma döndü.
İşte böyle dostlarım. Hastanede kaldığımız sürede Yasemin’in resimlerini herkese gösterdim. Onu sizlere tanıttığım gibi herkese tanıttım. Başta Onkoloji Profesörü Aziz Bey, Uzman Hekim Elif Hanım, Kemo Terapi Baş Hemşiresi Deniz Hanım, o zamanlar ki Marmaris Acil Servis Doktoru Mehmet kardeşim, Sultan Hemşire ismini hatırlayamadığım hemşireler, hasta bakıcılar, kafeteryada çalışan aşçılar, elemanlar, uzmanlar, hepimiz çok çalıştık, elimizden geleni yaptık yeşil gözlü güzel kadını yaşatmak için.
Ama yapamadık. Karşımızda onu bizden fazla isteyen bileğini bükemeyeceğimiz bir güç vardı. Sonunda hepimiz çaresizliğe boyun eğdik. Ama ben kabullenemedim. 14 ay geçti ama hala kabullenemedim. Hayatının en verimli en güzel çağında daha 52 yaşında, hastalığına karşı mağrur aslanlar gibi direnen, bir gün olsun şikayet etmeyen, her yarattığı eseriyle dünyayı güzelleştiren o güzel kadının, dünyaya bu kadar zararı dokunan, bu kadar zulüm yapan hatta kafalar kesen it oğlu itler yaşarken ölüp gitmesini kabul edemedim. Küstüm.
Hani çocuk babasına küser de arkasını döner ya, işte aynen öyle artık gidecek birisi, sığınacak bir yerim yok gibi hissediyorum. Günlerce, gecelerce, haftalarca, aylarca dua ettim, benim ömrümden al onunkinin üstüne koy, ne olur ona kıyma, bak nasıl mücadele veriyor, hala sana ne kadar inanıyor, onu iyileştir diye.
Artık dua etmiyorum. Çok kızgınım, öfkeliyim, acı doluyum.
Allah’ım bana yardım et demeyecek, diyemeyecek kadar doluyum.
Bu durum ne kadar devam eder onu da bilmiyorum. Hiçbir fikrim yok.
Hastanelerde paylaştığım Yasemin’imin resimlerini sizlerle de paylaşıyorum.













YASEMİN&GÜVEN

Benim güzel dostlarım
Sizlere söz verdiğim “Yasemin&Güven” Blog Yazıları kitabımı sonunda bitirdim, tamamladım ve yayım evime yolladım.
Çok yoruldum, çok duygulandım. Kolay olmadı. Hiç kolay olmadı. 150 öyküyü tekrar tekrar okumak, düzeltmek, 100 den fazla resmi co-ordinate etmek, Allah tekrar yaşatmasın diye dua ettiğim günleri hatırlamak yıprattı beni. İnanın günlerce etkisi sürdü. Kendime gelemedim. Duygulandım, hislendim, zaman zaman ağladım da.
Ama olsun, ortaya hüzünlü ama güzel bir kitap çıktı. Bir melekle olan yaşamımı yazdım. Yasemin’imin bir melek olduğunu, dünyaya bir görevi tamamlamak için gönderildiğini, görevi bitince geldiği yere geri döndüğünü yazdım. Sevgilimle yaşadığım 32 inanılmaz yılı yazdım. O geldiği yere döndükten sonra neler olduğunu, neler hissettiğimi yazdım. Sizlerle yaşadıklarımı paylaşmanın bana bir görev olarak verildiğini, misyonu mu tamamladığımı yazdım.
Bir ay içerisinde kitabımın hazır olup piyasaya çıkacağını tahmin ediyorum. Bu kitabın hayatınızı pozitif bir yönde etkileyeceğine çok eminim. İnanın ailenize, çocuklarınıza, sevdiklerinize, eşinize, dostlarınıza karşı hissettikleriniz ve davranışlarınız değişecek. İçinizde daha önce hiç fark etmediğiniz duygular oluşacak, çünkü her yazdığım satıra inandım, kalbimi koydum ben.
“Yasemin, bak yeşil yeşil” kitabım D&R lar da halen mevcut ayrıca İDEFİX ten indirimli olarak temin edebilirsiniz. Bu kitabım okuyucularımdan çok güzel eleştiriler aldı. Sağ olsunlar üşenmemiş yazmışlar.
Hani sizler bana mesajlar atıyorsunuz ya. Sizi seviyoruz, yalnız değilsiniz, biz sizi okuyoruz, bize sevmeyi aşkı öğretiyorsunuz, bize yol gösteriyorsunuz, sizin kocaman bir kalbiniz var, Allah yeşil gözlü kadına rahmet eylesin, mezarına nur yağsın diye.
Yavaş yavaş yaram kabuk bağlıyor gibi ve o kabuk sizsiniz biliyormusunuz?
Sizleri çok seviyorum
(Yeni kitabımız henüz tasarı halinde ki ön ve arka kapağını da ekliyorum)



HİÇ ŞANSIMI ZORLAMADIM Kİ


Kanada’nın Toronto şehrinde 10 yıl yaşamıştım. Tam 10 yıl dile kolay. Evimden, yurdumdan, anamdan, akrabalarımdan, arkadaşlarımdan uzak tam 10 yıl.

Türkiye’den ayrıldığımda 22 yaşındaydım, 10 yıl sonra 32 yaşında bir aylık tatil alıp Türkiye’ye tatile geldim, beraber yaşadığım bir kız arkadaşımla. Tesadüfen Yasemin’e rastladım Abimin evinin önünde. O Türkiye’den ayrılırken 8 yaşında bıraktığım küçük kız büyümüş o kadar güzel bir genç kız olmuştu ki çarpıldım. Ayaklarım adeta yerden kesildi.

Elini uzattı bana ve yüzünün iki yanında ki güzel gamzeleri ortaya çıkaran o melekleri, kıskandıracak bir gülümsemeyle “Merhaba Güven Abi” dedi. “Ben Yasemin, kuzenin Yasemin” Benim aptal aptal baktığımı fark edince Cemal Sicimoğlu’nun kızı Yasemin diye ilave etti.

Gözleri pırıl pırıl ve yemyeşildi. Takıldım kaldım. “Allahım” dedim “Bu ne güzel bir kız” “Allahım” dedim “Ben bu kıza çarpıldım” “Allahım” dedim “Ne yapacağımı bilmiyorum, ne söyleyeceğimi, nasıl hareket edeceğimi de bilmiyorum, ne olur bana yardım et, elimden tut” Sanki bütün vücudum bir çift göz oldu. Ona o kadar sevgiyle, o kadar duygulu, o kadar isteyerek baktım ki. Hiçbir yere gitmesini istemedim. Çakıldım kaldım.

Sonra neler oldu neler. Ve biz evlendik. Sonra bir gün ben Yasemin’e hayatım dedim sen benim gibi kötü şöhretli, yurt dışında yaşayan, senden 14 yaş büyük, nişanlanmış ayrılmış, evlenmiş ayrılmış, sana rastladığında bile yanında başka bir kadın olan, cins bir adamla nasıl evlenmeye evet dedin ki, bu güzelliğinle.

“Şımar mamaya söz verirsen anlatırım” dedi. Sarıldım öptüm ve şımar mayacağıma söz verdim.

“İlk karşılaştığımız da, gözlerimin içine öyle güzel baktın ki, karşımda çok yalnız ve yüreği sevgiyle tıka basa dolu bir insan gördüm ben” diye başladı anlatmaya. O güne kadar bana böyle güzel, böyle duygu dolu bakan hiç kimse olmamıştı.

Bilmediğin bir şey daha var. Ben seni 8 yaşımdan beri seviyordum, hani sen üniversiteye giderken babamdan saz dersi almaya gelirdin ya, taa o zamandan beri. Sonra İsmet Abin beni babamdan isteyince. Kulaklarıma inanamadım.

Ben zaten seni görür görmez kararımı vermiş, insana öyle bakan birisinin kötü bir insan olamayacağına inanmıştım. Ben sen ellerimi bırakmadığın sürece senden hiç ayrılmamaya ve dünyanın en ucuna kadar da olsa seninle gitmeye zaten kararımı vermiştim” dedi.

Hatırlıyor musun sana “Bana hiçbir şey kanıtlamaya mecbur değilsin. Nasıl bir insan olduğunu da izah etmek zorunda da değilsin. “Ben senin nasıl birisi olduğunu zaten biliyorum. Ben sana “Evet” dediğim anda seni hayatımın sonuna kadar seveceğime, sana hayatımın sonuna kadar sadık kalacağıma, seni hayatımın sonuna kadar destekleyeceğime ve üzmeyeceğime söz verdim “ demiştim. Diye konuşmasını tamamladı.

Sonra da benim bilmiş bilmiş sırıttığımı görünce. “Şımarma” dedi. Bak söz verdin, şansını da zorlama tamam mı”?

Hiç şansımı zorlamadım ki Yasemin!, zorladım mı?


OHAAAA


Bu lafı veya kelimeyi hiç sevmem. Hatta duyduğumda tüylerim diken diken olur bile diyebilirim. Hele bir hanımın ağzından duyarsam tam sinir olurum. Çünkü daha bir ohalaşır.
Ne olur hanımlar bu kelimeyi kullanmayın bence bu kelime hiç kimsenin ağzına yakışmıyor. Hele sizin ağzınıza hiç yakışmıyor. O arkası sepetli üçtekerli bisikletlere de binmeyin. Eğer ille de binmeniz gerekiyorsa, Hiç olmazsa, lütfen şu yüz ifadenizi değiştirin, ne o öyle mahkeme duvarı gibi hepinizin suratı. Bir de sırtınıza zevkli bir şeyler giyin sevaptır. Ne olursunuz!!!

HAYAT, ÖMÜR, ALIN YAZISI FALAN…


Düşünüyorum da, yaklaşık bir yıldır sizlerle yazılarımı paylaşıyorum. Zaman uçup gidiyor. Eskilerin yalan dünya demeleri demek ki doğruymuş. Sizlere anlatamadığım daha nelerim var benim bilemezsiniz. Aslında her insanın her insana anlatamayacağı ne anıları ne acıları vardır. İnanamazsınız.
İşte böyle hep birlikte uçsuz bucaksız bir acılar denizinde çırpınır gideriz ve biz buna hayat deriz. Sonra mecalimiz kalmaz boğuluruz. Herkesin bir boğulma sırası vardır, ona da ecel deriz. Ecelin daha az korkutucu adı alın yazısıdır. Başından sonuna kadar, bu öyle veya böyle sürünmeye de ömür adı verilir.
Aslında sürünmemiz ara sıra ağzımıza sürülen bir parmak balla süslenir. Mesele aşık oluruz evleniriz, veya aşık olmadan evleniriz. Çocuklarımız olur, büyür üniversiteyi kazanırlar, mezun olurlar. Sonra onlar da evlenirler, torunlarımız olur. Şansımız varsa ev alırız veya yaparız. Futbol maçları seyrederiz, bazen tuttuğumuz takım şampiyon bile olur. Arkadaşların akrabaların dostlarımızın düğünlerine gideriz, içimizden gelmese de altın takarız, oynarız. Yaş günleri, yeni yıllar kutlarız, sarhoş oluruz.
Sonra bir sert rüzgar çıkar, dalgalar her şeyi alır götürür, aslında bir kurtuluş bir ferahlamadır, bir temizlenmedir bu. Ama ne o rüzgar ne de o dalgalar sevilir.
Çünkü ölümün yüzü soğuktur.

BİR OSHO YAZISI DAHA

Mevlana’yı, Hafız’ı, Khalil Gibran’ı, Ömer Hayyam’ı, Şems’i, Yunus Emre’yi, Osho’yu okuyan, kalbinde hisseden insandan kimseye zarar gelmez. 

Çünkü o insan sonunda egoistliğin, vefasızlığın, yalancılığın, ikiyüzlülüğün, kabalığın, gaddarlığın, içten pazarlıklılığın, kendisini hiç bir yere götürmeyeceğini anlar. Zamanla yüreği yumuşacık olur. Bakışları, bitkilere, hayvanlara, insanlara dokunması bile değişir. Kedilerden korkmaz. Yapay şımarıklığın kendisini ne kadar limitlediğini ve bayağılaştırdığını anlar. İnsan olmayı öğrenir.

Bu dönüşü olmayan bir yoldur. İstese de bir daha eski benliğine dönemez.

BİR OSHO YAZISI DAHA

Bu bugün face teki yazılara bakarken. Şükür Bilir’in bir gözlemini okudum. Şükür İstanbul’da yaşıyor. Muhteşem bir insan, duygulu bir yazar ve kahkahası hiç bitmeyen, müthiş enerjili bir arkadaşım. (Daha yüzünü bile görmedim, ama her uzun telefon konuşmalarımızda neredeyse her zaman birimizin şarjı bitiyor).

Sükürcüğüm, bu yazısında insanların nasıl devamlı hareket halinde olduklarını, koşturup durduklarını yazıyor ve bir durun kardeşim, bir nefes alın, bir sağınıza solunuza bakın diyor.

Onun bu yazısı bana Bhagwan’ın (Osho) yıllarca önce bizlerle paylaştığı bir konuşmasını aklıma getirdi.

Bhagwan yine her zamanki gibi yavaş adımlarla, ipek giysileri içinde salona girdi. Meşhur selamını verdi ve tahtına kuruldu. Tane tane konuşmasına başladı. Her zamanki gibi bir fıkrayla açtı konuşmasını.

İngiltere de bir iş adamı bir taksiye atlıyor ve soföre “sür diyor, sürebildiğin kadar hızlı sür” Taksi soförü gazlıyor. Belli bir süre sonra adam yahu diyor kendi kendine ben bu adama nereye gideceğini söyledim mi. Eğiliyor ve soföre “ben sana nereye gideceğini söyledim mi” diye soruyor. “Hayır efendim” diyor soför, “ama gidebileceğim kadar hızlı gidiyorum”

Milletin gülmesi bitince. “İşte alalade insanlar böyle” yaşar dedi Bhagwan. “Hep koşturur dururlar. Acele yerler, acele konuşurlar, acele sevişirler. Her işleri aceledir. “Yahu kardeşim acelen ne” diye sorduğunuzda, Verecek cevapları yoktur. Çünkü neden acele ettiklerini bilmezler.

Bu tamamen otomatik bir davranıştır. İnsanların büyük bir çoğunluğu uyuyarak yaşarlar, uyuyarak ölürler. Vücutları onlara her istediğini yaptırır. İnsan yaşamak için en önce kendi vücudunu yani kendi makinasını bilmek kontrol etmek zorundadır. Bütün din kitaplarının hepsinin en başında KENDİNİ BİL yazar.

Güzel insan sonra, onun meşhur deve ve sürücü misalini verdi. Dedi ki; Eğer deve sürücüsü ne yaptığını biliyor ve bu işin ustasıysa deve sürücüyü sürücünün istediği yere götürür. Eğer sürücü acemi biriyse o zaman deve onu kendi istediği yere götürür.

Sonra ayağa kalktı, gözlerin kalabalığa dikti, “So know yourself” dedi. “KENDİNİZİ BİLİN”

Göz bile kırptı Bhagwan o gün.

Çok mutluydu nedense.