MAZİDEN YAPRAKLAR
Yarın 28 Şubat, Deniz Gezmiş’in doğum günü. Deniz’le başlıyorum sayfaları çevirmeye. Deniz Gezmiş ile. Sivas Kabakyazısı, Öğretmen evleri mahallesinin kışın toz, yazın çamur dolu sokaklarında kol kola, omuz omuz omuza sarmaş dolaş yürüdüğümüz günler geliyor aklıma. Selvi ağaçlarından yaptığımız sapanlarla kuş avladığımız, evlerimizden aşırdığımız masa örtüleriyle dereden balık yakaladığımız,mehtapsız gecelerde sucuk çaldığımız, ellerimizin üstü yara olana kadar bilye oynadığımız, bütün Sivas’ı arşınlayıp yavru köpek aradığımız, altı yaşından on altı yaşına kadar Deniz ile yaşadığımız sayısız anılar geliyor aklıma. Koyu kahverengi gözlerini, upuzun kirpiklerini, hepimizden uzun boyunu hatırlıyorum. Babasının İstanbul’a tayin olduğunu, Sivas Tren İstasyonundan Gezmiş ailesini uğurlamamızı, Deniz’le gözlerimiz dolu dolu birbirimize sarılmamızı ve bana “Bobi’yi sana emanet ediyorum ona iyi bak” deyip trene adeta kaçarcasına bindiğini, tren hareket edene kadar ağladığını göstermemek için bize arkasını döndüğünü anımsıyorum.
Arda Uskan, İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Bölümünde okurken tanıdığım, kara,uzun saçlı dahi çocuk. Türkiye’yi foto romanla tanıştıran ve aylarca “ gel seni foto romanlarımda oynatayım” ısrarından bir türlü vazgeçmeyen deli Arda. Moda’daki evlerinde Moğollar, Barış Manço’lu sigara dumanlı, bol alkollü partiler. Milli Manken, Merih Akalın, Arkeoloji koridorlarında ‘hadi bir manken gibi yürü de görelim” diye diye mankenliği aklına soktuğumuz güzel kız, güzel kadın. Kader arkadaşım “Arap Fikret” ismiyle basın dünyasında tanınan, Hürriyet gazetesine hayatını veren, o gazeteyi gazete yapan Fikret Ercan. Hürriyet Gazetesinin düzenlediği Altın Mikrofon yarışmasını kazanıp müzik dünyasına giren ve ne kadar meşhur olursa olsun bizleri hiç unutmayan Edip Akbayram, Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı Turizm Müdürü, memleket turizmine inanılmaz katkıda bulunmuş, askerliğini mimlenmis bir solcu olduğundan “sakıncalı Piyade olarak yapan Kasım Zoto ( İstanbul Armada Otellerini sahibi) Bu güzel insanlardan ayrılıp, Türkiye’yi terk etmek nasılda zor gelmişti bana 1969 yılı, Ekim ayının sonunda.
Kader beni Kanada’da güzel insanlarla tanıştırdı. Oscar Peterson, dünyaca ünlü siyah caz piyanisti. Nasıl güzel, nasıl mütevazi, nasıl zarif bir beyefendiydi bilemezsiniz. Bir basketbol oyuncusu kadar uzun boylu bu dev adamın her elini sıktığı insan karşısında nasıl eğildiğini, nasıl terlediğini, nasıl gülümsediğini görmeliydiniz. Aradan 40 yıldan fazla zaman geçti inanın o elimi sıkan kocana elinin hala sıcaklığını hissediyorum. Yaşlanıp lanet bir eklem sorunu yüzünden parmaklarını kullanamaz hale gelmesine o kadar üzülmüştüm ki.
Glen Gould, çoğunuzun bekli de tanımadığı, dünya da Bethoven’ı en iyi yorumlayan klasik müzik piyanistiydi. İngilizceyi Şekspir Ekolü tiyatro sanatkarları kadar iyi konuşan, zayıf, zarif birisiydi Glen Gould. Onun konuşmasına da, Piyano çalmasına da doyamamıştım. Toronto’nun en güzel semtlerinden biri olan Rosedale mahallesindeki muhteşem evinde yalnız yaşarken geçirdiği bir kalp krizi sonunda dünyaya veda etti, daha 50 yaşında bile değildi.
Muhammet Ali’ye Toronto’da taksi kullanırken tesadüfen rastladım. Hiçte televizyonlarda görüldüğü gibi güler yüzlü, şakacı birisi değildi. Bana tepeden şöyle bir baktı. Öyle uzun boylu, öyle iri, öyle kalın bir boynu vardı ki korktum.
Toronto Sheraton Centre Otelinde Resepsiyon müdürü olarak görev yaparken Charlton Heston’la tanıştım. Son derece kibirli, burnu bulutlar arasında gezen, sevimsiz herifin biriydi. Otelde çalışanlara kan kusturdu. Kimse sevmedi kendisini.
Farrah Fawsett, kocası Lee Majors, Gene Hackman’la Banf Springs Otelinde çalışırken karşılaştım.. O kadar güzel, o kadar zarif, o kadar zevkli, o kadar tatlı bir hanımdı ki Farah Fawsett oteldeki herkesin kalbini fethetti. Kocası Lee Majors ise tek kelimeyle hıyarın biriydi. Otele eşi Farah’dan birkaç gün önce gelen bu herif içip içip asılmadığı kadın eleman bırakmadı. Böylesine zarif, melek gibi kadının bu kadar eşek kafalı birisiyle evlenmesine otelcek üzüldük.
Gene Hackman inanılmaz şakacı, güler yüzlü, çok tatlı birisiydi. Oteldeki herkesle arkadaş oldu. Çok muzipti. Film çekimleri tamamlanır tamamlanmaz neredeyse bir şişe en özel viski içer, Carol isimli otelin en şişman elemanının kapısına dayanır “Hadi Carol kırma beni ben sensiz çok yalnızım, ne olur gel bu akşam ki partiye birlikte gidelim diye bağırır, aryalar falan söylerdi. Carol’da penceresini açıp “ nasıl olsa yarın sen çalışmıyorsun, defol buradan beni yalnız bırak, hayır diyorum duymuyor musun diye kahkahalar atardı. Gene gittiğinde bütün çalışanlar üzüldü. Bu güzel adam giderken, başta Carol olmak üzere herkesle vedalaştı.
Toronto, Royal York Otelinin dünyaca meşhur Viktorya lokantasını yönetirken çok tanınmış müzisyenler sahne alırdı mekanımızda. En sevdiklerimde her yıl aynı tarihlerde gelen ve bir bazen iki hafta performanslarını sergileyen Tony Bennett ve Ella Fitzgerald ‘tı. İtalyan asıllı Tony Bennet soyuna uygun tam bir fırlama, sahnede ise müthiş birisiydi. Beni her gördüğünde “ Güven ben sahnedeyken sakın ortalıkta dolaşma. Seni gördüğümde rahatsız oluyorum çünkü anlattığım bütün fıkraları, söylediğim bütün şarkıların sırasını biliyorsun” derdi. Gülmeyi çok seven birisiydi. Yüzünde hep muzip bir gülümsemeyle dolaşırdı. Ella Fitzgerald bir hanımefendi hatta siyahların ilahesi, kraliçesiydi. Fıkra falan anlatmaya, kimseyi eğlendirmeye ihtiyacı yoktu. Onun sahnede duruşu yeterdi. Her şarkısı bir efsaneydi zaten. Orkestrasında ki bütün elemanlar ona hayrandı. Ella hanım dinleyicilerini adeta büyüler, sahnedeyken mekanda çıt çıkmazdı.
Richard Harris’i Lake Muskoka’da film çevirirken gördüm. Bütün gece elinde viski bardağı köşede bir masada yalnız başına oturdu. Ne kimseye baktı, ne de kimseyle konuştu.
Marmaris’e Kanada’dan kesin dönüş yaptığım yıllarda Altın Yunus Otelinde üstat Kayahan ile masa tenisi oynadık. “Ah” dedi, “Şu belimin ağrısı olmasaydı ben sana gösterirdim". Bizimkiler dizisinin unutulmaz haydutu Aykut Oray, ben Türkiye’de iken çok yakın bir arkadaşımdı. Milli Türk Talebe Federasyonun da uluslar arası kültür ve folklor festivalleri düzenlerdik birlikte. Marmaris’e geldiğinde kızım onu çok görmek istediğinden kaldığı otelde buluştuk Aykut ile. Hasret giderdik, eski günlerden konuştuk. Çok güldük, hüzünlendik de. “Yahu Aykut” dedim o iki horoz, iki koltuğunun altında nasıl rolüne konsantre olabiliyorsun? Birbirlerine saldırmıyorlar mı? Bir kahkaha attı rahmetli. “Güvenciğim öyle bir tutuyorum ki birbirlerini görmüyorlar, yoksa ortalığı birbirine katıyorlar, alıştım” dedi.
Yaaa dostlar, Deniz’i düşünürken bunlar aklıma geldi. Burada kesiyorum, çünkü bayağı uzun bir yazı oldu. Gerisini de sonra ki yazılarımda sizlerle paylaşırım.
Son olarak, değerli Recep İvedik kardeşimizin dediğini hatırlatıyorum ”Adam olun adam” ömür uçup gidiyor.
(En sol da yerde yatan benim, ortada yerde yatan Deniz, Denizin başının dayandığı Bora Gezmiş Abisi,Ellili yılların ortaları, Sivas)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder