24 Aralık 2016 Cumartesi

LÜTFEN!
Sevgili “F” vitaminlerim, arkadaşlarım, dostlarım benim.
Türkiye üzerine inanılmaz oyunlar oynanıyor, iğrenç planlar yapılıyor, her geçen gün daha fazla üzülüyoruz, daha fazla içimiz yanıyor. Bizleri ümitsizliğe düşürüp, birbirimize düşman etmek için bir takım aşağılık güçler ellerinden geleni yapıyorlar.
Belki bazılarınız okumuş veya fark etmişinizdir. Dün sayfama yılbaşı akşamı için hazırladığımız geceyi tanıtmak amacıyla bir yazı ve bazı resimler koydum. Birkaç saat sonra da kaldırdım, çünkü çok az sayıda da olsa bazı okurlarım tepki gösterdiler böyle günlerde böyle bir reklam yapılır mı diye.
Sonra inanın bütün gece uyumadım ve düşündüm. Memleketimizin durumunu düşündüm, eleştirileri düşündüm. Ben dahil Marmaris esnafının durumunu düşündüm. Dünkü yazımı ve resimleri kaldır dığıma pişman oldum.Sonra da bu yazımı sizlerle paylaşmaya karar verdim.
Biliyorsunuz diğer Ege sahil kasabaları gibi Marmaris’te turizm sayesinde ayakta duran bir kasaba. Bu yıl maalesef tam anlamıyla süründük. Marmaris’i bilen, her fırsatta gelen ve Marmaris’e vefa borcunu ödemeye çalışan turistler haricinde kimseler gelmedi. Bütün yaz oturduk, sigara içtik dertleştik. Şu anda Marmaris de bankalara kredi borcu olmayan, evini ipotek etmeyen esnaf kalmadı gibi. Hepimiz kara kara bu borçları, bu kiraları, yanımızda çalışanların maaşlarını, vergilerimizi, masraflarımızı nasıl ödeyeceğimizi, geçimimizi nasıl temin edeceğimizi düşünüp, daha fazla sigara içip, daha fazla uyuyamıyoruz.
Yanlış politikalar, yanlış kararlar, yanlış konuşmalar, uçak düşürmeler, basın yasakları, işgaller, terör bombalı saldırılar derken sonunda maalesef bu hallere düştük ve en büyük yaralardan birini ülke turizmi dolayısıyla, bizler turizm işletmecileri ve esnafı aldık.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen iş yerlerimiz açık tutuyor, günlerce siftah bile yapamadan kapatıyoruz. Birbirimize destek çıkmaya çalışıyor, birbirimize borç verip, birbirimizin borçlarını kapatmaya çalışıyoruz. İnsanlarımıza hala ışığımızın yandığını, hayatın devam ettiğini göstermek, bir gün bu sıkıntıların sona ereceğine inandırmak için elimizden geleni yapıyoruz. Yani inanın ekonomik olarak çok zor şartlar altında ayakta durmaya çalışıyor, adeta bir yaşam savaşı veriyoruz.
Evet, dün ben yılbaşı akşamı organize ettiğimiz gece için sayfama bir yazı ve bazı resimler koydum çünkü param yok ve paraya ihtiyacım var. Yaşadığımız üzücü olaylar, dolayısıyla restoranımda ki bütün geceleri iptal ettim ama artık dayanacak gücüm kalmadı. Marmaris esnafı olarak hepimiz üç aşağı beş yukarı aynı durumdayız. Hepimizin içi kan ağlıyor, hepimiz bu olanları yüreğimizde hissediyoruz ama yaşamak, ayakta durmak, mücadelemize devam etmek zorundayız. Lütfen bizi eleştirirken bunları da göz önünde bulundurun. Maalesef yapılan inanılmaz yanlışlıkların, harekete geçirilen şeytani planların hesabını bizler, sizler ve masum evlatlarımız ödüyorlar.
Daha önce de yazdığım gibi bizleri birbirimize düşürmek, depresyona sokmak, ümitsizliği aşılamak, içimize kapandırmak, korkutmak, sindirmek, hayattan soyutlamak için ellerinden geleni yapıyorlar, yapacaklar da. Birlikte kalmaya, tek vücut olmaya, birbirimizin arkasında durmaya, birbirimize destek vermeye mecburuz.
Sizlerle daha önceleri paylaştığım yazılarımdan hatırlarsınız. Ben hayatımın 20 yılını Kanada da geçirdim. Bütün lüksümü, emeğimi gömüp Türkiye’ye 1988 yılında geri döndüm. Bir an bile verdiğim karardan pişmanlık duymadım. Geldiğimden bu güne memleketime olan vefa borcumu ödemek için elimden geleni yaptım. Cebimde beni dünyanın her ülkesine vizesiz sokacak Kanada pasaportum var. İstediğim an Kanada’ya dönüp yeni bir hayata başlayabilirim ama kimse beni, ne yaparlarsa yapsınlar, ne olursa olsun, ne bu ülkeden ne de anamın, babamın, eşimin, atalarımın yattığı topraklardan ayıramaz.
Lütfen bir daha bana kimse vatandaşlık dersi vermeye çalışmasın..
Olur mu?
DÜNYAYI KADINLAR VE ÖĞRETMENLER KURTARIRDI
Siz hiç kestiği kafayla top oynayan kadın gördünüz mü. Yapmazlar, yapamazlar.Nereden mi biliyorum çünkü kadınlara Allah doğum denen bir kutsallığı, bir mucizeyi vermiştir de ondan. Her kadın o bebeği taşımanın, doğurmanın, bakmanın, büyütmenin neler, ne fedakarlıklar gerektirdiğini bilir..
İnsan vücudunun tahammül edeceği maksimum ağrı sınırı 45 ünite iken, doğum esnasında bir kadın 57 unite ağrı hisseder. Bu ağrı 20 kemiğin aynı anda kırılmasına eşit bir ağrıdır.
Evde huzuru kim sağlar? Anneler. Anne her zaman babayla çocukların, çocuklarla çocukların arasını bulur, ortalığı yatıştırmaya çalışır, havayı yumuşatır, herkese bir aile olduklarını hatırlatır.
En çok, hadise, cinayet, kavga, yaralama, vahset nerelerde yaşanır? Erkeklerin toplu halde eğlendikleri, içtikleri, maç seyrettikleri, çalıştıkları toplandıkları yerlerde.( en fazla politikacılar arasında) Neden? Çünkü erkek erkeğe oldukları için. Onları yatıştıracak karşı enerjinin olmadığı için.
İşte dostlarım dünyanın haline bakın. Her gün daha kötüye gidiyor. Dünyayı erkekler idare etmeye devam ettiği sürece bu rakamlar çok daha artacak, çoooook. Bütün devletleri inceleyin. En uygarından en vahşisine kadar, o ülkelerin erkekler, erkek çoğunluğu tarafından yönetildiğini, kadınlara ya çok az, ya da hiç fırsat verilmediğini görürsünüz. Eğer bir eşitlik oluşsa, yemin ediyorum dünya bu gün düştüğü bu ümitsiz duruma düşmez, insanlar vahşice katledilmez, o tüyler ürpertici savaşlar olmaz, insanlar sürünmezler, insan gibi yaşarlardı.
Bu gün bir sosyete filozofu haline gelmiş “Osho” ben Kuzey Amerika Kıtasın da yaşarken hocamdı.Yetmişli yıllar da; O zaman ki ismi “ Bhagvan Shree Rajneesh” olan bu büyük adamın dizinin dibine oturur, o tatlı Hintli aksanıyla İngilizce anlattıklarını dinlerdim. O güzel adamın o kocaman, derin, sevgi dolu kahverengi gözlerinin içine bakar, söylediklerinin bir kelimesini bile kaçırmamaya çalışırdım." Dünyayı erkekler idare etmeye devam ettikçe, çok kötü günler gelecek, şiddet çok daha fazla artacak, sonunda bunlar dünyanın sonunu getirecekler” derdi “ Bhagvan Shree Rajneesh, yeni adıyla “Osho”. Aradan 40 yıl geçti. Neler olup bittiğini görüyorsunuz. Dünyanın ne hale geldiğini izliyorsunuz. Ne kadar haklıymış hocam.
Bir kadınla bir erkeğin düşünce tarzı ve yaradılışı, gece ile gündüz kadar farklıdır. Maalesef bu gözü dönmüş politikacılar durdukça ve, para, hırs, din denen delilik devam ettikçe dünyanın düzeleceğine, kötü günlerin biteceğine, bu vahşetin sona ereceğine inanmıyorum.
Eğer bugün dünya siyasetinde kadınlara ve öğretmenlere şans verilseydi yemin ederim bugün şu yaşadıklarımız yaşanmazdı.
Allah hepimizin yardımcısı olsun..
.
FATOŞ’UN NİKAHI
Resimde gördüğünüz bu şeker kızın ismi Fatma, Fatma Recepova. Bulgar Türkü ben ona hep Fatoş derim.
Fatoş ile 10 yıl kadar önce Marmaris Altın Yunus Otelinde tanıştık. Spor kulübünde çalışıyordu. Bembeyaz giysileri, yüzünden hiç eksilmeyen gülümsemesi, titizliği, hamaratlığı ile ön plana çıkan bir elamandı Fatoş. Ara sıra konuştuk, sohbet ettik. Bana Bugaristan’ın bir köyünde ailesi ile yaşadığını, Marmaris’de çalışıp kazandığı parayı ailesine gönderdiğini, onlara yardım ettiğini anlattı. İşini hakikaten çok severek yapıyordu.
Bir gün Fatoş’u iki gözü iki çeşme ağlarken buldum. Bana patronunun işleri iyi gitmediğinden kendisini işten çıkardığını söyledi. Çenesinden yavaşça tuttum başını kaldırdım, yüzüne baktım ve” üzülme kızım, dünyanın sonu değil. Benim Mona Titti isimli çok güzel bir restoranım var. Benimle çalışır mısın?” diye sordum. Şaşırdı, yüzü aydınlandı. “ama ben restoran işinden anlamam ki” dedi, sesi titreyerek. Olsun, ben sana gereken her şeyi öğretirim dedim.
Ve Fatoş 7 yıl, 7 turizm sezonu benimle çalıştı. Sabırla her şeyi öğrettim ona söz verdiğim gibi. Zaten zeki ve çalışkan bir kız olduğundan zor olmadı öğrenmesi, işe alışması. 7 yıl benim sağ kolum oldu, mükemmel yaptı işini. Her zaman zevkli giyinen, giyimini makyajını yakıştıran, hiçbir zaman aşırıya kaçmayan örnek bir eleman oldu. İyi günümü, kötü günümü benimle paylaştı, 7 yıl bana “Güven Bey” diye hitap etti.
Eşim Yasemin’i kaybedince Mona Titti’yi kapamak zorunda kaldım. Fatoş’la ve 15 yıllık aşçım Mehmet ile vedalaştık, helalaştık. Ama onlarla irtibatımı kesmedim. Fatoş önce bir apart otelin barında iş buldu. Bir sezon çalıştı. Sonra da benim tanıdığım bir otelin lokantasında kasiyer olarak çalışmaya başladı.
Birkaç gün önce Fatoş beni aradı ve “Güven Bey ben evleniyorum, Perşembe günü eğer gelebilirseniz nikahım var” dedi. Nasıl sevindim nasıl sevindim bilemezsiniz, çünkü telefonda o kadar mutluydu ki. Perşembe günü nikaha gittim. Beni görünce yerinden kalktı, boynuma sarıldı ve ağlamaya başladı. Beni de ağlattı hınzır kız. “ Gözlerinden yaşlar akarak gözlerime baktı ve “Biliyor musunuz en çok sizin gelmenizi istedim. Gelmeseydiniz çok üzülürdüm Güven Bey” dedi.
Minicik bir nikahtı. Benim yanımda çalışırken Fatoş’u yerleştirdiğim karı-koca pansiyon sahipleri. Fatoş’un alışveriş yaptığı marketin sahibinin karısı, Damadın babası ve ben, toplam 5 kişiydik sadece.. Ama duygulu, sevgi dolu, güzel bir nikahtı. Fatoşu da damadı da çok sevdim. Onların birbirine bakışlarını görünce sevindim ve birbirlerinin ellerini hayatları boyunca bırakmayacaklarını hissettim.
Yaaa! İşte böyle “F” vitaminlerim benim. Nazım’ın dediği gibi. “Memeleketimden insan manzaraları” işte.. Bir tarafta hüzün, bir tarafta yeşeren ümitler var.
Allah birbirlerinden ayırmasın. İşleri rast gitsin, ömür boyu mutlu olsunlar.
HEP ÖYLE OLMUŞTUR:
Gün içinde;
Günaydın,Gününüz aydın olsun, Hayırlı sabahlar, iyi akşamlar
iyi geceler,tatlı rüyalar
Esnafa
Hayırlı işler,kolay gelsin,bol kazançlar,işiniz gücünüz rast gelsin,
Allah bol müşteriler versin,nasibiniz bol olsun
Evlenenlere
Allah mesut, bahtiyar etsin, hayırlı olsun, bir yastıkta kocayın
Allah ayırmasın, torun, tosun sahibi olun, tebrikler
Çocuğu olanlara
Tebrikler, analı babalı büyür inşallah, maşallah, nazar değmez inşallah,hayırlı hatırlı olsun,ömrü uzun olsun,bahtı açık olsun,
Allah bağışlasın
Cenazesi olanlara
Başınız sağ olsun ,Allah sabır versin, Allah geride kalanlara ömür versin, bu kadarla kalsın, Allah rahmet eylesin,mekanı cennet olsun,mezarına nurlar yağsın, Allah günahlarını affetsin,hakkımız helal olsun, nurlar içinde yatsın, Allah kabir azabı çektirmesin
Yolculuğa çıkanlara
Yolunuz açık olsun, sağlıcakla gidin sağlıcakla gelin, iyi yolculuklar,
Allah korusun, kazasız belasız inşallah, özletmeyin kendinizi, selametle gidin
Hastalara
Geçmiş olsun, Allah şifa versin, tez zamanda iyileşirsiniz inşallah,
dert veren Allah dermanını da verir, Allah yardım etsin
Bir iyilik yapar birinin elinden tutarsınız. “Allah razı olsun, Allah ne muradın varsa versin derler”
Alışveriş yapar bir şeyler alırsınız, “Bereket versin, kesene bereket” derler
Ve daha şu anda hatırlayamadığım, eminim sizlerin ekleyeceği neler, ne deyimler, ne güzellikler vardır. Bakın atalarımız bizlere ne muhteşem bir miras bırakmışlar. Belki de dünyanın hiçbir kültüründe insanlar bu kadar duygulu, bu kadar iyi niyetli değiller.
Benim babam Sivaslı, annem Kayserilidir. Ben Sivas’ta doğdum. Bir kara haber de annemin yattığı memleketi Kayseri’den geldi.
Evet hepimiz çok üzülüyoruz, içimiz kan ağlıyor ama gönlünüz rahat olsun, Endişe etmeyin,ümidinizi sakın kaybetmeyin kökleri bu kadar derinlere uzanan ve bu kadar iyi niyetli, inanç dolu güzel insanın yaşadığı ülkemize hiçbir şey olmaz.
Memleketimizin en zor, en ümitsiz olduğu günlerde Atamızın söylediğini unutmayın. “Geldikleri gibi giderler”
Hep öyle olur, hep öyle olmuştur.
Geldikleri gibi giderler işte.
Daha önce de yazdım ya, bekleyelim ve görelim.
YİNE KOMŞULUK ÜSTÜNE BİR YAZI
Sizlerle daha önceki paylaştığım yazılardan hatırlarsınız. Ben Sivaslıyım ve zaten ilk kitabımın ismi” Bir Sivaslının Anıları”. Şu günlerde üçüncü baskısı yapılan bu kitabımda ben uzun uzun, büyük bir zevkle o günlerde birlikte yaşadığımız, sevincimizi, hüznümüzü, yoksulluğumuzu paylaştığımız muhteşem komşularımızı bütün detaylarıyla anlattım.
Sivas Kabakyazısı, Öğretmenevleri Mahallesi’nde çok mutlu ve eğlenceli bir çocukluk yaşadım. O günlerdeki adıyla Kabakyazısı, Sivas’ın en güzel mahallelerinden biriydi. Çocukluk günlerimi hep özledim, hep özlerim. İnanılmaz bir komşuluk ve muhteşem bir dayanışma vardı komşular arasında. O zamanlar televizyon, bilgisayar, cep telefonları, internet henüz keşfedilmediğinden, insanlar birbirini daha sık görür, birbiriyle daha fazla vakit geçirirlerdi. Aradan 65 yıl geçmesine rağmen o canım komşularımızı ve komşuluk günlerini bugün gibi hatırlıyorum.
.
Kabakyazısı cıvıltılı bir Caddeydi. Bütün evler bahçeli, bütün pencereler çiçekliydi. Annelerimiz birbirleriyle rekabet eder, her tarafı çiçek saksılarıyla donatırlardı. Bugün bildiğim çiçek isimlerinin hemen hemen hepsi annemden ve komşulardan kalmadır. Begonya, cam güzeli, ıtır, petunya, telgraf çiçeği, küçük orospu(niyeyse) yaprak güzeli, kuşkonmaz,… Bir de her taraf türlü çeşitli kuşlarla doluydu; ya kuşlar bugünkünden fazlaydı, ya da çocuk gözlerimiz kuşları görür fark ederdi.
Sonra babam vefat etti. Ben liseyi bitirince baba evimiz satıp İstanbul’a taşındık. Bir yıl sonra Kanada’ya gittim ve Kanada’da 20 yıl yaşadıktan sonra hiç alışamadığım (halen de aynı duygular içerisindeyim) bir Türkiye’ye geri döndüm. O bahçeleri bakımlı, meyve ağaçları çiçeklerle kuşlarla dolu evler yıkılmış yerlerine hepsi birbirinden çirkin çok katlı apartmanlar yapılmıştı.
Türkiye’ye döndüğümüz ilk günler misafir kaldığımız bu apartman yaşamını sevmemiş, sevememiştik. Çünkü halkımız birlikte yaşamayı bilmiyorlardı. Koridorlar kirli, sigara izmaritleri her yerde, kapıların önlerinde onlarca ayakkabılar, terlikler, fazla eşyalar her tarafa tıkılmış, inşaat molozları dolu bahçeler herşey kabus gibiydi. Televizyonlar sabahın köründe açılıyor, bütün gün açık kalıyor, ve apartmanınızda otururken yan komşunun televizyonundan haberleri dinleyebiliyordunuz. Televizyonun sesini lütfen birazcık kısarmısınız? diye rica ettiğinizde, hemen tırnaklar çıkıyor” Sen ne karışıyon, burası benim evim sana mı soracağıdım” cevabı alıyordunuz. Maalesef benim uzak kaldığım seneler zarfında memleket paranın artık kimde olduğu, nasıl kazanıldığı meçhul bir hale geldiğinden bu apartmanlarda çeşit çeşit insanlar birlikte yaşıyorlardı. Sonunda Marmaris,İçmeler de herkesten uzak bir arsaya çok güzel bir villa inşa ettik ve çevremizde ki diğer villa sahipleriyle kısa zamanda tanışıp, mükemmel dostluklar kurup birlikte çok güzel günler yaşadık. Bence apartmanlarda birlikte yaşamayı seçen insanlara birlikte yaşamayı öğretmek, onları eğitmek çok ama çok gerekli.
Dünkü yazım fark ettiğiniz gibi sizleri biraz eğlendirmek için yazdığım bir yazıydı. Kültürümüzde “Komşu komşunun külüne muhtaçtır”, “Ev alma komşu al” derler, doğrudur.
Öyle komşularınız, öyle dostlarınız olur ki, en yakın akrabalarınıza, hatta kardeşinize değişmezsiniz. Ama öyle komşularınız olur ki bütün neşenizi huzurunuzu kaçırırlar, bir kaşık suda boğmak istersiniz.
Allah evladın da, komşunun da hayırlısını nasip etsin diyorum.( Bu arada kışı getirdik)
MODERN KOMŞU İLİŞKİLERİ ( Biraz nefes alalım, gülelim veya sırıtalım ve havayı yumuşatalım diyorum)
Bütün din kitaplarına bakın. Hepsinde “komşunuzla iyi geçinin” yazar. Bu külliyen yanlıştır. Zinhar komşunuzla iyi geçinmeyin. Nerede o eski vefakar, cefakar, anlayışlı, kibar komşular. Çağa ayak uydurmak zorundasınız.
Çakma şeyhiniz der ki; komşunuza tavır koyun, diş gösterin, hakaret edin, tam bir maganda gibi davranın. Sizden korkması hatta nefret etmesi için elinizden geleni yapın,korkutun. Yoksa ya tepenizden halı silker toz içinde kalırsınız, ya burnunuzun dibinde mangal yakar, dumandan boğulursunuz, ya gece yarısı darbeli matkapla duvarınızı deler kabus gördüğünüzü zannedersiniz, ya sabaha kadar tam gaz müzik dinler, ya televizyonun sesini sonuna kadar açar delirirsiniz, ya da köpeği eşiğinize sıçar.
DELİLİK BİR SEÇİMDİR
Deliririm ben ara sıra
Ama kimseyle paylaşmam deliliğimi
Otururum bulduğum ıssız bir yere 
Parmaklarımı sayarım yorulana kadar
İnsan parmaklarını sayar mı?
Ben sayarım
Deliyim ya!
Benim parmaklarım
Benim sayılarım
Bir atlar bir de sayarım
Yaaaa!..
Her şeyi bilmiyorsunuz.
BEKLEYELİM VE GÖRELİM
Mutlu insanlar güneş gibidir. Verdikleri ışıkla insanlara yol gösterir, yaydıkları enerjiyle insanların içini ısıtırlar. Şimdi samimi olarak düşünün bakalım son on senede televizyonda, gazetelerde magazinlerde, bütün medyada hatta yakın çevrenizde kaç tane bu tarife uyan insan gördünüz ? Bu birinci perde.
Mevlana “Dünyanın en güzel yerinde hatta cennette olsanız ve ayakkabınızın tabanında her adımda ayağınıza batan bir çivi olsa, çevrenizde ki hiçbir güzelliği fark edemez, hiçbir şeyden zevk alamaz, sadece ayağınızı ve ayağınızdaki çiviyi düşünürsünüz” demiş. Bu da ikinci perde.
Son on yıldır mutsuz insanların arasında ayağımızda çiviyle yaşıyoruz yalan mı? Ülkemiz koca bir cenaze evine dönmedi mi?
Bir yer de boş bulunup bir kahkaha atsak, sağa sola bakıp ayıp oldu, inşallah bir gören, duyan olmamıştır diye düşünmüyor muyuz?
Milletçe gülmeyi, eğlenmeyi unutmadık mı? Bir yemeğe, bir düğüne, bir baloya, bir meyhaneye gitsek hangimizin içine siniyor? Hangimiz ayakabımızda ki çiviyi unuta biliyoruz. Şimdi gelelim üçüncü ve son perdeye;
Çin’in küçücük bir köyünde, yoksul bir ihtiyar, oğlu ve çok güzel beyaz bir at birlikte yaşarlarmış. Köy halkı “Yiyecek ekmeği yok, eline geçeni atına yediriyor” diye adamı kınarlarmış. Bir gün at kaybolmuş. “Ohhh iyi oldu” demiş köylüler, Hemen yaşlı adama koşmuşlar, “Bak yemedin ata yedirdin, şimdi at çekti gitti gördün mü?” demişler. “BEKLEYELİM VE GÖRELİM” diye cevap vermiş adamcağız.
Birkaç gün sonra at arkasında bir yabani at sürüsü ile köye geri dönmüş. Hemen köylüler ihtiyar adama koşmuş” Özür dileriz. Ne kadar vefalı bir atmış, bak zengin oldun” demişler. Adam yine “BEKLEYELİM VE GÖRELİM” demiş, sakin sakin.
Sonra adamın oğlu bu yabani atlardan birini eğitirken düşmüş ve bacağını çok kötü bir şekilde kırmış. Tabi hemen köylüler yine ihtiyar adama koşmuş ve ”Vah vah ne şanssızsın, bak belki de oğlun sakat kalacak” demişler. “BEKLEYELİM VE GÖRELİM” demiş ihtiyar yine.
Bir hafta sonra imparatorun askerleri gelmiş ve köyde ne kadar genç varsa dönüşü olmayan bir savaş için alıp götürmüşler. Geride bir tek ayağı kırık olduğu için adamın oğlunu bırakmışlar.
Yaa! güzel dostlarım, “F” vitaminlerim benim. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir aslında. Bu dünya kimselere kalmadı. Kimler geldi kimler geçti ve kimsenin yaptığı da yanına kalmadı.
Çakma şeyhiniz der ki;
BEKLEYELİM VEEEE GÖRELİM.
BİLİYORUM, İNANIYORUM
Allahu Ekber demek Allah en büyüktür demektir, Allah’ı yüceltmektir. La İlahe İllallah demekse Allah’tan başka ilah yoktur Allah tektir demektir.
Daha önce de sizlerle paylaştım belki hatırlarsınız. Ben camiye hep inancımdan, Allah'a olan sevgimden, onun bizler için yaptıklarına, yarattıklarına, mucizelerine teşekkür etmek için gittim Allah’tan korktuğum için değil.
İstesem de İslam’ın vecibelerinin hepsini yerine getiremedim çünkü neredeyse hayatımın yarısı yabancı ülkelerde geçti. Cuma namazlarına gittim. Ramazanda Marmaris’in inanılmaz sıcağına rağmen ağzım burnum kuruyarak orucumu tuttum. Bayram namazlarını kaçırmadım. Ama artık içimden gelmiyor.
Allahu Ekber, La İlahe İllallah ne güzel, ne ulu deyimlerdir. Ama maalesef şimdi bunları duyduğumda korkuyorum. Çünkü bu kelimeleri duyduğumda gözlerimin önüne ağzından salyalar akan, gözleri dönmüş, kafa kesen, kadınları taşlayarak öldüren veya milletin önünde o zavallıların kafalarına kurşun sıkan, aynı zamanda cep telefonlarıyla bu infazların fotoğrafını çeken, homoseksüel veya zanlılarını yüksek binalardan atan, iş makinelerine asan, cennete gideceğim, orada beni huriler bekliyor yalanlarına inanıp kendini patlatıp kadın, çocuk, yaşlı, genç demeden yüzlerce insanın kanına giren beyinleri yıkanmış insanlar geliyor.
,
Hoşgörü, merhamet, affetme üzerine kurulmuş olan bu güzel dinimiz artık dünyada terör, cinayet, vahşet terimleriyle anılıyor, tanıtılıyor. Yabancı ülkelerde insanlar İslam, Müslüman denince uzak durmaya, çocuklarını korumaya çalışıyorlar.
Yüce Allah bunların hesabını soracaktır.
Biliyorum, inanıyorum.
BİR KARA GÜN DAHA
Marmaris’de marinada ki mağazamda oturuyorum. Ne düşündüğümü, ne hissettiğimi bilemeyecek, anlayamayacak kadar yorgunum. Sanki içime doğmuş gibi olacaklar, çok kötü bir gece geçirdim. Sabaha kadar kabuslar, kötü rüyalar gördüm. Vücudum titredi durdu. Birkaç defa feryat ederek uyandım, daha doğrusu uyandırıldım. Ayrıca defalarca uyandım, tekrar uyumaya çalıştım, bu da beni inanılmaz yordu.
Masamda klavye bana, ben klavyeye bakıyorum. Kafamdan neler geçiyor neler. Hissettiklerim, düşündüklerim dün gece ki uykum gibi titrek ve karmakarışık. 70 yaşına ulaşmış bir adamım ben. 1946 doğumluyum. Bunu iki de birde sizlerle paylaşıyorum. Çünkü anlatmak istediklerim var. Ben ve benim yaşımdakiler biz ayrı bir jenerasyona aitiz. Bizler de zor günler, ihtilaller falan yaşadık. Ama bizim zamanımızda insanlar bu kadar gaddar, bu kadar merhametsiz, bu kadar canavar ruhlu, bu kadar insafsız değildi. Biz böyle olaylar yaşamadık. Böylesine alçak, böylesine aşağılık insanlarla büyümedik biz.
Ömrümüzün sonbaharında bu olaylar yaşandıkça bu güzel vatana ne olacak? Bu güzel insanların başlarına daha neler gelecek? Memleketi kimlere bırakıp gidiyoruz? Çocuklarımızı, torunlarımızı gelecekte neler bekliyor diye düşünmekten gözlerimiz açık gidecek biliyor musunuz?
Sizlere gençliğinizi, bizlere yaşlılığımızı ağız tadıyla yaşatmıyor bu alçaklar.
Nerede İlahi adalet? Ha nerede? Hep mi yapanın, planlayanın yanında kalacak?
Görürsünüz buna da bir kılıf uydurur, bunu da şeytanın aklına bile gelmeyecek bir yerlere bağlarlar. Uzmanlar harıl harıl çalışıyordur şimdi.
KANGAL
Benim Yener Okatan isimli, çok sevdiğim ve hürmet ettiğim bir ağabeyim var. Yener Abi ben Sivas Talebe Yurdunda kalırken gece müdürüydü. Kendisi kıymetli bir botanik profesörü şair ve yazardır. Aynı zamanda çok güzel saz çalar ve türkü söyler.
Yener Abi’ face’te paylaştığı bir çoban ve Kangal’ın hikayesini okumuş ve çok etkilenmiştim. Sivas’ta ellili yıllarda bir çoban arkasında koca bir Kangal köpeği ile şehre alışverişe gelir. Şehir hayatına alışık olmayan çoban mahcup, ezik, utangaç bir halde başı önünde yürürken zincirinden tuttuğu Kangalın peşine bir yığın sokak köpeği takılır havlayarak hırlayarak onu takip ederler.. Kangal başı dimdik aldırış bile etmeden, döndürüp başını bakmadan yoluna devam edip gider. Takip eden sokak köpeklerinden hiçbiri Kangala yaklaşmaya cesaret edemez. Sonra da Kangal’ın zerre kadar kendilerine değer vermediğini anlayınca çeker gider, köşelerine çekilirler. O zamanlar küçücük bir çocuk olan Yener Abi “işte” der “ben hayatım boyunca bu Kangal gibi yaşayacağım. Çoban gibi yaşamak bana yakışmaz.”
Bu sabah Marina’ya gelirken arabamla önümdeki eski, boyaları dökülmüş, Şahin marka bir araba dikkatimi çekti. Evet, araba eski külüstür bir arabaydı ama arka camında kocaman bir Kemal Atatürk yazısı ve imzası, içinde de gözlerini yola dikmiş dimdik bir adam oturuyordu.
Duygulandım. İşte dedim; biz Kemal Atatürk’e gönül vermiş, ona inanmış insanlar hikayedeki Kangal gibiyiz. Başımız dimdik ve gururluyuz. Ne yaparlarsa yapsınlar bu sevgiyi, bu saygıyı, elimizden alamaz, bu ateşi söndüremezler. Bize o güzel adamı ve bu memleket için yaptıklarını unutturamaz, bizi inandığımız gönül verdiğimiz yolumuzdan saptıramazlar. Uğraşırlar, uğraşırlar eninde, sonunda köşelerine çekilir kıvrılır yatarlar.
O kadar!
DOKTOR ROBERT POS
Kanada’da yaşarken birlikte yaşadığım Nine isimli güzel bir kız arkadaşım vardı. Nine’nın babası Kanada’nın en tanınmış psikologlarından biri, aynı zamanda yazdığı kitaplar Üniversitelerde ders kitabı olarak kabul edilmiş bir profesördü. Kanada genelinde Doktor Robert Pos diye tanınan meşhur bir bilim adamıydı.
Dr. Pos ve eşi Madam Pos Toronto’ya 3 saat mesafede ki çiftliklerinde yaşıyorlar, biz de Nine ile hafta sonlarında ara sıra ziyaretlerine gidiyorduk.
Bir keresinde Doktor Pos ile yüzme havuzlarının başında sohbet ederken Dr. Pos dedim, bana lütfen tecavüz ve tecavüzcü konusunu izah eder misiniz? Adam bana belki bir saat tecavüzün nedenlerini, tecavüzcülerin ne kadar hasta bir ruha sahip olduklarını, hastalıklı iğrenç duygularla dolu olduklarını, ne kadar tedaviye muhtaç olduklarını gayet olgun ve bilimsel bir şekilde anlattı. Sonra “Eğer birisi benim kızlarıma tecavüz ederse kafasını keser önüne koyarım orospu çocuğunun” dedi.( If anyone rapes my daughters, I butcher the head of the fucking son of a bitch and place it in front of him)
Tabi hayret ettim. O kadar bilimsel ve profesyonel anlatımdan sonra, böyle bir reaksiyon göstermesine inanamadım. Siz bir bilim adamısınız, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu diye sorduğumda; “O başka, bu başka Güven” ( These are two different issues Güven) diye cevap verdi. “Bunlar benim kızlarım, ben de onların babasıyım” ( These are my daughters and I am their dad)
Düşünüyorum da, bizim ülkede son zamanlarda olup bitenleri duysa nasıl bir tepki verirdi acaba Dr. Robert Pos? Her halde tüyleri diken diken olur, kontrolden çıkardı. Belki de mide kanaması geçirir, delirirdi.
Bizler gibi!
( Doktor Pos’un söylediklerini İngilizce olarak yazmamın sebebi, söylediklerini bire bir sizlerle paylaşmak içindi)
HURDACI
Bazı günler rast geliyor, yaşlı çok yaşlı bir hurdacıyı izliyorum. Sağ elinden hiç eksik etmediği sigarasıyla önündeki yarısı ağaç yarısı krom, birazı tel, tekerlekleri zorlukla dönen, taşıdığı hurdalar kadar hurda arabasını adeta üzerine abanarak, güçlükle itiyor. Vücudu o kadar deforme olmuş, o kadar öne doğru eğilmiş ki 90 derecelik bir açı şeklini almış. Hani halk arasında “iki büklüm olmuş” derler ya aynen öyle işte. Eğer arabasını önünden alsalar öne düşecek sanki. Araba ise hep dolu. Kırılmış plastik sandalyeler, bira şişeleri, ezilmiş bira, kola tenekeleri, bir takım madeni eşyalar, demir parçaları, eski, çok eski kırık dökük ev eşyaları, içinde ne olduğunu göremediğim poşetler, neler yok ki.
Üzerinde kat kat giysiler var. Kim bilir kimin. O kat kat giysilerin üstüne çektiği kirden parlayan, orijinal rengi neredeyse kaybolmuş, haki paltonun kolları rütbeli. Herhalde orduya ait bir palto, nereden eline geçmişse. Belki de Laleli de bavul ticareti yapan Rusların sattığı bir Sovyet Rusya ordu paltosu. Üzerinden kaçıyor gibi duran Pantolonunun altından incecik bacakları o kadar belli ki. Yürürken birkaç numara büyük lastik cizmelerinin tabanlarını yere sürüyor. Hiç saçı yok. Kafası güneşten kavrulmuş, pırıl pırıl. Arabasına abanırken su, sabun değmemiş uzun sakalları ellerine, parmaklarına dokunuyor.
Geçen gün yanından geçerken “Günaydın,kolay gelsin” dedim.Bir yandan neşeli bir şeyler mırıldanıyor, bir yandan eskimiş çok eskimiş parmaklarıyla da tempo tutuyordu arabasını iterken. Anadolu’da kadınların halı kilim dokurken mırıldandıkları türküler gibi. Gizemli bir meditasyon melodisi gibi geldi bana. Beni duyunca birden yüzü aydınlandı. Birazcık doğruldu. Hiçbir şey söylemeden gözlerimin içine birkaç saniye baktı. Sonra çok güzel ve kocaman bir gülümsemeyle “Allah razı olsun” dedi. Ağzında tek bir dişi bile yoktu ama gözleri o kadar güzeldi ki.
Mutlu gibiydi kendi dünyasında. O mu zavallı, ben mi zavallıyım bilemedim.
İmrendim!
PAZAR NEŞESİ
TEMİZLİKÇİ KADIN
Dün gece sabaha kadar uyuyamadım. Nefesim daraldı, göğsüm hışır hışır sesler çıkardı, boğazımda gıcık oluştu, ağzım kurudu, tükürüğümü yutamadım. “Hayırdır inşallah, neden” diye sorun. Hadi sorun. Çünkü sekiz aydır yatak odamın tozu alınmadı da ondan.
Çarşaflar 8 ay idare ediyor ama, toz o kadar anlayışlı ve merhametli değil. Galiba ben özgürlükle iğrençliği karıştırıyorum. Şimdi TEMİZLİKÇİ+KADIN=TEMİZLİKÇİ KADIN çağırmam lazım. Korkuyorum, çünkü bu iki kelime iki tehlikeli elementin bir araya gelmesi gibi. Ne zaman temizlikçi kadın desem veya düşünsem aklıma “yok edici” filmi geliyor.
Kabuslarım başladı. Temizlikçi kadın çağırmak zorundayım. Felaketim olacak, ağlayacağım biliyorum.
Unutmak için içsem mi, ne yapsam acaba?
Sahi, ne yapsam?
MARMARİS’TE KIŞ
Marmaris çok güzel bu gün. Hafiften bir sabah ayazı var. Nem yok, hava yayla havası gibi, dağ havası gibi. Nasıl güzel nasıl temiz nasıl taze. Nefes aldıkça nefes alası geliyor insanın. Böyle zamanlarda büyük şehirlerde trafiğin ortasında zehir soluyan insanlara daha bir üzülüyor insan.
Deniz pırıl pırıl, gözlerim kamaşıyor bakamıyorum. Tepeler dumanlı yemyeşil. Begonviller, zeytin ağaçları, Japon gülleri, zakkumlar, portakal, mandalina, limon nar ağaçları nereye bakacağını şaşırıyor insan.
Renk renk desen desen kediler en olmayacak yerlerde güneşli bir köşe bulmuş kendilerinden geçmiş yatıyorlar. Güneşli köşeleri keşfedenler sadece kediler değil, çarşı esnafı da kendi köşelerine kurulmuş dedikodu yapıp okey oynuyor, sigara içiyorlar.
Her yer de bu akşam oynanacak Fenerbahçe-Beşiktaş maçının heyecanı var. Ne doların yükselmesi, ne ekonominin çökmesi kimsenin umurunda değil. Plajlar boşalmış, sahil balıkçıları portatif sandalyelerine kurulmuş, gözleri kamış oltalarında, ellerinde biraları, kahve fincanları, sandviçleri birbirleriyle sohbet ediyor kahkaha atıyorlar, balık tutmak bahane.
İş yok, trafik yok, turist yok, para yok ama Allah var. Marmaris bir güzel ki. Hani Sivas’ta Haziran ayında kır çiçeklerini görünce “Haziranda Sivas’ta ölünmez” demiş ya şair, eğer Marmaris’te yaşasaydı o şair “Marmaris’te Haziran da, Temmuz da, Ağustos da, Eylül de, Ekim de, Kasım da, aralık ta ,Ocak ta, Subat ta, Mart ta, Nisan da, Mayıs ta ölünmez” diye yazardı herhalde. Aslında herhalde değil öyle yazardı eminim.
SÖZÜN BİTTİĞİ YER
Sevgili “ F” vitaminlerim,
Aslında inanın içim kaldırmıyor, elim varmıyor bu satırları yazmaya. Zor günler yaşıyoruz ve daha zor günler kapımızda.
Mevlana’sıyla sufileriyle, bektaşileri, dervişleri, alimleri, evliyaları, şairleri, yazarları, düşünürleri, kamil insanları, misafirperverliğiyle, asırlardır insan olmayı öğreten, hoşgörüyü dünyaya tanıtan ülkemizin maalesef neredeyse dostu kalmadı gibi. Eminim bunu hepiniz biliyor, seziyor ve üzülüyorsunuz.
Bu yaşadığımız günlerde ve gelecekteki günlerde sevgi, hoşgörü ve sabretmeye çok ihtiyacımız olacak. Ellerimizi birbirine kenetlemeye, birbirimize sıkı sıkı sarılmaya mecburuz. Kırma, kırılma, gücenme, alınma, kapris yapma lüksümüz yok artık.
Sevginin karşı koyamayacağı, aşamayacağı hiçbir engel olmaz buna inanın yeter.
Ne güzel yazmış hem Sait Faik hem Dostoyevski; “Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey” diye.
Ah! Alan hesabını verir.
TANIRLAR MI ACABA?
Marinada ki mağazamızda oturuyor, olmayan turisti, gelmeyecek müşterileri bekliyorum. Maalesef Marmaris’te turizm bitti. Her yer boş, zavallı esnaf şaşkınlıkla, ümitsizlikle birbirinin yüzüne bakıyor. Kışı nasıl geçirecekler, onu düşünüyorlar. Tavla da oynasalar kesmiyor, okey de oynasalar kesmiyor, futbol maçları da seyretseler nafile. Çünkü kafaları başka bir yerde.
Sıkılıyorum, kitap okumaya çalışıyorum olmuyor, yazı yazmaya çalışıyorum olmuyor. Şu güzel kasaba bunu hak etmiyor diye kızıyor, isyan ediyorum. Dağ desen var, deniz desen güzel, yeşillik desen her yer yeşil. Dünyayı gezdim, böyle güzel bir yer yok. Yazık değil mi bu ülkeye? Yazık değil mi bu insanlara? Diye soruyorum kendime, yani boşa konuşuyorum, bu günlerde hepimizin yaptığı gibi. Kendim söylüyor kendim dinliyorum. Kendim soruyor, kendim cevap veriyorum. Bu hallere de düştük yani, düşürdüler.
Gözlerim ellerimin üstünde ki kıllara takılıyor bir an. Sağ elimin üstündeki kıllar siyah sol elimin üstündekiler beyaz, nedense?. Sanki vücudumun sol yanı daha çabuk yaşlanıyor. Birden düşüncelerim yıllar öncesine gidiyor. İstanbul Üniversitesi Arkeoloji bölümünde okurken, Bakırköy de ki apartman dairemizde ara sıra şımarır annemin dizine yatardım, o da saçlarımı okşardı. Bir defasında saçlarımdaki akları fark etti.”Ah benim en küçüğüm, bebek oğlum, saçlarına ak mı düştü?” dedi ağladı. Hiç unutmam. Rahmetli şimdiki halimi görse ne yapardı acaba.
Biz beşkardeşiz. İki ablam, iki de abim var. Yani ben en küçüğüm ve 70 yaşındayım. Allah ömür versin, bütün kardeşlerim hayatta. Çok ara sıra da olsa bazı günler beşimiz bir araya geliyoruz. Bir defasında en büyüğümüz Ayten Ablam (86 yaşında) hepimizi şöyle bir süzdü. “Biliyor musunuz merak ediyorum, şimdi kalkıp hep birlikte annemle babamın mezarına gitsek acaba bizi tanırlar mı? Yoksa “Bu moruklar da kim yahu” diye hayrete mi düşerler” dedi.
Hep birlikte gülüştük ama duygulandık da.
“F” VİTAMİNİ
Okurlarım bana “F” vitamini ne demek diye soruyorlar. Bir yıl önce sizlerle paylaştığım yazımın bir bölümünü tekrar paylaşıyorum.
“Neden hepsi birbirinden farklı benim arkadaşlarımın? Neden bazıları hatta sıra dışı? Galiba arkadaşlarımın hepsi içimdeki çok farklı kişilikleri ortaya çıkarıyorlar da ondan”
“Birisiyle uslu, kibar oluyorum, diğeriyle şakalar yapıyorum”
“Birisiyle oturup ciddi ciddi konuşuyorum, diğeriyle saçma sapan şeylere kıkırdıyorum”
“Birisiyle oturup çay içiyorum, diğeriyle dans ediyorum”
“Birinin derdini dinleyip öğüt veriyorum, diğerinin bana verdiği öğütleri dinliyorum.”
“Hepsi bir bulmacanın parçaları gibi. Tamamlayınca ortaya bir hazine çıkıyor. Arkadaş hazinesi”
“Beni bazen benden iyi anlayan, iyi günümde kötü günümde beni yalnız bırakmayan, arkadaşlarım farklı günlerde aldığım rengarenk anti-depresanlar sanki”.
“Mehmet Öz “F” vitamini diyor arkadaşlığa. “Friend” kelimesinden geliyor”
“F” vitamininin faydaları saymakla bitmiyormuş. Depresyona girme ve ölümcül krizlerin oluşma riski azalıyormuş. Sizi yaşınızdan 30 yıl gençleştiriyormuş. Dostluğun sıcaklığı stresi azaltıyor, gergin olduğunuz zamanlarda bile kan damarlarınızda pıhtılaşma ve kalp krizi geçirme riskinizi yüzde 50 azaltıyormuş”
İşte böyle dostlarım arkadaşlığın, insanın çeşitli arkadaşları olmasının önemini vurguluyor bu yazı. Ve işte bu yüzden ben sizlere yani okurlarıma “F” vitaminlerim diyorum ara sıra.
Yaaa! İşte böyle “F” vitaminlerim benim. Güzel bir gününüz olsun.
NEYE NÖYE YANİ!
Amerika’nın bir eyaletinde 18 kişiyi öldürdüğü var sayılan seri katil sonunda yakayı ele verince “Hatasız kul olmaz, zayıf bir anıma geldi, boş bulundum” demiş. Bak dürzünün pişkinliğine.
Belki bu olay bir istisna ama aslında insanoğlu garip bir yaratıktır. Zaman zaman duygularına hakim olamaz, ve o duygular mantık duvarlarını yıkar geçerler. Mesela, bazen yanlış insana odaklanır, ona hitaben şiirler, yazılar yazarsınız. Gözleriniz sanki kör olur, uykularınız kaçar, yüreğinizin parça parça olduğunu zannedersiniz. Bu aslında boş bulunup pazardan çürük elma veya çürük domates veya çürük yumurta almaya benzer. Ya fark eder etmez kaldırır atar, bir daha da o manavdan bir şey almazsınız, ya da celladına aşık olanlar gibi manavınıza aşık olursunuz.
Yani!
BU MU HAYAT? , GERÇEKTEN Mİ?
Babam benim Sivas lisesinden mezun olduğumu göremedi. Üniversiteyi kazanıp, İstanbul’a gittiğimi, kendisinden bana bağlanan yetim aylığıyla geçinip, Veznecilerde ki Sivas talebe yurdunda bir yıl kaldığımı, bir yıl sonra ömrü boyunca borcunu ödediği, Sivas Öğretmenler Mahallesinde ki evimizi satıp Bakırköy de bir apartman dairesi satın aldığımızı, ana oğul İstanbul’a taşındığımızı, Arkeoloji Bölümünde bir kızla nişanlandığımı, bir yıl sonra ayrıldığımı, Kanada’ya gittiğimi, Kanadalı bir kızla evlendiğimi, bir yandan taksi kullanıp bir yandan Üniversite de okuduğumu, eşimden ayrıldığımı, önce başarılı bir öğrenci sonra da başarılı bir yönetici olduğumu, nihayet idealimde ki eşi bulup evlendiğimi, çok mutlu 32 yıl evli kaldığımı, kocaman gözlü bir kız torunu olduğunu, sonunda “vatan” deyip Marmaris’e yerleştiğimi, fevkalade yaratıcı bir ressam olan eşimle birlikte imza attığımız her projenin beğeni kazandığını da göremedi. Türkülerimi hiç dinlemedi. Saz çaldığımı bilmedi. Yazdığım yazıları, şiirleri okumadı, yayınlanan beş adet kitabımdan haberi bile olmadı.
Babam bana çok kızdığında ”Sen adam olamazsın oğlum” derdi. Hayatım boyunca kendisini örnek aldığımı, sonunda adam olduğumu da görmedi, göremedi.
“ Hayat bu, işte bu yüzden dolup boşalır meyhaneler” demiş şair.
Gerçekten hayat bu mu?
Bu mu hayat?
Neden bu kadar eksik o zaman?
ÖĞRETMENLER GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN; DEVAM
“Öğretmenler gününüz kutlu olsun” yazımda sizlerle paylaştığım baba-oğul anımızı çok sevdiniz ben de babamla olan başka bir anımı yazmaya karar verdim.
Rahmetli babam Ahmet Karabenli çok sevilen, saygı duyulan, nüktedan, tonton bir insandı. Akşamları birkaç kadeh rakısını içer, fıkralar anlatır, lüzumundan fazla ciddi bir kadın olan annemi sinir eder, bizlerde gülmekten bayılırdık. En çok da kendi gülerdi anlattığı fıkralara. O kadar güzel, o kadar duygu dolu gözleri vardı ki. Bazen gülerdi gülerdi, gözlerinden şıpır şıpır yaşlar akardı. Ben babama çekmişim. Ben de çok güldüm mü ağlarım.
Bir akşam evimizde otururken “ Bak oğlum” dedi sana bir hatıramı anlatacağım. Biliyorsun ben bir gezici başöğretmenim. İşim okulları denetleyip, öğretimin ve öğretmenlerin kalitesini incelemek. Bir gün bir köy okulunu teftişe gittim habersiz. Okula girdim, salonda otururken sınıflardan birinde matematik öğreten bir öğretmeni dinlemeye başladım. Kulaklarıma inanamadım. Adam aynen şöyle diyordu. “Yaz lan tahtaya 5. Şimdi altına 3 yaz. Beşten üçü siktir et kaç kalır? Düşünebiliyor musun, adam çocuklara matematiği böyle öğretmeye çalışıyordu.
Dersin bitmesini bekledim. Öğretmen dersten çıkınca kendimi takdim ettim ve kolundan tutup öğretmenler odasına soktum. Bu okulda kaç öğretmen var diye sordum. “Üç” diye cevap verdi. Üçten birini siktir et kaç tane kalır? Dedim. Dondu kaldı. Sonra tabi ağzından girdim, burnundan çıktım.
Bu gün bu anımız aklıma geldikçe hep gülerim. İşte canım babam böyle birisiydi. Sizlerin güzel yorumlarınızda lütfettiğiniz gibi, babam ve babam gibi insanlar birer ulu çınardılar. Babam öldüğünde daha 18 yaşında bile değildim. Şimdi 70 yaşındayım, aradan 52 yıl geçmiş, dile kolay. Hala nasıl özlüyorum, nasıl özlüyorum bilemezsiniz!...
ÖĞRETMENLER GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN
İlk kitabım “Bir Sivas’lının Anıları’nın” ilk sayfası şöyle bir yazıyla başlar;
“Bu kitabı; yaz-kış demeden Sivas’ın köy okullarını bazen yaya, bazen at sırtında, bazen bulabildiği herhangi bir vasıtayla teftiş etmiş, okulu olmayan birçok köye okul yapılmasına önayak olmuş, Sivas ilköğretim kurumlarına 35 yılını vermiş güzel insan Gezici Başöğretmen babam Ahmet Karabenli’ye ithaf ediyorum.”
Sivas’ta ortaokulda okurken o yıllarda öğrenci dövmek çok popülerdi. Hamza Abi lakabını taktığımız müdür muavinimiz bizlere dayak atmaktan büyük zevk alan hocaların başında gelirdi. Bizi döverken nazik ellerine kıyamaz, arka cebinden sert, siyah bir lastik parçası çıkarır, ellerimizin içine el ayalarımız kıpkırmızı oluncaya kadar vururdu. En hoşuna giden şey de sabah okula geç gelen öğrencileri dövmekti.
Bir sabah babam beni hastaneye götürdüğünden, okula geç kaldım. Başıma gelecekleri bildiğimden, babama Hamza Abi’ye hitaben bir not yazmasını ve hastaneye gittiğimizden dolayı okula geç kaldığımı vurgulamasını istedim. Babam da istediğim notu yazdı ve imzaladı.
Okula geldiğimde sınıfa girebilmek için izin belgesi almam gerektiğinden, müdür muavinliğine gittim. Hamza Abinin önüne babamdan aldığım belgeyi koydum. Önce notu okudu,sonra yüzüme baktı, elini arka cebine attı, lastik copunu çıkardı ve dört defa sağ elime, dört defada sol elime vurdu. Sonra da izin kağıdını yazıp uzattı. O kadar kadar fena oldum ki “İstemiyorum” diye bağırıp gözyaşları içinde kapıyı çarpıp doğru eve geldim ve olanları babama güçlükle anlattım. Öfkemden konuşamıyordum.
Sivas’ta çok tanınan ve sevilen 35 yıllık bir öğretmen olan babam beni aldığı gibi okula, muavinliğe getirdi. Benim önümde Hamza Abi’ye açtı ağzını yumdu gözünü. Kendisinden 20 yıl daha tecrübeli bir başöğretmenin gönderdiği özür notunu dikkate almayacak kadar saygısız ve kaba olduğunu adeta kafasına vurdu. “Biz” dedi “Evlatlarımızı senin gibi gözü dönmüş, cebinde lastik cop taşıyan öğretmenler dövsün diye okula göndermiyoruz. 35 yıllık öğretmen, hatta başöğretmenim. Bunca yıllık meslek hayatımda çocukları lastik copla döven ilk seni gördüm. Ya bu lastik cop sevdasından vazgeçersin ya da seni süründürürüm.” Diye ilave etti, Sonra bana dönüp “ Gel evladım, gidiyoruz” dedi. Beraberce okuldan çıktık. Eve gelinceye kadar defalarca sarıldı öptü beni.
Hamza Abi elini bir daha arka cebine götürmedi. Lastik cop da sonsuza kadar ortadan kayboldu. Bu olayı hiç unutmadım ve hayatım boyunca babamla iftihar ettim.
Siz olsaydınız hayatını insanlığa ve öğretime adamış böyle bir babaya kitabınızı ithaf etmez miydiniz?
Bir gün geç de olsa öğretmenler gününüz kutluyorum. Özür dilerim. dün biraz aklım başımda değildi. Ömür biter, dert bitmez yani!..

DEMEK Kİ EVLİLİK BUYMUŞ
Yıllar önce Kanada’da yaşarken bir kilisede Kanadalı bir arkadaşımın nikahına gitmiştim. Filmlerde ki gibi güzel güzel giyinmiş tertemiz insanlar, rengarenk çiçekler, özenle giydirilmiş meraklı ve heyecanlı çocuklar, eş dost bayağı kalabalıktı kilise. Org müziği eşliğinde temiz yüzlü bir rahip kıydı nikahı. Rahibin yüzükleri takmadan önce yaptığı konuşmayı hayretle, ibretle dinledim, gözlerim yaşardı, çok duygulandım ve “Vay anasını” dedim kendi kendime, “Demek ki evlilik buymuş” O konuşma hayatım boyunca hiç kulaklarımdan gitmedi, kalbime girdi, beynime kazındı.
Ne demişti adamcağız? “Söz verin” demişti, “Söz verin hayatınız boyunca birbirinizi seveceğinize ve birbirinize sahip çıkacağınıza. İyi günleriniz, kötü günleriniz olabilir. Her ne olursa olsun verdiğiniz sözü hiç unutmayın, elleriniz birbirinden hiç ayrılmasın. Siz evlenmeye karar verdiniz, bunun önemini ve manasını sakın unutmayın. Hayat ne getirirse getirsin yolunuzun üstüne, siz sevginizle, fedakarlığınızla, kararlılığınızla, hoş görünüzle ve en önemlisi birlikteliğinizle hakkından gelirsiniz. Birbirinizi sevin, birbirinize karşı duygulu, saygılı ve dürüst olun yeter. Bu gün çok önemli bir karar verdiniz ve çok önemli bir imza atıyorsunuz bunu hiç aklınızdan çıkarmayın” demişti.
Ben evliliğin bu kadar önemli, bir nikah töreninin bu kadar kutsal olduğunu bilmiyordum ki. Bizde ki nikahları hepiniz bilirsiniz; Kabul ediyor musun? “Evet,siz kabul ediyor musunuz? Evet, şahitler efendim, tamam sizi karı-koca ilan ediyorum. Allah selamet versin, hayırlı olsun”. Benim bildiğim buydu o ana kadar, yani bir çeşit alış veriş.
İşte o gün evliliğin de, evlilik yemininin de ne demek olduğunu anladım.
Yıllar sonra İstanbul da, Kadıköy Evlenme Dairesinde nikah memurunu, dinledim ama kalbimdeki o rahibe “Evet” dedim ben. O evetin manasını, önemini ve kutsallığını sonuna kadar hep taşıdım, hiç unutmadım.
GÜVEN HOCAN’A GÜVEN!.. (Pazar Neşesi)
Günahsız kul olmaz. Geçmişte olan namaz, oruç, zina, karı kız, zamparalık, sözünden dönme, kopya çekme, dedikodu, iftira, palavra, yalancı şahitlik, sahtekarlık, haram yeme, bar, pavyon, alkol duvarını aşma, tecavüz, kara para aklama, şiddet uygulama, ve çaktırmadan kırmızı ışıkta geçme günahlarınız olabilir. Hiç dert etmeyin. “Naylon Şeyhim, hadi tatlıya bağlayalım” kampanyamız yoğun istek üzerine uzatılmıştır. “Götü kurtar” yazıp 9999’ a gönderin, ahirette sorulacak sorular cebinize gelsin.
NEREDEN NEREYE!
Dünyanın neresinde olursam olayım taksilere ve taksi şoförlerine sempati duyarım. Bindiğim taksilerdeki şoförlerle sohbet eder hal hatır sorarım. Bahşiş veririm. Kendim araba kullanırken hep taksilere yol açarım. Çünkü ben de seneler önce bir taksi şoförüydüm.
Kanada’da üniversiteye devam ederken okul masraflarımı karşılamam ve yaşayabilmem için çalışmam gerekiyordu. Bir yandan okuyup bir yandan full time çalışmam mümkün olmadığından taksi kullanmak bana çok akıllıca ve cazip geldi. Sınava girip ehliyetimi aldım ve taksi şoförlüğüne başladım. Hafta sonları, geceleri, tatillerde üniversiteden mezun oluncaya kadar 5 yıl taksi kullandım. Geceleri takside müşteri beklerken ödevlerimi yapar, ders çalışırdım. Sabahın erken saatlerine kadar taksi kullanır, sabah birkaç saat uyuyup okula gider, çoğu zaman sınıfta ders esnasında uyur, profesörlerden hep azar işitirdim. Taksi şoförlüğü yaptığım beş yıl süresince günde beş saatten fazla uyumak nasip olmamıştır. Yaptığım en ilginç işti taksi şoförlüğü. Sizlerle paylaşacak o kadar çok anım var ki… Bu anıları zaman zaman okuyacaksınız.
Bazen bir koltuğa boylu boyunca uzandığınızda cebinizdeki bozuk paralar koltuğa dökülür, en azından benimkiler dökülüyor. Geçenlerde Gül, kız arkadaşım bana “Cebinden dökülen paraları toplayıp bir kenara koyuyorum, bir gün köşeyi döneceksin” dedi ve güldü. Ben de onunla bu anımı paylaştım.
Toronto’da taksi kullanırken bizim garajda çalışan Polonya asıllı bir şoföre hayrandım çünkü Telsiz radyoyu gayet güzel kullanıp bayağı iyi para kazanıyordu. Sonra arkadaş olduk ve bana telsiz radyonun bütün inceliklerini öğretti. Birkaç ay sonra maalesef ciddi bir beyin ameliyatı geçirdi ve durumu artık taksi kullanmaya uygun olmadığından ehliyetini iptal ettiler. Yalnız bir adamdı, başka bir geliri yoktu. Sabaha karşı taksilerimizi garaja bıraktığımızda, her taksinin içine girer koltukların arasında düşürülmüş bozuk para arardı. Ben de her sabah taksimi park ettiğimde elimdeki bozuk paraları koltukların arasına veya altına onun kolaylıkla bulabileceği şekilde bırakırdım.
Nereden nereye, insan hayatı işte!
SEVİLMEK NE GÜZEL BİR DUYGUYMUŞ!
Yere göğe sığdıramadığım, yarattığı tablolarla, piyanosuyla, gitarıyla, şarkılarıyla, yorumuyla anlata anlata bitiremediğim bir kızım var benim. O kocaman duygu dolu gözlerinin içine baktığımda çok uzaklara gittiğim, “Baba” diye bana sarıldığında beni yaşama bağlayan kızımın ismi Bahar, Kanada’da doğdu bunu hepiniz biliyorsunuz tahmin ediyorum yazdığım yazılardan, paylaştığım resimlerden.
Dün telefonum çaldı arayan Bahar. “baba seni çok seviyorum” dedi ve ben daha kendimi toparlayıp bir cevap vermeden “telefonu Kadir’e veriyorum dedi. Kadir benim damadım, Bahar’ın eşi.
“ Seni çok seviyoruz baba” diye söze başladı Kadir. “Sen çok özel birisin” diye devam etti. Bir anda kalbimin titrediğini hissettim. Gözlerim yaşardı. Hani derler ya” yürek hissederse gözler nemlenir” diye, aynen öyle oldu işte.
Ama ben iyi bir eş, iyi bir baba, iyi bir insan oldum, maalesef iyi bir kayınpeder olamadım diye yazmıştım dedim. “ hayır baba, sen hakikaten bulunmaz bir insansın ve biz seni çok seviyoruz, bunu tamamen içimden gelerek söylüyorum” dedi.
Duygulandım, hem ne kadar duygulandım bilemezsiniz. Yaz yağmuru gibi ne yapacağımı şaşırdım. Hatırlarsınız bir yazımda ölümden korkmadığımı paylaşmıştım sizlerle.
Şimdi hiç korkmuyorum.
KANADA’NIN SONBAHARI ÇOK GÜZELDİR, ÇOOOOOOK…
1970 yılında Kanada’ya uçarken yanımdaki koltukta oturan şık giyimli, düz, gri saçlarını çok zarif bir tokayla ensesinde toplamış hanımefendi ile konuşmaya başladım. Bana isminin Peggy olduğunu, Kanada’ya her yıl sonbaharı izlemek için seyahat ettiğini ve bunu son 10 yıldır tekrarladığını anlattı. Bu kadar yol, bu kadar para Kanada’nın sonbaharını izlemek için değer mi diye kınadım kadını içimden.
Toronto’ya inmeden Peggy bana 80 yaşında olduğunu söyledi. İnanmadığımı hissedince üşünmedi, ayağa kalkıp yukardan çantasını aldı ve bana pasaportunda yazan doğum tarihini gösterdi. Hakikaten de 80 yaşındaydı. Bir an memleketteki seksenlikler geldi geçti gözlerimin önünden. Peggy o kadar hayat doluydu ki, bu yaşında sonbaharı izlemek için 10 saatlik uçak yolculuğuna bana mısın demiyordu. Yıllar sonra Kanada’da yaşadığım 20 süresince her yıl sonbaharın gelmesini sabırsızlıkla beklerken hep Peggy’i hatırlayacağımı düşünemezdim.
Kanada’nın sonbaharı tarif edilmez derecede güzeldi. Düşünün tabiatın, çevrenin, vahşi hayatın, hatta böceklerin bile korunduğu bir ülkeydi Kanada. Yemyeşil ormanlarıyla, pırıl pırıl gölleriyle, mavi ışıklı dağlarıyla, Okyanuslarda kıyılarıyla, kocaman, bambaşka bir ülkeydi. O kadar çok ve çeşitli ağaç vardı ki, Andız, Kestane, Ardıç, Sedir, Kızıl Çam, Kara Çam, Çınar, Kayın, Sandal ağacı, Meşe, Ceviz, Mazı daha ismini bilmediğim neler neler. Bütün bu ağaçların sonbaharda çeşitli renklere büründüğünü, bütün bu renklerin dağların etrafında oluştuğunu, göllere rengarenk gölgelerinin düştüğünü bir düşünün.
Bir keresinde çalıştığım şirkette en yakın arkadaşımın ailesine ait çok güzel bir yazlık eve gittik. Ontario’nun kuzeyinde, Muskoka Gölünün kenarındaydı bu ev. Şükran günü olduğundan üç günlük bir dinlencemiz vardı. Bu üç gün zarfında sonbaharı doya doya yaşamak nasip oldu. Bill’in sürat motoruna binip sabahtan akşama kadar o göl senin bu göl benim dolaştık. Rengarenk yapraklar, dünyaca meşhur Kanada Kazları, türlü türlü kuşlar, sulara düşen renklerin sudaki akisleri, hepsi birbirinden güzel ve bakımlı evlerin şömine bacalarından yükselen dumanın yaydığı mis gibi çam kokusu, göllerin kenarlarına itinayla inşa edilmiş, doğayı hiç bozmayan doğayla iç içe barlar ve butik restoranlar arasında saatlerin nasıl geçtiğini fark etmedik bile.
Kanada’nın kışı çok uzun, yazı çok kısa, ilkbaharı neredeyse hiç yoktur, ama hakikaten muhteşem, dillere destan bir sonbaharı vardır, çok güzeldir çoooook.
MEMLEKETİM, İNSANIM VE BEN
Balıkçıma gidiyorum. Daha beni görür görmez bir telaş bir telaş. Önce içeride çalışanlara bağırıyor “Güven Abim” gelmiş diye, sonra elime sarılıyor öpmek için ziyade olsun tamam tamam deyip öptürmüyorum. Bu defa koluma giriyor “Abim nerelerdesin özlettin kendini” diyor. Var mı bana göre bir şey diyorum. “Olmaz mı Abim sen iste yeter ki” diyor. Pahalı olmasın ama diye ikaz ediyorum. “Ayıp ediyorsun abim senden para isteyen mi var? kahveni nasıl içiyorsun? diye soruyor. Gözlerimin içine bakıyor ve gözlerinin içi gülüyor. Balıklarımı hazırlıyorlar paramı ödüyor, her çalışanın ayrı ayrı hatırını soruyor, hayırlı işler diliyorum. Olmaz diye çok ısrar etmeme rağmen paketi arabama kadar taşıyor bana kapıyı açıp yolcu ediyorlar. Ayrılmadan “özletme kendini abi” demeyi de unutmuyorlar.
Arabamı çalıştırıp marinada ki dükkanımıza doğru yola çıkıyorum. Tam Sarıyer Börekçisinin önünden geçerken Marina komşularımdan birini görüyorum, O da beni fark ediyor. Elindeki böreği bırakıp arabama koşuyor. “gel Abi sana börek ısmarlıyım diye tutturuyor. Belli akşamdan kalma. O kadar ısrar ediyor ki dayanamıyor, arabamı aslında park etmemem gereken bir yere park edip iniyorum. Boynuma sarılıyor, defalarca teşekkür ediyor onu kırmadığım için o kadar candan, o kadar samimi ki.
Böreğim, çayım bitiyor kalkıyorum. Tam o anda Belediye zabıta arabası geliyor, zabıtalar iniyorlar ve arabalara ceza kesiyorlar. Birisine bana ceza kesmediniz değil mi diye soruyorum “Abim” diyor “sana her yer serbest. Biz sana ceza keser miyiz, elimiz varır mı?” sonra dönüp diğer zabıtaların okeyini alıyor. “ceza keser miyiz Güven Abim’e” diye soruyor. Onlarda koro halinde “olur mu Abi” diye yalancıktan gönül koyuyorlar, gülüyoruz birlikte.
Marinaya geliyor Migros’a gidiyorum. Kasaya geldiğimde paramı öderken kasada ki gamzeli kız bana “ Güven Bey ne kadar güzel gözleriniz var. Hem renkleri çok güzel hem de hep sevgiyle bakıyorlar” diyor. Sabah sabah dünyalar benim oluyor. İltifat işitmenin yaşı yok biliyor musunuz. Teşekkür ediyorum ve hem de çok şanslıyım iki tane gözüm var diyorum. Bilmiyorum yaptığım espriyi anlıyor mu ama gülümsüyor. Gamzeleri daha bir belirgenleşiyorlar.
İşte bana devamlı “o kadar yıl sonra Kanada gibi bir ülkeyi bırakıp neden Türkiye’ye döndünüz diye soranlara cevabımdır bu yazım. Kanada’ya ilk gittiğimde gökdelenlere, parklara, çiçeklere, parklarda oynayan sincaplara, arabalara, evlere, dünya güzeli kızlara, paraya o ihtişama baktım baktım, her şey çok güzel ama ben bu memlekete gömülmem kardeşim dedim kendi kendime. 22 yaşındaydım.
Evet, bir başkadır benim memleketim, bir başkadır benim insanlarım. Et tırnaktan ayrılmaz, Kurban olurum bu memlekete ben. Kurban olurum bu insanlara ben. Ağızlarını yerim ben onların.
Hepinizi çok seviyorum. Bu memleketin hepimize, hepimizin desteğine ihtiyacı olduğunu sakın unutmayın. Taş yerinde ağırdır.
Güzel bir gün yaşayın olur mu?
BİRAZDA GÜLÜN BAKALIM
Artık ilkeli ve dürüst çalışmaya son veriyorum. Tezgah kuruldu. Çağa ayak uyduruyorum, hatta balıklama dalıyorum. Bana bir şeyhler oluyor.
BAĞ BOZUMU DİYEBİLİRSİNİZ
Evimin veya lokantamın salonuna girdiğiniz de bir yığın obje ile karşılaşırsınız. Resimler, tablolar, fotoğraflar, antika eşyalar, heykeller, boş içki şişeleri, çiçekler, saksılar,kitaplar, vitray ışıklar, ağaç merdiven, Sıtkı ustanın seramikleri, çini tabakları, rengarenk karanfiller boyanmış ağaç kepenkler, boy boy kilimler, deve minderleri, tablo yastıklar, yaşam savaşı veren orkideler, eski tuğla duvarlar, ağaç işlemeli Ula tavanı, antika saatler, anamın “Singer” marka dikiş makinesi, daha neler neler. Nereye bakacağınızı, neye bakacağınızı şaşırırsınız.
Eğer sessizce bir kenara oturup kulak verirseniz, bütün bu saydığım objelerin kendi aralarında fısıldaştıklarını, size bir şeyler anlatmaya çalıştıklarını duyarsınız. Hepsinin bir ruhu, sizinle paylaşacak bir hikayesi vardır. Nerede yapıldıklarını, nasıl bu eve geldiklerini anlatırlar. Ne kadar zamandır burada yaşadıklarını, son yıllarda her şeyin bir anda nasıl değiştiğini, evin nasıl yalnızlaştığını, sessizleştiğini, o eski mutlu günleri nasıl özlediklerini anlatırlar. Efendilerinin artık yaşlandığını, eğer bir gün bir sebepten ev satılır veya el değiştirirse başlarına neler gelebileceğinin endişesini paylaşırlar sizinle. Kaygılarını dile getirirler, İkinci el mağazalarının soğukluğundan bahsederler, antika dükkanların da bir kenara atılmaktan, daha kötüsü çöpe atılmaktan ne kadar korktuklarından, belki de birbirlerini hiç göremeyeceklerinden yakınırlar.
Sonra bütün eşyalar birbirine iltifat etmeye, hal hatır sormaya başlarlar, gülüşürlerde. Aslında bu acemice saklamaya çalıştıkları bir çeşit helalleşmedir.
Sonunda, zor günlerin yolda olduğunu hissedersiniz, hissettirirler.
NO COMMENTS
Ne olacak bu memleketin hali, nereye gidiyoruz?
--Abi palamut mevsimi şimdi. Karadeniz’den bir palamutlar geliyor, nah böyle kolum gibi. Akşam şöyle palamut tava, tere, Ezine peyniri, rakı….
En sonunda Suriye Suriye derken ordu Suriye’ye girdi.
--Marinada bir dönerci var bir İskender yapıyor, salça, tereyağı vallahi parmaklarını yersin
Bunlar en sonunda bizi de Orta Doğu bataklığına sokacaklar.
--Bizim evin köşesinde bir kebapçı açıldı, bir telefon 10 dakika sonra mis gibi lahmacunlar kapında.
Dostumuz kalmadı. Dış güçler bizi yıkmak, bölmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Tuzağa düşüyoruz tuzağa.
--Nasıl geçirdik ama İngilizlere Şükrü Saraçoğlunda iki tane. Dört olurdu dört, Ahhh ulan Emenike…
Doğuda harp var, şehit haberleri gelmeyen gün yok
--Akhisar’a üç attık, Aslan Fener, Allah’a şükür yine yüzümüz gülmeye başladı.
Turizm bitti. Millet borç içinde yüzüyor. Esnaf kışı nasıl geçirecek bilmiyor.
--Konyalı restorana hiç gittin mi? Adam bir tandır yapıyor…
Bomba üstüne bomba, masum insanlar, çocuklar, kadınlar ölüyor. Televizyonu açamaz, gazete okuyamaz olduk.
--Havalar çok iyi gidiyor maşallah, deniz suyu hala sıcacık.
Boşuna yazmamış rahmetli Orhan Veli, "Ne Londra konferansı, ne atom bombası. Bir elinde cımbız, bir elinde ayna, umurunda mı dünya" diye
NEREYE KADAR HA, NEREYE KADAR?
70 YAŞ BLUES
Yeryüzünde yaşayan diğer 70 likler ne yapıyorlar bilmem ama ben 70 yaşından gün almaya başladığımdan beri göğsümde sadece beni imha edecek kadar güçlü bir saatli bomba taşıyor gibi hissediyorum. Umursamamaya çalışıyorum ama umursuyorum. Günlerin artık çabuk çabuk geçmesini istemiyorum. Zamanı yavaşlatmak için elimden geleni yapıyor, daha yavaş yiyor içiyor, daha yavaş yürüyorum. Daha kısa düşünüyor, daha kısa konuşuyor, daha kısa yazıyor, hatta daha kısa türküler söylüyorum.
Ama sevdiklerime daha uzun sarılıyorum.
SONBAHAR
Köylerde, kasabalarda yaşlı insanlara rastlarsınız. Bu insanlar kalabalık, büyük şehirler de fark edilmezler. Üstlerinden kaçan elbiseleriyle, pijamalarıyla bir yerlere yürürler. Kıyafetleri, alınlarında ki çizgiler, gözlerindeki bakış ve yüz ifadeleri birbirine çok benzer. Adım atışları da birbirlerine çok benzer, yavaş kısa, ayak burunları dışa doğru açıktır. Çoğu zaman yüzlerinde belli belirsiz ağlamaklı bir gülümseme, hep bir yerlere bakarlar ama yanlarından geçenlerle çok az göz teması kurarlar. Belki utanırlar yaşlılıklarından, belki de umursamazlar. Bu sanki bir şeyler ispatlama yürüyüşü, bakın bu gün de ölmedim, yaşıyorum, bacaklarım beni taşıyor, nefes alabiliyorum, görebiliyorum yürüyüşüdür. Ama hepsi bu yorgun adımların artık son adımları, bu ayak izlerinin artık son ayak izleri, nefeslerinin sayılı olduğunu bilirler.
UYANIŞ
Çok kızardım. Eskilerin deyimi ile sinir olurdum. Yüzüme kan hücum eder ellerim buz gibi olurdu kızdığımda. Bütün vücudum titrerdi. Hiddetimden kekelerdim. Gırtlağıma bir şeyler tıkanır sesim kısılır, boğulacak gibi hissederdim. Söverdim de. Sonra da küserdim, aylarca, hatta bazen bir yıl. Birileri araya girsin barıştırsın diye içim titrerdi ama gidip barışmazdım.
Ah o gurur yok mu o gurur!
Şimdi bütün kızdıklarımdan, küstüklerimden, sövdüklerimden özür diliyorum.
Ne kadar salakmışım!
EN AZINDAN BEN BÖYLE DÜŞÜNÜYORUM
İnsanın hayatının sonlarına yaklaştığını hissetmesi pek güzel değil. En azından ben böyle düşünüyorum. Bilhassa arkadaşlarının hastalanıp ölmesi, cenazeler, hastane konuları üzücü olduğu kadar da ürkütücü. Bir yandan olanlara inanamıyorsunuz, bir yandan sıranın artık kendinize geldiğini hissediyorsunuz. Aklınıza “hayret böyle mi olacaktı?” sorusu geliyor. Böyle mi olacaktı diye soruyorsunuz kendi kendinize, “ama ben böyle bir şeye hazırlıklı değilim ki sadece başkaları ölür giderler diye düşünüyordum” diyor, ümitsizce gönül koyuyorsunuz.
En zoru da kucak kucağa büyüdüğünüz en yakın arkadaşlarınızdan birini omuzlarınızda taşımak. Okul günlerini düşünüyorsunuz. Mahallede oynadığınız oyunlar aklınıza geliyor. Saklı saklı tüttürdüğümüz sigaraları, izmarit topladığınız günleri, aman kimseler görmesin, anamız babamız duymasın, korkusuyla kuytularda aynı şişeden kafanıza dikip içtiğiniz köpek öldüren şarapları hatırlıyorsunuz. Kızlardan bahsettiğinizi, bir türlü paylaşamadığınız ucuz seks magazinlerini, birden büyüdüğünüzü, aşık olduğunuzu, evlenip, çoluk çocuğa karıştığınızı, isteseniz de istemeseniz de birbirinizden nasıl koptuğunuzu anımsıyorsunuz.
O cenaze arabasından mezarın başına kadar kafanızda ki anılarınızın karmaşası bitmiyor. Mezarın başında sizin gibi şaşkın şaşkın dikilen diğer arkadaşlarınızla göz göze gelip birbirinize gülümsüyorsunuz. Elinizden başka bir şey gelmiyor. Bu göstermelik, sahte olduğu o kadar belli, o kadar çaresiz bir gülümseme ki. Aslında içim kan ağlıyor, hem onun için hem kendim için üzülüyorum, ağlamasına ağlayacağım da utanıyorum gülümsemesi. Kimsenin eli küreğe varmıyor toprak atmak için, çünkü, hepimiz hayatımızın bir bölümünü gömdüğümüzü biliyoruz.
Dedim ya insanın hayatının artık sonuna yaklaştığını hissetmesi pek güzel değil. En azından ben böyle düşünüyorum.
( Sivas’ın tozlu yollarında Deniz Gezmiş’le bu resimde gördüğünüz gibi, kaderimizin ne olacağını bilmeden bütün gün sarmaş dolaş yavru köpek arardık. Bora Gezmiş, Deniz’in Abisi hatırlar o günleri)
TECRÜBE KONUŞUYOR
Sevdiğiniz, gönül verdiğiniz, veya gönül vermeye kararlı olduğunuz kadının yüzüne bakıp, içinden geçenleri anlamaya çalışırsanız her şeye açık olmalısınız.
Tarım ilacı içmeye, Antalya’daki falezlerden aşağı atlamaya, ömür boyu mutlu olmaya, delirmeye, katil olmaya, şakır şakır oynamaya, zırıl zırıl ağlamaya, kendinizden nefret etmeye, çekip gitmeye, fitil gibi sarhoş olmaya, sinir krizi geçirmeye, hemen diz çöküp evlenme teklif etmeye, kafanızı en yakın duvara vurmaya, ayaklarına kapanıp af dilemeye, avazınızın çıktığı kadar bağırmaya, elinizde tuttuğunuz çay bardağını yemeye, bir kutu sakinleştirici içmeye, ne kadar salak olduğunuzu keşfetmeye, sarılıp dans etmeye, ananızın ne kadar haklı olduğunu anlamaya….
Yoruldum artık yazamıyorum.
ORADAN BURADAN
Günaydın. İşte bu benim, son halim ve bu gün yine bir Pazar günü. Pazar günlerini sevmediğimi biliyorsunuz. Ama bu gün Marmaris, İçmeler o kadar güzel ki. Sizlere Pazar keyfini bozmayacak bir yazı döktürmeye karar verdim. İsmine de oradan buradan koydum.
Hakikaten çok güzel bir gün. Pırıl pırıl bir güneş, Allah’ım begonvilleri bir görmelisiniz, renk renk, kırmızının pembenin her tonu, turuncu, eflatun inanılmaz. Ayvalar büyümüş, narlar dalları kırıyor, kıpkırmızı. Mandalinalar, portakallar tam sararmamışlar ama limonlar toplanacak gibi.
Motosikletime bindim, rüzgarı yüzümde serin serin hissederek bir İçmeler turu yaptım. Bu arada zabıta Erdoğan’a rastladım. Sivil giyinmiş, bu gün Pazar ya. Üstünde mavi bir şort ve yine aynı renkten bir tişört var ama hala zabıta. Biliyor musunuz üniforma bazı insanların üstüne ikinci bir deri tabakası gibi yapışır. Ne yaparlarsa yapsın, ne giyerse giysinler siz hala onları üniformalı görürsünüz. Mesela benim önüme sivil giyinmiş 100 kişinin resmini koyun ben size teker teker emekli paşaları bulur çıkarırım.
Efendim birçok şey göründüğü gibi değildir. Bizler her şeyi bildiğimizi sanırız ama aslında bir bok bilmeyiz ve devamlı yanılırız. Defalarca üzülür, yorulur, boşu boşuna zahmetlere gireriz. Bu yüzden bazen büyük sözü dinlemekte fayda vardır. Kayseri’de genç bir delikanlı anasını sırtına almış, bir yaz günü ofluya puflaya bir yerlere gidiyormuş. Giderlerken imama rastlamışlar. “Hayrola oğlum” demiş imam “anan sırtında nereye gidiyorsun? Hasta falan mı? “Yok” Demiş oğlan “Babam öldü, anama bir şey olmadan onu sırtımda Kabe’ye götürüp hakkını ödeyeceğim. İmam “Bak oğlum demiş ananın hakkını böyle ödeyemezsin. Sen ananı ever. Ona bir koca bul” Oğlan kızmış “Ne biçim imamsın sen yahu? Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Yürü git demiş ve yoluna devam etmiş. Biraz yürümüş, anası başına vurmuş” Hocandan iyi mi bileceksin lan salak” demiş.
Çifte standartlar var ya çifte standartlar, en gelişmişleri memleketimizde vardır. İmamın biri bir Karadeniz kasabasında Cuma günü vaaz veriyor. Tam coşmuş” Ey cemaat karılarınıza, kızlarınıza sahip çıkın. Sakın haaa açık saçık giyinmesinler, makyaj yapmasınlar, Kafalarını açmasınlar” diye ağzından bal akarken, ön saflarda oturan biri cemaatten “İyi ama senin hanım mini etek giyiyor” diyince, İmam birden yüzünde beliren bir gülümsemeyle başını iki yana sallamış ve “Ama kafire de yakışıyor değil mi?” demiş..
Bir de konuşmak için konuşan, soru sormak için soru soran insanlar vardır. “Gevezeyi cehenneme atmışlar odun yaş diye bağırmış” deyimini çok severim. Yerinde söylenmiştir. Bir gün bir adam Nasrettin Hocayı ziyarete gelmiş. “Hocam” demiş “Sana bir sorum var. “Buyur sor” demiş hoca. “Helada otururken sakız çiğnesem günaha girermiyim?. Hoca biraz düşünmüş, sakalını sıvazlamış, “Yok” demiş “günaha girmezsin de, bir gören olsa bok yiyorsun zanneder”
Pazarınız güzel olsun, tamam mı? İyi yaşayın.