ALLAH ŞAŞIRTMASIN
1970 yılında Toronto’ya gittiğimde, bu şehre yeni gelen her yabancı gibi ben de ilk iş Niagara Şelalelerini görmek istedim. Güneşli bir sonbahar sabahı, kız arkadaşım Cathy ile heyecandan nasıl geçtiğini anlamadığım bir saatlik bir yolculuktan sonra, ismini Niagara şelalelerinden ve Niagara Nehrinden alan Niagara kasabasına vardık.
Niagara nehri 53 metre yüksekten düşüp şelaleleri oluşturduktan sonra yoluna devam edip, Ontario gölüne karışıyor. Bu nehir aynı zamanda Kanada ve Amerika arasında hudut. Yani nehrin bir tarafı Kanada, bir tarafı Amerika. Nehrin üstüne inşa edilmiş üç adet köprüden karşıdan karşıya geçiliyor ve trafik çok yoğun. Nehrin iki yakası o kadar birbirine yakın ki bir yakadan bakılınca diğer tarafta ki evlerin içinde yaşayanları bile görmek mümkün.
Merak ile Amerikan tarafını izlediğimi fark eden kız arkadaşım, eğer istersem o tarafa geçebileceğimizi söyledi. Meğer Kanada’dan Amerika’ya geçmek çok basitmiş. Pasaport göstermek gerekmiyormuş. Sormuyorlarmış, zaten sorarlarsa ehliyet göstermek yetiyormuş falan filan. Ben her şeyi evde bıraktığımdan üzerimde ne pasaport, ne ehliyet, ne de kimlik niyetine kullanacağım bir belge var. Cathy’ye Amerikalıların Kanadalılara anlayış göstereceklerini ama benim Türk olduğumu anlar anlamaz burnumdan getireceklerini söyledim ama what fayda.”Sormazlar, sormazlar sen merak etme hadi artık” deyince her halde bir bildiği vardır diye düşünerek “peki o zaman” dedim ve köprüye doğru yola çıktık. Ama bir bokluk çıkacağı içime doğdu.
Neyse köprüyü geçtik. Amerikan tarafına arzı endam ettik. Kontrol da durduk. Kovboy şapkalı, üniformalı bir polis kafasını pencereden içeri uzatıp, önce Cathy’ye, sonra bana nereli olduğumuzu sordu. Cathy’den Kanada, benden ise Türkiye cevabı alınca işler değişti. Sonra da perde açıldı, komedi başladı
” Kimliğinizi görebilir miyim lütfen? Cathy hüviyetini gösterdi. Bendeniz nanay hüviyet müviyet yok. Yüzüme verebileceğim en gariban ve masum ifadeyi vererek , Özür dilerim hüviyetim yanımda yok dedim. Adam ya anlamadığımdan, ya da bu kadar aptal olacağıma ihtimal veremediğinden sorusunu tekrarladı " Ne demek hüviyetim yanımda yok?" Ben ise boynumu büküp "yok işte" dedim, bir de mahçup mahçup sırıttım. Bu arada işlerin sarpa sardığını fark eden Cathy, Türkiye’den yeni geldiğimi, evraklarımı evde bıraktığımı, buraya kadar gelmişken Amerikan tarafına da kısa bir ziyarette bulunmak istediğimizi, herhangi bir sorun yaratmak niyetinde olmadığımızı izah etti kibarca. Adamcağız yine anlayışlıymış. Önce kahkahalarla güldü bu geri zekalılığımıza, sonra da bu şartlar altında geçmemize izin veremeyeceğini hemen Kanada’ya dönmemiz gerektiğini söyledi. Bizde arabamızın burnunu Kanada’ya çevirip hareket ettik.
Köprüyü geçip Kanada tarafına gelince bu defa arabamızı Kanada polisi durdurdu. Vay efendim neden Amerika’ya gittiniz? Ne işiniz vardı? Hem senin kimliğin nerede? Biz senin kanuni yollardan Kanada’ya girdiğini nereden bileceğiz? Amerika’da ne kadar kaldınız? Sen kimsin kardeşim, kimliksiz mimliksiz? En az bir saat, biz aynı cevapları vermekten yorulduk, onlar aynı soruları sormaktan yorulmadılar. Peki, şimdi ne yapacağız diye soruyoruz? “ Amerika’ya geri dönün” diyorlar. Yahu kardeşim bizi içeri almıyorlar diyoruz. “ Bizi alakadar etmez, gitmeseydiniz efendim, giderken bize mi sordunuz?” diyorlar. Çok sakin ve kibar bir kız olan Cathy bile çileden çıktı, yurttaşlarına bağırıp çağırmaya başladı. Yani biz kaldık mı köprünün ortasında, ne o kabul ediyor, ne ötekisi.(Annem görse yüreği parçalanırdı; Ah oğluuuum gurbet ellere gittin de ortalıklarda mı kaldın diye)
En sonunda artık dayanamadım, “Bre kızım” dedim Cathy’ye ” Hadi ben buraların yabancısıyım, bilmiyordum, ama senin gibi Kanada’da üniversite bitirmiş, Paris’te mastır yapmış, profesör bir babanın kızı nasıl oldu da bu kadar safça davranıp bizi bu pisliğin içine soktu?”
Böylece köprünün üstünde, dışarı çıkmamıza izin vermediklerinden arabanın içinde Hint fakirleri gibi en az bir saat oturduk. Sonra ben Cathy’ye böyle zamanlarda bizim memlekette adamını bulur hallederiz, sizin ülkenizde böyle medeni bir yöntem uygulaması yok mu diye sorunca, Cathy’nin aklına büyük bir üniversitenin dekanı olan babasını aramak geldi. Gümrükte ki telefondan babasını arayıp başımıza gelenleri anlattı. Babası kimi aradıysa sonunda kapılar açıldı, bizi Kanada’ya kabul ettiler.
Gözünü sevdiğimin Osmanlı Kültürü. Bir de bize geri kalmış derler.
“Bir Türk dünyaya bedeldir” lafını boşuna etmemişler yani!..
Toronto’ya dönene kadar güldük salaklığımıza
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder