28 Şubat 2017 Salı

MAZİDEN YAPRAKLAR
Yarın 28 Şubat, Deniz Gezmiş’in doğum günü. Deniz’le başlıyorum sayfaları çevirmeye. Deniz Gezmiş ile. Sivas Kabakyazısı, Öğretmen evleri mahallesinin kışın toz, yazın çamur dolu sokaklarında kol kola, omuz omuz omuza sarmaş dolaş yürüdüğümüz günler geliyor aklıma. Selvi ağaçlarından yaptığımız sapanlarla kuş avladığımız, evlerimizden aşırdığımız masa örtüleriyle dereden balık yakaladığımız,mehtapsız gecelerde sucuk çaldığımız, ellerimizin üstü yara olana kadar bilye oynadığımız, bütün Sivas’ı arşınlayıp yavru köpek aradığımız, altı yaşından on altı yaşına kadar Deniz ile yaşadığımız sayısız anılar geliyor aklıma. Koyu kahverengi gözlerini, upuzun kirpiklerini, hepimizden uzun boyunu hatırlıyorum. Babasının İstanbul’a tayin olduğunu, Sivas Tren İstasyonundan Gezmiş ailesini uğurlamamızı, Deniz’le gözlerimiz dolu dolu birbirimize sarılmamızı ve bana “Bobi’yi sana emanet ediyorum ona iyi bak” deyip trene adeta kaçarcasına bindiğini, tren hareket edene kadar ağladığını göstermemek için bize arkasını döndüğünü anımsıyorum.
Arda Uskan, İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Bölümünde okurken tanıdığım, kara,uzun saçlı dahi çocuk. Türkiye’yi foto romanla tanıştıran ve aylarca “ gel seni foto romanlarımda oynatayım” ısrarından bir türlü vazgeçmeyen deli Arda. Moda’daki evlerinde Moğollar, Barış Manço’lu sigara dumanlı, bol alkollü partiler. Milli Manken, Merih Akalın, Arkeoloji koridorlarında ‘hadi bir manken gibi yürü de görelim” diye diye mankenliği aklına soktuğumuz güzel kız, güzel kadın. Kader arkadaşım “Arap Fikret” ismiyle basın dünyasında tanınan, Hürriyet gazetesine hayatını veren, o gazeteyi gazete yapan Fikret Ercan. Hürriyet Gazetesinin düzenlediği Altın Mikrofon yarışmasını kazanıp müzik dünyasına giren ve ne kadar meşhur olursa olsun bizleri hiç unutmayan Edip Akbayram, Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı Turizm Müdürü, memleket turizmine inanılmaz katkıda bulunmuş, askerliğini mimlenmis bir solcu olduğundan “sakıncalı Piyade olarak yapan Kasım Zoto ( İstanbul Armada Otellerini sahibi) Bu güzel insanlardan ayrılıp, Türkiye’yi terk etmek nasılda zor gelmişti bana 1969 yılı, Ekim ayının sonunda.
Kader beni Kanada’da güzel insanlarla tanıştırdı. Oscar Peterson, dünyaca ünlü siyah caz piyanisti. Nasıl güzel, nasıl mütevazi, nasıl zarif bir beyefendiydi bilemezsiniz. Bir basketbol oyuncusu kadar uzun boylu bu dev adamın her elini sıktığı insan karşısında nasıl eğildiğini, nasıl terlediğini, nasıl gülümsediğini görmeliydiniz. Aradan 40 yıldan fazla zaman geçti inanın o elimi sıkan kocana elinin hala sıcaklığını hissediyorum. Yaşlanıp lanet bir eklem sorunu yüzünden parmaklarını kullanamaz hale gelmesine o kadar üzülmüştüm ki.
Glen Gould, çoğunuzun bekli de tanımadığı, dünya da Bethoven’ı en iyi yorumlayan klasik müzik piyanistiydi. İngilizceyi Şekspir Ekolü tiyatro sanatkarları kadar iyi konuşan, zayıf, zarif birisiydi Glen Gould. Onun konuşmasına da, Piyano çalmasına da doyamamıştım. Toronto’nun en güzel semtlerinden biri olan Rosedale mahallesindeki muhteşem evinde yalnız yaşarken geçirdiği bir kalp krizi sonunda dünyaya veda etti, daha 50 yaşında bile değildi.
Muhammet Ali’ye Toronto’da taksi kullanırken tesadüfen rastladım. Hiçte televizyonlarda görüldüğü gibi güler yüzlü, şakacı birisi değildi. Bana tepeden şöyle bir baktı. Öyle uzun boylu, öyle iri, öyle kalın bir boynu vardı ki korktum.
Toronto Sheraton Centre Otelinde Resepsiyon müdürü olarak görev yaparken Charlton Heston’la tanıştım. Son derece kibirli, burnu bulutlar arasında gezen, sevimsiz herifin biriydi. Otelde çalışanlara kan kusturdu. Kimse sevmedi kendisini.
Farrah Fawsett, kocası Lee Majors, Gene Hackman’la Banf Springs Otelinde çalışırken karşılaştım.. O kadar güzel, o kadar zarif, o kadar zevkli, o kadar tatlı bir hanımdı ki Farah Fawsett oteldeki herkesin kalbini fethetti. Kocası Lee Majors ise tek kelimeyle hıyarın biriydi. Otele eşi Farah’dan birkaç gün önce gelen bu herif içip içip asılmadığı kadın eleman bırakmadı. Böylesine zarif, melek gibi kadının bu kadar eşek kafalı birisiyle evlenmesine otelcek üzüldük.
Gene Hackman inanılmaz şakacı, güler yüzlü, çok tatlı birisiydi. Oteldeki herkesle arkadaş oldu. Çok muzipti. Film çekimleri tamamlanır tamamlanmaz neredeyse bir şişe en özel viski içer, Carol isimli otelin en şişman elemanının kapısına dayanır “Hadi Carol kırma beni ben sensiz çok yalnızım, ne olur gel bu akşam ki partiye birlikte gidelim diye bağırır, aryalar falan söylerdi. Carol’da penceresini açıp “ nasıl olsa yarın sen çalışmıyorsun, defol buradan beni yalnız bırak, hayır diyorum duymuyor musun diye kahkahalar atardı. Gene gittiğinde bütün çalışanlar üzüldü. Bu güzel adam giderken, başta Carol olmak üzere herkesle vedalaştı.
Toronto, Royal York Otelinin dünyaca meşhur Viktorya lokantasını yönetirken çok tanınmış müzisyenler sahne alırdı mekanımızda. En sevdiklerimde her yıl aynı tarihlerde gelen ve bir bazen iki hafta performanslarını sergileyen Tony Bennett ve Ella Fitzgerald ‘tı. İtalyan asıllı Tony Bennet soyuna uygun tam bir fırlama, sahnede ise müthiş birisiydi. Beni her gördüğünde “ Güven ben sahnedeyken sakın ortalıkta dolaşma. Seni gördüğümde rahatsız oluyorum çünkü anlattığım bütün fıkraları, söylediğim bütün şarkıların sırasını biliyorsun” derdi. Gülmeyi çok seven birisiydi. Yüzünde hep muzip bir gülümsemeyle dolaşırdı. Ella Fitzgerald bir hanımefendi hatta siyahların ilahesi, kraliçesiydi. Fıkra falan anlatmaya, kimseyi eğlendirmeye ihtiyacı yoktu. Onun sahnede duruşu yeterdi. Her şarkısı bir efsaneydi zaten. Orkestrasında ki bütün elemanlar ona hayrandı. Ella hanım dinleyicilerini adeta büyüler, sahnedeyken mekanda çıt çıkmazdı.
Richard Harris’i Lake Muskoka’da film çevirirken gördüm. Bütün gece elinde viski bardağı köşede bir masada yalnız başına oturdu. Ne kimseye baktı, ne de kimseyle konuştu.
Marmaris’e Kanada’dan kesin dönüş yaptığım yıllarda Altın Yunus Otelinde üstat Kayahan ile masa tenisi oynadık. “Ah” dedi, “Şu belimin ağrısı olmasaydı ben sana gösterirdim". Bizimkiler dizisinin unutulmaz haydutu Aykut Oray, ben Türkiye’de iken çok yakın bir arkadaşımdı. Milli Türk Talebe Federasyonun da uluslar arası kültür ve folklor festivalleri düzenlerdik birlikte. Marmaris’e geldiğinde kızım onu çok görmek istediğinden kaldığı otelde buluştuk Aykut ile. Hasret giderdik, eski günlerden konuştuk. Çok güldük, hüzünlendik de. “Yahu Aykut” dedim o iki horoz, iki koltuğunun altında nasıl rolüne konsantre olabiliyorsun? Birbirlerine saldırmıyorlar mı? Bir kahkaha attı rahmetli. “Güvenciğim öyle bir tutuyorum ki birbirlerini görmüyorlar, yoksa ortalığı birbirine katıyorlar, alıştım” dedi.
Yaaa dostlar, Deniz’i düşünürken bunlar aklıma geldi. Burada kesiyorum, çünkü bayağı uzun bir yazı oldu. Gerisini de sonra ki yazılarımda sizlerle paylaşırım.
Son olarak, değerli Recep İvedik kardeşimizin dediğini hatırlatıyorum ”Adam olun adam” ömür uçup gidiyor.
(En sol da yerde yatan benim, ortada yerde yatan Deniz, Denizin başının dayandığı Bora Gezmiş Abisi,Ellili yılların ortaları, Sivas)
Bazı kuşlar uyurken kafalarını kanatlarının altına sokarlar, yüreklerini dinleyerek uyurlar. Eğer insanlarda aynısını yapabilselerdi dünyada kötülük kalmazdı.
Gözlerinizi tavana dikip beyninizin esiri olduğunuz sürece sadece belki daha başarılı, ama daha yalnız, daha mutsuz, daha bencil, daha acımasız olursunuz.
İnsan beyni ben, ben, ben, benim, benim, benimler ile doludur. Yabancı ülkelerde insanlar her türlü pisliği ve puştluğu örtmek için "this is bussiness" derler. Bunun Türkçe karşılığı " iş başka arkadaşlık başka" dır. Beyni ile kalbi arasında bir köprü kuramayan insanın iki yakası bir araya gelmez. Bunu hiç aklınızdan çıkarmayın.
Şeytan beyine, melekler kalbe yerleşir.. Çoğu zaman beynin isteklerini şeytan, kalbin istediklerini melekler taşır.
Hayati kararlar alırken elinizi kalbinize koyup düşünün olur mu?
Benden söylemesi!
Çılgın şeyhiniz
Dün gece yatmadan önce nereye soyunayım, nereye soyunayım diye uzuuun uzuuun düşündüm.
Sonunda kararımı verdim.
Muhalefete soyunacağım.
Şeyhiniz
İŞTE BUNU ANLATMAK İSTEMİŞTİM
Sevgili dostlarım, dünkü yazdığım yazıma çeşitli yorumlar aldım. Bu yorumlar içinde bana neden böyle hissediyorsun diye soran, canımın içi 55 yıllık bir kader arkadaşım da var.
Bir kere en başta bu bahsettiğim arkadaşımın çok iyi bildiği gibi ben inançlı biriyim. Cuma namazlarına giderim, Ramazan da orucumu tutarım, bayram namazlarını kaçırmam. O halde ne oldu da böyle düşünüyorum?
Çocukluğumdan beri, İslam, din, cami, ezan, denince gözlerimin önüne aksakallı hocalar, hac dönüşü ellerinin içini hürmetle öptüğümüz, güler yüzlü hacı amcalar, başı örtülü nur yüzlü teyzeler. Beş vakit namaz kılan amcalarım, dayılarım, halalarım gelirdi.
Yurt dışında yaşarken, camileri, minareleri, Ramazanları, özledim, ezan sesinin eksikliğini derinden hissettim. Türkiye’ye döndükten sonra ilk 10 yıl hasret giderdim, sevindim. Ama son 10 yıl bu güzel dinimizin saf ve masum insanları kandırmak, istenildiği gibi yönlendirmek amacıyla nasıl istismar edildiğini, siyasete nasıl alet edildiğini görmek beni hayal kırıklığına uğrattı, kahretti. Son yıllarda bu artık tahammül edilmez bir hale geldi. Son aylarda ise delirmemek için elimden geleni yapıyorum.
Temeli hoşgörü, sevgi ve merhamet üzerine kurulmuş İslam dini teröristlerin dini olarak anılmaya, dünya genelinde anneler çocuklarını esmer, sakallı insanlardan kaçırmaya başladılar. Kutsal dualarla, sloganlarla, ilahilerle Allah’ın adını haykırarak kafa kesen, silahsız insanları kurşuna düzen, hatta diri diri yakan, kadınları taşlıyarak veya sokak ortasında kafalarına kurşun sıkarak öldüren ve bunun cep telefonlarıyla resimlerini çeken, eşcinselleri inşaat makinelerinden asan, yüksek binalardan kaldırıp atan, bellerine bağladıkları bombaları patlatıp bir yığın kadın, erkek, çoluk çocuk, yaşlı, genç masum insanın ölümüne sebep olan, uzaktan kumandalı kalleş patlayıcılarla dehşet saçan bu gözü dönmüş insanlar dinimizi dünyaya bir ölüm, bir terörist dini olarak tanıttılar. Sonunda Amerika’nın, dolayısıyla Musevilerin planları tıkır tıkır işledi ve İSLAMOFOBİ yaratıldı.
Mevlana’nın Mesnevisi hep baş ucu kitabım oldu. Bütün hayatım boyunca hep ulu insanlardan örnek almaya çalıştım. Şabani Tarikatının merhum Şeyhi Mehmet Dumlu Hoca o muhterem insanlardan biridir. Aynı zamanda Kütahya Yeşil caminin emekli imamı olan Mehmet Dumlu Hoca ile alış veriş yapmak için gittiğim Kütahya’da oğulları ile birlikte işlettiği çini mağazasında tanışmıştım. İhtimamla kısacık kesilmiş saç ve sakalı, üstünde taşıdığı elbisesi, gömleği, kravatı, yeleği, oturuşu, elindeki piposu, piposunu tutuşu, altın çerçeveli gibi duran gözlüğü, her şeyi çok uyumluydu.
Bu kadar ihtimamla giyinmiş bir beyefendi, boynunda kravat, elinde pipo, başının tam üstünde kocaman bir Atatürk portresi, yakasında Atatürk rozeti ile emekli bir cami imamını yan yana getiremediğimi fark eden Mehmet hoca, “Güven bey oğlum” dedi, “ ben Atatürk’ü çok severim. O muhterem insan olmasa kim bilir bugün nerelerde olurduk, ismimiz cismimiz ne olurdu? Rahmetlik babam Ömer Lütfü Bey, Atamızın yanında üstteğmen rütbesiyle, Birinci İnönü, İkinci İnönü, Kocatepe, Sakarya ve Kurtuluş Savaşlarında savaşmış, iki kurşun yarası bir de istiklal madalyası almış, gazi olmuştur. Aynı zaman da bir Nakşibendi dervişidir. Ben Atamızın bu resmini tam masamın arkasındaki duvara iftiharla asıyorum ki bu mekana yobazlar girmesin, giremesin,” dedi.
Kütahya’ya her gittiğimde bu ulu insanı ziyaret ettim. Her ziyaretimde o mübarek elini öpmeye hamle ettim, her seferinde zarif bir tarzla elini çekip “ziyade olsun, Allah razı olsun” dedi. Merhum eşim, kızım ve ben dizinin dibine oturup saatlerce Mehmet Hocayı dinledik. Hiç yanından, dizinin dibinden ayrılmak istemedik.
Moruk ve Ötesi kitabımın bir bölümünü Mehmet Dumlu Hocaya ayırdım. Allah rahmet eylesin Mehmet Hoca İslam dinini insanlara öğreteni sevdiren harikulade bir hoca aynı zamanda mükemmel bir hafızdı.
Senelerce o muhterem insanı dinledikten sonra bilhassa içinde bulunduğumuz şu günlerde bu kadar insafsızca bu güzel dini siyasete alet ederek insanları kandırmaya, yönlendirmeye, kışkırtmaya çalışanları gördükçe, seyrettikçe, dinledikçe kaybolmamak, ürpermemek, hüzünlenmemek imkansız bir hale geldi.
Yani ne dinimize, ne Atamıza ne de Atamızın bizlere bıraktığı mirasa sahip çıkabildik ve bu çaresizlik taş gibi oturdu yüreğimize. Ellerim titriyor, gözlerim doluyor bu satırları yazarken.
İşte bunu anlatmak istemiştim.
BİLMİYORUM VE BU GÜZEL DEĞİL
Sizlerle daha önceleri de paylaştığım gibi 20 yıl sonra, 1988 yılında Kanada’dan Marmaris’e kesin dönüş yaptık. İçmelerde kiraladığımız çatısında demirler gökyüzüne uzanan, tek katlı bahçesi begonvil ve zeytin ağaçları, duvarları rutubet dolu evde uyandığım ilk sabah penceremin önünde bir horoz öttü. Nasıl sevindim, nasıl sevindim bilemezsiniz. Yıllardır horoz sesi duymamıştım. Sonra da ezan okunmaya başladı. İçim doldu, gözlerim yaşardı, çok duygulandım. Yıllardır ezan sesi de duymamıştım.
1988-2017 yirmi dokuz yıl geçmiş aradan. Hala horozların ötmesini seviyorum. Ama ezan sesi duyduğumda ne hissettiğimi bilmiyorum artık.
Kayboldum hatta ürperiyorum.
Ve bu güzel değil.
KADER
Kızımız Bahar çok ama çok güzel bir çocuktu. Marmaris çarşısında birlikte yürürken esnaf onun kıvır kıvır saçlarını okşar, kimi eline bir muz veya elma, veya bir avuç kiraz tutuşturur, kimi cebine şeker doldururdu.
Her çocuk gibi meraklıydı Bahar. Belki de her çocuktan daha bir merak doluydu. Günlerimiz “anne bu ne, baba bu ne” sorularını cevaplandırarak geçerdi. Kırları, çiçekleri, kuşları, atları, kurbağaları, sokak kedilerini, böcekleri, deniz kabuklarını çok sever, iskeleden sarkıp çıplak elle balık tutardı. Yüzlerce soru sorar, biz de sabırla o koca gözlerine gülümseyerek, bukle bukle saçlarını okşayarak sorularını cevaplandırır dururduk. Kızımız ise hiç yorulmaz aynı soruları defalarca sorar, biz de aynı sorulara defalarca aynı cevapları verir sarılır öperdik.
Yazılarımı, kitaplarımı bilgisayar kullanarak yazıyorum. Bazen takıldığım anlamadığım oyunlar oynuyor bilgisayarım bana, sorularım oluşuyor.
Kızım neredeyse bir bilgisayar uzmanı. Gerektiğinde bana yardımcı oluyor.
Ama aynı soruyu iki kez soramıyorum.
YAŞASIN PİSLİK
Neden temize çektim veya temize çekiyorum veya temiz bir sayfa açıyorum der insanlar da pise çektim veya pise çekiyorum veya pis bir sayfa açıyorum demezler acaba?
Sanki bu temize çekenlere, temiz bir sayfa açanlara sihirli bir sopa değiyor ve bir anda tertemiz oluyorlar. Sanki biz de yiyoruz. Temizlik özlemli yalancılar, iki yüzlüler, sahtekarlar. Çok kızıyorum, kırılıyorum ama.
Böyle temizliğe # hayır derim ben. (Aslında başka şeylerde derim ama iyi bir aile çocuğu olduğumdan demiyorum)
Ben pisim, pisliğin tekiyim, temizliğe de, temiz olmaya da, temiz bir sayfa açmaya da ne niyetim var, ne de hevesleniyorum. Ayrıca İhtiyacım da yok.
Yaşasın pislik!
BOŞUNA SALLAMAYIN
70 yaşındayım. Hayret ediyorum, şaşkınım, biraz da kayboldum diyebilirim. Hayret ediyorum, çünkü hala nasıl birden 70 yaşına ulaştım, nasıl bu kadar uzun yaşayabildim bilmiyorum. “Ayyy inanmıyorum” demek geliyor içimden. Şaşkınım, çünkü 70 yaşına giren bir adam ne yapmalı, ne yapmamalı onu da bilmiyorum. Kaybolmamın neden ise durmadan bu soruların arasında dolaşıp durmamdan kaynaklanıyor.
Bazen sıkılıyor bir parantez açıyorum “Lan” diyorum kendi kendime, “ 70 yaşına geldin hala aklın başına gelmedi. Geceler düzenliyorsun, milleti bir araya getirmeye çalışıyorsun, mesajlar veriyorsun, yazılar kitaplar yazıyorsun. Senin yaşında millet sakal bırakıp haca gidiyor, 40 yıldır sakallısın alt yapın tamam ama sende bir hareket yok. Hala türkü söylüyorsun, saz çalıyorsun, motora biniyor tenis oynuyorsun, rakı içiyor ayıp şeyler yapıyorsun. Ne zaman yaşının adamı olup yaşına uygun yaşayacaksın? Sonra düşünüyorum, ben yaşımın adamı olmayı, yaşıma uygun yaşamayı bilmiyorum ki. 70 yaşına giren adam ne yapar? Sahi ne yapar?
Aslında 70 yaşın el kitabı diye bir kitap olmalı. Ama hani ilaç kutularının içine konan mikroskopla ancak okunabilen, anlaması imkansız kullanım kılavuzları gibi değil. Şöyle okuması anlaması kolay, içinde evlatlarınızı sevin, öldürmeyi düşünmeyin, huzur ve evlat, cennet ve cehennem, 70 yaş ve seks, 70 yaşındayım ve varım, yaş 35 yolun yarısı ederse, yaş 70 yolun kaçta kaçı eder?, temizlikçi kadın kovalama teknikleri, torun dehşeti, benim hala canım var, ben de insanım, çorbayı dökmeden içme sanatı, 70 yaş ve viagra, 40’ından sonra azanı teneşir paklarsa 70’inden sonra azanı ne paklar?, torununuzu eğlendirmek için en güzel maymun taklitleri, gibi bölümler olan bir el kitabımız olmalı. 70’likler camiası olarak böyle bir kitaba şiddetle ihtiyacımız olduğuna şiddetle inanıyorum.
Sonunda düşünüyorum da istesek de istemesek de yaşlanıyoruz. Herkes yaşlanıyor, hayatın kanunu kuralı bu. Eğer fiziksel bir zorluğunuz, hastalığınız yok, sıhhatiniz yerinde ise yaşlanmayı bir trajedi olarak görmek yerine kabullenmek çok daha yerinde, eğlenceli ve eziyetsiz. Sonunda her şey olacağına varıyor ve boş aslında. Kim dünyaya kazık çakmış ki?
İki tabiri caizse 70’lik moruk sohbet ediyorlar. Birisi diyor ki öbürüne “ Ömrüm boyunca bütün kutsal kitapları okudum. Bütün filozofları inceledim; girmediğim alem, içmediğim içki yemediğim bok, çıkmadığım kadın kalmadı. Sonunda anladım ki ne kadar sallarsan salla dona düşer son damla.
Yani!..
TAŞLICA TEPELERİ
Burası Söğüt Köyü. Marmaris'e aşağı yukarı 50 Km. Durduğum yer Saranda Mahallesinin üstü, Taşlıca Köyüne giden yüksek yolun ortası. 1988 yılında Kanada'dan Marmaris'e kesin dönüş yaptım ve işte beni bu memlekete bağlayan, aşık eden yerlerden biridir burası. Her mevsimde, her fırsat bulduğumda buraya yüzlerce kez geldim. Her geldiğimde daha bir bağlandım daha bir sevdim. Bu tepeleri teker teker, karış karış, kara kekikleri, ada çaylarını koklayarak, badem ağaçlarına sarılıp çiçeklerini öperek gezdim. Şu arkamda ki masmavi pırıl pırıl denize oya gibi yerleşmiş adaların etrafında defalarca yelkenlimle dolaştım. Ben bu denizin lodosunu sevdim, poyrazını sevdim, fırtınasını sevdim, güneşini sevdim, tuzunu, kokusunu sevdim. Balık tuttum, ahtapot tuttum, kalamar tuttum, karavida yakaladım. Bastım yelkeni Simi'ye(Sömbeki) Yunanistana gittim. Birde oralardan doya doya seyrettim bu güzellikleri, kıyılarımızı. Antik devirlerin tarihçisi Herodot’u kendisine aşık eden , Zorba’nın Yazarı Kazanzakis’e “ Ege Denizinde mehtabı izlemeyen cenneti anlayamaz” dedirten o muhteşem mehtaplı gecelerde taa Partenon’dan esen rüzgarlara yüzümü vere vere sabahlara kadar yelken açıp gezdim. Kim bilir dedim ayaklarımın altında ne medeniyetler var, kim bilir bu denizden kimler gelip geçti, kimler demir attı buralara.
Şu gördüğünüz tepeden bir güneş batımı seyredersiniz aklınız başınızdan gider ayrılamazsınız. Yeryüzünün bütün renklerini görürsünüz. Her rengin her tonunu izlersiniz, baka kalırsınız. Bu tepelerde yığma taştan yapılmış minik ahırlar vardır, oğlaklar elinize doğar parmaklarınızı emerler. Ege kıyılarını Allah bir dantel gibi işlemiş ve bu kıyılarda yaşamayı bilen değerini anlayan insanlara Egelilere nasip etmiştir. İşte bu yüzden o pis planlar buralara işlemez. Ege insanı neyi seveceğini, kime inanacağını bilir.
Bu yazım 1988 senesinden beri bana Kanada gibi bir ülkeyi bırakıp neden buralara geldiğimi soran kardeşlerime başka bir cevabımdır.
14 ŞUBAT
Face te, what's up ta yazılan mesajları okuyorum, bazılarına inanamıyorum. Efendim 14 Şubat ta neymiş, anamızın evinde 14 Şubat mı varmış. Kuyumcular, çiçekçiler bayram ediyormuş, gavur icadıymış,14 Şubatın diğer günlerden ne farkı varmış.Mış ta mış.
Lan! dünya genelinde senenin bir günü, evet sadece bir günü sevgiye ve sevgililere ayrılmış onu da mı fazla buluyorsunuz? Size illa ki sevgililer gününü kutlayın diyen mi var. Bu zavallı 14 Şubat hiç bir şey yapmıyorsa sevgiyi, sevginin varlığını,sevginin önemini hatırlatıyor insanlara. Bunu da mı anlamıyorsunuz?
364 gün ne yaparsanız yapın, ama lütfen yani lütfen, bırakın şu 14 Şubatın yakasını. Bir gün yahu bir gün o kadar.Film ismi gibi "Senede bir gün"
Sevgi, sevgili, sevmek kelimeleri neden bu kadar rahatsız ediyor, bu kadar korkutuyor bilmiyorum ki.
SEVGİLİLER GÜNÜ İÇİN
Sevgi öyle sihirli bir sözcüktür ki daha duyar duymaz yüreğimizden incecik, narin mi narin minicik kökçüklerin çıktığını, alnımızdan ayak parmak uçlarına kadar taşıdıkları o enerjiyle ısındığımızı, hayat bağlandığımızı hissederiz. Sevgili deyince yüzümüz aydınlanır gülümseriz varsa gamzelerimiz ortaya çıkar, kalbimizin atışı değişir, giden sevgili için de, olan sevgili için de, olmasını hayal ettiğimiz sevgili için de. Sevgililer günü bazıları kınasa da, bok atsa da sevginin zirve yaptığı bir gündür bana göre. Hiç değilse insanlara insan olduklarını hatırlatır.
Son senelerde sevginin, sevgilinin, sevgililer gününün, güzel günleri hayal etmenin neredeyse unutulmaya çalışıldığı ülkemizde inanabiliyor musunuz bir yıldır ne gazete alıyor ne de televizyon seyrediyorum.
Şimdi sizlerle bir anımı paylaşıyorum.
İki yıl kadar önce, sevgililer gününde dünyanın başına bela olan, turizmin, sonunu getiren, “Her şey dahil” konseptine hizmet veren dev bir otele gittim.
Bahsettiğim otelin genel müdürünü çok sevdiğim için nazik davetini kıramadım. Bana telefon açtı, o davudi sesiyle” Çok özledim abi seni yav, bak sezon açıldı artık tenis falan da oynayamıyoruz. Gel iki kadeh atalım, dertleşelim, konuşalım” dedi.
Otelin lobisinde buluştuk, kucaklaştık. Yukarı çıktık ve dilediği gibi denize bakan bir masaya oturduk.
“Ne içelim abi” diye sordu. “Sen ne istersen, benim için fark etmez canım” dedim. “Rakı içelim o zaman” dedi. “Tamam sen bilirsin” dedim
Tabi, kocaman genel müdür, bir anda masamız bize hizmet vermek için çırpınan garsonlar tarafından donatıldı. İçmeye, yemeye başladık.
Birazdan canlı müzik başladı. Orkestra üyeleri genellikle yaşlı müzisyenlerden oluşan gurup tangolar, valsler falan çalmaya başladılar. Açık büfede tıkınmadan başka sey düşünmeyen daha doğrusu düşünemeyen müşteriler değil dans edecek, ayağa kalkacak durumda olmadıklarından, müzisyenler kendileri çalıp kendileri dinliyorlardı.
Bu epey bir zaman devam etti, Sonra güzel bir vals çalmaya başladılar. Birden piste iri yarı, yakışıklı 50 yaşlarında kırmızı tişörtlü bir adam ve tekerlekli sandalyede oturan, saçlarını topuz yapmış sarışın, adamla hemen hemen aynı yaşlarda, devamlı gülümseyen bir kadın çıktı ve dans etmeye başladılar.
Adam büyük bir ustalıkla tekerlekli sandalyeyi, müziğe müthiş uydurarak döndürüyor, ikisi de son derece mutlu gülerek, kahkahalar atarak vals yapıyorlardı. O kadar güzel dans ediyor, o kadar eğleniyorlardı ki. Hiç kimse umurlarında değildi. Gözleri birbirlerinden başkasını görmüyordu ki.
O vals yapan güzel yürekli çifti lokanta ki sağlam çiftler oturdukları yerden hüzünlü bir gülümsemeyle seyrettiler. Ben kıskandım, Allah bilir kıskandım mutluluklarını ama “helal olsun size de dedim.
Sevgililer günü sanki onlar, içindi.
Yakışıyordu! Yakışıyorlardı!
KARABAŞ
Ben çocukken Sivas’ta Kabakyazısı mahallemiz de başıboş sahipsiz köpekler dolaşırdı. Bu köpeklerin hemen hemen hepsi çelimsiz, kirli ve korkaktılar. Harp sonrası 1940 lı yıllarda kendi ailelerini beslemekte güçlük çeken mahalle sakinleri dayanamaz fırsat buldukça yaşlıların “alışırlar haaa” ikazlarına rağmen yine de bu zavallı aç hayvanların önüne birkaç dilim kuru ekmek atarlardı. Bu köpekler hep kaçmaya hazır, kaburga kemikleri çıkmış, kuyrukları incecik bacaklarının arasında ürkerek dolaşırlardı mahallede. Bir tanesi hariç.
İşte o bir tane Karabaş bir Kangal köpeğiydi. Açtı, sahipsizdi, bakımsızdı, zayıftı, terk edilmişti ama her zaman ucu kıvrık kuyruğu havada gezerdi ve karabaşı dimdikti. Evet, zor bir hayatı vardı. Bütün şartlar aleyhineydi ama gururluydu. Bir kez olsun o ucu kıvrık kuyruğunu diğer köpekler gibi bacaklarının arasına sokup sıvıştığını görmedim. Kendine bağıran,taş atanlara dönüp bakmazdı bile. Ne olursa olsun özgürlüğünün zevkini çıkarıyor sanki bir gün şansının döneceğine inanıyordu.
Şu yaşadığımız üzücü, sıkıntı dolu günlerde ne zaman ümitsizliğe, karamsarlığa kapılsam aklıma hep o mağrur dimdik karabaş Kangal geliyor nedense!..
Ve ne olursa olsun başımı dik tutmaya çalışıyorum.
ERMENİ BAKKAL
Sizlere daha önce yazdığım gibi Kanada’nın Toronto şehri Niagara Şelaleleri’ne sadece bir saat uzaklıktadır. Toronto’da sıkıldığımda arabama atlar, şelalelere gider, kafa dinler, sonra şelalelerden de sıkılır, köprülerden birinden Amerika tarafına geçer, Amerika tarafında birkaç saat geçirir Kanada’ya geri dönerdim.
Gel zaman git zaman Amerika tarafındayken, yolumun üstündeki bir marketten her defasında bir şeyler satın almaya başladım. Bir gün marketin sahibi dikkatimi çekti. Kısa boylu, tıknaz, lüzumundan fazla kalın kaşlı, yer yer kırlaşmış siyah saçlı, yorgun ama sevimli biri gibi geldi bana. Bir defa hep güler yüzlüydü. Ama gülümserken bile sanki hüzünlü gibiydi.
Bir defasında bana, “ Sen buralılara benzemiyorsun,” dedi. Benimle bir konuşma başlatmak istediğini sezdiğimden, “ Evet” dedim Kanadalıyım, ama aslında Türk’üm. Gözleri parladı. Heyecanını gizlemeye çalışmadan, “ Biliyor musun ben de Ermeniyim, şimdi anlıyorum sana neden kanımın ısındığını,” dedi. Sonra da kırk yıllık dostmuşuz gibi konuşmaya, sohbet etmeye başladık.
John, bana 65 yaşında olduğunu, yirmili yaşlarında hamile karısı ile bir vapura binip İspanya’dan Küba’ya iltica ettiklerini, yarı yolda vapurda karısının ikiz çocuk dünyaya getirdiğini, hiç paraları olmadığından vapurdaki diğer yolcuların çocuklarına ve karısına sahip çıktıklarını, Küba’ya vardıklarında yine yolcuların aralarında topladıkları az bir para ile küçük bir oda tuttuğunu, sonra bir Yahudi gömlekçiyle tanıştığını, bir çırpıda anlattı ve nefeslenmek için bir sigara yaktı.
“Düşünebiliyor musun, iki yeni doğmuş bebek, yeni doğum yapmış bir kadın, ve parasızlık. Küba’dayım ve bir kelime İspanyolca bilmiyorum. O Yahudi gömlekçiden Allah razı olsun bana inandı ilk gün on tane gömlek verdi ve bana İspanyolca beş pezo demeyi öğretti, beş pezo, evet beş pezo. Aç susuz Havana sokaklarında saatlerce dolaştım, elimdeki gömlekleri gördüğüm her adama uzatıp beş pezo diyor, ne zaman yorulduğumu hissetsem gözlerimin önüne karım ve çocuklarım geliyordu. Sonunda İsa bütün gömlekleri sattım ve bu işe her gün devam ettim.”
Biraz durdu, sigarasından derin bir nefes daha aldı. Kahverengi gözleri daldı gitti. Sessizce devam etmesini bekledim.”Sonra ne oldu biliyor musun?” Dedi. “Seneler sonra Amerika’ya geldik ve bu kasabaya yerleştik. Nasip oldu bu marketi açtım, çocuklarım büyüdüler ve şimdi beni beğenmiyorlar.”
Ne diyeceğimi bilemedim. Toronto’ya dönme zamanım geldiğinden, hiç istemememe rağmen, özür dileyerek gitmem gerektiğini söyledim ve aldıklarımın parasını uzattım. Yine o hüzün dolu gözlerini gözlerime dikti, “ Bu seferki bizden olsun,” dedi ve bütün ısrarlarıma rağmen para almadı.
Toronto’da satış müdürlerimi motive etmek için düzenlediğim seminerlerde seminere katılanlarla John’un hikayesini paylaştım. Hayatta güçlü bir gayesi olan insanların şartlar ne kadar zor, ne kadar aleyhlerinde olursa olsun mücadelelerinden vazgeçmediklerini, sonunda gayelerine ulaştıklarının altını çizdim. Çok da işe yaradı
Amerika’ya her geçtiğimde muhakkak John’a uğradım ve hikayesini hem çalıştığım firmada hem de arkadaşlarımla paylaştığımı söyledim. O kadar mutlu oldu ki.
(Bu arada sevgili "F" vitaminlerim benim DÜNYA ARKADAŞLIK GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN, Hadi hala vakit varken arayın arkadaşlarınızı, yazıyorum, yine yazıyorum, bir daha yazıyorum. SONRA NAH ARARSINIZ)
METİN ZAKOĞLU
Bir buçuk yıl önce hayatımın en acılı, sıkıntılı, buhranlı günlerini yaşarken çok sevdiğim ve saygı duyduğum bir oteller dizisi sahibi arkadaşımın zarif eşi beni otellerinde ki stand-up komedi gösterisine davet etti. “Gel, Güven Abiciğim, biraz kafanı dağıtırsın, hep birlikte oturur güleriz işte” dedi telefonda.
Biraz kararsız olmama rağmen gittim. Neyse buluştuk, yerimize oturduk ve gösteri başladı. Sanatkarımızın ismi Metin Zakoğlu, İstanbul’da kendi kabare şovunu sergilediği bir tiyatrosu olan, filmlerde, reklamlarda oynamış, kısa boylu, gözlüklü, muziplik suratından akan çok sevimli birisiydi. Bir yandan kendi hayatından komik ama duygulu ve anlamlı kesitler anlatıyor, bir yandan da arkasındaki 4 kişilik müzik gurubunun eşliğinde şarkılar söylüyordu. Derken Huysuz Virjin gibi seyircilerin arasına inip millete takılmaya hatta biraz da belden aşağı şakalar yapmaya başladı. Müthiş huzursuz oldum ve bize bulaşmaması için dua etmeye başladım. Çünkü hiçbir şakayı kaldıramayacak kadar hassas ve alıngandım.
Sonunda korktuğum başıma geldi ve Metin Bey bize ulaştı. Tam benim tepemde durdu. Bana ayağı kalkmamı işaret etti. Kalbim çarpa çarpa ayağa kalktım, biraz bakıştık. Sonra boynuma sarıldı. “Abi” dedi biliyor musun ben senin Face’ten arkadaşınım. Bir arkadaşım tavsiye etti arkadaş olduk. Hiçbir yazını kaçırmıyorum. O kadar güzel yazıyorsun ki, yazılarını başta eşim olmak üzere bütün arkadaşlarıma okuyorum”dedi, sonra kolumu havaya kaldırıp seyircilerle tanıştırdı beni, onlarda alkışladılar. Bir daha sarıldık birbirimize ve gösterisine devam etti.
Şaşırdım, kalakaldım. Ne düşüneceğimi, ne söyleyeceğimi bilemedim. Hiç aklıma gelmezdi yazılarımın İstanbul’da yaşayan, kendi kabare şovu olan popüler bir sahne sanatçısına ulaşacağı ve onu etkileyeceği.
Birazcık gururlandımda. Sonrada duygulandım.
Metin Bey bugün Marmaris’e gelmiş. Marinadaki mağazamıza uğradı, sağ olsun. Biraz güldük, biraz hasret giderdik. Sonrada onu sizlerle tanıştırmak için bu yazımı yazdım. Hep yazarım ya “İyi ki hala güzel insanlar var” diye.
MINA GODUĞUM
Muğla yöresinin çok sevimli ama anlaşılması zor bir lehçesi vardır. Son zamanlarda bu yörede çevrilen diziler ve filmler sayesinde memleketimizin diğer kesimleri bu bölgenin bu özelliği hakkında biraz olsun bilgi sahibi oldular. Ben Marmaris’e 1963 yılında ilk geldiğimde ahalinin konuştuğundan hiç bir şey anlamamıştım. Yani bu yöreye gelen ziyaretçiler konuşulanları anlamakta zorluk çekerler. Bütün anlatmak istediğim bu.
Şimdi gelelim hikayemize; Yurt dışında yaşayan gurbetçiler Ege, Akdeniz sahillerinin değerini bilirler. Ellerine geçen her fırsatta tatile gelirler, sonra tatilleri bitince, mahzun mahzun boyunlarını büküp, yaşadıkları sıcak, güneşli günleri mumla arayacakları ülkelere, gurbet ellerine geri dönerler.
Kanada’da yaşayan arkadaşlarımdan Tomris ve Necati de mavi yolculuğun ve Marmaris’in hasretini çekenlerdendi. İstanbul Güzel Sanatlar mezunu olan bu sevimli karı-koca kısacık olan tatillerine muhakkak bir mavi yolculuk sıkıştırır, dönüşlerinde ise yaşadıklarını bizimle paylaşırlardı.
Kabarık siyah saçlı, kocaman gözlüklü, orta boylu, giyimini ve makyajını yıllardır değiştirmeyen, bir opera sanatkarı kadar kuvvetli bir ses tonuna sahip, gülmeyi ve güldürmeyi çok seven Tomris olayları çok dikkatli inceler ve her zaman hınzır bir şeyler yakalardı.
Yine bir tatil dönüşünde “Güvenciğim” diye başladı Tomris, “O sıcakta ellerimizde bavullar, sırtımızda çantalar, epey bir aradıktan sonra tam terden delirme sınırına geldiğimizde, Allah’a şükür mavi yolculuğa çıkacağımız tekneyi bulduk, çocuklar yardım etti, yerleştik. Teknede Necati ve benden başka Türk yolcu yoktu. Neyse denize geç çıktığımızdan pek uzağa gitmedik. Çiftlik denen harika bir koya demir attık. Yemekten sonra çarşaflarımızı güverteye serdik ve yıldızların altında harika bir uyku çektik.
Sabah olunca yolculuğumuz devam etti. Gemiciler ve kaptan Egeli olduklarından mı, yoksa biz Türkçeyi unuttuğumuzdan mı bir türlü kendi aralarında ne konuştuklarını anlayamıyorduk. Bir “Mına goduğumdur” gidiyordu. Mına goduğum havluyu beğenmedi. Mına goduğum soğuk su istiyormuş. Mına goduğum kamarasında rahat edememiş, Mına goyacaksın ki bak nasıl rahat ediyor. Buz kalmamış hay mına goyum. Görüyor musun bak nasıl kızıyor mına goduğum. Ulan istekleri bitmiyor mına goduklarımın.
Mına goduğum şöyle, mına goduğum böyle akşamı ettik. Sonunda dayanamadım gemicilerden birine, “ Nedir oğlum bu mına goduğum Allah aşkına? Bütün gün anlamaya çalıştık, bu yörenin lafı mı?” diye sordum. Çocuk kızardı, bozardı, kekeledi, mahçup mahçup önüne baktı. “ Yok abla işte söylüyoruz,” dedi ve kayboldu.
O akşam birlikte birkaç kadeh parlattıktan sonra kaptandan mına goduğumun ne olduğunu öğrendik. Gülmekten kasıklarımıza ağrı girdi Güvenciğim. Yolculuğumuz bitene kadar çocuklar utanmasın diye duymazlıktan geldik.
Sohbetimiz böyle devam ederken, biraz telaşlı biri olan Necati, Tomris’e “ Hadi Tomrisçiğim hava limanına gideceğiz, otobüsü kaçıracağız deyince Tomris cevabı yapıştırdı. “ ŞURADA BİR ŞEY ANLATIYORUZ. SIKMA BENİ NECATİ, MINA GOYUM OTOBÜSÜN. NE OLMUŞ KAÇIRIRSAK TAKSİYLE GİDERİZ.
HER ŞEY DAHİL
Marmaris’te 1988 yılında turizm işletmeciliğine başladığımızda işler çok iyiydi. Esnaf kibar, turistler kaliteli, belediye yönetimi ise amatör ama hassas ve duyarlıydı. Marmaris’e tatile gelen turistler o kadar kaliteliydi ki sokaklarda yerli yabancı film artistlerine, hatta Pink Floyd gibi müzik efsanelerine rastlamak olağandı.
Ne olduysa 1995 senesinden sonra oldu. Birden millet çılgın gibi oteller, apartlar, dükkanlar, çarşılar inşa etmeye başladı ve Marmaris bir şantiye alanına döndü. Hurra altına hücum misali, bir anda güzelim kasaba, doğudan Marmaris’e göç eden insanlarla doldu. Turizm nedir bilmedikleri gibi, yol yordam da bilmeyen bu kalabalık, kısa zamanda menşei belli olmayan büyük paralar ödeyerek mekan, dükkan, iş yeri sahibi oldular. Bir sene içerisinde her şey değişti.
Hemen hemen her yerde, sabah akşam demeden çalınan zevksiz ve kalitesiz müzik, yollarda ve sahillerde gelip geçene asılıp zorla bir şeyler satmak için mekanlarına sokmaya çalışan inanılmaz kaba ve cahil karakterler, lokantaların ve barların önünde salak salak dans figürleri sergileyip milleti kendilerine güldürenler, hiç bitmeyen yol ve bina inşaatları en sonunda kaliteli turisti de, kaliteli esnafı da Marmaris’ten kaçırdı. 1995 yılından sonra Avrupa’nın ve dünyanın diğer ülkelerinden gelen inşaat işçileri, çöpçüler, kamyon şoförleri, ameleler, işçiler, alkol uyuşturucu bağımlıları, geri zekalıların bir cenneti haline gelen zavallı Marmaris’e bir de “Her şey dahil” denen lanet sistem son darbeyi indirdi.
İhtiyaçtan çok fazla, plansız bir şekilde inşa edilen otel sahipleri odaları boş kalmasında ne olursa olsun diye fırsatçı seyahat acentalarının lap diye kucaklarına oturdular. Otellerini 24 saat domuzlar gibi devamlı yiyip içen müşterilerle doldurmaya razı oldular. Ben bu otellerde bir oturuşta büyük bir tabak bal ve 22 adet kaynamış yumurta yiyen insanlar gördüm. Yani tabiri caizse “Her şey dahil” sistemi, her şeyin ağzına sıçtı.
Bu “Her şey dahil” otellerinin birinin sahibi İsmail Bey’i çok sever, fırsat buldukça ziyaret ederdim. Bir ziyaretimde, otelin lobisinde ve havuz kenarında gencecik komilere sarılmış, oturan, sarmaş dolaş gezinen en az 70 yaşında ki turist kadınları, İsmail Bey’e işaret edip, “ Bu ne yahu İsmail Bey? Diye sordum. Boynunu büktü “Ne yapayım abi? Dedi. “ HER ŞEY DAHİL”
NİYE ACABA
Bazen kalbim kırılır gücenirim, ama yine de senin resmini sol cebimden, çalışma masamın üzerinden, bilgi sayarımdan, cep telefonumdan eksik etmem çocuk. Bizim resimlerimiz ise ancak biz gidince ortaya çıkar, sol cebinizde, çalışma masanızın üzerinde, bilgi sayarınızda, cep telefonunuz da yerlerini bulurlar. Anne-baba olmanın raconu budur işte hayatta.
Çocukluğumda anam bana kırıldığı zaman, bir sarılır öperdim affederdi. Sonra da “İtler ana olmasın, yarın bir gün hele bir çocukların olsun görürsün oğlum “derdi.
Anam niye hiç “İtler baba olmasın” demedi acaba?
Abim İsmet Karabenli, yaş 85, Kore Gazisi ve bendeniz yaş Yetmiş.İki kardeş dünyaya kazık çakarken.
BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİNDEN
Çok kızıyorum. O kadar kızıyorum ki, ellerim titriyor, nefesim kesiliyor, kalbim sıkışıyor, midem cayır cayır yanıyor, burnumdan buharlar çıkıyor, zaten deliyim ama bunlar beni çıldırtmak istiyorlar. Kırk defa söyledim bana “Dinazor” demeyin diye. İyi ki 70 yaşına girdik.( Bu arada 71 e merdiven dayadım). Diyorum ki kardeşim bana dinazor demeyin yahu, benim dinle minle alakam yok. Lan, din iman diye diye yüz yıllardır dünyanın dört bir yanında asmadık, öldürmedik, kesmedik, yakmadık adam bırakmadınız. Beni bu işlere karıştırıp çileden çıkarmayın. Önce din sonra kin, önce dindar sonra kindar, önce dinazor sonra kinazor, ben sizin ne planlar yaptığınızı bilmiyor muyum. Evet deliyim deli olmasına ama salak değilim.
Bak, bana “Hinazor” diyebilirsiniz çünkü ben akıllıyım. Yani akıllı deliyim. En önde gelen hinazor da M. Barlaysan üstadımızdır. Barlaysan soyadını inanılmaz yancılığından almıştır. Rüzgar nereden eserse o yana döner, hep güçlü, paralı ve masum insanın yanında yer almış, her devrin hinazorudur üstadımız.
Sürüverin cezveler kaynasın, hinazorun göbeği oynasın. Ay bu isim çok hoşuma gitti. Altmışşşş, yetmişşşşş, seksennnnnn, doksannnnnn duramıyorum ayol.
Bugün her tarafta kar yağıyor, Marmaris’te soğuk poyraz rüzgarı esiyor.
Kafayı üşüttüm mü ne?
27 Ocak, 2017 ( Cuma, bütün gün)

VİCDAN
Victor Hügo, “vicdan insanın içindeki tanrıdır” demiş. Bunu sadece sizlerle paylaşmak için yazıyorum. Ben aslında bu hissi bütün hayatım boyunca fark ettim. Ne yaparsanız yapın belki insanların düşüncelerini etkiler, kafalarını karıştırabilirsiniz ama vicdanlarını çekip alamazsınız, buna gücünüz yetmez. Su ne olursa olsun sonunda akacak yolunu bulur. Vicdan insanın içindeki en büyük güçtür, evet tanrıdır, tanrının gücüdür.
Daha öncede yazdım. Ne olursa olsun, neler dönerse dönsün, ben bizim halkımızın inançlı, vicdanlı insanlar olduğuna, oy kullanırken ellerini vicdanlarına koyacağını, sonunda Allah’ın dediğinin, olacağına inanıyorum.
Vicdan, medya maymunlarının, eskimiş futbolcuların, kumarbaz müzisyenlerin, menfaat avcılarının, dalkavukların ekranlarda şaklabanlık yaparak başa çıkamayacağı bir güçtür inanın.
Bu memlekette “vicdansız” damgası yiyen birisi bir daha ağzıyla kuş tutsa iflah olmaz.
Sakın unutmayın!..
Unutmayalım.
CENNETTE SEN, CEHENNEMDE SEN
Kasım ayı Toronto’nun en sevimsiz ayıdır çünkü sonbahardan kışa geçiş ayıdır. Yani ne kıştır ne de son bahardır. Gökyüzü hep grimsi siyah olur bütün bir ay boyunca. Güneş hiç yüzünü göstermez. Bazen soğuk yağmur, bazen de kar atıştırır. Bu ay boyunca intiharların sayısı artar. Noel ışıklarını ve ilahilerini kasım ayının sonlarına doğru yani bir ay önceden başlatırlar, biraz moral olsun diye. İnsanı hakikaten canından bezdirir Kasım ayı.
İşte böyle bir Kasım sabahı, saat altıda istemeye istemeye yatağımdan kalktım, giyindim. Çok önemli bir kontrat sunum toplantısı için Ottawa’ya uçmam gerekiyordu. Asansöre bindim arabama geldim. Kanada’da “freezing rain” diye bir bela vardır. Önce yağmur yağar, sonra buz tutar. Sabah arabanıza geldiğinizde bütün camlar buz tuttuğundan bagajınızdan buz kazıyıcıyı çıkarır, söve söve Japon yapıştırıcı gibi yapışmış buzları temizlersiniz. Epey bir titreyerek camları kazıdıktan sonra arabamı çalıştırıp hava limanına geldim. Hava limanı benim gibi sabahın köründe kalkıp gelmiş, dünyayı kurtarmaya çalışan bir yığın salak ile dolu olduğundan yalnızlık çekmedim.
Sonunda uçağa bindik, kemerleri bağladık uçağın burnu dikildi havalandık. Kara bulutları deldik, yağmurdan geçtik, ideal yüksekliğe çıktık. Aaa cennet. Pırıl pırıl bir güneş, masmavi gökyüzü, ne yağmur, ne o kara, gri bulutlar, ne hava kirliliği, bütün pislik aşağıda kaldı. Yeni bir dünyaya geldik.
İşte o zaman düşündüm, aklım başıma geldi “F” vitaminlerim benim. Cennette, cehennemde aslında bu dünyada. İnsanın kendi seçimine bağlı. Eğer dik yaşar bulutları deler geçerseniz, daha doğrusu boyuna yaşayıp yükseklere çıkarsanız görüş alanınız büyüyor, o kadar güzelleşiyor ki her şey, dünya görüşünüz değişiyor hayata bağlanıyorsunuz. Eğer enine yaşamayı seçtiyseniz, kara bulutlar, dedikodu, kıskançlık, çekememezlik, deprasyon, problemlerden yakanızı sıyıramıyorsunuz. Aslında güneşte, masmavi gökyüzü de, yıldızlar da hep oradalar, bulutların üstünde. Bütün yapacağınız bunu keşfedip gayret göstermeniz, yükselmeniz, hayata bakış açınızı değiştirmeniz.
İşte o sevimsiz Kasım sabahı Ottawa’ya uçarken başka ne oldu biliyor musunuz? Sol kolumu dayadığım uçağın pencere kenarında bir uğur böceği buldum. Evet, yanlış okumadınız bir uğur böceği buldum. Kasım ayında, böyle bir havada DC9 jet uçağının içinde hem de benim penceremde inanamadım. Çok dikkat ederek işaret parmağımın üstüne aldım ve bir müddet hayretler içerisinde, hayranlıkla birbirimizi seyrettik. ( daha doğrusu ben hayretler içerisinde hayranlıkla onu seyrettim, o ne düşündü bilemem) sonra uçup gitti şeker şey. Uğur böceklerine bayılırım. O kadar severim ki. “Bu uğur böceği boşu boşuna sana gönderilmedi” dedim kendi kendime.
O akşam Ottawa’dan akşam uçağında yıldızları seyrederek cebimde üç milyon Kanada dolarlık bir kontratla döndüm Toronto’ya.
Ömer Hayyam boşuna” Cennette sen Cehennemde sen” dememiş yani!..
AĞLAYAN VE ÖLEN
Belki sizlere tuhaf gelebilir ama ben mezarlıkları severim. Fırsat buldukça, mezarlıkları gezer, çiçekleri seyreder, mezar taşlarını inceler, üzerlerindeki yazıları merakla hüzünlenerek okurum. Huzur duyarım ben mezarlıklarda dolaşırken.
Ağlayan ağlar, ölen ölür. Ne ağlayanın ölene bir faydası vardır artık, ne de ölenin ağlayana. Ama bu hep böyledir. Böyle de devam eder gider. Hep merak etmişimdir. Ağlayan kendi için mi yoksa ölen için mi ağlıyor acaba diye.
Sadece mezar taşları üzerindeki yazılar incelenerek fevkalade ilginç bir kitap yazılabilir. Okuduğum birçok mezar taşı yazıların da insanların ölen için değil de daha fazla kendileri için üzüldükleri dikkatimi çekti. “ Sen gittin, ben şimdi ne olacağım? Bize şimdi kim bakacak? Biz sensiz nasıl yaşarız? Neden bu kadar erken? Zamanımıydı şimdi bizleri bırakıp gitmenin?” Yani zavallı mevta, ölüp gittiği yetmiyormuş gibi bir de suçlanıyor ve neredeyse “Niye öldün lan, nasıl ölürsün?” Diye bir dayak yemediği kalıyor.
Neyse ki herkes böyle değil. Aşağıdaki satırlar, Cuma namazından sonra her önünden geçtiğimde, ibretle, hüzünle, okuduğum, merhum emekli öğretmen Bekir Nazır Beyefendi tarafından, 1925 yılında dünyaya gelmiş, 1995 yılında ahrete göçmüş, yine emekli bir öğretmen olan eşi Nihal Nazır Hanımefendi için yazılmış.
Kıymetli eşim Nihal’e sunulur.
Bilim deryasında yelkenin vardı
Eğitip öğretmek sana yarardı
Taşardın kabinden okulun dardı
Yüreğimi dalıp geçtin Nihal’ım.
İyilik perisi, sevgi yumağı
Şefkatin yuvası, huzur ocağı
Garibin düşkünü, ana kucağı
Can evimi yıkıp gittin Nihal’ım.
Gönüllerde taht kurdun çelikten
Farkın yoktu evliyadan, melekten
Dolu dolu yaşamadın felekten
Öksüz bırakıp da uçtun Nihal’ım.
Yıldızım kaydı ruhumun tahtından
Divane, şaşkınım kara bahtımdan
Denizler tutuşup yansın ahımdan
Geliyorum sabret, Canım Nihal’ım.
Bu şiirin üzerine siyah harflerle yazıldığı beyaz mermer taşın bitişiğinde Bekir Bey’in mezar taşı var. Karı-koca, yan yana, adeta koyun koyuna yatıyorlar. Bazen mezarlarının başında bir Fatiha okurken, sanki onları birbirlerine sarılmış, mutlu, yüzlerinde bir gülümseme, huzur içinde yatıyor gibi görüyorum. Mezarlarının ayakucunda ise kitap formu verilmiş beyaz mermerden, bir levha üzerinde, siyah harflerle “Biz biriz” yazıyor.
Mekanları cennet olsun.
DETROİT’TE DANS
Toronto’daki ilk günlerimde çoğunluğu Güzel Sanatlar, Boğaziçi ve Orta Doğu mezunlarından oluşan çok iyi bir arkadaş gurubumuz vardı. Türkiye’deyken folklor ve folk danslarına karşı hiç ilgi duymayan hatta banal bulan bu arkadaşların, herhalde vatan hasretinden olacak birden içlerinde bir folklor aşkı doğdu, büyük bir heyecanla folklor öğrenmek için ter dökmeye başladılar.
Uzun ve yorucu çalışmalardan sonra oyunlar, kostümler tamamlandı. Bu arada bize Amerika’dan Detroit’te, Amerika’da yaşayan Türk doktorlar için tertiplenen bir baloda dans etmemiz için teklif geldi. Tabii çok heyecanlandık ve gururlandık. Boru değil, aylardır büyük bir özveri ve sabırla öğrendiğimiz oyunları sergileyecek bir fırsat doğmuştu. Bütün masraflarımız karşılanacağından daveti kabul ettik.
Kiraladığımız bir minibüse doluşup bütün ekip güle oynaya, büyük bir coşku ile yola çıktık, ver elini U.S.A, Detroit. Detroit’e vardığımızda bu işi organize eden ve kendisi de bir doktor olan N. Bey’le tanıştık. N. Bey hepimizin kendi evinde kalacağını, hemen eve gidip dinleneceğimizi söyledi. Bütün ekip N. Bey’in üç katlı evinin bodrum katına yerleştik.
Akşama doğru gösteriye çıkacağımız oteldeki salonu görmeye gittik. Sergileyeceğimiz bütün oyunların müziğini sazımla başka bir destek olmadan ben çalacaktım. Sahne küçük olduğundan bizim ekip seyircilerin önünde, dans pistinde oynamaya karar verdi.
Saat yirmi sularında 800 kişilik salon doldu ve program başladı. Sonunda sıra bize geldi. Anonstan sonra elimde sazım, alkışlar arasında sahneye ben çıktım. “Elazığ Çayda Çıra ile başladım, çocuklar da ellerinde mumlar dans ederek alkışlar arasında içeri girdiler. Programın ilk bölümünü gayet başarılı bir şekilde tamamladık, 15 dakika ara verildi.
Verilen arada birbirimizi tebrik ettik, moral verdik falan, kostümler değişildi ve ben yine sazım elimde sahneye çıktım. Tam çalmaya başlayacaktım ki, N. Bey sahneye çıktı, sahnedeki bateri setinin önüne oturup bagetleri eline aldı ve gümbür gümbür bir şeyler çalmaya başladı. Kibarca “N. Bey” dedim. “Bu oynanan oyunların belli bir ritimi var, o ritim bozulursa arkadaşlar oynayamazlar, lütfen çalmayın. Biz programımızı bitirelim, sonra, siz istediğiniz kadar çalarsınız.” Neyse durdu. Ben çalmaya başladım, herif tekrar başladı. Ben yine sabırla “N. Bey, siz benim ne çaldığımı bilmiyorsunuz, beraber çalamayız, bu şekilde arkadaşlar oynayamazlar” diye ikinci defa ikaz ettim. Bu arada gurup bana bakıyor, sahneye girmek için işaretimi bekliyor. Herife laf anlatamıyorum ki deli olmak işten değil.
Bir taraftan tek bir sazla bütün yörelerin müziklerini çalıp ekibi oynatma zorluğu, bir taraftan, tepemdeki projektörlerin sıcaklığı, bir taraftan salondaki 800 kişiden fazla insanın gürültüsü, zaten çaldığımı zor duyuyorum, bir de N. Efendi davullara başlayınca ne çaldığımı duymam tam anlamıyla imkansız hale geliyordu.
Neyse, çalmaya tekrar başladım, o kadar ikaz etmeme rağmen tabii N. Bey de başladı. Bu arada ekip oynayarak salona girdi, ama maalesef ben ne çaldığımı duyamadığım için, zavallı çocuklar ağır çekimde gibi oynamaya ve neler oluyor, ne yapıyorsun dercesine endişe içerisinde yüzüme bakmaya başladılar. Yooo bu kadarı da fazlaydı. Ulan dedim kendi kendime, bu kadar çalıştık, bu kadar emek verdik, bu kadar yoldan geldik AMK böyle işin. Birden çalmayı bıraktım, sazı sapından tuttum, ayağa kalktım, N. Bey’in kulağına eğilip “Çalmasana ulan eşşekoğlu eşek, sana kaç defa söylemem lazım” dedim. Bir an göz göze geldik, zınk diye durdu. Ben de dönüp hiçbir şey olmamış gibi müziğime devam ettim ve kazasız belasız programı tamamladık. Ama bir adamın anasına avradına sövmediğim kalmıştı ve o gece adamın evinde kalmak zorundaydım. Neler olup bittiğini arkadaşlara anlattım. Eğer garip bir davranış sergilerse N. Bey’e gereken dersi hep beraber vermeye karar verdik ve hiçbir şey olmamış gibi davrandık. O da ben hariç herkese teker teker teşekkür etti. Evinden ayrılıncaya kadar bir tek kelime konuşmadığımız gibi, birbirimizin yüzüne de bakmadık.
Ama olsun davul solo da yapamadı.
Aradan 50 sene geçti hala kızıyorum.
BALTA
Cruise gemileri iptal. Turizm şirketleri Türkiye’ye yapılan rezervasyonları harıl harıl başka ülkelere yönlendiriyorlar. Marmaris gibi hayatını, geleceğini turizme bağlamış bölgelerde esnaf kara kara düşünüyor. İşin kötüsü ne düşündüklerini, ne yapacaklarını bilmiyorlar. Büyük ümitlerle, büyük paralar harcanarak yapılan oteller ev haline, apartman haline dönüştürülüyor. Bankamatiklerden para çekenleri kıskanır hale geldik. Arabaya 50TL benzin koyuyorum arkamı dönünceye kadar bitiyor. Milletin tek tesellisi sigara, iki kadeh içkiydi, zam üstüne zam, artık sigaralar sarılmaya, merdiven altlarında rakı votka her çeşit alkollü içki üretilmeye başlandı. Kaçakçılık aldı başını gidiyor. İnsanları çileden çıkartmak, sabırlarını ölçmek, ümitsizliğe düşürmek, ülkeyi batağa sokmak için yapılabilecek bütün planları yapmış, her şeyi inceden inceye düşünmüşler. Her gün yeni bir kötü haber, yeni bir tezgah duyarak uyanıyoruz. Şeytanın aklına gelmeyen, Bizanslıları ve Çinlileri gölgede bırakacak oyunlar oynanıyor.
Ben İstanbul’da üniversitede okurken 60 lı yılların sonunda 70 li yılların başında bir türkü vardı dilimizde. Ben çalar söyler arkadaşlarım da eşlik ederlerdi;
Odun kırıcıydı, Adı İlyas’tı
Yanına yaklaştım, yüzünü astı
Dedim “işler nasıl?”, bir küfür bastı
Arkasından baltasını biledi biledi biledi biledi.
İşte bizleri bu hale getirmek, baltalarımızı biletmek, birbirimize, düşman etmek, bir iç savaş çıkarmak için, ama dış güçler, ama iç güçler ellerinden geleni yapıyorlar. Amerika’ya Irak’tan, Afkanistan’dan, Suriye’den boy boy asker tabutları postalanmaya başlanınca Amerikan halkı öyle bir tepki gösterdi ki bu tepkiden korkan silah tacirleri Amerikan askerlerini feda edeceklerine bizleri karşı karşıya getirmeye, birbirimize düşürmeye çalışıyorlar. Ne güzel, ne şiş yansın, ne kebap yani.
O güzel adamın, Atamızın dedikleri birer birer çıkıyor. Bizler sadece bu memleketin yüzde ellisini değil tümünü düşünmek zorundayız. O dolduruşa gelen, her söylenene inanan saf insanlar herkesten fazla korunmaya muhtaç, çünkü neler olduğunu, nasıl kullanıldıklarını, nasıl aldatıldıklarını, başlarına ne geleceğini bilmiyorlar. Güzel insanlar onlar, guzel gönüllü insanlar. Ne olursa olsun, bizler gibi düşünenlere ne kadar karşı olurlarsa olsunlar, istesek de istemesek de onların ellerinden tutmak, onlara ve bu vatana sahip çıkmalıyız.
Allah yanımızda olsun, yardımcımız olsun. İnsanlar bu kadar nankör olamazlar. Ben hala o mecliste hangi partiyi temsil ederse etsin, elleri titreyen, kalpleri titreyen, gözleri yaşaran vicdan sahibi, aklıselim sahibi insanlar olduğuna inanıyorum.
Benim hala ümidim var.
ALLAH ŞAŞIRTMASIN
1970 yılında Toronto’ya gittiğimde, bu şehre yeni gelen her yabancı gibi ben de ilk iş Niagara Şelalelerini görmek istedim. Güneşli bir sonbahar sabahı, kız arkadaşım Cathy ile heyecandan nasıl geçtiğini anlamadığım bir saatlik bir yolculuktan sonra, ismini Niagara şelalelerinden ve Niagara Nehrinden alan Niagara kasabasına vardık.
Niagara nehri 53 metre yüksekten düşüp şelaleleri oluşturduktan sonra yoluna devam edip, Ontario gölüne karışıyor. Bu nehir aynı zamanda Kanada ve Amerika arasında hudut. Yani nehrin bir tarafı Kanada, bir tarafı Amerika. Nehrin üstüne inşa edilmiş üç adet köprüden karşıdan karşıya geçiliyor ve trafik çok yoğun. Nehrin iki yakası o kadar birbirine yakın ki bir yakadan bakılınca diğer tarafta ki evlerin içinde yaşayanları bile görmek mümkün.
Merak ile Amerikan tarafını izlediğimi fark eden kız arkadaşım, eğer istersem o tarafa geçebileceğimizi söyledi. Meğer Kanada’dan Amerika’ya geçmek çok basitmiş. Pasaport göstermek gerekmiyormuş. Sormuyorlarmış, zaten sorarlarsa ehliyet göstermek yetiyormuş falan filan. Ben her şeyi evde bıraktığımdan üzerimde ne pasaport, ne ehliyet, ne de kimlik niyetine kullanacağım bir belge var. Cathy’ye Amerikalıların Kanadalılara anlayış göstereceklerini ama benim Türk olduğumu anlar anlamaz burnumdan getireceklerini söyledim ama what fayda.”Sormazlar, sormazlar sen merak etme hadi artık” deyince her halde bir bildiği vardır diye düşünerek “peki o zaman” dedim ve köprüye doğru yola çıktık. Ama bir bokluk çıkacağı içime doğdu.
Neyse köprüyü geçtik. Amerikan tarafına arzı endam ettik. Kontrol da durduk. Kovboy şapkalı, üniformalı bir polis kafasını pencereden içeri uzatıp, önce Cathy’ye, sonra bana nereli olduğumuzu sordu. Cathy’den Kanada, benden ise Türkiye cevabı alınca işler değişti. Sonra da perde açıldı, komedi başladı
” Kimliğinizi görebilir miyim lütfen? Cathy hüviyetini gösterdi. Bendeniz nanay hüviyet müviyet yok. Yüzüme verebileceğim en gariban ve masum ifadeyi vererek , Özür dilerim hüviyetim yanımda yok dedim. Adam ya anlamadığımdan, ya da bu kadar aptal olacağıma ihtimal veremediğinden sorusunu tekrarladı " Ne demek hüviyetim yanımda yok?" Ben ise boynumu büküp "yok işte" dedim, bir de mahçup mahçup sırıttım. Bu arada işlerin sarpa sardığını fark eden Cathy, Türkiye’den yeni geldiğimi, evraklarımı evde bıraktığımı, buraya kadar gelmişken Amerikan tarafına da kısa bir ziyarette bulunmak istediğimizi, herhangi bir sorun yaratmak niyetinde olmadığımızı izah etti kibarca. Adamcağız yine anlayışlıymış. Önce kahkahalarla güldü bu geri zekalılığımıza, sonra da bu şartlar altında geçmemize izin veremeyeceğini hemen Kanada’ya dönmemiz gerektiğini söyledi. Bizde arabamızın burnunu Kanada’ya çevirip hareket ettik.
Köprüyü geçip Kanada tarafına gelince bu defa arabamızı Kanada polisi durdurdu. Vay efendim neden Amerika’ya gittiniz? Ne işiniz vardı? Hem senin kimliğin nerede? Biz senin kanuni yollardan Kanada’ya girdiğini nereden bileceğiz? Amerika’da ne kadar kaldınız? Sen kimsin kardeşim, kimliksiz mimliksiz? En az bir saat, biz aynı cevapları vermekten yorulduk, onlar aynı soruları sormaktan yorulmadılar. Peki, şimdi ne yapacağız diye soruyoruz? “ Amerika’ya geri dönün” diyorlar. Yahu kardeşim bizi içeri almıyorlar diyoruz. “ Bizi alakadar etmez, gitmeseydiniz efendim, giderken bize mi sordunuz?” diyorlar. Çok sakin ve kibar bir kız olan Cathy bile çileden çıktı, yurttaşlarına bağırıp çağırmaya başladı. Yani biz kaldık mı köprünün ortasında, ne o kabul ediyor, ne ötekisi.(Annem görse yüreği parçalanırdı; Ah oğluuuum gurbet ellere gittin de ortalıklarda mı kaldın diye)
En sonunda artık dayanamadım, “Bre kızım” dedim Cathy’ye ” Hadi ben buraların yabancısıyım, bilmiyordum, ama senin gibi Kanada’da üniversite bitirmiş, Paris’te mastır yapmış, profesör bir babanın kızı nasıl oldu da bu kadar safça davranıp bizi bu pisliğin içine soktu?”
Böylece köprünün üstünde, dışarı çıkmamıza izin vermediklerinden arabanın içinde Hint fakirleri gibi en az bir saat oturduk. Sonra ben Cathy’ye böyle zamanlarda bizim memlekette adamını bulur hallederiz, sizin ülkenizde böyle medeni bir yöntem uygulaması yok mu diye sorunca, Cathy’nin aklına büyük bir üniversitenin dekanı olan babasını aramak geldi. Gümrükte ki telefondan babasını arayıp başımıza gelenleri anlattı. Babası kimi aradıysa sonunda kapılar açıldı, bizi Kanada’ya kabul ettiler.
Gözünü sevdiğimin Osmanlı Kültürü. Bir de bize geri kalmış derler.
“Bir Türk dünyaya bedeldir” lafını boşuna etmemişler yani!..
Toronto’ya dönene kadar güldük salaklığımıza
BELKİ DE BİR ERGUVAN AĞACI
Günün hangi saatinde giderseniz gidin Dokuz Eylül Üniversite Hastanesinin önünde ki caddenin araba parkı için ayrılmış bölümlerinde park edecek yer bulamaz, arabanızı hastanenin insafsızca fiyatlandırdığı ücretli park yerine park etmek zorunda kalırsınız. Yani acılarınız daha hastaneye ulaşır ulaşmaz başlar. Park yerine girerken her şeye rağmen sizi bir mucize karşılar. Bu araba parkı girişinin sağ yanında yer alan ve baharda inanılmaz güzel pembe, mor renklere bürünen, ismini bilmediğim bir ağaçtır. Bir an içinizin açıldığını hisseder, gözlerinizi bu inanılmaz güzel ağaçtan ve renklerden ayıramazsınız. Sanki bu ağaç sıkıntınızı anlayan, size ümit veren, her şey düzelecek merak etmeyin, inanın, buradan giderken bana el sallayıp öpücük gönderecek, teşekkür edeceksiniz diyen bir melek, bir peri gibi gözükür gözünüze. Arabanızı park edip hastanenin o ürkütücü binalarına doğru yürürken, döner döner, tekrar tekrar bakarsınız ağacınıza. O sizin ağacınız olmuştur artık.
Hastanedeki binalar akın akın gelen, her çeşit hasta ve hasta yakınlarıyla yükünü almaya erkenden başlamıştır. Kimler yoktur ki, Endişe dolu eşleri refakatinde zorlukla yürüyen aşırı kilolu hamile kadınlar, ameliyata olmaya gelenler, ümit dolu hastalar, ümitlerini kaybetmiş ”Ya tutarsa” diye düşünen hastalar, yüksek topuklular, abartılı yüksek topuklular, türbanlılar, kara çarşaflılar, tekerlekli sandalyeli hastalar, tekerlekli sandalye arayanlar, “dünyayı biz yarattık” havalarında, burunları havada koşuşturan süslü sekreterler, birer ilah gibi en önde yürüyen profesörler, arkalarında kendilerini takip eden ve hiçbir söylediğini kaçırmadıklarını ispat etmek amacıyla bütün yağcılıklarını sergileyen doktor adayları, kılıksızlıkta birbirleriyle yarışan tıp öğrencileri, “çimlere oturmayın” yazısının önünde kilimlerini sermiş, tüplü ocaklarında çay demleyip kahvaltı hazırlayanlar, kimi şaşkın, kimi korkmuş, kimi koşuşturan çocuklar, eczacılar, tıbbi malzeme satmaya çalışanlar, ciddi hastalar, gayri ciddi hastalar, hastalık hastaları, hastane müdavimleri, ilaç kolikler,beş liraya kitap kampanyası yapanlar, parfüm, makyaj malzemesi satanlar, araya sıkışan dilenciler de hastanedeki yerlerini alırlar.
Neredeyse hepsi hareket halinde her yaştan, her kökenden, her cinsten kaygı dolu insanlar da hastanenin hiç bitmeyen krem renginde mermer döşeli koridorlarında kaybolmuş sancılı insanlar da olmazsa olmazlardandır. Bir de kulaklarında plastik numaralar ile burunları yerde, kuyrukları bacaklarının arasında “C” harfi şekline bürünmüş, hastanenin ilaç yutturulmuş garip köpekleri dolaşırlar etrafta.
Sonra gece olur ve herkes birden ortadan kayboluverir, geriye ya yataklarından kalkamayan, ya da yaşamak için yürümeye çalışan hastalar, yorgunluktan güçlükle ayakta duran hasta yakınları, hastanenin acil bölümünden gelen anonslar, feryatlar, bomboş koridorlar, ara sıra açılıp kapanan mekanik kapıların sesi, hastaneye hiç uymayan çivit mavisi aliminyum pencereler, o pencerelerden içeri sızan, insanın içini serinleten Urla tarafından esen Ege Denizi rüzgarları, İnciraltı kır düğünlerinden yayılan "Ankara'nın yolları türküsü,ve her şeye, her türlü çaresizliğe rağmen insanı terk etmeyen “Umut” kalır.
İşte o zamanlar hastam ya uyur, ya da hastamı hemşirelere emanet eder, bahçeye çıkıp, park yerindeki o ağaca sarılırdım ben Can kardeşim. Hadi sen de hayata sarıl olur mu? Bak o ağaç hala orada biliyor musun?
DEVEYE BİNMEK HA!..
Kayak yapmaya 6 yaşında Sivas’ta başladım. Her tepeden, her yerden inerdim. Gözüm karaydı, korkmazdım. Benimle başa çıkamayacağını anlayan babam beni Sivas Beden Terbiyesi Müdürlüğüne götürdü ve Sivas Kayak Takımına kaydettirdi. 7 yaşımdan liseden mezun oluncaya kadar, kayak dersleri aldım, seçmelere katıldım, yarıştım.
Kayak sporu bir kış memleketi olan Kanada’da çok popülerdi. Toronto’da inanılmaz kayak ve kış sporları mağazaları vardı. Bu mağazalara girdiğimde çıkabilmem saatler alıyor, o güzelim kayak takımlarından, ayakkabılardan, giysilerden gözlerimi alamıyordum. Hiç kimse benim kayak yaptığımı bilmiyordu.
Bir akşam kız arkadaşım arkadaşları ile Amerika’ya, Vermond’a kayak yapmaya gideceklerini, arabalarında yer olduğunu, eğer istersem benim de gelebileceğimi söyleyince dünyalar benim oldu. Ertesi sabah iki erkek, beş kız Volvo bir arabaya doluşup yola çıktık. Kendi aramızda sohbet ederken Linda bana Kanada’daki kışları nasıl bulduğumu, hiç kayak yapıp yapmadığımı sordu. Ben daha ağzımı açmadan arkadaşı Leslie isimli kız yüzünde ukala bir ifadeyle “ Bence sen kayak yerine Güven’e deveye binip binmediğini sorsan daha iyi edersin Linda” deyip bir kahkaha attı. Hiçbir şey söylemedim ama sakallarımın altından öfkeden yüzümün kıpkırmızı olduğunu hissettim.
Enteresan bir yolculuktan sonra Amerika sınırınki sevimli kasabaya vardık. Gece otelde kalıp, sabah erkenden iki araba kayak evine doğru yola çıktık. Kayakevi, liftler, parkurlar çok güzeldi. Gözlerimi alamadım, çok heyecanlandım. Kayak yapmayı o kadar özlemiştim ki.
Kayakevinde kısa bir moladan sonra, bütün ekip liftlere doğru yola çıktılar, ben de ders kitaplarımı alıp bir kenara oturdum. Birazdan sıkıldım ve bizimkileri izlemeye başladım. Evet, fena kaymıyorlardı ama birader bunlar Kanadalıydı. Hepsini dikkatle izledim ve hepsinden iyi kaydığıma emin oldum. Sonra bütün ekip öğle yemeği için kayakevine döndüler. John isimli çocukla boyumuz ve kilomuz birbirine yakın olduğu için izin alıp ayakkabılarını denedim. Tam bana göreydiler, yanılmamıştım. Kibarca çocuğa taa buralara gelmişken kayak yapmak istediğimi, kayaklarını ve ayakkabılarını ödünç almak istediğimi söyledim. O da kibarca “No problem” yani olur cevabı verdi.
Hemen dışarıda dayalı duran kayaklara koştum. Kayaklar ayaklarıma hokka gibi oturdular. Leslie, kız arkadaşım Cathy ve bendeniz üç kişilik lifti aldık. Üç durak vardı. Birinci durak; yeni başlayanlar için, ikinci durak; kaymayı bilenler için, üçüncü durak; ise usta kayakçılar için hazırlanmıştı. Kızlar bana birinci durakta inmemi önerdiler. Kibarca reddettim. İkinci durakta da inmedim, deli olduğuma hükmederek onlar indiler. Sonra endişeli bakışları altında üçüncü durakta indim liftten.
Şöyle bir baktım dağdan aşağı. Evet, paslıydım ama Allah var, tam bana göreydi bu pist. İkinci durakta kafalarını yukarı kaldırmış beni kaygıyla izleyen kızlara elimle beni beklememelerini, inmelerini işaret ettim. Aşağı kayıp kayakevinin önünden beni izlemeye devam ettiler. Bense sanki bir boğanın matadora hücum etmeden önce ayaklarını sürtmesi gibi, kayaklarımı karın üzerinde ileri geri hareket ettirip kendimi dağdan aşağı bıraktım. Slalom değil bale yapıyordum. Kayak yapmıyor kayaklarımı dans ettiriyordum. Nasıl özlemişim nasıl özlemişim anlatamam. Sonra ağzı açık beni izleyen Leslie’nin önünde en sıkı dönüşümü yapıp yerdeki karları tam yüzüne ve giysilerine püskürttüm. Sakin bir şekilde kayaklarımı ayağımdan çıkardım, şaşkınlığından yüzündeki karları temizlemeyi unutan Lesli’ye ”Deveye binmeyi tercih ederim, kayak yapmayı o kadar da heyecanlı bulmadım” dedim. Kayakları yerlerine dayayıp içeri geçtim oturdum.
Bütün ısrarlara rağmen üç gün süresince bir daha da kaymadım. Leslie bu ne biçim manyak der gibi yüzüme baktı durdu. Ne yüzüne baktım ne de bir kelime konuştum. Sonra yine bir kelime konuşmadan Toronto’ya döndük.
Deveye binmek ha!..
ÜZGÜNÜM
Şöyle kafamın altına bir yastık koyup yere boylu boyunca uzanmayı, elime güzel bir kitap alıp hiçbir şey, ama hiçbir şey düşünmeden kitabıma odaklanmayı, her çevirdiğim sayfanın içine dalıp kaybolup gitmeyi ne kadar isterdim.
Lüks değil ama temiz, eski ama namuslu eşyalarla doluydu baba evimiz. Banka kredilerinin, kredi kartlarının olmadığı, bilinmediği o günlerde, sadece babamdan alacağım harçlığı düşünürdüm. Senede birkaç cinayet işlenir, onu da herkes, her kesim kınardı. Daha hassas daha insaflıydı insanlar o günlerde. Kötü haber arsızlığına alışmamıştık. Üstünden çay demliği eksik olmayan kuzinemizin sıcağını iliklerime kadar hissederek yaşamak ne kadar da güzeldi.
Çocuktum, mutluydum, umut doluydum, huzurluydum, korkmuyordum. Annem, babam vardı.
Şimdi annem, babam yok.
Baba evimiz de yok.
Dışarıda kötü adamlar var.
Sevdiklerinizi kanatlarınızın altına alma zamanıdır bu zamanlar.
Korkuyorum biliyor musunuz?
Biliyorsunuz!..
Biliyorum!..
30 YAŞ BLUES
Yıl 1976, resepsiyon müdürü olarak çalıştığım 1350 odalı, 65 katlı Toronto Sheraton Otelinde ki son günlerimde kulağıma, Türkçe konuşmalar geldi. Resepsiyonun önündeki kalabalığa dikkatli bakınca iki çocuklu genç bir karı-kocayı fark ettim. Çocuklardan üç yaşlarında olan oğlan sürekli babasının elini çekiyor ve minnacık vücudunu sağa sola çevirerek ondan bir şeyler istiyordu. Diğer çocuğu kucağında tutan kadıncağız ise o kadar yorgun görünüyordu ki, sanki arkasındaki duvara dayanmasa yıkılacak gibiydi. Ne konuştuklarını işitmek için iyice kulak kabarttım. Kadının kocasına çocukların ve kendisinin çok yorgun olduklarını, başka bir otele gidecek enerjileri kalmadığını, “Ne olursa olsun, kaça mal olursa olsun artık bu otelde kalalım” dediğini duydum. Adamcağız ise ümitsizce, direnişinin sonuna gelmiş bir ses tonuyla “Ama sevgilim bu otel ne kadar pahalıdır biliyor musun” diye itiraz etmeye çalışıyordu.
Kuyrukta ki sıra onlara gelince resepsiyonda ki kıza onlarla benim ilgileneceğimi söyleyip, başka bir müşteriye yönlendirdim. Sonra bu değişikliği anlamaya çalışan adama elimi uzatıp Türkçe kendimi tanıttım. Gülerek merak etmemelerini, Türkçe konuştuklarını duyduğumdan, kendilerini benim aldığımı, çok iyi bir indirim yapma yetkim olduğunu ve onlara en güzel odalarımızdan birini olabilecek en ekonomik bir fiyata verebileceğimi söyledim. Birden yüzleri canlandı; ne yapacaklarını, ne diyeceklerini şaşırdılar. Çok yorgun olduklarını bildiğimden; otele girişlerini çabucak tamamlayıp, anahtarlarını verdim. Servis kaptanlarından birini yanlarına katıp onları çok rahat süit bir odaya yolladım. Biraz sonra da telefon açıp geceliği 250 dolar olan odanın fiyatının onda birini, sadece 25 dolar ödeyeceklerini bildirdim. Ayrıca odalarına çocuklar için resim kağıtları, boya kalemleri, bir meyve tabağı, kendileri içinde bir peynir tabağı, bir şişede şarap gönderdim.
Ertesi sabah otelden ayrılmadan bana uğradılar; çıkışlarını bizzat ben yaptım. Ayrılırken o kadar duygulanmışlardı ki, dokunsam ağlayacak gibiydiler. Kucaklaştık, çocukları kucağıma aldım öptüm. Ben de duygulandım.
Sonra bir hafta daha kaldım ama hiç değilse bir işe yaradı diye sevinerek Sheraton’a veda ettim. Yakın arkadaşlarımın” Yahu sen deli misin? Kış ortasında bu karda, tipide, hem de yalnız başına binlerce kilometre araba kullanılır mı? Kendini öldürmeye mi niyetin var?” sorularına, ikazlarına rağmen arabama binip 3000 km uzaklıkta ki Alberta Bölgesine doğru yola çıktım.
Evet, belki de kendimi öldürmek istiyor, kutup köpeklerinin salyalarının buz tuttuğu bir yere, tehlikenin tam göbeğine gidiyordum. 30 yaşına girmiştim. 10 yıldır Türkiye’den, arkadaşlarımdan, akrabalarımdan uzaktaydım. Bütün değer ölçülerim değişmişti. Artık ne istediğimi, nasıl hissettiğimi bilmiyordum, kaybolmuştum. Zor günlerdi o günler.
Ama yaşadım işte!..
Meleklerimi seviyorum.
“BABA”, bütün hayatı boyunca “ Bu paranın üstü nerede?” diye soran zavallıya denir.
ÇOCUK ALLAH’IN BİR LÜTFUMU YOKSA KAZIĞI MI?
Kızım hasta. Grip, burnu akıyor. Ateşi yok ama çok kötü öksürüyor. Maalesef neredeyse her yıl grip Bahar’ın yakasına bir kene gibi yapışır. İyileşmesi, bu lanet öksürükten kurtulması yorucudur ve uzun sürer. Kızım hastalandığı zaman onu görmeye dayanamam. Çünkü o öksürdükçe benim ciğerlerim sökülüyor gibi hissederim. Hakikaten canım acır.
Şimdi “Kardeşim kızın 30 yaşına gelmiş, nedir bu hassaslık?” diyebilir beni kınayabilirsiniz. Ama çocuklar hiç büyümezler biliyor musunuz? Kızım benim için hala bu resimde gördüğünüz bukleli, kocaman gözlü çocuktur. Ne zaman Bahar’a kızsam veya gücensem hemen aklıma bu resmi çektirdiğimiz gün gelir Kızgınlığım öfkem uçar gider. İşte o günü baba kız beraber geçirmiş, çok sevdiğim bir arkadaşımın stüdyosunda bu fotoğrafı çektirmiştik. O kadar eğlenmiş, o kadar güzel vakit geçirmiştik ki. Sonra öğleden sonra eve dönerken Bahar yüzünü sağ koluma dayamış, derin bir uykuya dalmış, ben ise onu uyandırmaya kıyamadığım için İstanbul trafiğinde çok zorda olsa eve kadar arabamı tek kolla kullanmıştım.
Şimdi Sanal Şeyhinizin yazacaklarını iyi okuyun.
Çocuk sevgisi kitaplardan, internetten, haybeden öğrenilmez. Çocuk sevgisi yaşanır. “ Biz böyle bir dünyaya çocuk yapmak istemiyoruz. Sevecek olsak etrafta çocuk mu yok?” gibi entel dantel yorumlar züğürt tesellisidir. Bunu da en iyi bu yorumları yapanlar bilirler.
Dedim ya çocuk sevgisi, yaşanır, öğrenilmez, çünkü o sevgi bambaşka bir sevgidir. Ne bitki, ne hayvan, ne insan, ne sevgili, ne arkadaş, ne anne, ne de baba sevgisine benzer. Sihirli bir sevgidir. Gizemlidir, efsanevidir, esrarengizdir. Eşi benzeri olmayan daha önce hiç hissetmediğiniz apayrı bir sevgidir çocuk sevgisi. Siz bu sevgiyi ancak çocuğunuzu bağrınıza bastığınızda, kokusunu ciğerlerinize çektiğinizde, kalbinizin bir başka çarptığını fark ettiğinizde, hissedersiniz anlarsınız. Hayatınız değişir. O minicik varlığın üstüne titrersiniz. Seversiniz daha fazla seversiniz, doyamazsınız.
Son olarak Sanal Şeyhiniz der ki. “Çocuk Allah’ın insanlara büyük bir lütfu, aynı zamanda attığı büyük bir kazıktır. Yaratan yüreğinize öyle bir sevgi kazığı çakar ki bir daha ne olursa olsun, çocuğunuz kaç yaşına gelirse gelsin çıkaramaz, söküp atamazsınız”
Yaa!..