28 Şubat 2017 Salı

SKY VEYA GÖKYÜZÜ
Altmışlı yıllarda çocukluğum kovboy, Kızılderili filmleri seyrederek geçtiği için Kanada’ya gittiğimde Kızılderilileri çok merak ediyordum. Toronto şehrinde taksi kullanmaya başladıktan sonra şehrin en berbat bölgelerinde bina önlerinde, kaldırımlarda, parklarda guruplar halinde yatan, şekilden çıkmış, sarhoş ve pejmürde kılıklı insanlar dikkatimi çekti. Biraz daha dikkatli bakınca onların Kızılderililer olduğunu fark ettim. Çok acınacak haldeydiler, mahvolmuşlardı. Kızılderililer, bu koca ülkenin asıl sahipleri, beyazların inanılmaz hışmına uğramış, toplumdan dışlanmış, yok olmaya, sürünmeye terk edilmişlerdi.
Kendilerine lütfen verilen araziler dışında bir hayat kurmalarına izin verilmeyen bu zavallı insanlar can sıkıntısından, çaresizlikten gece gündüz ne bulurlarsa içiyorlardı. O korkuyla karışık hayranlıkla izlediğimiz çakı gibi, yapılı, inanılmaz ata binen Kızılderililer alkolden şişmiş, elleri yüzleri sivilce dolu, yerlerinden kalkmayan, daha doğrusu kalkamayan miskin bir yaşayan ölüler topluluğu haline gelmişlerdi. Kimse Kızılderililere iş vermiyordu.
Taksi kullandığım 4 yılda, taksime binen Kızılderililerden ya para almadım, ya da onlara indirim yaptım. İçki dükkanlarının önünde dilenirken gördüğüm Kızılderililere ise içki alıp verdim.
Şimdi beni çok duygulandıran bir anımı sizlerle paylaşmak istiyorum.
Toronto’da büyük bir firmanın satış müdürü olarak çalıştığım günlerden birinde arabamla Sudbury isimli hiç sevmediğim bir şehre gidiyordum. Benzin almak için uğradığım istasyonların birinde yanıma kısa boylu, mavi gözlü, sevimli altmış yaşlarında bir adam yaklaşıp eğer Sudbury’e gidiyorsam kendisini de almamı rica etti. O kadar yorgun, o kadar çaresiz gözüküyordu ki hiç düşünmeden onu arabama aldım.
Yola çıktık, biraz sonra yolcum adının Sky (Gökyüzü) olduğunu, Kızılderili olduğu için, iş bulamadığını, Sudbury’e iş aramak için gittiğini söyledi. Yol boyunca Sky bana Kızılderililerin yaşadıkları çadırları ana rahmi olarak kabul ettiklerini, bu yüzden çadırlarına girerken hep önce kafalarını soktuklarını, çıkarken ise hep kafalarını önce çıkardıklarını anlattı. Sonra üç örgülü saçını işaret edip üç sayısının onlarca kutsal olduğunu, üç örgünün gök, yer, ve suyu temsil ettiğini, üçü bir araya geldiğinde yaşam enerjisinin oluştuğunu bu yüzden saçlarını böyle ördüklerini söyledi. Daha sonrada çocuklar doğduğunda bizim bıngıldak dediğimiz kafatasındaki yumuşak bölgenin kutsal üçüncü göz olduğuna inandıklarını ve bebek büyüdükçe bu gözün yavaş yavaş kapandığını, tamamen kapandıktan sonra insanların bu gözlerini açabilmek için hayatları boyunca uğraştıklarını söyledi. Sky anlattı, ben dinledim. Ben dinledikçe o daha fazla anlattı ve hiç fark etmeden yolun sonuna geldik.
Arabadan indiğimizde cüzdanımda bulunan elli Kanada dolarını belki bir yardımı olur, diyerek büyük ısrarlar sonunda Sky’ın eline tutuşturdum. Sonra birbirimize sarıldık. Belki Sky sevindi veya “amma söğüşledim enayiyi, akşam içki param çıktı” diye sarıldı bana. Onun sarılma sebebini bilmiyor, bilmek de istemiyordum. Ama ben ona neden sarıldığımı çok iyi biliyordum. Ona senelerce seyrettiğim o haksız ve tek taraflı iğrenç Amerikan filmlerinde öldürülen her Kızılderili için el çırparak sevindiğime, ölen her Amerikalı için üzüldüğüme, son kalan Kızılderilileri öldürmek için borazan çalarak yetişen Amerikan ordusunu görünce yerimden fırlayıp yaşasın diye çığlıklar attığıma ne kadar pişman olduğumu belki hisseder diye sarıldım. Beyaz adam iş vermediği için bu yaşında ta buralara gelip, bir umutla iş bulmak zorunda bırakıldığı için, maalesef kendilerine bu kadar zulmeden, soylarını tüketmeye çalışan soluk yüzlülerin tarafında olduğum için, utandığım için sarıldım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder