28 Şubat 2017 Salı

BELKİ DE BİR ERGUVAN AĞACI
Günün hangi saatinde giderseniz gidin Dokuz Eylül Üniversite Hastanesinin önünde ki caddenin araba parkı için ayrılmış bölümlerinde park edecek yer bulamaz, arabanızı hastanenin insafsızca fiyatlandırdığı ücretli park yerine park etmek zorunda kalırsınız. Yani acılarınız daha hastaneye ulaşır ulaşmaz başlar. Park yerine girerken her şeye rağmen sizi bir mucize karşılar. Bu araba parkı girişinin sağ yanında yer alan ve baharda inanılmaz güzel pembe, mor renklere bürünen, ismini bilmediğim bir ağaçtır. Bir an içinizin açıldığını hisseder, gözlerinizi bu inanılmaz güzel ağaçtan ve renklerden ayıramazsınız. Sanki bu ağaç sıkıntınızı anlayan, size ümit veren, her şey düzelecek merak etmeyin, inanın, buradan giderken bana el sallayıp öpücük gönderecek, teşekkür edeceksiniz diyen bir melek, bir peri gibi gözükür gözünüze. Arabanızı park edip hastanenin o ürkütücü binalarına doğru yürürken, döner döner, tekrar tekrar bakarsınız ağacınıza. O sizin ağacınız olmuştur artık.
Hastanedeki binalar akın akın gelen, her çeşit hasta ve hasta yakınlarıyla yükünü almaya erkenden başlamıştır. Kimler yoktur ki, Endişe dolu eşleri refakatinde zorlukla yürüyen aşırı kilolu hamile kadınlar, ameliyata olmaya gelenler, ümit dolu hastalar, ümitlerini kaybetmiş ”Ya tutarsa” diye düşünen hastalar, yüksek topuklular, abartılı yüksek topuklular, türbanlılar, kara çarşaflılar, tekerlekli sandalyeli hastalar, tekerlekli sandalye arayanlar, “dünyayı biz yarattık” havalarında, burunları havada koşuşturan süslü sekreterler, birer ilah gibi en önde yürüyen profesörler, arkalarında kendilerini takip eden ve hiçbir söylediğini kaçırmadıklarını ispat etmek amacıyla bütün yağcılıklarını sergileyen doktor adayları, kılıksızlıkta birbirleriyle yarışan tıp öğrencileri, “çimlere oturmayın” yazısının önünde kilimlerini sermiş, tüplü ocaklarında çay demleyip kahvaltı hazırlayanlar, kimi şaşkın, kimi korkmuş, kimi koşuşturan çocuklar, eczacılar, tıbbi malzeme satmaya çalışanlar, ciddi hastalar, gayri ciddi hastalar, hastalık hastaları, hastane müdavimleri, ilaç kolikler,beş liraya kitap kampanyası yapanlar, parfüm, makyaj malzemesi satanlar, araya sıkışan dilenciler de hastanedeki yerlerini alırlar.
Neredeyse hepsi hareket halinde her yaştan, her kökenden, her cinsten kaygı dolu insanlar da hastanenin hiç bitmeyen krem renginde mermer döşeli koridorlarında kaybolmuş sancılı insanlar da olmazsa olmazlardandır. Bir de kulaklarında plastik numaralar ile burunları yerde, kuyrukları bacaklarının arasında “C” harfi şekline bürünmüş, hastanenin ilaç yutturulmuş garip köpekleri dolaşırlar etrafta.
Sonra gece olur ve herkes birden ortadan kayboluverir, geriye ya yataklarından kalkamayan, ya da yaşamak için yürümeye çalışan hastalar, yorgunluktan güçlükle ayakta duran hasta yakınları, hastanenin acil bölümünden gelen anonslar, feryatlar, bomboş koridorlar, ara sıra açılıp kapanan mekanik kapıların sesi, hastaneye hiç uymayan çivit mavisi aliminyum pencereler, o pencerelerden içeri sızan, insanın içini serinleten Urla tarafından esen Ege Denizi rüzgarları, İnciraltı kır düğünlerinden yayılan "Ankara'nın yolları türküsü,ve her şeye, her türlü çaresizliğe rağmen insanı terk etmeyen “Umut” kalır.
İşte o zamanlar hastam ya uyur, ya da hastamı hemşirelere emanet eder, bahçeye çıkıp, park yerindeki o ağaca sarılırdım ben Can kardeşim. Hadi sen de hayata sarıl olur mu? Bak o ağaç hala orada biliyor musun?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder