8 Şubat 2016 Pazartesi

MELEK VE ŞEYTAN



Sizlere daha önce de yazdım. Bu okuduğunuz yazıları ben yazmıyorum. Ben sadece bir kalemim veya bilgisayar, veya bir papağan, veya sadece kendisine söylenenleri tekrar eden, klavye kullanabilen, 1.80m. boyunda 95Kg. ağırlığında bir goril de yazacağım da elim varmıyor.

Çalışma masamda oturuyorum. Benim çok güzel bir çalışma odam var. Odamım üç tarafı cam. Bahçeye, ormana, çam ağaçlarına bakıyor. Oturmadan bütün pencereleri açıp odamı iyice bir havalandırıyorum, Çünkü bana yardıma gelecek, bana yazılarımı yazdıracak melek sigara kokusu sevmiyor. Her şey hazır parmaklarım klavyenin üstünde kalbim çarparak heyecanla bekliyorum. Bahçe tarafındaki pencereyi açık bırakıyorum. Çünkü meleğim hep oradan geliyor.

Çok sürmüyor yine her zamanki gibi tam saatinde bahçeden odama dolan yasemin kokuları ile pencereden içeri süzülüyor. İçerisi öyle bir yasemin kokusu doluyor ki gözlerim yaşarıyor, burnumun direği sızlıyor. Her zamanki gibi bana bakıyor, tam karşımda kanat çırpıyor. Gözleri o kadar güzel ki yemyeşil. Ağzının iki yanında iki gamzesiyle gülümsüyor. Hiçbir şey söylemiyor. Sadece bakıyor. Öyle güzel bakıyor ki.

Üzerinde çok ince neredeyse tül gibi gözlerini iyice ortaya çıkaran mavi, turkuaz arası uzunca bir elbise var ve her hareketinde parlıyor, ışıklar saçıyor. Kanatları şeffaf, çok açık pembe, yukardan aşağı gri çizgiler var, sedef gibi parlıyorlar.

Vücudu istediği zaman büyüyor istediği zaman küçülüyor. Yavaşça bale yapar gibi kanat çırpıp arkama geçiyor ve bilgisayarı işaret ediyor. Çalışmaya başlıyoruz. O kulağıma fısıldıyor, ben yazıyorum. Her biten paragraf sonrası sevinçle odanın içinde uçuyor, etrafımda dolaşıyor, kulağıma dokunuyor saçlarımı okşuyor. Bu böylece devam edip gidiyor. Çok yavaş yazıyorum. Hiç bitmesini, hiç gitmesini istemiyorum ki. O da bunu biliyor ama bilmemezlikten geliyor. Ama sonunda yazımız tamamlanıyor.
.
Mahsun mahsun yüzüme bakıyor. Biliyorum gitmek istemiyor. Sonra istemeye, istemeye pencereden geldiği gibi dışarı süzülüyor. Kafası arkada gözleri gözlerime takılı, bir daha bakışıyoruz. Ve kaybolup gidiyor.

İşte haftanın üç günü Meleğimle böyle buluşuyor, yazılarımı tamamlıyorum. Haftanın üç günü ise yaşlı bir şeytanım var. Onunla bir yandan kafaları çekip, bir yandan yazılarımı yazıyoruz. Yaşlı bir şeytan diyorum, çünkü bizim gibi yaşını başını almış insanlara genç şeytanları vermiyorlar. İyide oluyor hiç değilse şeytan da olsa kafamız birbirini açıyor.

Şeytanım gelmeden bayağı bir hazırlık yapmam gerekiyor. İlk önce Mallboro uzun sigarasını açıp masanın üzerine koyuyorum. Sonra da rakı ve beyaz peynir. Özel Tekirdağ rakısı, Ezine tam yağlı koyun peynirinden başka hiçbir şeyi beğenmiyor. O böyle pencereden falan da gelmiyor. Birden pat diye yanımda beliriyor ve hemen bilgisayarı işaret ediyor. “Hadi diyor” “Bütün günümü seninle geçiremem. Başımın belası yalnız sen değilsin. Bir sürü işim var benim”

Önce bir duble içte aklın başına gelsin diyorum. Acele etme. Acele işe şeytan karışır, bilmiyormusun diye soruyorum. “Siktir et sen o lafları kocakarı uydurması onlar” diyor “Biz istersek aceleye de yavaşa da karışırız, laf onlar laf” Ve tekrar bilgisayarı işaret ediyor. Bu gün Tekirdağ rakısı yok diyorum şakacıktan. Ezine peyniri de yok. “O zaman yazıda yok” diyor. Yok diyorum şaka yaptım hepsi hazır. “O ZAMAN DANS diyor”. Hayır diyorum o laf eskidi artık. O ZAMAN RENK demen lazım. "Bana şeytanlık yapma" diyor. "Ben o zaman dansı daha çok seviyorum. Her yeni çıkan şey bana hitap etmiyor. Ben eski kafalıyım. Zaten şurada emekliliğime ne kaldı ki" diyor.

Böylece bir paragraf, birkaç sigara bir duble rakı, biraz Ezine peyniri, şeytanın bol olsun derken yazıda bitiyor rakıda. Ve şeytanım geldiği gibi birden kaybolup gidiyor. Ama sallanıyor.

Ben sadece perşembeleri yazıyorum.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder