17 Şubat 2018 Cumartesi

SEVGİLİLER GÜNÜNÜ NEDEN Mİ SEVMİYORUM?...


ÇÜNKÜ; hayatının 20 yılını Kuzey Amerika kıtasında yaşamış birisi olarak sevgililer gününün Tamamen Amerikalıların yarattığı bir satış ve pazarlama günü olduğunu çoook iyi biliyorum.


Her yabancı icadın bokunu çıkardığımız gibi bu sevgililer gününün de bokunu çıkardık. Her zaman kraldan çok kralcı oluruz ya! Şimdi neden bokunu çıkardık, büküp boynumu yazıyorum.


Hatırlamazsak öküz oluyoruz. Geç hatırlarsak öküz oluyoruz. Hediye almazsak öküz oluyoruz. Aldığımız hediye daha önce ki hediyelere benziyorsa öküz oluyoruz. Eğer sevgilimizin  tahmin ettiği hediyeyi  almamıssak öküz oluyoruz. Eğer sevdiğimizin tahmin ettiği hediyeyi almıssak, bu kez yaratıcı olmadığımız, sürpriz yapmayı beceremediğimizden dolayı öküz oluyoruz. İdeal hediyeyi alsak bile çiçek almayı unuttuğumuz için öküz oluyoruz. 


Akşam sevgilimizi götürdüğümüz lokanta beğenilmiyor, seçimimiz dolayısı ile öküz oluyoruz. Onun seçtiği lokantaya gidiyoruz, bu defa yemekleri beğenmiyor, yanlış yemek ısmarladığımız  için öküz oluyoruz. Yemekleri beğense, lokantada ki müşterilerin kalitesini beğenmiyor bu defa hep beraber öküz oluyoruz. Lokantayı, yemeği, müşterileri beğense müziği beğenmiyor. Yani muhakkak öküzleştirecek bir şeyler buluyor. Hiç bir şey söylemese bile bakışlarıyla öküz olduğunuzu ima ediyor.


Bence hiç değilse  bir yıl da yalnız kadınlar erkeklere çiçek alsın hediye seçsinler. Yani onların sırası olsun.  Görsünler bakalım rövanş nasıl alınırmış.


Şimdi anladınız mı neden sevgililer günü bitti diye "ohhhhh" çektiği mi?


En azından bizim cinsten olanlar anlamıştır eminim.


( Eyvah sadece 363 gün kaldı)


HESAP


Yaşamım boyunca yoksul, ezilmiş sakat mağdur, mazlum, gariban insanlara alkoliklere, tinercilere, evsizlere, çöp kontenyerlerinden hurda toplayan başörtülü mahçup kadınlara, çocuklara, dedelere, zorlukla yürüyen iki büklüm olmuş, yüzleri kararmış derin çizgili dilencilere, mimlenmiş eşcinsellere, Sivas'ta haftanın bir günü sinemaya gelmelerine izin verilen ve herkesten ayrı oturan, milletin sırıtmalarını görmemezlikten gelen yaşlı kimsesiz genelev kadınlarına, sıska atlara, her tarafları  yara bere içerisinde tekmeleneceklerinden emin kaçmaya hazır kemikleri sayılan ürkek köpeklere karşı bir koruma hissi, bir yakınlık, merhamet duydum, yüreğimin acıdığını hissettim. İsyan ettim.


Ama beyaz, mavi gözlü Van kedimin öldüğünü duyunca hıçkıra hıçkıra ağlayan İzmitli bayan öğretmen kadar duygulu  olmayı beceremedim.


Ve naylon şeyhiniz der ki; İyi bir insan olmak, cennetin kapısının anahtarıdır. Zamanı gelip de omuzlar üstüne, alındığınızda eğer iyi bir insan olarak yaşadıysanız, sevdiyseniz sevildiyseniz. sizi taşıyanlar ağırlığınızı hissetmezler. Çünkü melekler kucaklar, sizi, üstünüzde kanat çırparlar .Ve  Gideceğiniz yere uçarak gidersiniz.


Eğer bugün hala kıyamet kopmadıysa şunu çok iyi bilin; bu dünya genelinde hala kalpleri iyilikle çarpan merhametli, sevgi dolu insanların varlığı sayesindedir.


O zaman sevin sevilin, sevgilinizi sevin, o da sizi sevsin, bokunu çıkarmayın zevkini çıkarın.


Sevgililer gününüz kutlu olsun.

NEREYE GİTTİ O GÜZEL İNSANLAR?...


Eskilerde Sivas'ta bir kabadayı veya bir yiğit öldüğünde veya bir cinayete kurban gittiğinde hemen bir destan yazılırdı. Aşık düzeni, kafiyeli dörtlüklerle yazılan bu destan saman kağıda basılır,  çoğunlukla bir sayfa olur, yanık sesli bir erkek acıklı bir şekilde okuyarak şehri dolaşır isteyenlere satardı.


Böyle olaylar önemli olaylardı. İnsanların ilgisini çeker, onları duygulandırırdı. Ölen veya öldürülenle hiç ilgisi olmayan sadece ismini duyupta destan okunurken ağlayanları bile hatırlıyorum.


Şu yaşadığımız yıllarda hemen hemen her gün aldığımız şehit haberlerine nasıl alıştığımıza daha doğrusu nasıl alıştırıldığımızı düşünüyor bu vurdumduymazlığımızdan utanç duyuyorum. Bizi nerelerden nerelere getirdiler. O güzel, o duygulu, o merhametli topluma ne oldu? Nereye gitti o güzel insanlar?


Nereye gittiler ha...? Biliyor musunuz? Farkındamısınız?

SO FUCK IT...


Olay basit. İnsanların hepsi çeşit çeşit  ama aslında hepsi bir. Güzeli çirkini, iyisi kötüsü, duyarlısı duyarsızı, bileni bilmeyeni, cahili alimi, temizi pisi, fakiri zengini, namuslusu namussuzu, hayırlısı hayırsızı, delikanlısı puştu hepsini yaratan aynı ve hepsi zamanlarını tamamlayınca aynı bilinmeyen yere gidiyorlar.


Rahmetli anam" cenabı Allah dünyam boş kalmasın diye neler yaratmış hayret" derdi.


Gamsız olun gamsız. Hayatı çok ciddiye almayın. Dediğim gibi hepimizin geldiği yer belli. Gideceği yer belli. Gülseniz de, ağlasanız da, üzülseniz de süzülseniz de düzülseniz de hiçbir şey değişmeyecek. Ne kalacak sizden sanıyorsunuz? Kim hatırlayacak? Hatırlasalar ne kadar hatırlayacaklar? Sonun da unutulup gideceksiniz. Sonra sizi unutanlar unutulup gidecekler. Sonra da onları unutanlar unutulup gidecekler. Hep bir yanda unutanlar, bir yanda unutulanlar olacak dünya durdukça. Değişmez efendim, değişmeyecek 


Öyle işte. İsteseniz de istemezseniz de, sevseniz de sevmeseniz de, isyan etseniz de etmeseniz de öyle işte, durum bu.Nelere sahip olursanız olun götürseniz götürseniz münasebetsiz yerinizde bir miktar pamuk götüreceksiniz.


Ve bendeniz bu gerçekleri göz önüne alarak; "SO FUCK IT" diyorum. FUCK it, ve yaşa. ( çok merak ediyorsanız açın bir sözlük bakın ne manaya geldiğine çünkü bu yazdığımın Türkçemiz de tam karşılığı yok, yakını var) 


Çoştum yine dalgalanıyorum, Yılmaz Erdoğan'ın dediği gibi," YİNE BİR ŞEYHLER OLUYOR BANA" galiba.

ZENGİNLER SEYREDER...


Zenginler harp çıkarır, fakirler ölür.(Dostoyevski) 


"Şeytan uyuya kaldı bir gün ... Rüzgar sert esti. Üç tüy düştü şeytandan dünyaya; Biri paraya yapıştı, diğeri mevkiye, öteki de ihtirasa. O günden sonra şeytan hiç bir iş yapmadı' Diye okumuştu Gül bana  Dostoyevski' nin başka bir paragrafını.


Gerisi benden;


Ölüm insanlarla dalgasını geçer. Sonunda her an ölebilirim sanan da ölür. Hiç ölmeyeceğini sanan da. Herşey kendi kendine olur.


Ama bunu ne kimse anlar ne de bundan kimse ders alır. Hatalar devam eder, hırs hiç bitmez bencillik zirveye ulaşır. 


Yani sahneyi şeytan açar, seneryoyu  tanrı yazar, oyunu biz oynadığımızı sanırız, perdeyi ölüm kapar.


Yetmeyince harp çıkar...toplu ölümler başlar, fakirler fakirleri  öldürür. 


Zenginler seyreder.

NAYLON İNCİLER DEVAM


Naylon şeyhiniz derki; Birine merhameti öğretemezsiniz, duygusallığı da öğretemezsiniz, vicdan sahibi olmayı da. Bu sadece boşa harcanmış nefes, haybeye çekilmiş kürek veya buz üstüne yazı yazmaya benzer. Merhamet duygusallık ve vicdan insan doğarken mayasına katılır veya katılmaz.


Atalarımız boşuna "mayası bozuk" dememişlerdir.


İşte bu yüzden Bir yerde Yunus Emre dünyaya gelir, bir yerde Mevlana Celalettin Rumi, bir yerde Hitler, bir yerde Karın Deşen Jack.


Yani adalet baştan bozuktur.


Fabrika hatası da diyebilirsiniz.

NEŞENİZ BOL OLSUN


Bazıları vardır çok konuşurlar. Hadi enterasan konularda konuşsalar dişinizi sıkar dinlersiniz. Ama boş konuşurlar. İşin kötüsü her boku bildiklerini sanırlar. Her konuya atlarlar. Ağzınızı açıp bir şey söyleyecek olsanız sözünüzü pat diye keserler, dinlemezler.


Daha kötüsü eğer dinlemezseniz zorla dinletmeye kalkarlar, hatta sonunda artık dürtmeye başlarlar.


En kötüsü bunlar birde içki içerlerse tam çekilmez olurlar.  Herkese yanaşırlar, her konuşmaya atlarlar, çevrelerindeki insanları inanılmaz rahatsız ederler.


Şimdi, NewYork'ta gökdekenlerin birisinin tepesinde çok güzel bir barda, kadın erkek oturmuş içkilerini içiyor, sohbet ediyor, müzik dinliyorlar. Ve tam size anlattığım gibi bir karakter devamlı konuşuyor, önüne gelene sarkıyor, insanları müthiş rahatsız ediyor 


Sonunda uzun  boylu, yakışıklı, yapılı, takım elbiseli, gözlüklü bir adam ayağa kalkıyor ve bizim karakterin koluna girip onu barın arkasında ki pencerenin önüne götürüyor.  


"Bak ahbap burada inanılmaz bir hava akımı var. Ben bu pencereyi açıp kendimi boşluğa bırakıyorum alttan beşinci kata kadar düşüyorum. Sonra rüzgar beni hooop gerisin geri buraya getiriyor. İnanılmaz güzel bir duygu" diyor. Hakikaten de pencereyi açıp atlıyor, düşüyor ama tam söylediği gibi rüzgar alıp hooop gerisin geri getiriyor adamı. 


"Bak gördün mü? hadi bakalım senin sıran  şimdi" diyor  gözlüklü yakışıklı adam ve bizimkini pencerenin kenarına götürüyor. Bizim ki ağzı kulaklarında atlıyor ve yere çakılıp ölüyor.


İşte tam o anda barmen yüzünde rahatlamış bir ifadeyle pencereyi kapatan adama dönüyor ve " Çok ibnesin biliyor musun süpermen?" diyor.


Veeee... Naylon Şeyhiniz der ki; Eminim sizin hayatınızda da pencereyi açıp atlatacağınız karakterler vardır, ama sakıııın siz önce atlamayın.


Neşeniz bol olsun.

KÖR OLMAK İÇİN KÖR OLMAK GEREKMİYOR


Sabahları İçmeler'den Marmaris'e arabamla gelirken her gün Marmaris Belediye binası yakınlarında ki bir apartmanın önünde, sağ ellerindeki görme özürlüler için tasarlanmış sopalarını apartmanın bahçe duvarına sürterek bir aşağı bir yukarı yürüyen insanlar görürüm. 


Bu apartmanın arka tarafı belki de dünyanın en güzel yürüyüş yoluna bakar. Yürüyüş yolu Marmaris'ten başlar İçmeler'de sona erer. Uzunluğu 8 km olan bu yol inanılmaz güzeldir. O kadar ki nereye bakacağınızı bilemezsiniz. Pırıl pırıl bir deniz, pat pat pat yol alan, adeta denizin ve güneşin tadını çıkaran pancar motorlu tekneler, açıkta silueti görülen balıkçılar, katmer katmer ışıklı gölgeli yemyeşil tepeler, dev palmiye ağaçları, zakkumlar, begonviller, japon gülleri, barlar, restoranlar, kafeler, kumların üstünde neşe içinde koşturan köpekler, önlerindeki bebek arabalarını iten gururlu genç anneler, bisikletliler, paten kayanlar, Ahmet Kaya türküleri söyleyen bağlamacı, alt duşları dökülmüş eski mi eski akordiyonuyla Türk sanat müziği okuyan kısa boylu, gözlüklü amca, Saman iskelesinde çay içip sohbet edenler, eksersiz aletlerinde ilk belki de son eksersizleri yapanlar, kuytu bir köşeye çekilmiş, kimsenin kendilerini fark etmediğini sanan liseli aşıklar, yol kenarına yerleştirilmiş koyu kahverengi, üzerlerinde Marmaris Belediyesi yazan banklara oturmuş, gözlerini denize dikmiş kimbilir neler düşünen, belki de hiçbir şey düşünmeyen veya düşünemeyen, sadece dalıp giden ihtiyarlar, modern oltalarla donanımlı sahil balıkçıları, biracılar, gariban sadece kendine zararlı tinerciler, midye dolma satan Mit görevlisi, elektrikli motorları üstünde kontrola çıkmış üniformalı belediye zabıtaları, fotoğraf çekenler selfi yapanlar, telefonkolikler  neler yoktur ki.


Marmaris'in nüfusu çevresiyle birlikte 100 000 kişiye ulaşmasına rağmen sizlerle paylaşmaya çalıştığım bu güzelim yolu çok az insan kullanır  Marmaris'te yıllardır yaşayıp ta bir defa denize girmemiş, katır gibi sıhhatli olmalarına rağmen  bu yolda bir defa olsun yürümemiş insan sayısı o kadar yüksektir ki inanamazsınız.


Görme özürlü olup duvarlara tutunarak hiç bir şey görmeden, göremeden ayakta durmaya,  hayata tutunmaya çalışan insanlar bir yanda, sizlere anlatmaya çalıştığım bu güzellikleri fark etmeyen sağlam gözlerini kullanmaya üşenen tembelliğin kör ettiği bir yığın insan diğer tarafta.


Valla kızsam mı, kınasam mı, merhamet mi duysam, acısam mı, elime bir beyzbol sopası alıp önüme katıp koştursam mı bilmiyorum. 


Siz karar verin. Her Allah'ın sabahı düşünmekten ben yoruldum.

MAX


Soğuk ve sessiz bir gece, huzurluyum. Huzur içinde olmayı, huzurun kendisini özlemişim. Hep iç karartıcı haberler duymaktan, şiddetten, kabalıktan yorulmuşum. 


Evimde film seyrediyorum yalnızım. Askeri bir amerikan filmi. Irak'ta geçiyor. Özel olarak seçilmiş K9 cinsi Alman kurt  köpeklerini patlayıcı bulmaları için eğitiyorlar. Köpeklerin hepsi birbirinden güzel. 


İçim sızlıyor. 30 yıl boyunca  kurt köpeklerimiz oldu bizim. Filmdeki köpeklerden birinin adı Max. Kanada'da alıp yetiştirdiğimiz, Türkiye'ye kesin dönüş yaparken yanımızda getirdiğimiz, fotoğrafını gördüğünüz, dünya güzeli köpeğimizin ismi de Max'di.. Nasıl da benziyor filmdeki Max bizim Max'imize.


Önce Max öldü, sonra Kaunus, sonra Titti en sonunda da Mahsun. Hepsi birbirinden güzel köpeklerdi. Her birini ağlaya ağlaya gömdüm.. Askerler filmde köpeklerin başını okşarlarken sağ elimin içinde kendi köpeklerimin tüylerini hissediyorum, ıslak burunlarına dokunuyorum, kokularını alıyorum, nefes alıp vermelerini, solumalarını dinliyorum.


Evimde film seyrediyorum. Dışarıda köpeklerim havlamıyorlar. Nasıl da özlemiş kulaklarım onların seslerini. Geceleri kapılar pencereler açık uyurduk eşim kızım ve ben. Mutluyduk, mutlu köpeklerdi, mutlu bir evde yaşıyorlardı.


Ne çok acı yaşadım inanamıyorum. Bir köpek daha edinecek yüreğim yok. Bir acıya daha dayanamam biliyorum. Bir köpeğim daha olursa bu defa kim kimin acısını yaşar işte orasını bilmiyorum.


Belki de bir yaşama dört köpek sığdırmak yeter diye düşünüyorum, ama yine de şu anda yattığım koltuğun yanında  gözlerimin içine bakan kocaman bir kafa, iki kulak ve ıslak bir burun görmeyi özlüyorum.


Soğuk, sessiz bir gece, ekran da Max'i seyrediyorum üzgünüm ama huzurluyum.


Neler geçiyor içimden neler...ve neler hatırlıyorum...

SİVAS ELLERİNDE SAZIM ÇALINIR


Birisinin iyiliğini, güzelliğini, dürüstlüğünü fark ettiğimizde "evliya gibi adam" deriz. Eğer bu deyim ülkeler için kullanılsa hiç tereddüt etmeden evliya gibi ülke derdim Kanada için.


Kanada kurulduğundan bu yana dünyanın dört bir yanından gelen insanlara kucak açmış onlara imkanlar sunmus, yeni bir hayata başlamaları için destek vermiş, sahip çıkmış, hayatlarını kurtarmış, barış içinde yaşamayı ve yaşatmayı gaye edinmiş bir ülkedir.


Kanada'da 20 yılım geçti. Kanada benim ikinci vatanımdır. Her gittiğim ülkede mevzu açılınca kiminle konuştuysam sizlerle paylaştıklarımı paylaştım. Kanada'yı her zaman övdüm. Bir Kanada varandaşı olduğum için çok şanslı olduğumu, gurur duyduğumu söyledim.


Son yazım bazı arkadaşlarım ve okurlarım tarafından yanlış anlaşıldı gibi. Ben o yazımda hiç bir ülkeyi kötülemedim. Başka ülkelere yerleşen insanları da kınamadım. Sadece kişilerin kendi memleketinin değerini anlamasını ve o rüya gibi gördükleri üilkelerde ne gibi zorluklarla karşılaşacakları anlatmaya çalıştım. Bir ülkede tatil geçirmekle o ülkede yaşamanın birbirinden çok farklı olduğunu vurgulamaya çalıştım.


Bizler kendi ülkemizde nasıl  Muhacir, Balkan göçmeni, Adalı, Bulgar Türkü Suriye'li terimleri kullanıyorsak, dünyanın diğer ülkelerinde de üç aşağı beş yukarı aynı durumun  olduğunu anlattım.


İnsanın vatanı, geldiği şehri, kasabası, köyü, hatta mahallesi bile çok özeldir. Buralarda hissettiğiniz duyguları dünyanın hiç bir yerinde hissedemezsiniz. Çünkü o duygular sihirlidir, efsanevidir, gizemlidir kelimelerle anlatılamaz. Dünyanın bir çok yerini görmüş, uzun yıllar yurt dışında yaşamış biri olmama rağmen yolum Sivas'a düştüğünde içime izah edemediğim anlayamadığım bir coşku dolar. Gemereği geçer geçmez bozkırlara, terk edilmiş tren istasyonlarına, koyun sürülerine, inek sürülerine, kayalıklara, dereciklere, kavak ağaçlarına, söğüt ağaçlarına, Veysel'in kır çiçeklerine, pırıl pırıl bir damla rutubet içermeyen masmavi gökyüzüne bakar dalar giderim. İçim içime sığmaz ayaklarım yere basmaz. Aklımda ne Newyork'un gökdelenleri ne Eyfel kulesi; ne Niagara şelaleleri, ne Alhamra Sarayı, ne Taşmahal ne de sevdiğim kızlar kalır. Roma'daki aşk çeşmesi sizin olsun ben Kepenek suyunu özledim derim. Bütün binalar bir yana , benim Cumhurıyet Lisem bir yana derim.


Halen Kanada'da yaşayan arkadaşlarım bilirler; onlarla 20 yıl yaşadım, elimden sazım, dilimden türkülerim düşmedi.


Bu yüzden bir daha taş yerinde ağırdır diyorum.


Beni lütfen doğru anlayın, doğru okuyun.


Hepsi bu...

TAŞ YERİNDE AĞIRDIR


Yer: Toronto Kanada


Çalıştığınız bankanın müdürü ile görüşmek istersiniz. En az üç gün öncesinden randevu almanız gerekir. Beyefendinin başını kaşıyacak zamanı yoktur çünkü. Randevuye grantualet tam zamanında gidersiniz  Tam zamanında içeri alınırsınız. Grantualet giyinmiş müdür ayağa kalkar ve elinizi bir pehlivan gibi sıkar. Bu sizi gördüğüne memnun olduğundan değil, bankanın zorunlu olarak yolladığı eğitim proğramında öğretilmiş bir tekniktir. Elinizi sıkarken gülümseyerek gözlerinizin içine bakar. Daha doğrusu siz onun gözlerinizin içine baktığını zannedersiniz. Aslında o iki kaşınızın ortasına bakar. Bu da öğretilmiş bir tekniktir.  Sonra ofisin kapısını kapatırlar. Dışardan içerisi gözükmez. Görüşme sırasında telefon çalmaz. İçeri kimse girmez. Görüşmeniz tam size verilen zamanın sonunda biter. Yine bir teknik el sıkışma ve bakışla vedalaşırsınız. 


Yer Marmaris Türkiye: 


Bankanıza bir işlem için gidersiniz  Sıranızı beklerken banka müdürü sizi fark eder. Gelir elinizi sıkar, kolunuzu tutar, hatta sarılır. "Ne yapıyorsun abi hayrola?" diye sorar. "Sıra bekliyorum bir işlemim var da" dersiniz."Yahu işin acele değilse bırak sonra yaparsın, gel iki laf edelim" der sizi kolunuzdan sevgiyle tutar ofisine sokar.  Karşılıklı oturursunuz. Ofisin kapısı hiç kapanmaz herkese açıktır. "Ne içersin abi" diye sorar. Hınzırlığına "ne var menu de" diye sorarsınız   "Herşey var, istersen börek bile açarım" cevabı gelir. Gülersiniz, kıyamazsınız börek açmasına, konuşursunuz, dertleşirsiniz, karşılıklı birşeyler içersiniz sonra müsaade istersiniz. Müdür bey sizi kalkıp kapıya kadar geçirir. Sarılır öpüşürsünüz. Ayrılmadan muhakkak bir "yine beklerim" duyarsınız.


Taş yerinde ağırdır.


Yezidilerin bir adeti vardır. Bir yezidinin etrafına bir daire çizerseniz yezidi o dairenin dışına çıkamaz. Ne yaparsanız yapın çıkamaz. Ancak daireyi silerseniz çıkar.


O herkesin bayıldığı uygar ülkelerde insanlar kendi kararlarını veremezler. Çünkü kendi yarattıkları sistemlerin ve makinaların esiri olnuşlardır. Hayatları tamamen bu sistemlere ve makinelere bağlıdır. Ne yaparsanız yapın sistemin dışına çıkamazlar. Aynı yezidinin dairenin dışuna çıkamadığı gibi. 


Bu günlerde bir yığın varlıklı aile yurt dışına taşınıyor kendilerine yeni bir hayat kurmak için. Son yıllarda ülkemizde olup biteni gördükçe içinizden kınamak gelmiyor. Ama o kardeşlerime şunu söylemek zorundayım; Unurmayın o uygar ülkelerde kuçınıza özel bir tutkalla " immigrant" göçmen etiketi yapıştıracaklar. Ne yaparsanız yapın, ne kadar uğraşırsanız uğraşın, ne kadar kalırsanız kalın, ağzınızla kuş tutsanız o etiketi kıçınızdan söküp atamayacaksınız.


20 yıl o ülkelerde yaşamış birisi olarak Allah yardımcınız olsun diyorum. Bakalım ne kadar dayanacaksınız..


Taş yerinde ağırdır,  bir daha yazıyorum.

ASLINDA BEN ŞANSLI BİRİYİM...


Bringham Young Üniversitesi Amerika'da bir araştırma yapmış. Yedi yıl süresince 10000 kişi incelenmiş. Yedi yılın sonunda uzun ve detaylı bir çalışmadan sonra sonuçları açıklamışlar.


Bu araştırma süresince insan hayatını en fazla uzatan nedenler incelenmiş. Diet yapmak, spor yapmak, temiz hava, içkiyi bırakma, sigarayı bırakma, bol su içmek, muntazam doktor kontrolu bu nedenlerin bazıları.


İnsan hayatını en fazla uzatan iki neden ne çıkmış biliyor musunuz? 


Birincisi; Social integration yani Sosyal Hayata uyum sağlamak, kişinin  iyi bir sosyal hayatı olması, çevresinde sevilmesi, çevresindekilerle güzel ilişkiler kurabilmesi. 


İkincisi; Close relationship yani  yakın arkadaşları,yakın dostları olması. Yani sıkıntıya düştüğünde düşünmeden maddi yardım da bulunan, hastaysa doktor çağıran veya hastaneye götüren, yanından ayrılmayan, dertlerini samimiyetle dinleyip bir çözüm üretmeye çalışan arkadaşlar, dostlar.


O kadar doğru ki. Sizlere kendi hayatımdan örnekler verebilirim. Benim beni görünce "Vay Güven Abim gelmiş diye ellerime sarılan bir balıkçım var. "Abim tam sana göre taze çayım var diye boynuma sarılan bir kasabım var. Marinada ki mağazama geldiğimde "Abilerin güzeli hoş geldin"  diye karşılanıyorum. Sahilde yürürken beni durdurup kolundaki boncuk bileziği çıkarıp "Bu sana daha çok yakışır Güven Abi " deyip koluma takan hanım okuyucum insanın ömrünü uzatmaz mı? Haftanın her günü spor yapmak için gittiğim fitnes kulübünde "Güven Abi sen bizim örnek aldığımız insansın" diye etrafıma toplanan gençler var.  "Tekirdağ'da bir çok takipçin senin yazılarınla hayata bağlanıyorlar" diyen okurum var. Tatvan' dan ziyaretime gelip kitaplarımı imzalatıp alan kürt asıllı üç birbirinden tatlı kız okuyucumu nasıl unuturum? Omzumdan ameliyat olduğum da hastane de beni ziyarete 7 yaşından 70 yaşına kadar bütün tenis kulübü üyeleri geldiler. Bileklerimin ölçüsünü alıp, renfarenk birbirinden güzel bilezikler yapan derin gamzeli cici kız, Marmaris Devlet Hastanesinde omzumun pansumanını yapan hemşireye" abla sen kimsenin pansumanını yapmazdın hayrola," diye soran doktoruma" seninkini yapmam ama bu beyefendinin pansumanını yaparım " diyen hemşire, banka da sıra beklerken" al benim numaramı sen bekleme hocam" diye bana numarasını uzatan mavi gözlü genç adam, omzumdan ameliyatımı duyar duymaz Ortaca'dan Marmaris'e bir saatte gelip yatağının başına dikilen doktor, lise arkadaşım, yurt arkadaşım Necmi Kılavuz, sen ne güzel adamsın, ne güzel arkadaşsın diye Almanya'dan mesajlar yollayan başka bir doktor arkadaşım Servet İşözen, yazılarımı dikkatini vererek, sabırla okuyan, tavsiyelerde bulunan, düzeltmeler yapan öğretmen, yazar, ressam kız arkadaşım Gül Şenay, "Abin olduğum için iftihar ediyor, senin gibi bir kardeşi bana nasip ettiği için Allah'ıma dua ediyorum" diyen Kore Gazisi bir abim, kitaplarımı okuyup beni kutlayan" bana aşkı fısıldayan adam" lakabını lütfeden  okurlarım, facete ki yazılarımı titizlikle takip edip, başta Okşan Ablam olmak üzere bana birbirinden güzel , binlerce yorum atan sizler  "F" vitaminlerim var benim.


Bu araştırma sonuçları o kadar doğru ki, evet sosyal çevrem, can dostlarım ve sizler beni yaşama döndüren, beni dünyaya bağlayan köklerim kılcal damarlarım en başta gelen nedenlerim oldunuz.


Uygar dediğimiz ülkelerde son günlerini, hatta saatlerini yaşayan hastaların yanında oturup son nefeslerini verirken ellerini tutmak için parayla tutulan insanlar var. Ben çok şanslıyım.


Bilmenizi istedim.

İki grup insan vardır.


Birinci grup; Güzel bir hikaye okursunuz veya bir haber veya fıkra duyarsınız. Çok seversiniz, hoşunuza gider, heyecan duyarsınız paylaşmak istersiniz. Çoşkuyla bu gruptaki birisine gider anlatmaya başlarsınız. Şansınız varsa birinci cümlenizi tamamlarsınız. Çoğu zaman daha birinci cümlenizi tanamlamadan lafı ağzınıza tıkarlar." Biliyorum biliyorum. Daha önce duydum veya okudum. Aaa daha yeni mi duydun? Sen de ama safsın haa" Gülümsemeniz yüzünüzde donar kalır. Çoskunuz kaybolur gider. "Yaa öyle mi ben yeni duydum. Hoşuna gider, sen de seversin diye paylaşmak istedim" der gülümsemeye çalışır, özür dilersiniz. Kısacası eşekten düşmüşe dönersiniz. Daha doğrusu eşekten düşmüşe döndürürler.


İkinci grup; Güzel bir hikaye okursunuz veya haber veya fıkra duyarsınız. Çok seversiniz, hoşunuza gider. Heyecan duyarsınız paylaşmak istersiniz. Coşkuyla bu gruptaki birisine gider  anlatmaya başlarsınız. İlgiyle sonuna kadar dinlerler, hatta dinlerken gözlerinizin içine bakar, gülümserler  Sonra merak eder "daha önce duymuşmuydunuz?" diye sorarsınız. Çoğu zaman duydukları halde söylemezler veya "evet duymuştum ama o kadar güzel anlattın ki seni durdurmak istemedim çok hoşuma gitti" derler. 


Şimdi bu grup iyi diğeri kötü diye bir karşılaştırma veya değerlendirme yapmıyorum. Zaten buna hakkım da yok.


Sorun bakalım kendinize siz hangi gruptansınız.


İtiraf ediyorum. Ben ikinci gruptanım. Abim her bir araya geldiğimizde babamızın başöğretmenlik yaptığı Sivas'ın Ulaş nahiyesin de yaşadığı çocukluk hatıralarını anlatır. Ata binmesini, sabah erkenden dayak yiyeceğini bile bile dereye balık tutmaya gitmesini, yılan yakalayıp getirmesini, ağaçlara çıkmasını, kuş avlamasını, Tecer dağı maceralarını, çocuklarla trene kaçak binmelerini dinlerim. Sanki daha önce hiç duymamış gibi dinlerim. Çok da zevk alırım. O kadar güzel, yaşayarak, zevk duyarak anlatır ki...hiç bitirmesini istemem.

Hastalıkların en kalleşi en adisi. İnsanları o tedavi, bu tedavi sürüm sürüm süründüren. O kadar zulümden sonra birazcik yaşama ümidi veren ve geri alan, pis insafsız bir hastalıktır bu kanser denen illet. Kedi fareyle oynar gibi oynar hastalarla, tadını çıkarır, zevk alır. Hastalıkların şeytanıdır.


Biliyor musunuz bu hastalığa çare bulmaya çalışan ve bir yere ulaşan veya ulaşabilecek doktorları öldürüyorlar, muayanehanelerini kapatıyor, laboratuarlarını tahrip ediyorlar. Çünkü kansere çare bulunursa para kesilecek musluk kapanacak.


Bu ne adi, ne pis bir dünyadır. İnsanlar nasıl bu kadar kör bu kadar gaddar bu kadar duygusuz, bu kadar insafsız   olabiliyorlar?  Bunların ailesi çoluk çocuğu yok mu? Bunlar hiç ölmeyecekler mi ?


Acının ve çaresizliğin zirveye çıktığı yer nedir biliyor musunuz? Kanserden çaresizce kurtarmaya çalıştığınız hastanız adım adım ölüme yaklaşırken adımlarını durdurmaya çalışmak. Yapamayınca o adımların önüne yatıp  acıtmadan incitmeden zorlamadan  bacaklarına sarılıp onu ümitsizce olduğu yerde tutmaya veya yavaşlatmaya çalışmaktır.


Testler hiç bitmez. Bu  testlerin bir çoğu hastaneye daha fazla para kazandırmak amacıyla planlanmıştır. Her defasında kalp çarpıntıları ile elleriniz titreyerek aldığınız test sonuçları iyi çıkınca cenneti, kötü çıkınca cehennemi yaşarsınız. Gözyaşları gülümsemeler birbirine karışır.


Ölümle yaşamak arasında gidip gelmek çok zordur inanın çok zordur. Bunu en iyi bu tecrübeyi yaşayan hastalar ve hasta yakınları bilirler, hem çoook iyi bilirler.


Allah kanser hastalarına da, yakınlarına da yardım etsin, güç versin, sabır versin.


Allah Rafet kardeşime ve eşi Saliha hanımefendiye rahmet eylesin.

Kanada'da yaşarken işim icabı bir çok yaşlılar evi ve huzur evi ziyaretinde bulundum. Şahit olduklarım, gördüklerim beni çok duygulandırdı. Allah'a şükür bizim ülkemizde insanlarımız yaşlılarına sahip çıkarlar, böyle bir kenara atmazlar dedim kendi kendime,  gurur duydum.


1988 yılında Türkiye'ye döndüğümde ülkemin maalesef benim 20 yıl önce bıraktığım ülke olmadığını, değerlerin değiştiğini gördüm. Huzur evleri her yerdeydi. Sonra oturdum bu yazıyı yazdım. 


YOLUN SONU GÖZÜKÜYOR


Huzur evine yerleştirilmeden bulmalısın huzuru.  Ceplerine, avurtlarına, göğsüne, doldurmalısın, yani yanında götürmelisin cesurca ama çaktırmadan.  Belki de dünyada ki son mekanın olduğunu bilsen de, bir daha nasıl çıkacağını veya çıkarılacağını bilmesen de susacaksın, mutlu gözükeceksin sadece iç geçireceksin arasıra.. Seni oraya yerleştirenlerin huzursuzluğunun huzurunu bozmasına izin vermeyeceksin.


Hayat bu işte ne bekliyordun ki? diye soracaksın kendine. Neyse ki iyi ve namuslu bir yaşamım oldu deyip kendi kendinin sırtını sıvazlamak isteyeceksin. Belki de "buuuum" deyip kayboluvermek en güzeli, sessiz ve kimsenin haberi olmadan diye düşüneceksin. İncecik yüreğinle hala haklı görmeye çalışacaksın seni buraya terkedenleri.


Belki de tadında bırakmak en güzeli. Ama yine de giderken arkasından hiç değilse bir karalar bağlayanı, bir gözyaşı dökeni, bir gitme diye sarılanı olsun istiyor insan diye de düşüneceksin. Ve seni bırakıp gidenler,  vedalaşırken neye el salladığını, niye el salladığını hiç bilemeyecekler.

NAYLON İNCİLER II


Naylon şeyhiniz der ki; Sevin, köküne kadar sevin. Her fırsatta sarılın sevdiğinize.. Elinizin ucuyla değil, adet yerini bulsun diye de değil, adam gibi, sevgilinizin kalp atışlarını göğsünüzde hissedene  kadar sarılın. Sarılmak kalp ritmini düzenler, bağışıklık sistemini güçlendir, sarılanı ve sarılılanı  hayata bağlar.


Naylon şeyhiniz devam eder ve der ki; Sevdiğinizi söylemekten, sevginizi göstermekten çekinmeyin, korkmayın. Eğer seversem , sevgimi gösterirsem, manalar çıkarır, şımarır diye korkuyor, çekiniyor, sevginizi içinizde tutuyorsanız, yanlış seçim yapmışsınız demektir. O zaman ya sevgilinizi ya da kafanızı değiştirin.


Sarılsan" Şimdi ne gereği vardı sarılmanın?" öpsen" Nerede öğrendin böyle öpmeyi?  Diye soran, zaten baştan yanlıştır.

NAYLON İNCİLER 


Naylon şeyhiniz der ki; Özlemek, özlenmek iyidir demeyin.  Allah size öyle bir özlem verir ki perişan olursunuz. Hayat özlemek veya özletmek için yeteri kadar uzun değildir. Mecbur kalmadığınız sürece parmak kadar çocuklarınızı  belli bir yaşa ulaşmadan yuvalarından ayırıp "Çocuklarımızın geleceğini düşünüyoruz" diyerek yatılı, okullara yollamayın. Yıllardır ailemi yazıyorum size abilerimi ablalarımı, annemi babamı, mahalle arkadaşlarımı, komşularımı yazıyorum. Bu güzellikleri bırakın da çocuklarınız hissetsin. Çünkü dünyada hiç bir okul bu duyguları veremez onlara. Çocuklarınıza zaman tanıyın, sabırlı olun, sevgi verin, onlarla ilgilenin paylaşmayı,  iyi insan olmayı öğretin. Zamanlamanızı doğru yapın. Sonra nereye isterseniz yollayın.


Facebookta yazılanları iyi okuyun. Bakın insanlar en fazla neyi hatırlıyor, nelerin özlemini çekiyor, sonunda nelere geri dönüyorlar. Baba evlerine, çocukluklarına, çocukluk hatıralarına, mahalle arkadaşlarına, okul anılarına, öğretmenlerine, doğru değil mi? Bu bahsettiklerim insanın temellerini oluşturuyor ve insanlar belli bir yaşa ulaşınca o günleri hatırlayarak, o günleri hayal ederek yaşıyorlar.


Fedakarlık yapıyorum maskesi altında aslında kendi rahatlığınızı düşünerek böyle bir karar verirseniz ileride kendinizi affedemezsiniz. Çünkü o çocukların  Bir çoğu o yaşlarda evden ayrılınca kendilerini yuvadan atılmış yavru kuş gibi hissedecekler ve bu hissi yaşamları boyunca taşıyacaklar, unutmayın


Çok sevdiğim  İran kaynaklı bir sufi hikayesi vardır; bir medresede Şeyh talebelerine ders verirken her nasılsa açık pencereden içeri girmiş ve dışarı çıkmaya çalışan bir güvercini izlemeye başlarlar. Kuşcağız panik içerisinde açık sandığı camlara çarpıp düşmektedir. öğrenciler kuşu  yakalayıp çıkarmaya uğraşırlar. Kuş daha fazla telaşlanır, daha fazla çırpınır. Sonunda şeyh herkesi durdurur ve susturur. Belli bir zaman sonra sakinleşen kuş açık pencereden gelen havayı hissederek yürür pencerenin önüne gelir. Tam o esnada şeyh ellerini birbirine vurur. Kuş açık pencereden uçar gider. Sonra şeyh öğrencilerine döner ve "Sabır ve doğru zamanlama" der.


Yaaaa canlarım; sabır ve doğru zamanlama...

KAFAYI YİYORUM GALİBA, VEYA YEDİM...


Dün bütün gün hasta hissettim kendimi.  İş yok, sezon zaten berbattı. Kış geldi şimdi hiç kimse yok. Ekonomi çok geliştiğinden, inanılmaz büyüdüğümüzden, dünyayı  kıskandırdığımızdan kimse de para kalmadı.. Bütün paramızı büyümeye harcadık. Ama zalim bankalar maalesef bu fedakarlığımızı anlamadıklarından ödeme zorlukları, banka kredileri, banka tehditleri, haciz korkuları, avukat zulmü hepimizi, bütün Marmaris esnafını canından bezdirdi  2017 yılında. Yemin ederim neredeyse bütün yıl şöyle yatıp da iki de bir de uyanmadan, dönüp durmadan, ne yapacağız korkusu yaşamadan, ne olacak bu memleketin hali diye düşünmeden bir huzurlu gece geçirmedim. Bir gece olsun deliksiz bir uyku çekmek nasip olmadı. İki adet uyku ilacı yutup da bayılıp gitmeyecek kadar gururluyum.


Eh, bu kadar streside 71 yaşında bir vücut kaldırmıyor yani. Sonunda "Yeter birader bütün garezin bana mı" diye isyan ediyor. "Hadi spor falan neyse de bu kadar streste fazla, insaf yani" diyor. "İkimiz de eskisi gibi değiliz. Son yıllarda çok yıprandık. Bana bu kadar yüklenmesen iyi olur artık" diye gönül koyuyor, kızıyor hatta tehdit ediyor.


Evet, dün birden kendimi çok halsiz, adeta dökülüyormuşum  gibi hissettim. Sanki bütün vücudum titriyordu.  Omuzlarım kaskatıydı. Boynumu güçlükle hareket ettiriyordum. Bir de midemdeki kasılma üstüne tam tuz biber ekti. Arabama binip İçmelerde ki evime gitmeye çalışırken sekiz kilometrelik, yol uzadıkça uzadı. Sonunda Allah'a şükür evime gelebildim. Güçlükle merdivenleri çıkıp yatağıma uzandım. Gözlerimi tavanın bir köşesinde bir durup bir hareket eden, ne cins olduğunu keşfedemediğim küçük bir böceğe diktim ve düşündüm.


Huzuru o kadar özlemişim ki, hastaneleri hiç sevmememe ragmen tek kişilik bir hastane odasında, bir hastane yatağında, kolumda serumlar falan yatmayı düşledim. Hiç kimse gelmesin istedim. Hiç ziyaretçim olmasın, telefonum çalmasın, hiç gürültü de olmasın, hiç bir şey duşünmeyeyim, beyin aktivitelerim dursun, serin, sessiz bir gece olsun uyanmadan huzur içinde uyumak istedim.


Sonra,  aksam güneşinin son ışıkları odamın pencelerini süsleyen beyaz, dantelli perdelerin arasından belirli belirsiz yüzümü aydınlattı.. Nereden nereye diye düşündüm. Gözlerim bir zamanlar rengarenk hayallerimi taşıyan kahkahalarımı aradı nar kırmızısı duvarlarında yatak odamın.    


Sonra uyumuşum. Uyuduğumun farkında bile olmadım.


Bugün daha iyi gibiyim. Bir kivi bir de küçük kırmızı amasya elması ile besledim ödüllendirdim vücudumu. Hatta multi vitamin bile yuttum. Akşama Gül o efsane dolmalarından yaptı. Eh sütlü de var... 


İkizler burcu benim tercihim değildi.

TİMSAH GÜLÜMSEMESİ 


Facebookda 50 yaşın üstünde  çiftlerin paylaştıkları resimlere bakıyorum. Bir çok çiftin yüzünde kondurulmuş bir gülümseme var. ( lütfen dikkatli okuyun hepsi değil, bir çoğunda diyorum) Hani timsah gözyaşları derler ya, timsah gülümsemesi gibi sanki. Biz mutluyuz, daha doğrusu, biz artık mutluyuz, birbirimizi yemeyi  bıraktık, günahlarımızın da sevaplarımızın da muhasebesini yapmıyoruz gülümsemesi sezinliyorum. Erkeğin de, kadınında da yüzünde bir "Ohhh Allah'a şükür sonunda" ifadesi ışıldıyor. 


Bir de her hafta resim koyan çiftler var. Bu resimlerdeki samimiyet bana hiç inandırıcı gelmiyor. Sanki günah çıkarıyorlar. 


Birbirlerini hakikaten seven mutlu çiftler boy boy resimlerini koyarak neden her hafta bunu ispatlamak ihtiyacı duyarlar ki acaba? Kaybolan yıllarını mı arıyorlar ? Yoksa zararın neresinden dönersen kardır, bakın sonunda kafamıza dank etti mesajı mı? Herhalde saksı düşmüş. akılları başlarına gelmiş diye düşünüyorum. 


Sonuç olarak bazı resimler  herşeyi anlatıyor. Bazı resimler ise ele veriyor.

HAYAT DEVAM EDİYOR


"O kadar çok fedakarlık yaptım, O kadar çok şeyi içime attım, o kadar sevgi dağıttım ki,  belki de bu yüzden  yoruldum. Belki de bu yüzden beklentilerim var. Belki de bu yüzden alınıyorum. İnsanları kırıyorum, insanlara  kırılıyorum, güceniyorum. Belki de bu yüzden sabrım kalmadı. Verdiklerimin birazını geri istiyorum, çok mu"? Diye sordu kendi kendine yaşlı adam. "Çok mu"? diye tekrarladı, gözleri daldı ve sustu. 


Sonra, belki de bu yüzden  diye konuşmasına devam etti. Bu defa konuşurken sağ elini alnına götürüp işaret parmağı ile alnında ki derin çizgileri kaşıdı. Bundan sonra  ki söyledikleri, üzerine oturup sırtını dayadığı, koyu kahverengi boyalı,  bankla kendi arasında kaldı.


Sonra ayağa kalktı. "Her kuşun eti yenmiyor" dedi, ne alakaysa.


Sonra sahil yolunda, kalabalığın arasında yürümeye başladı. Yanından vızır vızır geçen elektrikli bisiklet sürücülerine teker teker söğdü, içini boşalttı.


Hava mevsime göre sıcak ve güneşliydi ve de çok güzeldi.


Hiç farkında olmadı.


Cıvıl cıvıl çocukların, çocuk arabalarını gururla iten genç annelerin, her gün sayıları artan kara çarşaflıların, saman iskelesinde el ele çay içen aşıkların, sahilde balık avlayanların, budana budana kuşa döndürülmüş dev palmiyelerin, de farkında olmadı.


Ama yürüdü.

SESSİZ GEMİ


Her ne kadar cenaze namazlarına gittiğimde de çok üzülsem de, saf tutarım. Önce imam namazın nasıl kılınacağını kısaca anlatır. Sonra namaz sona erince "Merhumu nasıl bilirdiniz? Diye sorar. "İyi bilirdiiik" diye cevap verir cemaat. Sonra imam "Hakkınızı helal ediyor musunuz?" Diye sorar. "Helaaal olsun" diye cevap verir cemaat, yine hep bir ağızdan. 


İşte burada kafam karmakarışık olur. Derim ki kendi kendime; tamam adam veya kadın öldü. Öldü de omuzlara alınmadan önce , musalla taşının üzerindeyken ne olurdu bir kaç dakika tabutundan kafasını çıkarsa ve   "Lan ne hakkınız var ki? Neyi helal ediyorsunuz? Allahsızlar. Sıkıntılarımda yanımda mı oldunuz? Hastalandım ziyaretime mi geldiniz? Sen, en başta dikilip, şu iş bitse de çekip gitsek diye düşünen sahtekar, lan hayatımı burnumdan getirdin. Ölümümün yarı nedeni sensin   Senin gibi ortak olmaz olsun. Ya sen en kenardaki ibne, senin yüzünden esnaflıktan soğudum ulan, Allah senin gibi komşuyu düşmanıma vermesin. En orta da, bir de üzgün üzgün duran obez pezevenk;  bir kere olsun tıkındıklarının hesabını ödedin mi? Ya şu kafası önünde ki muhacir kılıklı marangoz, kan kusturdun ulan. Yüz defa söz verdin, bir defa sözünde durmadın. Sonunda berbat bir iş yaptın, aman nihayet bitti diye sesimi çıkarmadım. Bir de bana sor bakalım imam efendi bakalım ben hakkımı helal ediyor  muyum? İki yüzlüler topluluğu, bir de sıra sıra dizilmiş haklarını helal ediyorlarmış. Has siktirin lan, gider ayak beni daha fazla günaha sokmayın" dese ne güzel olurdu diye düşünürüm.


Veya, çok teşekkür ederim. "Zahmet edip gelmişsiniz. Ne kadar zarifsiniz. Ben de size hakkımı helal ediyorum. Ömrünüz uzun olsun. Sevdiklerinizle kalın. Ayağa kalkamadığım için özür dilerim" Dese ne güzel olurdu diye de düşünürüm. 


Ama yok işte Yahya Kemalin dediği gibi her defasında sessiz bir gemi kalkıyor bu limandan. Ve bence her ölünün içinde kalıyor söylemek istedikleri.


Kimse de ah o gemi de ben de olsaydım şarkısını söylemiyor.


Belki de bu yüzden dolup boşalıyor meyhaneler...

YAZAN VE OKUYAN


Siz bir yazarın dünyasını bilemezsiniz. Biraz fazla iddealı başladım galiba. Belki de şöyle demek daha doğru olurdu; Böyle bir cümle ile yazısına başlayacak kadar ukala, kendini bir bok sanan aslında çok bencil biri olduğunu düşünemezsiniz. En büýük yazarlar kişiliklerini ve iç dünyalarını yarattıkları satırların altına en güzel saklamasını becerenlerdir.


Bir yazarın hayatı hamile bir kadının hamilelik sürecine  benzer. Ama bu süreç hiç bitmez ve düzensizdir. Bazen doğum hemen olur. Bazen bu hamilelik on dakika, bazen on gün, bazen on hafta, on ay, hatta ay on yıl bile sürebilir. Doğum heyecanı, endişesi, sancısı hep vardır. Aş erme devresi de hiç bitmez. Paket paket sigara,  kahve üstüne kahve, şise şişe köpek öldüren şarap tüketilir. Mideler yanar, incelir, hatta delinir.


Arılar çicek çiçek dolaşır,  çiçekten çiçeğe konarlar. Bu arıların çicekleri çok sevdiklerinden değil, işlerini yapmak zorunda olduklarındandır. Çiçeklerin güzelliklerinin farkında bile olmazlar. Sokarlar hortumlarını alırlar alacaklarını. Sonra da bal yaparlar. Biz de o balı afiyetle yeriz.


Arıların çiçeklere olan ilgisi istediklerini alınca  biter. Yazarlarında ilgisi kitapları yayımlanıp ellerine geçince sona erer.

Sıkıntıları bir süreliğine kaybolur. Hatta banyo yapar viski bile içerler.


Ama okurların hisleri farklıdır. Cünkü okurlar okudukça daha fazla görmeye, daha fazla düşuncelere dalmaya, daha fazla yaşamları ile ilgilenmeye, daha fazla çevrelerinde olup biteni fark etmeye başlarlar. Dünyaya adeta, yeniden  gelirler, daha fazla bağlanırlar. Veya dünyadan daha fazla soğurlar, uzaklaşırlar.


Balı yapanlarla, tüketenlerin yaşamı o kadar farklıdır ki birbirinden.

FIKRALAR ÖKSÜZ KALMASIN


Ne güzeldi, mahallede , orta okulda, lisede, üniversitede, yurtlarda, lokantalarda, barlarda aile toplantılarında, öyle veya böyle bir araya geldiğimizde paylaştığımız, gözlerimizden yaşlar gelene kadar güldüğümüz fıkralar.


Ne oldu  o fıkraları anlatanlara?  Ne oldu o yaşam enerjisi dolu sohbetlere? Nefeslerimizi kesen o kahkahalara?..


Unutmayın bizler Cumhuriyet çocuklarıyız. Hayata küsmek bize yakışmaz.


O fıkralar hala oradalar. Sadık köpekler

gibi. Bilmem nerelerini yırtsalar fıkraları hapsedemezler, cezalandıramazlar, su  sıkamazlar, biber gazı basamazlar. İçeri atamazlar. 


Ne olursa olsun  toparlanma, direnme zamanı şimdi.


Yeni yılda fıkralar öksüz kalmasın, onlara tekrar sahip çıkalım olur mu? Yine anlatalım, yine gülelim. 


Adam kahveye girmiş. "Bir sade kahve ısmarlamış. İçmiş bitirmiş. Bir kahvenin 20 yıl hatırı vardır. Söz veriyorum 20 yıl sonra tekrar geleceğim" demiş, çıkmış gitmiş. 


Hakikaten de 20 yıl sonra geri gelmiş, yine bir kahve söylemiş.  "Bakın sözümü tuttum geldim. 20 yıl sonra yine geleceğim" demiş. Kahvesini bitirmiş. Parasını ödemiş. Çıkmış gitmiş.


Adam 20 yıl sonra yine çıka gelmiş. Kahveci öldüğünden kahveyi oğlu işletiyormuş. Kahvesini içmiş. "Bakın söz vermiştim geldim  20 yıl sonra  yine geleceğim söz veriyorum" demiş gitmiş.


Köyün büyükleri sonunda toplanmışlar. "Ne biçim adam lan bu?" demişler. Dedelerimiz öldü, biz dede olduk, bu herif hala yaşıyor. İşin içinden çıkamayınca hocalarına gidip durumu anlatmışlar.


Hoca sakalını şöyle bir sıvazlamış ve "Ben bu gece uykuya yatar rüyamda Azrail'e sorarım" demiş ve hakikaten de rüyasında Azrail'i görmüş. Durumu anlatmış. "Bu adam neden ölmüyor? Diye sormuş. "Yıllar önce bu adam dua etti, bir dilekte bulundu. Duası ve dileği kabul edildi. Allahtan milli piyangodan kendisine büyük ikramiye çıkmadan canını almamasını istedi  O yüzden canını alamıyorum" demiş Azrail. 


"İyi de Allah neden büyük ikramiyeyi çıkarmıyor ki o zaman"  diye sorunca hoca. Azrail içini çekmiş. " BİLET ALMIYOR Kİ ŞEREFSİZ". demiş 


Siz Milli Piyango Bileti aldınız mı? İyi o zaman, herşeyin hayırlısını isteyin.


Yani, minareden atlarım yeni yılınızı kutlarım.


Yani hepiniz canımsınız, mutlu yıllarınız olsun.


I kiss you.

DENİZ GEZMİŞ


Deniz rüyama girdi dün gece, ilk kez 49 yıl sonra. En son 1968 yılı güzel bir yaz gününde Harem sırtlarından ayaklarımızı sarkıtıp, birlikte boğazdan gelip geçen şilepleri izlemiştik.


Rüyamda Bandırma çarşısı gibi bitişik üç katlı mağazaların bulunduğu bir yerdeydim. Bir tanesi de her nasılsa benim mağazamdı. Birden birileri yandaki giyim mağazasına Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının geldiğini söylediler. İnanamadım, herşeyi bırakıp yandaki mağazaya koştum. Kapıda beni yeşil parka giyinmiş kirli sakallı iki genç karşıladılar. İçeri bırakmak istemediler. Önümü kestiler.. Onlara ismimi söyledim. Deniz'in çocukluk arkadaşı olduğumu söyledim. Deniz'in neredeyse bütün sülalesini tek tek saydım. İkna oldular ama yine de birisi benimle içeri geldi.


Birden, sıra sıra asılmış paltoların arkasından yüzünde bir gülümsemeyle Deniz çıktı. Üzerinde kolsuz "V" yaka bir kazak vardı. Birbirimizi süzdük. Doğrudan  gözlerinin taaa içine baktım. Deniz'in gözlerini çok severdim. Koyu kahverengi ile siyah arası, çekik çekikti gözleri. Kirpikleri o kadar uzundu ki neredeyse kaşlarına değerdi. "Ben Güven Deniz" dedim  "Güven, Güven Karabenli, Ahmet Bey'in oğlu, Erdoğan Karabenli'nin kardeşi. Boynuma sarıldı. "Güven" dedi "Nereden çıktın sen?" Sonra geri çekildi  Saçların sakallaŕın bembeyaz olmuş, sevdamı çekiyorsun" diye sordu, güldü. "Sen hiç değişmemişsin, saçların hala simsiyah, yalnız biraz kamburlaşmıssın galiba" dedim. Hınzır hınzır güldü. Sizin yüzünüzden; hepinizden uzun boylu olduğumdan sizinle konuşmak için hep eğile eğile böyle oldum" dedi  ikimizde güldük bu kez, bir daha sarıldık birbirimize.


"Güven bu dükkanın arkasında bir dere var  Sivas'ta bizim Sularbaşı mahallesindeki dereye  benziyor. Hatırlıyormusun seninle balık tutar akvaryum yapardık.  Sonra millet gelir; kepçe lan bunlar balık değil, kurbağa yavrusu tutmussunuz salaklar derlerdi. Bizde kurbağa yavrularını götürür dereye geri atardık. Ama sonunda balık yavrusu tutmayı becermiştik değil mi? Diye sordu. Ben daha cevap vermeden koluma girdi beni mağazanın arka kapısından dışarı çıkarıp derenin kenarına adete taşıdı. Dereyi işaret etti. Benzemiyor mu" diye sordu. Çocukken de aynısını yapar, heyecanlanınca herşeyi unuturdu.  Biraz daha güldük. Evet hakikaten çok benziyor Deniz dedim" Derin derin içini çekti. "O günleri nasıl özlüyorum bikemezsin Güven"  dedi. Gözleri daldı gitti.


Konuyu değiştirmek için; "Abin Bora ile hala telefonla görüşüyoruz, ama küçük kardeşin Hamdi'yi hiç görmedim biliyor musun? Kulakları hala kepçe gibi mi? diye sordum. "Bilmem ki ben de görmedim" dedi. "Can Dündar Hamdi'nin ağzından Abim Deniz diye bir kitap yazdı, ona bir resmimizi gönderdim" dedim. "Hangi resmi?" diye sordu. "Sivas'ta Paşa Fabrikasın da mahalledeki çocuklarla çektirdiğimiz piknik resmimizi" dedim. Fotoğrafta abin Bora da var" diye ilave ettim. "Ama ben daha güzel çıkmışımdır değil mi"? dedi, yine gülüştük.


Biz böyle güle oynaya konuşurken sokağun yukarı ucundan birisi çok kısa boylu iki kişi belirdi. Bizi görür görmez uzun boylusu hemen telefonuna sarıldı. "Tanıdılar seni Deniz, hemen arkadaşlarına haber ver" dedim. Mağazanın arka kapısından  içeri girdi, gözden kayboldu.


Sabah ezanıyla uyandım. Bir daha da uyku tutmadı.


( Alt sıra; en soldaki ben, yanımda yatan Deniz, Deniz'in başını dayadığı abisi Bora Gezmiş. Yer Sivas, Paşa Fabrikası piknik alanı)

SEVGİMDESİNİZ


Paylaştığım yazılara Türkiyenin her yanından yorumlar alıyorum. Hepsini birer birer okuyorum. Seviyorum, seviniyorum duygulanıyorum, gülüyorum, üzülüyorum. Zaman zaman merak ediyor, bana yorum gönderenleri biraz olsun tanıyabilmek için sayfalarına giriyorum. Resimlerine bakıyorum, yazdıklarını okuyorum.


Ve Sivas'lı hemşehrilerimi buluyorum. Dahası Sivas Cumhuriyet Lisesi mezunları nı buluyorum. Bazıları benden önce, bazıları benden sonra mezun olmuşlar. Nasıl seviniyorum, dünyalar benim oluyor. İçimden sayfalarına sarılmak geliyor.


Neredeyse bütün dünyayı dolaştım. Çok hareketli bir hayatım oldu. Kitaplarımı okuyanlar bilirler; çok enterasan insanlarla tanıştım. Ama bu gün bana hangi günlerine dönmek istersin deseler, hiç teredütsüz Sivas Cumhıriyet Lisesi günlerine derim. Lise arkadaşlarımla birlikte olmak, onlara sarılmak kucaklaşmak isterim derim. Sınıf mümessilliğime devam etmek isterim, o mübarek binanın koridorlarında, odalarında, balkonunda, taş merdivenlerinde  Atamın kokusunu, cumhuriyet'in ruhunu tekrar hissetmek isterim derim.


İşte böyle canlarım. Ne güzel, cumhuriyetimizin temellerinin atıldığı güzel lisemizden mezun olmuş, ülkenin her yanına dağılmışsınız. Her gittiğiniz yere  kucaklarınıza doldurduğunuz cumhuriyet  tohumlarını ekmişsiniz görüyorum, okuyorum. Sapına kadar Atatürkçüsünüz biliyorum.


Selam olsun hepinize. Hepinizi çok seviyor. Sizlerle iftihar ediyorum. Benim çılgın ressam arkadaşım Seda Urnak'ın deyimiyle.


SEVGİMDESİNİZ...

HAYIRLISI


Bir yılbaşı daha geliyor. Milli piyango biletleri heryerde. Bu yıl büyük mağazalar da bilet satmaya başladılar. Ne yapsınlar devletin kasaları boş. Kimbilir her bilet aldıklarında kimler ne hayaller kuruyor ne rüyalar görüyorlar.


Bana gelince ben herşeyin hayırlısına inanan birisiyim. Yaşadığım olaylar ve edindiğim tecrübeler değerlerimi belirledi. Eğer bana birisi gelip de en büyük ikramiyeyi sana çıkarırız, ama bir şartımız var, buna karşılık kızının serçe parmağının ucunu kesip alacağız dese, bu teklifi yapanı elime bir beyzbol sopası alır  kovalardım. Siz böyle  bir teklife "Evet" der miydiniz? Veya al sana büyük ikramiye üç ay ömrün kaldı deseler "Ay ne güzel, üç ay krallar gibi yaşar, sonra da yüzümde bir gülümseme ölür giderdim diye düşünüp sevinir miydiniz?


Tabi ki demezdiniz.  Tabi ki sevinmezdiniz. Yaaa sayın seyirciler demek ki bu kadar paraya rağmen evladınızın serçe parmağının ucuna bile kıyamazdınız. Kendinize, ömrünüze de kıyamazdınız.  Demek ki aslında hazineleriniz Milli piyangolarınız evinizde, dizinizin dibinde; aileniz, çoluğunuz çocuğunuz, sevdikleriniz, sıhhatiniz. Demek ki atalarımız boşu boşuna" Herşeyin hayırlısı" dememişler.


Bakın, şimdi sizlerle  beni çok etkileyen bir anımı paylaşıyorum. Biliyorsunuz (veya bilmiyorsunuz), ben yıllarca Kanada'da yaşadım. Bundan 25 yıl önceydi, Ontario bölgesinde bizim süper loto benzeri bir şans oyunu katladı katladı on milyon Kanada dolarına kadar çıktı. Ve bu ikramiye birden Ontario'da yaşayan halkın gündemine oturdu. Varsa loto yoksa loto, herkes bu büyük ikramiyeyi konuşmaya, hayaller kurmaya başladı. Bilet mağazalarının önünde uzun kuyruklar oluştu. Millet Kanada'nın  kışına, soğuğuna, karına aldırmadan titreye titreye bilet almak içim sıralarını beklediler. Sonunda ikramiye Toronto Şehrinin iki saat batısında ki bir  kasabada yaşayan emekli yaşlı bir karı-kocaya çıktı.


Bu defa ahali onların hesabına hayaller kurmaya, yalan yanlış haberler üretmeye başladılar. Yok Florida'da  da bir çiftlik almışlar, yok dünya seyahatine çıkmışlar, yok adam bunca yıl sonra sevgili bulmuş, yok evlatlarını red etmişler v.s, v.s Belli bir zaman sonra  unutuldu gitti.


Bu olaydan üç ay kadar sonra, tesadüfen televizyon seyrederken bu büyük ikramiye çıkan adamla yapılan bir röportajı izledim. Büyük ikramiyeyi aldıktan kısa bir süre sonra adam da kanser tesbit etmişler. Umutsuz vaka. Zavallı ihtiyar insanların çok insafsız olduğunu. Hayatının son günlerini geçirdiğini bile bile kapılarından ayrılmadıklarını, bu ikramiye çıktığından beri karısıyla rahat, huzur yüzü görmediklerini, bu ikramiyenin başlarına gelen en kötü ve uğursuz olay olduğunu söyledi televizyonda.. Bir ay sonra da gazetelerde ölüm haberini okudum.


Herşeyin hayırlısı boşuna demiyorum. İnşallah aldığınız biletlere bir şeyler çıkar. Ama çıkmazsa da dert etmeyin. Dedim ya sevdiklerinize sarılın. İkramiyeniz, hazineleriniz yanınızda, hemen yanıbaşınızda unutmayın.


İnşallah 2018, 2017 yi aratmaz.


Hayırlısı...

TURİSTLER DE AĞLAR 2


Dün sizlere Turistlerde ağlar diye bir yazı yazdım. Şimdi neden böyle bir yazı paylaştığımı anlatıyorum.


Ben o yazımı bana sempati duyun  diye yazmadım. Her zaman yapmaya çalıştığım gibi açık yüreklilikle, samimi, dürüst abartısız duygularımı döktüm ortaya. Huzurlu, temiz, tertipli bir evin önemini ve bir evi böyle tutabilmenin ne kadar zor olduğunu, nasıl bir fedakarlık ve çalışma gerektiğini açık açık yazdım. 


İşte bu çalışmayı ve fedakarlığı yapan insanları fark etmenin, onların bu gösterdikleri emeğe saygı ve sevgi duymanınn kadar gerekli olduğunu,  anlatmak istedim. 


"Sabah akşam durmadan çalışıyorum. Bir saçımı düpürge etmediğim kaldı. İnşallah bir gün bu verdiğim emekleri anlar" diye ümitlenen kadınına "Ben akşama kadar çalışıyorum. Sen ne yapıyorsun? Evde oturup çay kahve içip yan gelip yatıyorsun" diyen erkeğinin ne kadar ilkel ve haksız olduğunu anlatmaya çalıştım.


Bu arada ağlamanın erkeği kadını yoktur. Hazreti Mevlana; "Gözyaşının bile görevi vardır. Ardından gelecek gülümseme için temizlik yapar" der.


Sevgilerimdesiniz...


.

...

Benim güzel dostlarım; Kızım Bahar için yazdığınız geçmiş olsun mesajlarınız ve yaptığınız tavsiyeler için çok teşekkür ederim. Yazdıklarınızı Bahar ile paylaştım o da çok duygulandı  Sağ olun, var olun.


TURİSTLER DE AĞLAR


Eğer bir temizlikçi kadın çağırırsam evimin halini gördüğünde göstereceği reaksiyondan kotktuğumdan geçen gün evimde yoğun bir ön temizliğe soyundum.


Mutfaktan başladım. Bulaşıkları yıkadım. Dolaplardaki herşeyi çıkardım onları da yıkadım. Tabakları, dolapları yeniden organize ettim. Mutfak tezgahını sildim. Beğenmedim yine sildim. Yine beğenmedim. Defalarca sildim olmadı, beğenmedim, beğenmedim. İstemeye istemeye bıraktım.


Elektrik düpürgesini aldım elime. Uzun bir süre yeni bir torba takmaya uğraştım. Tam "Senin gibi süpürgenin..." diyecekken bir mucize oldu torbayı takmayı başardım. Nasıl başardığımı anlamadım( hala da bilmiyorum)  Bütün odaları, bütün halıları, bütün kilimleri, koltuk altlarını, yatak altlarını, pencere kenarlarını temizledim. Ter içinde kaldım. 


Bitmedi, Yerleri paspasladım. Islak bir bez aldım elime, ağaç merdiveni, trabzanları sildim. Mutfaktaki halıyı yıkadım, astım. Tuvaletleri çamaşır suyu ile temizledim. Çöp sepetlerini boşalttım. 


Çamaşırları çamaşır makinasına attım. Kapağı kapattım. Başla düğmesine bastım. Makina çalışmaya başladı. Birden içine deterjan kapsülü atmayı unuttuğumu fark ettim. Kapağı açmak için denemediğim yöntem kalmadı, açamadım. Olsun dedim kendi kendime, nasıl olsa eskisinden temiz olurlar. Çamaşırları kendi hallerine bıraktım. 


Sonra ikinci katta, merdivenin son basamağına oturup biraz dinlenmeye karar verdim. Oturduğum yerden salon  temiz ve güzel gözüktü. Bir süre boynumu büküp deterjansız yıkanan çamaşırların sesini dinledim. Ve birden ben bu evde  senelerce hiçbir şeyden habersiz, hiçbir şeye dokunmadan, bu kocaman evi böyle tutmak için verilen emeğin farkında bile olmadan, bir  turist gibi yaşadığımı hissettim. Utandım, duygulandım. Duygusuzluğuma, haksızlığıma,  vurdumduymazlığıma lanet ettim. Kendime kızdım, hatta bağırdım. "Ne biçim adammıssın sen lan" dedim.      :


Birden gözlerim doldu.


Ağladım.


Ağladım işte.


Dayanamadım.


Çok utandım...

İTLER BABA OLMASIN


Kızım 30 yaşında.  Soğuk almış öksürüyor. Her öksürdüğünde yüreğim parçalanıyor. Sanki birlikte öksürüyorum kızımla. Ciğerlerim sökülüyor zannediyorum. O çocukken öksürdüğünde de böyle hissederdim. 


Her öksürüğünün sonunda inşallah bir daha öksürmez diye dua ediyorum. O kocaman gözlerini gözlerime dikip " İyiyim baba, ben iyiyim" dese de öksürürken göğsünün ağrıdığını göğsümde hissediyorum. Omuzlarım kasılıyor. Ne doktora ne de hastaneye gitmek istiyor. Sebebini ikimiz de biliyoruz. 


Sivas'ta baba evimizde yaşarken kaç yaşında olursam olayım, soğuk aldığımda anam sıcak bir çorba yapar, bana eliyle içirir "Büyümüyorsunuz anaaaaam büyümüyorsunuz, Ahhhh itler ana olmasın"  derdi.


Seneler sonra şimdi ben "Büyümüyorlar anaaaam büyümüyorlar. Ahhh İtler baba olmasın" diyorum.


Nasıl hak veriyorum...Anam'a


Nasıl hak veriyorum.


Böyle duygular insanın gençliğinde neden kafasına "Dank" etmiyor acaba?

GÜLMEK VEYA GÜLMEMEK


Yıllar önce Kanada'da yaşarken televizyonda Dalai Lama ile bir kadın gazetecinin söyleşisini izlemiştim. Kadının sorduğu her üzücü ve dramatik soruya Dalai Lama, surat asmadan tam tersi yüzünde büyük bir gülümsemeyle cevap vernişti. O söyleşiyi hiç unutmadım. Ne zaman beni üzecek veya sinirlendirecek bir soru ile karşılassam  cevap vermeden önce  Dalay Lama'nın güler yüzünü hatırlarım  ve kocaman gülümserim..


Naylon Şeyhiniz olarak derim ki; Gülün "F" vitaminlerim. Ciğerleriniz ağrıyana kadar nefesiniz kesilinceye kadar gözlerinizden yaşlar akıncaya kadar gülün.


İnsanlar size " Deli mi ne" deyinceye kadar gülün. Aldırış bile etmeyin. Çok ısrarcı olurlarsa "Heeee deliyim ne olmuş" deyip daha çok gülün. Hiç kimsenin gülmenizi engellemesine izin vermeyin.


Siznle birlikte gülen ve sizi güldüren insanların değerini bilin. İki eliniz kanda olsa bile arayın, bulun onları. Herşeyden vazgeçin onlardan vazgeçmeyin. Ellerini hiç bırakmayın.


Gülen, güldüren insanlar güneş gibidir. Verdikleri ışıkla  yaşamınızı aydınlatır, yaydıkları enerji ile içinizi ısıtırlar. Bunu hiç unutmayın.


Bir zaman gelecek iyi ki o kadar gülmüşüm be, ne güzel yaşamışım diyecek yine güleceksiniz. Veya amma süründüm be deyip iç geçireceksiniz. Ne yaparsanız yapın sonunda ölüp gideceğiniz bir dünya bu. İstediğiniz kadar surat asın ne değişecek, neyi değiştireceksiniz ki?


Bence gülün. Ciğerleriniz ağrıyana kadar, nefesiniz kesilinceye kadar, gözlerinizden yaşlar akıncaya kadar gülün.


Şunu aklınızdan çıkarmayın; Şeytan gülmenizi istemez. O sizin mutsuzluğunuzu seyredip gülmeye bayılır. 


Her somurttuğunuzda şeytanın sizi kucağına aldığını unutmayın.


Şeytan taşlıyacağınıza gülün. Bırakın o somurtsun.


Tercih sizin.


(Yazımı bitirdim hala gülüyorum. Duramıyorum, elinde değil.)

I KISS YOU


Face book bir mesaj yollamış.


Yazdıklarım 85000 kişi tarafından beğenilmiş, yani 85000 kişi üşenmemiş "Beğendim"e basmış.


Tabii  sürpriz oldu, sevindim. Hayret ettim. Birer birer saymış, kayıt tutmuşlar. Biraz da şımardım diyebilirim. Eğer spora ve tenise geri dönmemiş olsaydım bu haberin şerefine kadeh bile kaldırırdım.


Lütfedip yazılarımı beğenenlere teşekkür ediyorum. Yazılarımı beğenen ama "Beğen" tuşuna basmaya üşenen gizli okurlarıma teşekkür ediyorum. Yazdıklarımı beğenmeyen ama beğenmediğini yazmayan zarif okurlarıma teşekkür ediyorum. Kitaplarımı alıp okuyanlara, yorum yapanlara, beni yorumlarıyla, mesajlarıyla hiç yalnız bırakmayan, desteklerini esirgemeyen kadrolu "F" vitaminlerime çok teşekkür ediyorum.


Hepinizi çok seviyorum. İyi ki varsınız. İyi ki bulduk birbirimizi. Sonunda beni hayata döndürdünüz. Sizin sayenizde "Hayat devam ediyor" cümlesine zor da olsa inandım. 


Ne çok yazacağım varmış...


Son olarak İnternet Mahir'in diliyle "I kiss you" diyorum.


Varlığım Türk varlığına armağan olsun.


( Fitness hocamla)

GÜZEL MİLLETİM BENİM


Güzel milletim benim. "Uzun Adam" diyorsunuz, "Reis" diyorsunuz, düzen diyorsunuz, düzen istiyorsunuz. Senelerdir düzüldüğümüz yetmedi mi? Hala mı düzen istiyorsunuz?. Ne zaman uyanacaksınız? Ne zaman aklınız başınıza gelecek? 


Bir bilseniz, anlayabilsenız, neler olduğunu, ne dolaplar döndüğünü, nasıl kullanıldığınızı. Bir anlayabilseniz din, iman, kuran, dua, hadis, cami, imam, peygamber, hatta yüce Allah'ın adı kullanılarak üzerinize oynanan oyunları. Bir inansanız olup bitene, bir görmeye başlasanız.


Saçınızı başınızı yolar, göğsünüzü yumruklar, dizlerinizi döverdiniz. O oy pusulasını turttuğunuz parmaklarınız utanırlar, pişman olurlardı.


İçiniz yanardı, zorunuza giderdi.


Ve öyle bir  sarılırdık ki birbirimize...

????????


Şekersiz çay, tuzsuz ekmek, ekmeksiz peynir, rakısız balık, sigarasız kahve, ruhsuz medya, beyinsiz seçmen, yağsız et, kaymaksız yoğurt, içkisiz lokanta, yargısız infaz, sevgisiz devlet, ruhsatsız saray, diplomasız reis.


Cehennemin hangi basamağı bu acaba?

HEPİMİZDEN HEPİNİZE MERHABA


Aynaya her baktığımda farklı biri ile karsılaşıyorum. Düşünceli, yaşlı, mutlu dalgın, kaymış, bezgin, üzgün, şaşkın,

korkmuş, endişeli, ümitsiz, bencil, sencil,  anlayışlı, deli, şeker, suratsız, sakin, şefkatli, sabırsız, aksi, öfkeli bunların bazıları.


Ahhhh... bir bilseniz, içimde kimlerin yaşadığını, kaç yüzüm olduğunu... Âhhh... bir bilseniz..!


Ahhhh...bir bilseniz kaç yüzünüz olduğunu, içinizde kimlerin yaşadığını. Ahhhh... bir bilseniz...! 


İki yüzlü denince kızmazdınız.


Gülerdiniz!...

DERT BİR DEĞİL, BUNU HEPİMİZ BİLİYORUZ.


Sevgili 'F' vitaminlerim. Sizlerden bir dolu yorumlar, mesajlar alıyorum. Bunların çoğunluğu sevgi ve iltifatlarla dolu. Tabi ki çok seviniyor, mutlu oluyor, hatta şımarıyorum. Sağ olun var olun. Ama bu güzel aydınlık meşajların yanı sıra bazen ümitsiz, karamsar mesajlar da alıyorum. Hatta "Ölümü özlüyorum" yazanlar bile var. Bu ve bunun gibi mesajlar veya yorumlar beni çok üzüyor. Evet, hayat zor? İnişli çıkışlı. Bu günlerde hakikaten iç karartıcı olaylar yaşıyoruz ama bu kadar ümitsiz olmamız, ölümü düşünmemiz de gerekmiyor.


Bu yazımda anlatmak istediklerim inşallah dilediklerime ulaşır.  


Bir insanın sabah uyandığında gözlerini yaşadığı evin tavanına dikip, "Bu gün de yapacak bir şeyim, gidecek bir yerim yok çok yaknızım,, kimse beni anlamıyor, çok mutsuzum" diye düşünmesi, yattığı yataktan kalkmak istememesi kadar kötü bir şey yoktur.


Böyle hisseden birisi nefes aldığını, kalbinin attığını, kanının damarlarında dolaştığını,  bütün organlarının çalıştığını, hatta yaşadığını  fark etmez. Dünya da  kendisinin yerinde olmaya can atan on binlerce, yüz binlerce, belki de milyonlarca insan olduğunu bilmez. Bu insanların hastane köşelerinde acılar içerisinde bütün çaresizliklerine rağmen hala bir ümit nefes almaya,yaşama sarılmaya çalıştığını düşünmez.


Gökyüzünün, yıldızların, çiçeklerin, 

zeytin ağaçlarının, denizin, kedi yavrularının, yelkenlilerin, dağların, dağ keçilerinin, kara kekiklerin, ibibiklerin, ağaçkakanların, minicik, kıvır kıvır saçlı bebeklerin farkında olmaz.


Işıklı gölgeli ornanları, asırlık çınarları çam ağaçlarını, dağ çileklerini, böğürtlenleri.  sincapları, benekli yaban domuzu yavrularını, kelebekleri, deli gibi çalışan arıları da da fark etmez.


Bu yüzden diyorum ki; Kolay olmasa da, içinizden gelmese de, isyanları oynasanız da şükredin, şükretmeyi, teşekkür etmeyi öğrenin. (En başta kendimi örnek veriyorum) Bakın nasıl rahatlayacaksınız. Ama bunu korkarak, beterin beteri vardır diye düşünerek değil, hissederek, içinizden gelerek yapın.


Ölmeden ölmeye heves etmek günahların en büyüklerinden biridir. Hem kendinize, hem sizi yaratana büyük haksızlıktır. Bunu hiç unutmayın.


Kaybolan yıllarınızı kimse size geri veremez bunu bilin. Bundan sonraki yıllarınıza sıkı sıkı sarılın siz kimseye vermeyin.

NAYLON ŞEYH


Kendi kendime yakıştırdığım "Naylon Şeyh" lakabı bazı okurlarım tarafından şirin ve komik bulunurken, bazı okurlarım tarafından ise garipseniyor, hatta sevilmiyor. Belki biraz da itici bulunuyor.


Efendim, şimdi bu "Naylon Şeyh" nereden aklıma geldi, nereden çıktı? İşte yazıyorum.


Marmaris'te ki hediyelik eşya mağazamızda satmak amacıyla çini tabaklar satın almak için eşim ve üç yaşlarındaki kızımla Kütahya' ya gittik, yıl 1990.


Kütahya' ya ulaştığımızda alışverişe nereden başlayacağımızı bilemedik. Çünkü her taraf Çini mağazalarıyla doluydu. Sonunda Yeşil Cami'nin karşısında Nimet Çini isimli bir mağazaya girdik. Yarım saat geçti, geçmedi mağazanın kapısı sessizce açıldı ve içeriye fevkalade şık, kahverengi çizgili takım elbiseli, ayakkabıları pırıl pırıl boyanmış, parlatılmış, saçı sakalı ihtimamla kesilmiş , taranmış, gözlüklü, pipo içen bir beyefendi girdi. Sessizce çalışma masasının arkasındaki sandalyeye oturdu. Piposunu tüttürmeye başladı. Mağazadaki çocuklar koşturup 'Baba hoşgeldin" deyip elini öpünce babaları olduğunu anladım.


Baba benim kendisini süzdüğümü fark edince bana bakıp çok kibar bir üslup ve ses tonuyla " Beyefendi uzaktan geldiniz yorulmuşsunuzdur; şöyle buyurun, bir çay için, iki laf edelim" dedi. Sonra " Dükkanın tam karşısında ki camiyi işaret etti. 'Şu karşıda gördüğün caminin emekli imamıyım. Aynı zamanda hafızım ben" dedi. İşte Yeşil Cami'nin emekli imamı, Şabani Tarikatının şeyhi, Hafız Mehmet Dumlu Hoca ile tanışmamız böyle oldu.( Sonradan öğrendim şeyh olduğunu)


Bu kadar ihtimamla giyinmiş bir beyefendi, boynunda kravat, elinde pipo, başının tam üstünde kocaman bir Atatürk portresi, yakasında Atatürk rozeti, ile emekli cami imamını yanyana getiremediğimi fark eden Mehmet Hoca " Güven Bey oğlum" diye devam etti "" Ben  Atatürk'ü çok severim. O olmasaydı kim bilir bugün nerelerde olurduk, ismimiz cismimiz ne olurdu? Rahmetlik babam Ömer Lütfü Bey , atamızın yanında üstteğmen rütbesiyle çarpışmış, iki kurşun yarası bir de İstiklal madalyası almıştır. Ben atamızın resmini iftiharla asıyorum ki bu mağazaya yobazlar girmesin, giremesin". Dedi.


1929 yılında Kütahya'da doğan, üç yüzden fazla ilahi bilen ve icra eden, bir klasik Türk Müziği aşığı ve otoritesi olan, binlerce müritin takip ettiği, bir vakıf kurup topladığı paralarla on altı adet harap olmuş türbeyi, mescitleri camileri hayata döndüren, Kütahya'ya aşık  Mehmet Dumlu Hoca'ya, Kütahya'lı yobazlar işlerine gelmediğinden "Naylon Hoca" Lakabını takmışlardı.


Bir saat ömrüm kalsa, Allah dese ki bana, " Ya kulum Mehmet! Benden bir dileğin var mı?" Ya Rabbi! kalan bir saati de sana hizmetle geçirmek isterim" diyen Mehmet Dumlu Hoca efendiyi 27 Agustos 2010 yılında Memleketi Kütahya'da toprağa verdik.


Allah bana Mehmet Hoca'nın dizinin dibinde oturup,  eşim ve kızımla onu dinlemeyi nasip etti. Bu güzel insana yapılan haksızlık senelerce içimde kaldı. Bu haksızlığı protesto etmek için kendime "Naylon Şeyh" ismini koydum.


Mehmet Hocam her sorduğum soruya sabırla cevap verir, sonra da derin bi iç çeker, güzel derin kahverengi gözleri dalar, "Yaaaaa adı güzel Güven efendi oğlum, yaaaa derdi.


İşte esrar perdesi aralandı. Şimdi herşeyi biliyorsunuz.


Yaaaa!...

YAZARLAR UZAKTAN GÜZEL İNSANLARDIR


Bir yazarın yatağı kafası gibi hep darmadağınıkdır. Carşafları da temiz değildir. Çünkü bir yazar iki de bir de çarşaf değiştirmeyi sevmez. Zaten temiz çarsafların nerede olduğunu bilmez. Bilse de bir türlü yatağa uyduramaz.


Çalışma masası üzerindeki tıka basa dolu sigara tablalarindan taşan küller her tarafa yayılır. Yazarların kahve fincanlarını üzerlerindeki parmak izlerinden ve içlerindeki bir haftalık kahve telvelerinden tanırsınız.


Bir yazar ıslanmayı sevmez. Ama imza günleri öncesi duş almayı katiyen ihmal etmez. Hatta dişlerini bile fırçalar. Titizlikle gömleklerini ve tişörtlerini gözden geçirir ve en az lekelisini seçer.


Lavabo hep kirli tabaklar, tavalar, fincanlar, bardaklarla doludur. Hep bir melek beklenir. Bazen dualar yerine ulaşır ve beklenen melek gelir. O melek ne kadar kızar, bağırır, hakaret ederse, hatta melekliğini unutup küfrederse etsin, kulaklar sağır olur, sineye cekilir. Yıkanan tabakların sesi musiki gibi gelir.


Eğer beklenen melek gelmezse, acil durumlarda en az kirli tabak, tava, fincan veya bardak seçilir. Bıçak kemiğe dayanırsa kahverengileşmiş bir sünger bulaşıkların üstünden şoyle bir dolaştırılır. Her yazar soğuk suda köpüren bulaşık deterjanını icad edene veya edenlere minnet duyar, metiyeler düzer, dua bile eder.


Bir yazarın evinde ancak başka bir yazar rahat eder, havayı koklar, kendini evinde hisseder. Kahve içer, yemek yer, hatta yatıya bile kalır. Yazarlarların bağışıklık sistemleri taş gibidir, çökmez. 


Yazarlar uzaktan güzel insanlardır.

NASİP


Kendi öiümüme üzülürmüydüm diye sordum kendime geçen günlerden birinde.  Kendime hakkımı helal edermiydim diye de sordum. ( Aslında herkesin kendisine sorması gereken  sorulardı  bunlar) Uzun zaman düşündüm. Bir türlü bir karara varamadım. Emin olamadım. Cevap veremedim. Kafam karıştı üzüldüm. Biraz da korktum. Cevap vermesi zor sorulardı.


Sonra gövdesi mor, pervanesi çimen yeşili, kanatları pembe, kanat üzerleri sarı papatyalı, kuyruğu gelincik kırmızısı tek motorlu "Ömür" adlı  minik  uçağıma  binip, ömrümün 71 yılı üzerinde uçmaya karar verdim.


Doğumumun üzerinden başladı uçuşumuz. Anacığımın doğum sancılarını, ilk ağlamamı, babacığımın bana sarılışını gördüm. 


Sonra yıllar birbirini kovaladı. Bazı yılların üzerine geldiğimizde minik uçağım adeta havada durdu gitmek istemedi. Herşey o kadar güzeldi ki; Çocukluğum, baba evimiz, komşularımız, yaşadığımız mahalle, mahalle arkadaşlarım, kır çiçekleri, ağackakanlar, ilk aşkım, Sivas lisesi, lise arkadaşlarım, Deniz Gezmiş ile, sarmaş dolaş gezdiğimiz Sivas'ın yazın tozlu, kışın çamurlu sokakları  Fenerbahçenin şampiyonlukları...


Sonra kara bulutların içine girdik. Ters rüzgarlara karşı uçtuk sarsıla sarsıla. Sırada ihtilaller vardı. Ölümler, infazlar, marşlar, Hasan Mutlucan'ın kahramanlık türküleri, sıkı yönetimler, sokağa çıkma yasakları, yasaklar yasaklar...


Daha sonra gökyüzü tekrar aydınlandı. İstanbul, Bafra dumanları içinde geçen üniversite yıllarım, Kanada, evliliğim, kızımın doğumu, Marmaris, deniz,  teknem, yelken yarışları, mağazamız, restoranımız, evimizin inşaatı, kurt köpeklerimiz geçti gözlerimin önünden

 

Bazı yılların üzerinden çok hızlı uçtu minik uçağım.  Ömür'ün gönlü yaşadığım acıları anımsamamı, tekrar yaşamamı istemedi demek ki.


Sonunda yolculuğumuzu noktaladık. Yetmiş birinci yılda yere indik. Gördüğüm,  herşeyi sevdiğimi söyleyemem. Ama sevdiklerim çok daha fazlaydı sevmediklerimden. Zevk aldığım, pişmanlık duymadığım bir yolculuktu. Yaşadıklarımdan, yaptıklarımdan utanıp, renkten renge girmedim. 


Yere indiğimizde tam kendime hakkımı helal etmeyi düşünürken "Bir sonra ki yolculuğumuz ne zaman, nereye patron?" diye sordu minik uçağım. Bundan sonra ne zaman gideceğimizi, nereye gideceğimizi bilmiyorum ki dedim.. "Dert etme, böyle yaşamak bence daha gizemli be patron, ne zaman istersen o zaman gideriz, rotanın önemi yok," dedi Ömür. Nasip diye cevap verdim, nasip diye de tekrarladım. "Kadere inanmana sevindim" dedi.


(Minik uçağımı ben anlattım kızım cep telefonun da çizdi, renklendirdi canım benim.)


UNUTMAZLARRRR!


Bu sefer naylon şeyhiniz olarak sizlere derin bir yazı yazıyorum.


İnsan oğlu herşeyden vazgeçer ama sürünmesinden asla vazgeçmez. Bu dünyanın her tarafında böyledir. İnsanlar güzel ve mutluluk veren şeyleri önemsemezler. Negatife odaklanmaya bayılırlar. Açın gazeteleri okuyun bakın bakalım insanlar nelere ilgi duyuyorlar. O iç parçalayan diziler izlenme rekorları kırmıyorlar mı.


Geçen gün bir lokantada gözüm televizyona takıldı. Baktım, bir kadın iki gözü iki çeşme ağlıyor. Birden hatırladım bu kadını başka bir dizide görmüştüm, yine ağlıyordu. Diziyi büyük bir hayranlıkla seyreden lokantanın sahibine "Bu kadın kim" diye sordum. Adam hemen sorumu yanıtlamadı. Önce sigarasından derin bir nefes çekti, gözleri daldı, sonra dumanı dışarı üflerken bana doğru döndü ve "Bergüzel Korel abi" dedi. " O kadar güzel ağlıyor ki,  bayılıyorum.


İşte böyle sayın seyirciler,  insanlar hep negatif ve kötü şeyleri seyrede seyrede hep negatif şeyleri anımsar olurlar ve bundan büyük zevk duyarlar. Mesela bir düğüne gidersiniz. Herşey mükemmeldir. Müzik, yemekler, içkiler, yer seçimi, dekor herşey. Sonra bir kavga çıkar, seneler sonra davetliler hiçbirşeyi anımsamaz, sadece o kavgayı anımsarlar.


Bir evlilik düşünün,  birbirlerini çok çok seven bir çift düşünün. 50 yılı aşkın bir birliktelik bu. Üç çocuk on torun. Mükemmel bir aile. Kimin umrunda? Hiç kimsenin. Televizyonlara çıkıyorlar mı? Hayır. Gazetelere magazinlere haber oluyorlar mı? Hayır. Neden? Çünkü mutlu bir yaşamları var, kötülüklerle , skandallarla ilgileri yok.  Birden adam cinnet geçiriyor ve elli yıllık karısını doğruyor. Haber hemen bütün kanallarda ve gazeteler de. Katil kocanın, zavallı kadının, öksüz kalan çocukların, boynu bükük torunların fotoğrafları heryerde.


İşte yıllardır  bizlere sadece negatif olayları, göstererek, yazarak, okutarak iyilik, iyimserlik  duygularımızı körelttiler. Güzel, mutluluk veren olaylar sıkıcı, heyecansız, ilgi uyandırmıyor. Acı var mı acı?. Varsa da acı, yoksa da acı. Yalnız bizim ülke değil bütün dünya insanları dertleri zevk edinmiş bir hayat görüşünü benimseyerek yaşamlarını sürdürüyorlar. Çünkü bize uygulanan bu işkence üç aşağı beş yukarı onlara da uygulanıyor. Dış haberleri izliyorsunuz, görüyorsunuz.


Çözüm ancak bizlerin uyanıp kendimizi  bu gidişattan, anlayıştan soyutlamamızla mümkün. Böyle bir yaşam tarzına isyan etmemizle mümkün. Dünyada güzel şeylerin de olduğuna, güzel insanların yaşadığına inanmamızla mümkün.   Üzücü olayların yanısıra güzelikleri de fark etmemiz lazım. Ailelerimize daha fazla bağlanıp arkadaşlarımızla dostlarımıza daha fazla vakit geçirmemiz lazım. Mutluluğu özlemekten, mutlu bir yaşam kurmaya odaklanmaktan daha güzel ne olabilir ki. 


Dedim ya insanlar kötü olaylara bayılırlar ve unutmazlar. Bırakın öyle yaşamak isteyenler öyle kalsınlar. Siz kendinizi kurtarın yeter.


Yazımı biraz kaba, ama düşündürücü bir hikayeyle noktalıyorum.


Köyün birisinde çok iyi, inançlı, tatlı dilli, çok güzel namaz kıldıran, çok derin ve eğitici vaazlar veren bir imam varmış. Bir gün imamcık, insanlık hali, namaz kıldırırken osurmuş. Bütün cemaat duymuş. Adamcağız utancından köyü terk etmiş ve köyünü çok sevmesine rağmen 15 yıl dönmemiş. 15 yılın sonunda artık millet unutmuştur diye köye dönmüş. Kahveye oturmuş. Temiz yüzlü, sevimli bir çocuk çay getirmiş. İmam çocuğu sevmiş. Sen kaç yaşındasın yavrum diye sormuş. Çocuk valla yaşımı tam olarak bilmiyorum ama imamın camide osurduğu yıl doğmuşum demiş. 


Dedim ya unutmazlarrrrr unutmazlar. 


Unutmazsınız, unutmazsınız!...


Affetmediğim, kin duyduğum bir kişi bile yok hayatımda diyebilmenin hafifliğini yaşamanız dileğiyle.

BU BİR SİTEM YAZISIDIR, İŞİNİZE GELİYORSA


Ölüm haberleri veriyorsunuz tamam. Hastanelerden haberler gönderiyorsunuz, eyvallah. Ama ölümcül hastaların baş ucunda hic bir sey yokmuş, herşey normalmiş gibi sırıtarak neden fotoğraf cektiriyorsunuz kardesim?  Hadi çektirdiniz, niye yayınlıyor, neden paylaşıyorsunuz?


Geçmiş olsun, Allah şifa versin, Allah rahmet eylesin mesajları yazmaktan yoruldum, artık. Vallahi yoruldum.


Yahu sizin yaşantınız da hiç mi güzel bir şey yok? Hiç mi güzel bir şey olmuyor? 


Mesela; bugün kocam bana çicek getirdi. Çocuğumuzun ilk dişi cıktı. Sevgilimle kafaları çektik. Anamla babamın 50 inci evlenme yıl dönümünü kutladık. Bu gün bir fakir doyurdum. En yakın arkadaşım evlendi. Bütün gece göbek attım. Kızımla torunum geldi. Ne meyhaneydi be hala ayılamadım. Ĺise arkadaşlarımla bir araya geldik, ne eğlendik ne eğlendik. Kaynanam evine döndü. Arabamı değiştirdim. Evlendik mutlu olmuştuk, boşandık daha mutlu olduk, gibi haberleriniz yok mu sizin?


Biraz da güzel olaylara odaklanın güzel haberler paylaşın yahu. Biliyorum şu günlerde bu kolay değil ama bizi yıkmaya çalışanlara verilecek en güzel cevap "Yıkılmadık ayaktayız, bizim hala ümidimiz var" cevabı inanın bu. Ekmeklerine yağ sürmeyi bırakalım. En başta ben, oyuna geliyoruz.


Unutmayın güzele bakmak sevaptır.  Güzel şeyleri paylaşmak da sevaptır.( Bu bir Naylon Şeyh uydurmasıdır, biraz önce aklıma geldi) Güzel, enerji üretecek haberlerin sayısını artıralım elele, hep birlikte.


Hadi bakalım "F" vitaminlerim, canlarım benim. Gösterelim kendimizi.


Kadeh kaldırıp eski günlerde ki gibi " En kötü günümüz böyle olsun" demenin zamanı geldi.


Gelmedi mi?

ÖĞRETMENLER GÜNÜ ÜZERİNE
Öğretmenlerimin hepsini sevdim diyemem. Bir çoğunu hasretle sevgiyle hatırlar, rahmet okurum. Ama bazıları var ki bu gün elime geçseler bir kaşık suda boğarım. Çok da zevk alırım.
Her insan insan olamadığı gibi her öğretmen de öğretmen olamaz. Rahmetli babam başöğretmendi. Yani ben bir başöğretmen çocuğuyum. Babam 40 yılını verdi eğitim sistemine. Sivas'ın bir çok köyündeki ilk okulların yapılmasına ön ayak oldu. Örnek bir insandı. İlk kitabım "Bir Sİvas'lının anıları" nı babama ithaf ettim.
O kadar sevilirdi ki cenazesine Sivas'ta ki zemheri soğuğuna rağmen yüzlerce insan geldi. Tabutunu halk mezarlığa kadar taşıdı. Cenaze arabasına koymayı reddetti.
Babamın çok eğlenceli aynı zamanda düşündürücü bir anısını sizlerle paylaşıyorum.
Babam öğretim kalitesini araştırmak için bir köy okuluna gider. Dersler devam ettiğinden okulun salonuna oturup ders arasını beklemeye karar verir. İstemeyerek sınıfların birisinden gelen bir öğretnenin matematik öğretisine kulak misafiri olur.
Adam aynen şöyle anlatmaktadır.
"Yaz lan tahtaya 5,
Şimdi de altına 3 yaz
Beşten üçü siktir et kaç kalır?"
Babacığım kulaklarına inanamaz. Neyse ders sona erer. Öğretmenler ve öğrenciler dışarı çıkarlar. Babam kendini tanıtır sonra sesini duyduğu öğretmeni sınıflardan birine sokar. Eline tebeşiri verir. "Bu okulda kaç öğretmen var "diye sorar. 3 cevabını alınca yaz tahtaya 3 der. Şimdi de altına 1 yaz. Şimdi söyle bana üçten biri siktir edersen kaç kalır.?
Üniversite yıllarımda, Paris'te metronun kapısında beni görüp "Güvencim" diye boynuma sarılan, iki yanağımdan öpen, sonra da 'Çok perişan görünüyorsun gel benimle" deyip elimden turup bana kahcaltı ısmarlayan ve "Al bakalım bunu" diye zorla cebime para sokuşturan Hititoloji profesörüm M. Hanımı nasıl unuturum? Nasıl hatırlamam?
Ögretmenlik bayrağını gururla taşıyan, bu mesleğe gönlünü vermiş, gönlünü koymuş, " Öğretmen" lakabını hak eden, mesleğini hakkıyla icra eden bütün öğretmenlerimizin öğretmenler günü kutlu olsun. Allah kolaylık versin.
Bu günlerde işiniz o kadar zor ki...
SABRIN TÜKENDİĞI YER
Gürse Bilsel yazmıs; "Espri bulmak zor. Bulsam yazmaya utanıyorum. Siz de kahakaha atmaya utanacaksınız. Neşemizi gülümsememizi çaldılar" demiş. O kadar doğru demiş ki. Evet kahkalarımızı çaldılar, hayallerimizi elimizden aldılar. Yarını düşünmeye korkuyoruz. "Gün ola hayrola, harman ola" atasözünü unuttuk, unutturdular.
Sizlere daha önce de yazdım. Vallahi gülemiyorum. Eger unutur da gülersem sağıma soluma bakıyor utanıyorum. Gülse, kızcağız nasıl komedi dizileri yazsın ki? Cenaze evinde şarkı, türkü söylenir mi? Milletin çektiklerini, ülkenin durumumu gördükçe gülmeyi bırakın yemin ederim yemek yiyemiyorum. Lokma ağzımda büyüdükçe büyüyor. Yutmak içimden gelmiyor.
Eyyy bu işin mimarları, eyyyy bu ülkeyi bu hale düşürenler, eyyy hayatımızın 15 yılını calanlar. O sözde din, İslam, Müslümanlık öğrenmeye gittiğiniz okullarda, ne ögrendiniz siz? Ne ögrettiler size?. Bu ülkeyi yıkmayı mı? Geri götürmeyi mi, harap etmeyi mi? Satmayı mı, bindiğiniz dalı kesmeyi mi?
O sizlere inanıp sizden bir şeyler bekleyen, cahillikten baska bir kusurları olmayan, yarı aç yarı tok gezen, güçlükle geçinen, zavallıları kullanmanız yetmedi mi? Sizin çocuklarınız sırça saraylarda otururken, şehit üstüne şehit veren bu insanları, kurandan peygamberden aşırdığınız, ayetlerle hadislerle kandırırken, yalan üstüne yalan söylerken, hiç mi utanmıyorsunuz? Hiç mi içiniz sızlamıyor? Dinsiz, imansız diye tanıttığınız bizler, ahrete, sorgulanmaya, hesap vermeye inanırken siz inanmıyor musunuz?
Sahi siz neye inanıyorsunuz? Kimin kullarısınız siz? Kime hizmet ediyorsunuz siz?
Ve size acıyoruz biliyor musunuz? Çünkü kendi yarattığınız pisliğin içinde boğulacaksınız. O kadar haram yediniz, o kadar haksızlık yaptınız, o kadar günah işlediniz ki Allah' a çevirecek yüzünüz de kalmadı artık.
Allah kimseyi sizin düştüğünüz duruma düşürmesin.
I