17 Mart 2016 Perşembe

BİR BAHAR AKŞAMI

Denemeler kitabımdan;
BİR BAHAR AKŞAMI
İnsan yaşlandıkça Merhum Selahattin Pınar'ın bu ölümsüz eserini çok daha iyi anlıyor ve bu şarkıyı neredeyse bire bir yaşıyor kendi hayatında.
Bir bahar akşamı rastladım size
Sevinçli bir telaş içindeydiniz
Derinden bakınca gözlerinize
Neden başınızı öne eğdiniz
İçimde uyanan eski bir arzu
Dedi ki yıllardır aradığım bu
Şimdi soruyorum büküp boynumu
Daha önceleri neredeydiniz.
İşte böyle güzelim, şimdi sana “Hayır” desem seni, “Evet” desem kendimi kaybedeceğim. Ne kadar kötü ve yıpratıcı bir duygu bu kararsızlık. Ömer Hayam boşuna” Kararsızlık cehennemin ilk basamağıdır” dememiş. Ne gerek vardı şimdi birden karşıma çıkmanın, gözlerime dolmanın, ellerimi tutmanın, sırası mıydı canım be, sırası mıydı yani? Ben ne güzel kendi kendime yaşayıp giderken.
Daha önceleri neredeydiniz???

SEN DE BİL BEN DE


Uzat bana ellerini, el ele tutuşalım. Ellerimiz bizim ellerimiz olsunlar. Ama senin elinin senin, benim elimin benim olduğunu bilelim ikimiz de.
Kaldır başını gözlerime bak. Kaybolsun gözlerimiz birbirinin içinde. Bizim gözlerimiz olsunlar. Ama senin gözlerinin senin, benim gözlerimin benim olduğunu bilelim ikimiz de.
Kalbimi al kalbinin üstüne koy, birlikte atsınlar. Bizim kalbimiz olsunlar. Ama kendilerine ait ritmleri de olduğunu bilelim ikimiz de.
Benim dünyam senin olsun sevgilim. Seninki de benim. Sen benim dünyamı sev, ben de seninkini. Ama senin dünyanın senin, benim dünyamın benim olduğunu bilelim ikimiz de.

BİTTİ ÇOCUKLUĞUM



“Beni hiç dinlemiyorsun Güven. Kaç kez söyledim sana şu saçının bağını bileğine takma diye. Sonra unutup gece kolunda takılı yatıyorsun. Bileğine kan oturmuş güzelim. Beni üzmek hoşuna mı gidiyor ? Bak söylüyorum başına iş açacaksın” Diye azarlardı güzel gözlüm beni. O yemyeşil gözlerini kocaman kocaman açarak gözlerimin taa içine bakarak azarlardı beni, kızardı bana. Bense suçüstü yakalanmış, afacan bir çocuk gibi gülerdim. “Birde marifet yapmış gibi gülüyorsun gül gül bakalım, bir gün kolunu kaybettiğinde de ben güleceğim” derdi. Ben gülmeye devam ederdim. Bana bakar bakar yüzü yavaş yavaş değişir, gülümsemeye başlar, gülümsemesini belli etmemek için sarılır, başını boynuma gömerdi. Bu defa kulağıma yumuşacık bir ses tonuyla “Yapma böyle sevgilim beni üzmek hoşuna mı gidiyor diye fısıldardı. Öyle kalırdık belli bir süre. Karım, kardeşim, en iyi dostum, arkadaşım, annem gibiydi kollarımın arasında tuttuğum bu güzel kadın, her şeyimdi benim o. Öyle mutlu olurdum ki. Onu hiç bırakmak istemez, saçlarının kokusunu içime çekerdim. Birden beni omuzlarımdan geri iter, gülümsemesini beceriksizce saklamaya çalışarak “Ben gülmüyorum ama” der ve gülmeye başlardı. Yine birbirimize sarılır gülerdik, gülerdik, çok gülerdik.

Artık saç bağımı hiç bileğime takmıyorum. Gülmüyorum, şımarmıyorum da.

Bitti çocukluğum.

Birden büyüdüm.

69 yaşındayım şimdi


AYRILMAK, HATTA AYRILIP GİTMEK

Denemelerden başka bir sayfa
AYRILMAK, HATTA AYRILIP GİTMEK
Ayrılmanın çeşitleri vardır güzelim. İnsan hayatı boyunca hep çok güzel hatırlayacağı bir şekilde de ayrılır, hiç hatırlamak bile istemeyeceği şekilde de ayrılır birbirlerinden. Sen belki de en güzel biçimde ayrıldın gittin benden. Severek, özür dileyerek, benimle başka bir zamanda başka, bir vücutta birlikte olmaya inanarak, Elinden başka bir şey gelmediğini söyleyerek, bütün dileyecek güzel şeyleri dileyerek. Ben sana nasıl gönül koyarım nasıl kızarım, nasıl alınırım a deli çocuk.
Yolun açık olsun, hep açık olsun. Şimdi ben de sana “Sakın dönme” diyorum aynı senin “Gidiyorum” dediğin güzellikte, “Sakın dönme artık” daha önce yaptığın gibi” diyorum. Bence her şey böyle güzel kalsın ve güzel hatırlayalım birbirimizi. Bırakalım yollarımız kendileri karar versinler nereye varacaklarına.veya varmayacaklarına. Yoksa başka bir zamanda, başka bir vücutta bir araya gelemeyiz ki.
Bunu ikimizde biliyoruz değil mi?


Üç “S”, sonra “B”

Üç “S”, sonra “B”

Ben seni hiç görmedim, sarılmadım, öpmedim, saçlarını koklamadım. Sanal sevgilim benim. Ben seninle 36cX12cm siyah dikdörtgen bir alanda, 108 sembolle birlikte yaşarım.

En sevdiğim harf “S” harfidir Bana seni, sevgiyi, sevgiliyi anımsatır. “R” ve “T” haflerini de severdim aslında 12 yıl önce. Şimdi parmaklarım gitmiyor o harflere nedense!!!. “C” harfi Can Yücel’i, Cemal Süreya’yı, “A” Ahmet Arif’i, “O” Orhan Veli”yi, “A” Atilla İlhan’ ı getirir aklıma, gözlerim dolar. “Ö” yü kullanırken tabiî ki Özdemir Asaf ve öpmek gelir içimden seni, özlerim. Her “G” harfinde sana sarılırım. Yumuşak “Ğ” ye basarken gülerim aklıma Mehmet Ali Erbil’in bu harfle ilgili belden aşağı lafları gelir. “Y” harfi benim için yolun sonu gibidir, çok kullanırım, parmaklarımın yanacağını bile bile. Zaten bu harfin şeklide ok gibidir, her kullandığımda kalbime saplanır kalır. "H" harfine basarken ürperirim, tüylerim diken diken olur terlerim, gözlerim dalar. Bana hastalığı ve hastane günlerimi anımsatır. "K" harfinden hiç bahsetmiyorum, kanserin baş harfidir.

Nokta kullanmayı sevmem, hep bir şeyleri bitiriyormuş gibi hissederim. Bu yüzden cümlelerim uzundur. Noktalı virgüle bayılırım yazıya hayat verir çünkü virgül noktayla sanki her şeyi yeniden başlatmak için mücadele ediyor gibime gelir. İki nokta üst üste hiç kullanmadığım bir semboldür. Saçlarını okşamak içimden geldiğinde ünlem kullanırım biliyormusun?

İki parantez arasını gönlümle doldururum. Her açtığım parantez bana hala hayatta olduğumu, hayatın devam ettiğini hatırlatır.Her Parantezi kapatırken hüzünlenirim ben, neden hüzünlenirsem.

Sana yazarken, seni yazarken bazen öyle sevgi dolarım ki harflerde sembollerde renk değiştirirler. Önce mor, sonra pembe, sonra, sarı, sonra yeşil, sonra turuncu sonra da senin çok sevdiğin kırmızı renge dönüşürler ve her paragrafla ben sana rengarenk çiçekler gönderirim.

Dedim ya sen benimle 36cmX12cm bir klavye içinde yaşarsın. Sen Sanal Sevgilimsin Benim. Ama dikkat et bu cümleye, hatta bütün dikkatini ver. Üç kelime de “S”ile başlıyor son kelime “B” ile. Yani üç defa sen bir defa ben….

Dört nokta yol demektir sadece yola çıkacağım zaman kullanırım. 



.

BİLMEMENİN DAYANILMAZ GÜZELLİĞİ



Artık hiçbir şeyi bilmiyorum. Senelerdir bilmekten yoruldum. Bilmemek daha iyi. Bir bilene sormak hiç içimden gelmiyor Çünkü bilmediklerimi anlayamadıklarımı anlatırlarsa bilenler, kafama bir kurşun sıkmaktan korkuyorum.

Memleketin durumu ne alem de? Hava nasıl olacak yarın? Sigaraya alkole zam geliyor mu? Benzin fiyatları hala mı yükselecek? Nereye gidiyoruz? Buişin sonu ne olacak ? Bu gidişe kim dur diyecek? Ne zaman gülmeye başlayacağız? Fakir fukara ne yiyip ne içecek? Bu kadar mülteci nereye konur, nereye sığar? Neyi paylaşamıyoruz? Şehit haberlerine artık alıştık mı? Yeni Rakı Almanya da niye yarı fiyat ki?

Bilmiyorum, bilmiyorum, bilmiyorum. Her şey normal, her şey yolunda görmüyormusunuz?

Akşam eve gittiğimde kapımı açıp bana sarılacak biri olmayacağını biliyorum ben. Bir de yemek yapmam gerektiğini, bir de bulaşıkları yıkama zorunluluğunu, bir de köpeğimin mamasını verip yürüyüşe çıkarmayı, bir de temizlık yapmayı, bir de kestane yemeyi özlediğimi, bir de yalnızlığın ne boktan bir şey olduğunu biliyorum ben, bir de...



ALFABENİN İLK HARFİNE ANLAMSIZ BİR YAZI

Denemeler kitabımdan başka bir yazı;
ALFABENİN İLK HARFİNE ANLAMSIZ BİR YAZI
Peş peşe yaşanmış hayal kırıklıklarından sonra gelmiştin bana. Sen de benim gibi bir yerlere tutunmak istiyordun. Daha seni görür görmez, sevmediğin bir geçmişi omuzlarında taşıdığını fark etmiştim. Kendi değerini kendi ayaklarının altına aldığını biliyordun, hem çok iyi biliyordun. Belki de göğsünün üstüne al karısı gibi çöken depresyonlarının sebebi buydu. Hem kendini affedemiyor, hem pişmandın yaşadıklarına, yaşattıklarına. Ama hayatından da, tuttuğun yoldan da şikayet etmiyordun. Belki de dibe vurmak hoşuna gidiyordu. Sonunda sona ulaşmanın rahatlığı gibi yani.
Sonra gittin, yine geldin, yine gittin yine geldin. Seninle her oturduğumda seni o yakana taktığın ucuz etiketten kurtarmak istedim ben, ama sen o etiketi her çıkarıp yere attığımda, yine yerden alıp taktın yakana. Bunu yaparken bana gülümseyen sen değildin biliyormusun? şeytanındı çocuk. Ben şeytanın kadar güçlü değildim, olamazdım da. Boynumu büküp acizliğime rıza göstermekten başka bir seçeneğim yoktu.
Şimdi kim bilir nerelerdesin, kimlerlesin, neler yapıyorsun. Bilmiyorum, inan merakta etmiyorum, ama seni bir daha görmek istemediğimi çok iyi biliyorum.
Sadece seninle aynı ismi taşıyan insanlarla karşılaştığımda elimde olmadan hissettiğim incecik bir sızı oluşuyor kalbimin derinliklerinde o kadar. Ne popüler isimmiş ismin!
Birde öyle veya böyle aklıma geldiğinde dua ediyorum senin için.
Artık dertlerimin arasında da, endişelerimin arasında da yoksun.


ALTERNATİF ÇÖZÜM

Denemeler kitabımdan;

ALTERNATİF ÇÖZÜM

Eşim beni terk ettiğinde herkes bir şey söyledi “Bul o kahpeyi” dediler, “Eline bir bıçak al boğazını kes, veya pompalı tüfekle kafasını darmadağın et, veya bir satır bul doğra onu, ama önce parmaklarını uçur birer birer, yüzüne kezzap ta atabilirsin. Yapılır mı senin gibi birisine bu lan? Senin gibi issiz, kumarbaz, akşama kadar okey masasından kalkmayan zavallı bir alkoliğe yapılacak şey mi? Göster ona gününü, en tabi hakkın bu senin. Öldür onu büyük bir zevkle parçala o orospuyu” dediler.

Ben de düşündüm, düşündüm, kendimi öldürdüm. Daha kolayıma geldi.


CENNET VE CEHENNEM



“Cennet de sen, cehennem de sen” demiş, o güzel insan, Ömer Hayyam asırlar önce.

Bir türlü uyanamadığımız, o derin uykumuzdan uyanıp, kıskançlıklarımızdan, dedikodulardan, hesap kitap yapmadan, kötü düşüncelerden, iki yüzlülükten, egoistlikten, peşin hüküm vermelerden, yalan dolandan, gurur triplerinden, cep telefonlarından, yakamızı sıyırıp sevgiyle yaşamaya başladığımızda fark ederiz cenneti, çünkü cennet her yerdedir.

Muğlayı geçip Sakar yokuşundan inerken, sanki cennetin merkezine inersiniz. Yedi adalara mı, Akyakayamı, Gökovayamı, yemyeşil tarlalaramı, okelüptüs ağaçlarına mı, ağaçlıklı yola mı, Akçapınaramı nereye bakacağınızı şaşırırsınız. Bu sihirli yokuşun bir yanında kırmızının her tonunu gözlerinizin önüne seren bir güneş batar, aynı anda diğer yanında kocaman, gizem dolu, muhteşem bir ay doğar ve şansınız varsa her ikisini de izlersiniz. İçiniz dolar, gözlerinizin neden yaşardığını anlayamazsınız.

Bu sihirli yokuş sizi denizin mavisine, dalgaların sesine, rüzgarın uğultusuna, pırıl pırıl bir gökyüzüne, kayan yıldızlara, badem çiçeklerine, leylaklara, bahar çiçeklerine, kır çiçeklerine, papatyalara, yabani lalelere, kekiklere, ada çaylarına, oğul otlarına, rengarenk zakkumlara, begonvillere, zeytin ağaçlarına, Japon güllerine, keçilere, asırlık çınarlara, köy düğünlerine, oyalı yazmaları, mağrur yüz ifadeleriyle, Harmandalı, Kerimoğlu, Ormancı oynayan Ege kadınlarına, çizmeli, gurur dolu, diz kıran, kartallar gibi kollarını açıp, havalarda uçan zeybeklere bağlayan bir köprü olur.

Çocuğunuzun doğumunu izlemek, onun dudaklarından dökülen ilk kelime, attığı ilk adım, ilk gülümsemesi, omzunuza başını koyup güven içinde uyuması, kokusu, gülümsemesi, sizi özlemesi, sizin onu özlemeniz bu dünyaya ait olmayan duygulardır eğer farkında olursanız.

Sonra cennet, bir çift çok güzel yeşil göz olur, her seferinde sevgiyle, ama her seferinde ayrı duygularla bakan. Dokunmaya kıyamadığınız gamzeler, sarı dalgalı aslan yelesi gibi saçlar, sarılmaktan usanmadığınız bir vücut ve öpmeye doyamadığınız dudaklar olur cennet. Her şeyin farkında olursunuz, bütün güzellikler birbirini tamamlar, ayaklarınız yerden kesilir, yaşadığınız coşkudan kalbiniz öylesine çarpar ki yerinden fırlayacak gibi hissedersiniz. Senelerin nasıl da uçup gittiğini fark etmezsiniz. Cennette zaman mefhumu yoktur. İnsan cennetteyken geçip giden zamanı fark etmez ki.

Sonra beklemediğiniz bir şeyler olur hayatınızda ve cennetinizle bağlantınızı kaybedersiniz. Her şey yine yerli yerindedir ama sizi o cennete bağlayan, size o cenneti hissettiren, yaşatan meleğiniz bir daha geri dönmemek üzere çıkıp gider hayatınızdan. Sudan çıkmış balığa, serseri bir mayına dönersiniz. Hiç kimse yardım edemez size, hiç kimse o duyguları geri getiremez, hiç kimse yüreğinizden neler geçtiğini anlayamaz. Çünkü meleğiniz yaşadığınız cenneti de arkasına takıp götürmüştür. Öyle bir kayıp yaşarsınız ki, dünya başınıza yıkılmış gibi hissedersiniz.

Sevdiğinizin cennette olduğundan hiç süphe etmezsiniz. Çok özlersiniz, çok acı çekersiniz ama onun için sevinirsiniz. Hem güler hem ağlarsınız, hatta kıskanırsınız bile onu cennetten ve cennettekilerden.

Ve ona tekrar kavuşmak için boynunuzu büküp cehennemde bile yaşamaya razı olur, imtihanınıza hazırlanırsınız.



EŞKİYANIN NE YAPACAĞI HİÇ BELLİ OLMAZ



Geçenlerde arabamı muayenesi dolduğundan, trafik muayenesine götürdüm. Benim seneler önce Yasemin çok sevdi diye satın aldığım, daha doğrusu sevgilime aldığım 1999 model lacivert bir arabam var. ABS ışığı yandığı için muayeneden geçemedi. Bana bir ay müddet tanıdılar problemi halledip dönmem için. Tabi gereken parça Marmaris’te olmadığı için, dışarıdan ısmarlandı.

Bu sabah Bosch Servisinden telefon açıp parçanın geldiğini söylediler, bende sabah on sularında arabama binip sanayi sitesine doğru yola çıktım. Yarı yolda trafik durdurdu ve ehliyetimi istediler. Çıkarıp verdim. Birazdan memur bana arabamın kontrol günü geçtiğini ceza ödemem gerektiğini söyledi. Bende onlara muayene bürosundan aldığım, bana bir ay süre tanıyan belgeyi gösterdim ve gereken parçanın geldiğini, zaten sanayiye gittiğimi ve arabamın tamirini yaptırıp muayene bürosuna gideceğimi söyledim.

Her şeyi gayet kibar ve detaylı anlatmama rağmen, polis memuru arabamı bu şekilde trafiğe çıkarmamın suç olduğunu ve bana 92TL ceza keseceğini söyledi. Bende boynumu büküp kabul ettim. Sonra ne olduysa komiser geldi. Bana şöyle bir baktı, ruhsatı inceledi, evraklara baktı. Sonra her şeyi bana geri verdi ve “Tamam abi gidebilirsin” dedi. “Ceza yazmayacak mısınız” diye sordum. Komiser gözlerimin içine baktı. “Abi” dedi “Yengeyi tanırdım, Allah rahmet etsin. Seni de tanıyorum. Eşimle yazdığın bütün yazıları okuyoruz. Yapamam, ben sana ceza kesemem ki abi” dedi. Teşekkür ettim. El sıkıştık. İkimizde duygulandık.

Arabama zor döndüm. Sanayiye gidene kadar gözlerimden yaşlar aktı durdu. Yeşil Gözlü Güzel kadın hala yanımdaydı sanki. Sanki hala koltuğunda oturuyor, gülümseyerek bana bakıyor” Hadi yine yırttın, ne ballı adamsın” diyordu, ellerimi tutuyor gibi hissettim, sağ koluma sarılıyor gibi hissettim.

Büyük bir acı yaşamak kolay değil, hiç kolay değil. Ne kadar direnmeye çalışırsanız çalışın Yüreğinizin ne zaman yanacağını, acının ne zaman yakanıza yapışacağını hiç bilemiyorsunuz.

Eşkiyanın ne zaman ortaya çıkacağı, ne yapacağı hiç belli olmuyor yani.


KALBİM VE BEN



Yazdım ya sizlere, son kitabım 370 sayfa diye dün. 370 sayfa yazdım ve en az 20 kez okudum yazdıklarımı. 7400 sayfa total diyelim okuduğum.. Her okumadan sonra, ayağa kalkamayacak kadar yorgun hissettim kendimi. Her okuma beni hiç hatırlamak istemediğim, ama hep hatırladığım, hiç unutamadığım günlere geri götürdü. Omzum iyileşti. Artık yalnızlığıma iki kolumla sarılabiliyorum. Şimdi sadece kontrol edemediğim, ara sıra çok ağrıyan ve yaramazca çarpan bir kalbim var. Sanki ayrı yaşıyoruz onunla ama ikimizde kimi özlediğimizi biliyoruz. Hem çok iyi biliyoruz.


HAKSIZMI YANİ ELENİ ?...



Yorgo ile Eleni evlenmişler ( Bu arada sakın bana ırkçı damgası vurmayın, aslında ırkçılığa son derece karşı ve ırkçılardan tiksinecek derecede nefret ederim. Aynı zaman da kendisiyle dalga geçmeyi seven birisiyim. Fıkranın lehçesi böyle. Benim Allah’ın yarattığı herkese sonsuz saygım ve sevgim var.) Neyse evlenmişler işte. Düğün, dernek bitmiş, evlerine yerleşmişler. Aradan birkaç ay geçmiş. Yorgo müthiş tembel. Televizyonun önüne yatıyor bir elinde kahve, bir elinde sigara, ekranda maç ohhhh gel keyfim gel.

Eleni koşturup duruyor. Bir gün “Yorgo” diyor kızcağız pencereler iyi kapanmıyor, rüzgar esiyor üşüyorum bir bakarmısın? “Ben marangoooz? Diyor Yorgo yattığı yerden. Israr etmiyor Eleni, susuyor. Aradan bir ay falan geçiyor. Eleni “Yorgo diyor mutfakta musluk su akıtıyor tamir edermisin? Yorgo şöyle bir bakıyor. Ben muslukçuuu? Diyor. Yine aradan zaman geçiyor zavallı kız ümitsiz ümitsiz “Yorgo” diyor helanın ışığı yanmıyor bir şeyler yaparmısın?” “Ben elektirikçiii?” Diyor Yorgo efendi. “Perdeler çalışmıyor diyor “Eleni. Ben perdeciii? cevabı geliyor Yorgo’dan.

Aradan biraz daha zaman geçiyor. Yorgo bir gün eve geliyor her şey tamir edilmiş. Hayret ediyor. “Ne oldu” diyor “Her şey yapılmış. Nasıl becerdin?” “Ben becermedim” diyor Eleni. “Hani bizim hep alış veriş yaptığımız market var ya, orada çalışan çocuğa durumu anlattım, oda bana “Ben bu tamirlerin hepsini yaparım, ama ya bana güzel bir pasta yaparsın ya da ben seni güzel bir…… dedi.

“Pasta yaptın mı bari” diye sorunca Yorgo, “Ne pastası” diyor Eleni “Ben pastaciii?”...

İşte böyle sayın seyirciler. Hayat bir mücadeleden ibaret. Ve her insan kendine düşeni yapmak zorunda. Mesuliyetlerini bilmek zorunda. Tembellik, umursamazlık bir yere kadar. Böyle gelmiş böyle gitmez. Valla hayat insana bir tokat atar ki feleğini şaşırtır. Bir daha da iki yakası bir araya gelmez. Sürünür, kaybolur gider.

Ne güzel söylemiş güzel atalarımız, akıllı insanlar, “Son pişmanlık fayda etmez” diye. Yerim onların ağzını ben.

ŞEREFE DİYORUM



Agop ölmüş. Defnedilme merasiminde eşi Hayganoş mezarın yanında iki gözü iki çeşme ağlıyor, feryat ediyor dizlerini dövüyor.

"Ahhhh" diyor, “Ne güzel Almanca konuşur idi, ne güzel İngilizce konuşur idi, ne güzel Fransızca konuşur idi"

Böyle devam edip giderken Agob’un en yakın arkadaşı Garbis artık dayanamıyor, Hayganoş’un kulağına eğiliyor “Yahu Hayganoş" diyor. "Ne Almancası, ne İngilizcesi, ne Fransızcası, Agop Türkçeyi zor konuşur idi".

“Hayal eder idi, heves eder idi” diyor Hayganoş, göz yaşları içerisinde “Hayal eder idi”

Hayal etmek, hayal kurmak ne kadar güzel, ne kadar önemli bir insanın hayatında biliyormusunuz? Hayatın bir gün o kurduğunuz güzelim hayalleri çekip elinizden alacağını, sizi bomboş bir kafa ve tıka basa dolu bir kalple ortada bırakabileğini biliyormusunuz? Kaybettiğiniz hayallerinizden oluşan boşluğa hatıralarınızın dolacağı ve isteseniz de, istemeseniz de artık hatıralarınızla yaşamak zorunda kalacağınız bilmem hiç aklınıza geliyor mu?

Hayallerinize sahip çıkın, onların kıymetini bilin. Uçmayı bilmeseniz de, uçamasanız da uçmayı düşleyin. Denizden tekneden anlamasanız da, yelken açıp Okyanusları aştığınızı düşünün. Yıldızlara erişip kuyruklu yıldızların kuyruklarına asılacağınızı, seyahatlere çıktığınızı, dünyanın en güzel plajların da içinizi serinleten egzotik içkiler içtiğinizi, sevdiğinizle el ele bütün dünyayı dolaştığınızı, kayın validenizin bir gün sizi çok seveceğini, ömür boyu sevdiklerinizle birlikte olmayı, hiç ayrılmamayı hayal edin. Hayallerini, hayal etmeyi bırakan insan yaşamayı da bırakır.

Hayallerinizle uçmayı öğrenin. Kimsenin kanatlarınızı kırmasına izin vermeyin. Her şeyinizi çalabilirler ama hayallerinizi çalamazlar unutmayın. İstediğiniz hayali kurun, bir kuruş ödemek zorunda değilsiniz, kimseye hesap vermek zorunda da değilsiniz. Bırakın size hayalperest desinler. Bu iltifatların en güzelidir. Eğer “Delirdi bu” derlerse zil takıp oynayın doğru yoldasınız, doğru yaşıyorsunuz demektir. “Hah sonunda aklı başına geldi” dedikleri zaman bittiğinizi ve sürüye katıldığınızı hiç unutmayın, sakın unutmayın.

Hayallerini kaybeden, hayal kuramayan adam içer.

Şerefe diyorum.



NEREDEN NEREYE



Islanırdım, üşürdüm, omuzlarım ağrırdı, halatlar ellerimi keserdi eldivenlere rağmen. “Olsun derdim, fırtına işlemez bana kudur” derdim” Ege denizine “Daha kudur. Limana gidiyorum. Sevgilim bekliyor. Bir sarılırım, bir öperim ne yorgunluğum kalır, ne ellerimin sızısı, ne de omuzlarımın ağrısı. "Kudur,daha kudur" derdim, meydan okurdum.

Köpeğimi alırdım yanıma vururduk kendimizi dağlara. O dağ senin, bu tepe benim, 8 saat, on saat. Terlerdim deliler gibi susardım, bacaklarım yorulurdu, kuru hiçbir yerim kalmazdı. Olsun derdim. Döndüğümüzde o güzel yeşil gözler, gözlerimin içine bakacak, o güzel kadın beni kapıda karşılayacak. Bir sarılırım yorgunluk mu kalır.

Tenis oynardım Üç set, beş set, bana mısın demezdim 65 yaşında adam. Tenis biter, ağırlık çalışırdım. 12 ay denize girer yüzerdim. “Abi” derlerdi “Nasıl yapıyorsun yahu. Biz sana bakarken yoruluyoruz” yarı yaşımda ki arkadaşlarım, dostlarım. “Beni dünyaya hayata, bağlayan bir meleğim, bir sevgilim var” derdim, bana bir gülümsüyor, bir günün nasıldı sevgilim diye soruyor, bütün yorgunluğum geçiyor” derdim.”Ferhat Şirin için dağları delmemiş mi” derdim gülerdim, onlarda gülerlerdi.

Nereden nereye. Nerelerden nerelere. İnsanın yaşam heyecanının sonuna gelmesi bir uçurumdan tepe üstü yuvarlanmasına benziyor. Panik içerisinde elleri, parmakları parçalanarak, tutunacak bir yer arıyor, tutunuyor da. Ama birden kendini yukarı çekecek bir nedeni olmadığını fark ediyor. Sonra yüzüne deli bir gülümseme yerleşiyor, bırakmak istiyor kendini boşluğa, “İste bu son” demek istiyor “Bütün acılar buraya kadar. Ötesi yok. Ne güzel. Bu defa son kez ölüyorum”



ROMANTİZMİN DİBİ



Ben sana yedi başlı ejderleri öldür, mevsimleri ters cevir, mars’ta buldukları sudan bir tas getir, iki metre yirmi beş santim yüksek atla, kafes döğüşüne başla ağzını burnunu kırsınlar, motorsiklet yarışçısı ol havada takla at, dünyanın en yüksek dağına tırman zirveye adımı yaz, fırtınalarda denize çık sörf yap, büyük sahra çölünü baştanbaşa yürü, kutuplarda balinaların fotoğrafını çek, köpek balıklarıyla yüz, kafanı timsahın ağzına sok, kobra yılanını eline al, paraşütle gökdelenlerin tepesinden atla, arının deliğine çöp sok demiyorum ki.

Elimi tut, bir demet çiçek getir, güzel bir şey söyle, dokun, konuş benimle, bana ihtiyacın olduğunu fısılda, sev beni, bir defa olsun sevdiğini hissettirsen diyorum!!!

Çok mu???


SEVGİ SEVECEĞİNİ BİLİR


Sevgi yaşadıkça, tekrarlandıkça, yenilendikçe, beslendikçe, inanıldığı sürece serpilir, gelişir, dal budak sarar, göğüs kafesinizden taşar, havalandığınızı, ayaklarınızın yerden kesildiğini, dünyaya sığmadığınızı hissettirir size. Hani bazen insan rüyasında uçtuğunu görür ve sanki hakikaten uçuyormuş gibi hisseder ya. Çok güzel bir duygudur o. Eğer içinizde sevgi varsa, bir sevdiğiniz varsa bu sevgiyi paylaştığınız, kalpleriniz, kalp atışlarınız eşleşmişse sevdiğinizle aynen uçuyormuş gibi hissedersiniz. Önünüzdeki bütün engelleri aşar, dünyaya rengarenk bulutların arasından bakarsınız. Her şey gözünüze güzel gözükmeye başlar. Cennetin ilk basamağı budur işte.

Sevdim diyemezsiniz. Seviyordum diyemezsiniz. Sevdim bir kere diyemezsiniz, sevmiştim diyemezsiniz. Sevgiye geçmiş zaman uygulayamazsınız. Sevgi bir içki değildir. Yeteri kadar içtim diyebilirsiniz ama yeteri kadar sevdim diyemezsiniz. Sevgi yemek değildir.Tıka basa doydum diyebilirsiniz ama tıka basa sevdim diyemezsiniz. Sevginin ölçüsü yoktur. Sevginin sonu da, sınırı da yoktur. İnsan sevdikçe daha çok sever. Sevgiden bıkıp usanmaz ki, karşılıklı sevgiden usanılmaz ki.

Sevdim, sevmiştim, seviyordum, sevdim bir kere diyenler sadece kendilerini kandırırlar. Seven bir insan için yaşadığı an önemlidir. Yarının gelmesini iple çeker. Hayata sarılır, öyle bir bağlanır ki. Yaşamak onun için güzel bir ayine döner. Bu tarifi mümkün olmayan duygu bir defa kalbinize yerleştiği zaman bir parçanız adeta bir organınız olur. Söküp atamazsınız.

Sevgiyle heves hep karıştırılır. Biten, sona eren, devam etmeyen, devamı olmayan hevestir, sevgi değil.

Maymun iştahlı insanlar sevmeyi bilmezler, heveslenirler. Çünkü sevgi onların erişemeyeceği kadar yüksektedir. Hissedemeyecekleri kadar kutsal bir duygudur.

Sevgi dünyadaki bütün renkleri üzerinde taşıyan minicik sevimli mi sevimli bir kuş gibidir, her ağaca konmaz. Baharda neşeyle kanat çırpan bir kelebek gibidir, her çiçeği beğenmez, konacağı çiçeği özenle seçer.

Sevgi hangi kalbe yerleşeceğini, hangi damarlarda dolaşacağını, hangi gözlerden fışkıracağını, hangi gamzeler de yedi veren gülleri gibi açılacağını bilir.

Ve bir pazar günü, birileri kucağınıza sırılsıklam bir sevgi bırakır, çeker gider hiç bilmediğiniz, hiç ulaşamayacağınız bir yere. Hüzünle tanışırsınız.

Hüzünün sonu yoktur .



KAHIR, AĞIR KAHIR !!!



Evet, yazmalıydım. Yüreğim öyle kabarmıştı ki, hissettiklerimi, hasretimi, acılarımı, özlemimi yazmam lazımdı. Birçok nedenim vardı yazmak için, ama kaybolup gitse de yüreğimden taşan, taşıyamadığım bir kocaman nedenim vardı en önde, kalbimi cam kırıklarıyla dolduran.

Yazmaya hala devam ediyorum. Ama şimdi başka nedenlerim var. Gece gündüz beni yoran yıpratan, çok üzen, aslında sarılmaya çalıştığım, yeniden doğmaya uğraştığım hayattan soğutan, uzaklaştıran nedenlerim var benim.

Gün doğmadan neler doğar lafını unutmuş, her sabah yürekleri çarpa çarpa acaba bugün alacağımız kara haber ne diye uyanmaya, yataklarından çıkmaya korkan, haber dinleyemeyen, televizyon seyretmeye çekinen, gazete okuyamayan bir toplumda yaşamak zorundayız. Ölüm, şehit haberlerinden,terörden, bombalardan, suikast haberlerinden gına geldi. İçine kapalı bir toplum olduk. Kimsenin acısı kimseyi ilgilendirmiyor mu artık ne.

Yoruldum, acı bakışlardan, endişe dolu yüz ifadelerinden, gözyaşlarından, iki yüzlülükten, çaresizlikten, yalan dinlemekten, tiksinmekten yoruldum. Kaşarlanmış, suratları insan suratı olmaktan çıkmış, gözlerinden öfke, fesatlık fışkıran, içlerinde şeytanın cirit attığı besbelli politikacılardan nefret ediyor,suratlarına bakamıyor, konuşmalarını dinleyemiyorum. Onları her gördüğümde seslerini her duyduğumda tüylerim diken diken oluyor, nefesim daralıyor göğsüm kilitleniyor bulunduğum yerden kendimi dışarı atıyorum.

Lan, şu güzelim memleketin üstüne ölü toprağı serptiniz, gülmeyi unutturdunuz bize be, gülmeyi unutturdunuz.

O sahilde yüzükoyun ölü yatan, minicik mülteci çocuk beni ne kadar yaraladı biliyor musunuz? Kocaman bir “İnsanlık” yazıp üstünde tepinmek istedim, tabanlarıma kan oturuncaya kadar, ciğerlerime kan oturuncaya kadar.

Dünyayı paylaşamayanlara lanet olsun.

Allah'ın ezilenlerin, garibanların,acılar içinde kıvrananların ellerinden tutma zamanı hala gelmedi mi?..



BURAYA KADARMIŞ



İnsanın hayatında en zor yazdığı kelimelerden, mesajlardan birisi nedir biliyormusunuz? “BURAYA KADARMIŞ”

Karar vermek zordur. Ömer Hayyam yıllar önce “Kararsızlık cehennemin ilk basamağıdır” boşuna dememiştir. Osho “İnsanlar kendilerini uyandıranları sevmezler, kendilerini uykudan uyandıranlara düşman kesilirler” der. Zaten doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar lafını hepimiz biliriz.

İnsanlar tercih yapmaları gerektiğinde ya kendi meleklerinin ya da şeytanın istediğini seçerler. Maalesef çoğu zaman şeytan kazanır yarışı.

Haklıda olsanız, doğru bir karar de vermiş olsanız, yine de “Buraya kadarmış” kelimelerini bir araya getirip yazmak zordur. Parmaklarınız her harfin üzerinde uzun süre beklerler. Her bastığınız her dokunduğunuz harf üzerinde azda olsa güzel anılarınızı görürsünüz, hatırlarsınız. Eğer buraya kadar diyeceğiniz insana değer veriyor veya hakikaten seviyorsanız size bu mesajı yazdıran nedenler ne olursa olsun, kalbinizin bir köşesine yerleşmiş minnacık bir meleğin ”Hayııııır “ diye feryat ettiğini duyarsınız, ama yine de yazarsınız.

“Napalım buraya kadarmış” cümlesinde “Napalım” bir sahtekarlık örneği, tipik timsah gözyaşlarıdır. Bu ayrılık yüzde doksan dokuz dokuz “Napalım” kelimesini kullanan şahıs tarafından tezgahlanmıştır emin olabilirsiniz.

“Benden bu kadar, buraya kadarmış” cümlesi nisbeten dürüstlük içerir. Bunu kullanan vatandaş, kadın veya erkek, hiç değilse bu birlikteliğin devam etmesi için bir gayret gösterdiklerini ama sonunda bıçak kemiğe dayandığından başka çareleri kalmadığın itiraf ederler.

Öyle veya böyle buraya kadarmış lafını her kullandığınızdan sonra şeytanınız sırtınızı sıvazlar, hatta ensenizi bile öper. Öyle sevinir, öyle mutlu olur ki! Sizi bir defa daha tuşa getirdiğine, yine ona kaldığınıza şeytanca sevinir, çooook sevinir.


TERCİH SİZİN

Üzmeyin, kırmayın, kıymet bilin. Hayatta geri dönüşü olmayan ayrılıklar var unutmayın. Yaşanacak büyük acılar var aklınızda olsun. Deli gibi yaşamayı öğrenin. Deliler hasta olmazlar, soğuk bile almazlar ve her gün ölmezler.

TERCİH SİZİN

Birlikteliğinizde bir şeylerden süphelenip, bir şeyleri sorgulamaya başladığınız zaman, sevginin yavaş yavaş avuç içlerinizden kaydığını, kalbinizde çatlaklar oluştuğunu fark etmeye başlarsınız. “Kimdi o? Kiminle konuşuyordun telefonda? Kime mesaj cekiyordun? O herif sana niye öyle baktı? Gözlerin her yerde maşallah nereye bakıyordun? Neredeydin bu saate kadar? Beni sen salak mı sanıyorsun” gibi seviyesiz sorular başladı mı bütün enerjiniz tükenir, huzur denen bir şey kalmaz hayatınızda. Birde bunların olmadığı, bunlara yer vermediğiniz bir birliktelik bir evlilik düşünün, paylaşacağınız sevgiyi yaşayacağınız huzuru düşünün. İşte size Cennet ve cehennem. Cennet te sizsiniz cehennem de.

Biz Yasemin’le tam 32 yıl evli kaldık ve yemin ederim bir defa olsun ne birbirimize böyle sorular sorduk, ne de süphelendik birbirimizden. Biz iki kişi değildik ki, bir kişiydik. Bizim iki kalbimiz yoktu ki bir tane vardı. Biz kavgaya, döğüşe, kıskançlığa, kabalığa harcayacağımız enerjiyi, birbirimizi sevmeye, güzel şeyler yaratmaya, dünyayı güzelleştirmeye harcadık.

Çok sevdiğim bir hanım okuyucum” Elele olmadığınız bir anı hatırlamıyorum. Bize aşkı öğrettiniz” diye yazmış, sağolsun. Evet, biz Marmaris’e ve Marmarislilere örnek olmaya, çalıştık. Ama bunun için özel bir çaba harcamadık. Marmarisliler bizi olduğumuz gibi gördüler. Yalnız aşkı öğretmeye çalışmadık, o kadar güzel mekanlar yaratık ki, sanat galerileri, mağazalar, butik restoranlar, şahane bir ev. Bütün yapıtlarımız litaratüre girdi. Gazetelere, magazinlere çıktı. Televizyonlarda yayınlandı. Dünyaya tanındık. Restoranımız da son üç yılda 128 kişi birbirine evlenme teklif etti ve her cevap ”Evet” çıktı, inanabiliyormusunuz. O kadar güzel, o kadar sevgi dolu, ruh dolu bir mekan yaratmıştık ki sevdiğimle. Yetmedi, Marmaris çarşısını boyadık. Yetmedi, Marmaris hastanesini dekora ettik. Yetmedi bize fikir almak için gelen insanları yönlendirdik, mekanlarına gittik onlara yardım ettik. İşte biz saçma sapan nedenlerle birbirimizi yıpratacağımıza sevmeyi ve inanmayı tercih ettik. Ortaya böyle güzellikler çıktı.

Sizlerle 16 aydır yazılarımı paylaşmamın sebebi sizleri üzmek değil. Bütün amacım Yasemin’imle seçtiğimiz ve inandığımız yaşamı sizlerle paylaşmak, sevgi, huzur, inanç dolu bir birlikteliğin sizleri nerelere taşıyacağını, aksi bir ilişkinin sizlerden neler alıp götüreceğini anlatmak, anlatmaya çalışmak.

Şuna lütfen inanın, cehennem, huzursuzluk, şüphe, kıskançlık, iki yüzlülük, yalan ve şeytan elele çalışırlar. Bu tuzağa düştüğünüzde beyniniz uyuşmaya isyan etmeye başlar. Yatarsınız uyuyamazsınız. Uyursunuz, sorgulamalarınız rüyalarınızda devam eder. Bu fırtınadan önce gökyüzündeki bulutların yavaş yavaş şekil değiştirmesine, ön rüzgarların insanın yüzüne çarpmasına benzer. Fırtına “Aha geldim, aha geliyorum” der. Ya bir önlem alır, bir şeyler yaparsınız, ya da parçalanır gidersiniz.

Demek ki 69 yaşında kaderde “Aşkı öğreten adam” diye tanınmak da varmış.

Hayırlısı!



DOĞRUSU BU

Denemeler kitabımdan başka bir öykü.

DOĞRUSU BU

Aslında ben seni hiç sevmedim. Sen derken; Sana eziyet eden seni, karamsarlığa iten seni,mutsuz olmaya ve mutsuz etmeye hevesli seni demek istiyorum yani. Sadece kendine odaklanmış, kendinden başkasını düşünmeyen seni. Başta kendine sonra başkalarına eziyet etmeye çalışan seni. Birazcık neşelenip, yüzün güldüğünde seni çekip alan, karanlıklara sürükleyen seni. Seninle istediği gibi oynayan seni. Seni sana bırakmayan seni. Evet, ben işte o seni hiç sevmedim.

Ben sende hayal ettiğimi sevdim. Senden yarattığım seni yani. Tamamen başka türlü gördüğüm, görmeye çalıştığım seni. İşte bütün öykülerimi ben senden yarattığım sana yazdım. Sen hiç fark etmedin senden yalnız benim gördüğüm bir sen yarattığımı. Aslında başından beri senin, senden yarattığım sen gibi olmayacağını, olamayacağını biliyordum ben. Keşke olabilseydin, hayatı daha kolay kabullenir, kendini içine düştüğün tehlikeli karanlıklardan çekip çıkarabilirdin belki. Üzgünüm, daha fazlasını yapamazdım.



AKŞAMCI



Ben her gece bir şişe kırmızı şarap içerim sevgilim.
Birinci kadehte gözlerin aklıma gelir,
İkinci kadehte gamzelerin. 
Üçüncü kadehte sessizce yanıma oturursun.
Dördüncü kadehte ellerini tutar,
Beşinci kadehte hem ağlar hem öperim seni.
Altıncı kadehte uyurum.
Ve sen hep üstümü örtersin gitmeden.


UNUTAMIYORUM Kİ

Buda benim sevgilime sevgililer günü mesajım.

UNUTAMIYORUM Kİ

Gözümü açtığımda da benimlesin, gözümü yumduğumda da benimlesin. Evlendiğimizde parmağına taktığın ve hayatın boyunca bir defa bile olsun o incecik, güzelim parmağından çıkarmadığın yüzüklerini, seni kaybettiğimde boynuma taktım ve hiç çıkarmadım. Seni çok seviyorum Yasemin. Her geçen gün seni daha fazla seviyor, daha fazla özlüyorum. Çünkü her geçen gün ne kaybettiğimi daha iyi anlıyorum. Hani şair demiş ya “En ağır işçi benim 24 saat seni düşünürüm” diye, öyle işte. Elimde değil ki seni düşünmemek.

Hastane günleri geliyor aklıma. Hasta yatakları, oksijen maskeleri, akciğer zarından su almak için dokunmaya öpmeye kıyamadığım, iğne deliklerinden kevgire dönmüş sırtın ve hala bana gülümsemeye çalışman, sevgi dolu yeşil gözlerinde ki “Sen üzülme olurmu, ben iyiyim” bakışların geliyor gözlerimin önüne. Parça parça oluyorum.

Sen nefes alamadıkça ben de nefes alamıyordum. İşte o gün Ahmet Arif’in dediği gibi” Gel beraber nefes alalım sevgilim, nefesim sensiz boğazımdan geçmiyor” diye feryat etmek geldi içimden. Allah biliyor ciğerlerimi söküp önüne koymak istedim. Çünkü sen bu dünyaya çok daha fazla yakışıyordun. Sen yaşamayı benden çok daha fazla hak ediyordun. O kadar güzeldin ki.

Sen hastalığınla uğraşırken, sana keçiboynuzu pekmezi alırdım, hatırlıyormusun? İşte o sana verdiğim her kaşığa yüreğimi koyar, sevgi doldurur ümitlerimi yüklerdim ben.

Bu benim sensiz ikinci sevgililer günüm canımın içi, güzel insanım, yeşil gözlüm, asil kadınım benim.

Günler, haftalar, aylar, hatta sene geçti seni kaybedeli. Hayat devam ediyor. Ama ben yine Ahmet Arif gibi” Ve sen geçersin içimden, bitmek bilmezsin” diyorum.

Ve seni dürüstçe, Allah’ına kadar seviyorum, hep seviyorum.

Hangi günümüz sevgililer günü değildi ki bizim?



SEVGİ BÖYLE BİR ŞEY İŞTE

Bu yazım sizlere benim SEVGİLİLER GÜNÜ hediyemdir.

SEVGİ BÖYLE BİR ŞEY İŞTE

İnsanın sevdiğine sevgiyle sarılıp kalbinin derinliklerinden çıkıp gelen, şelaleler gibi coşkulu, evliyalar gibi dürüst ve şefkat dolu bir ses tonuyla “Seni öyle seviyorum ki” demesi ne güzeldir biliyormusunuz? Kalbinizin bir başka çarpmaya başladığını, göğsünüzde oluşan sıcacık bir enerjinin sizi ele geçirdiğini hissedersiniz. Yaşamak, yaşamak, yaşamak istersiniz. Etrafınızda kuşların öttüğünü, kelebeklerin uçtuğunu, güllerin, yaseminlerin, leylakların, nergislerin, sümbüllerin buram buram koktuğunu hissedersiniz. Gökyüzü bir başka görünür gözlerinize. Yağmurun sesi hoş, rüzgarın yüzünüze dokunması yumuşacıktır artık. “Merhaba hayat, merhaba dünya, siz ne güzelsiniz, bir yanak verin bakalım” demek gelir içinizden. Yaşadığınıza, insan olarak yaratıldığınıza şükredersiniz.


MORONLUĞA ÖFKE



Seni seviyorum, demeye korktuğun veya ürktüğün veya kendini bir bok sanıp gurur meselesi yaptığın, insanı kaybedip, iş işten geçince seni çok özlüyorum, çok özlüyorum, sensiz yaşayamıyorum diye feryat etmen hassas bir insan olduğunu değil, nasıl bir moron olduğunu gösterir. Şimdi kafanı boşuna duvarlara vurma, sadece kafanı daha fazla kalınlaştırırsın. O hiç söylemediğin, söylemeye kıyamadığın sevgi sözlerini de artık bir yerine sokarsın.


YAŞIYOR BİLİYORUM



Okurlarımdan birisi bana bir video göndermiş. Hollanda da yapılan bir “0 SES” yarışması benzeri bir yarışma esnasında sahneye Almina isimli sevimli mi sevimli, güzel mi güzel, altı yaşlarında bir kız çocuğu çıktı. İnanılmaz bir kendine güven, kocaman kocaman yeşil gözler, nasıl şirin, nasıl şirin, nasıl güler yüzlü.

“Ben” dedi sizlere bir arya okuyacağım. “Omio Babino Caro” Türkçesi “Ah benim sevgili babam” Maria Callas’ın en güzel okuduğu, en meşhur aryası. Jüri üyeleri de, salondakilerde dondu kaldılar. Bazı jüri üyelerinin ve salondaki bazı seyircilerin yüzünde bir “ Hadi canım sende” ifadesi oluştu.

Müzik başladı ve kız başladı. Birden salonun uğultusu tamamen kesildi. O kadar güzel, o kadar hakkını vererek, o kadar duygu dolu okudu ki o minnacık kız, o icra edilmesi çok zor aryayı, salondaki birçok kişi gibi bende gözyaşlarımı tutamadım. Çünkü bu güzel aryayı okuyan o kız çocuğu değildi. Maria Callas’ın ta kendisi, onun ruhuydu ve bu güzel kızla dünyaya geri dönmüştü.

İşte benim güzel dostlarım hatırlarsınız, Yasemin’imin hastanede ki son günlerinde çok yakın bir arkadaşımın aynı hastanede bir kız çocukları oldu. Allah razı olsun beni kırmadılar ve göbek adını Yasemin koydular kızlarının bildiğiniz gibi. Yasemin büyüyor ve her geçen gün Yasemin’ime, onun çocukluğuna o kadar benziyor ki. Gözler aynı, bakışlar aynı. Yasemin’in bebekliğini bildiğimden gözlerime inanamıyorum. Yasemin’in ruhunun minik Yasemin’in içinde yaşadığına adım gibi inanıyorum. Hayatta hiçbir şeyin kaybolmadığını, güzel ruhların güzel insanlarla tekrar hayata döndüğüne, hayat bulduğuna hep inandım. Maria Callas’ın o minik Hollandalı kız çocuğu Almina ile hayata döndüğü gibi.

Geçenlerde bir arkadaşımın doğum gününe gittim. Yasemin de oradaydı. Çok sevindim. Öptüm kokladım ve konuştum onunla. Ona içinde yasemin’imin ruhunu taşıdığını söyledim. Onun gibi güzel, asil, bir hanımefendi ol dedim. Onun gibi zarif, onun gibi iyi bir insan ol dedim. Onun gibi resimler yap, dünyayı güzelleştir, Allah senin karşına seni anlayacak, sonuna kadar destekleyecek ve seni benim Yasemin’imi sevdiğim kadar seven bir eş nasip etsin dedim. Yasemin seninle geri döndü biliyormusun dedim. Bakın nasıl dinliyor beni kerata, nasıl dikkatle dinliyor.

Bir Yasemin gitti, bir Yasemin geldi. Ne güzel buna inanması bilemezsiniz.



TARİHTEN BİR YAPRAK DİYELİM



1970 yılında Kanada’ya gittiğimde hiç vakit geçirmeden İngilizce kurslarına başladım. Şans eseri Alman kızların bulunduğu bir guruba düştüm. Çok işime geldi, çünkü onlar kendi aralarında Almanca konuşuyor, ben Almanca bilmediğimden benimle İngilizce konuşuyorlar, ben de pratik yapma imkanı buluyordum. Hepsi de çok güzel kızlardı ama içlerinde Almanya’nın küçücük bir kasabasından gelen Margit, inanılmaz güzel, güzel olduğu kadar da naif bir kızdı. Orta boylu, menekşe gözlü, kızıla yakın kumral, her zaman muntazam taranmış beline kadar inen saçları, kalkık burnu, sanki Michael Angelo tarafından çizilmiş gibi bir ağzı, bu güzel ağzı çeviren kıpkırmızı dudakları ve pırıl pırıl, kusursuz cildiyle, Margit Alman ırkının iftihar ettiği ve etmekte yerden göğe kadar haklı olduğu güzellikte bir kızdı. Ders aralarında hemen birbirimize koşar, kırık dökük İngilizcemle uzun uzun konuşurduk. Onun İngilizcesi benden çok daha iyiydi.

Kışa girerken Margit’in Almanya’ya döneceği tarih de iyice yaklaşmıştı. Ona o kadar alışmıştım ki, gittiğinde onu çok arayacağımı biliyordum. Bir derste kafamı çevirdiğimde Margit’in hayran hayran beni seyrettiğini gördüm. O kadar dalmıştı ki, benim ona baktığımı fark etmedi bile.

Nihayet ayrılık günü geldi. Gruptaki diğer kızlarla şirin bir İtalyan lokantasında Margit’e bir “Goodby” yemeği düzenleyip hediyelerimizi verdik. Yemek esnasında onunla göz göze gelmemek için elimden geleni yaptım, çünkü ona sımsıkı sarılıp rezil olacağım diye korkuyordum. Hiç gitmesini istemiyordum ki.

Yemekten sonra okula döndük, ben de koridorda bir sigara yaktım. Biraz sonra Margit’in bana doğru geldiğini gördüm. Tam karşımda durdu ve minicik bir tavşan ürkekliği ile gözlerimin içine uzun uzun baktı. Lacivert paltosu, spor ayakkabıları, genişboğazı paltosundan taşan el örgüsü beyaz kazağıyla o kadar güzel bakıyordu ki… Yavaşça elimi tuttu ve elime üzerinde Almanya’daki adresi yazılı olan bir kağıt tutuşturdu. Sonra yumuşacık bir ses tonuyla “Beni ara veya yaz, çok sevinirim” dedi ve ayak parmaklarının üstünde yükselip dudaklarıma küçücük ama sevgi dolu bir öpücük kondurdu, hemen arkasını döndü ve geldiği gibi sessiz soluksuz çekti gitti. Hiç arkasına bakmadı. Ama ben yanaklarından koridora damlayan gözyaşlarını görebiliyordum. Olduğum yerde çakıldım kaldım.

Bir yıl sonra Margit’le Paris’te buluştuk ve inanılmaz bir üç hafta geçirdik birlikte. Kırmızı bluzuyla, menekşe gözleriyle her gittiğimiz yerde Fransız erkekleri büyüledi hınzır kız.

İşte böyle dostlarım, dert ortaklarım benim. Yasemin’i kaybettikten iki ay sonra Margit beni face book’tan buldu. Düşünebiliyormusunuz? 45 yıl sonra. Evli, bir oğlu var 20 yaşlarında kendi de 65 yaşında şimdi. Birbirimize yazıyoruz, ayrıca cep telefonlarımızı da verdik . Fırsat buldukça konuşuyoruz. Ona bir gün Almanya’ya uçup onu muhakkak göreceğimi söyledim. Oda bana, beni hala sevdiğini, sabırlı olmamı, her şeyin sonun da düzeleceğini söyledi ve Paris’te çektirdiğimiz fotoğrafları gönderdi. İşte sizinle paylaştığım fotoğraf onlardan biri. 45 yıl saklamış bu fotoğrafı, o güzel kadın.

Sevginin yaşı, ırkı, rengi, Müslümanı, gavuru, milliyeti yok işte. Ah insanlık bunu bir öğrenebilse, bir öğrenebilse.



REZZANCIĞIMA MEKTUP


“İstanbul’a gel Güven” diyorsun. “Kendini oralardan biraz uzaklaştır, buralarda bizlerle vakit geçir, bir mekan değişikliği yap, bak sana ne kadar iyi gelecek Güven” diyorsun. “Burada ki arkadaşların dostların seni çok özlediler çok görmek istiyorlar, ne güzel olur hep bir araya gelir hasret gideririz eskisi gibi” diyorsun. Bense “İyi de canım benim, benim İstanbul’a gelecek ne cesaretim nede gücüm var, çünkü İstanbul baştan aşağı Yasemin dolu biliyormusun” diyorum sana.
Yaseminler önce Çarşamba da, sonra Atik Ali de oturdular. Ben Yasemin’i neredeyse bebekliğinden beri tanırım. Akraba olduğumuzdan ve babasından saz öğrendiğimden evlerine hep gider gelirdim. Ben Türkiye’den ayrıldığımda yasemin 6 yaşlarında dünya güzeli bir çocuktu.
Sonra Kadıköy de Süreyya sineması önünde Yasemin’i 19 yaşında dünya güzeli bir kız olarak görmek nasip oldu. Deli gibi aşık oldum ilk görüşte. Büyük çekmecede nişanlandık. Yine büyük çekmecede, erguvanların açtığı, kır çiçeklerinin fışkırdığı aylarda, pembe çiçek açmış bir elma ağacının altında, denizi gören bir tepede, ilk defa öptüm nişanlımı. Kadıköy evlendirme dairesinde evlendik. Nikahımıza gelirken Yaseminle Karaköy’den yanlışlıkla Üsküdar vapuruna bindik. Sonra da Üsküdar’dan taksiyle kendi nikahımıza son dakikada yetiştik.
İstanbul hep hayatımızın içinde oldu. Marmaris’te iş yerleri açtık sık sık İstanbul’a gittik geldik iş yerlerimize mal almak için. Kapalıçarşı da görmediğimiz dükkan, girmediğimiz han kalmadı. Bedesten de Gümüşçü Davud Ustayı, antikacı Fikret Beyi tanıdık. Bize esnaflığı para kazanmasını öğrettiler. Çemberlitaş’tan kilim çantalar, Nuri Osmaniye’den takılar, Un kapanın’dan bakır eşyalar, 4. Levent’ten seramikler, Etiler’den resim çerçeveleri satın aldık. Mahmut Paşa’dan Mısır Çarşısına indik. Tünelden Beyoğlu’na çıktık defalarca, Yüksek Kaldırım’dan kızımız Bahar’a piyano aldık. Eminönü’nde Ali Ağa Camiinin önünde güvercinleri, Kadıköy vapurunda martıları besledik. Boğaz vapuruna bindik, Kanlıca da yoğurt yedik, Emirgan da çay içtik. Çengelköy de salatalıklar ateş pahasıydı almadık, ama çınarların altında sahlep içtik. Anadolu Hisarın da balığımızı yedik, Kuzguncukta entellerle kahve içtik, kitap okuduk, kiliseleri gezdik. İsmet Ustanın lokantasında kazığın alasını yedik.
Galata Köprüsün de balık tutanları defalarca seyrettik. Köprüden geçerken denizde gördüğümüz denizanalarının çokluğuna inanamadık. Galata kulesine çıktık. Yasemin’i Veznecilerdeki üniversiteme götürdüm, Şehzadebaşı’nda Üniversiteye giderken kaldığım Sivas Talebe Yurdunu gösterdim. Kumkapı gecelerinde Romenleri dinledik. Samatya da Varujan Ustanın Meyhanesine, Bakırköy de Beyti’ye, Yeşilköy de Kaşı beyaz’a, Vezneciler de Hacı Bozan Oğullarına gittik. Topkapı sarayı, Ayasofya, Yerebatan Sarayı, Yıldız Köşkü, Mevlevihane, Arkeoloji Müzesini defalarca ziyaret ettik. Sultan Ahmet Meydanında turistler gibi şaşkın şaşkın dolaştık. Sıraselviler de arabamın debriyaj balatası yandı. Ak merkez de sıkıntıdan patladım, boğuluyordum.
Bir keresinde Kadıköy den Üsküdar’a kadar el ele yürüdük sevgilimle. Adalara da gittik. Aya Yorgi Kilisesine çıktık, fayton turu yaptık, midye tava yedik. Midye tava deyince aklıma Çiçek Pasajı geldi. Tabi Çiçek Pasajına gitmeden olur mu? Oraya da gittik. Hayret ettik, bütün garsonlar bıyıksızdı. Yasemin seviyor diye taa Sarıyer’e Sarıyer börekçisine bile gittik, börek yemek için, inana biliyormusun.
Bakırköy de kaldık, Yeni Mahallede kaldık, Fenerbahçe de kaldık, Bağdat caddesinde volta attık, kafelerde kahve içtik. Defalarca Cadde Bostanda ki Küp Kebaba gittik sevgilimle. Fenerbahçe parkındaki ağaçların çeşitliliğine inanamadık. Kışları geldiğimizde hava kirliliği canımızı okudu. Trafikten hiç söz etmiyorum.
Son zamanlarda Cankurtaran da Armada otelde kaldık hep. Tango gecelerine, terasta ki lokantadan bir tarafta Sultan Ahmet Camiini, Ayasoya’yı,bir tarafta Marmara denizi, balıkçıları seyretmeye bayıldık. Fırtınalı gecelerde Ahır Kapı Fenerinin sinyalları bize ninni gibi geldi. Gece ondan sonra, trafik rahatlayınca, Armada Otel’in park yerinden arabamızı aldık, bir gece Avrupa yakasını, başka bir gece Avrupa yakasını gezdik. Sevdiğimiz yerlere durduk biramızı içtik, İstanbul şarkıları söyledik. Bak az kalsın unutuyordum, Emin önünde ekmek arası balık da yedik.
Görüyormusun canım Rezzanım, ben İstanbul’u yalnız yaşamadım. Ben İstanbul’u yanımda Yeşil Gözlü Güzel Kadın olmazsa tek başıma taşıyamam, o elimden tutmazsa kaybolurum, gezemem ki. Marmaris’teki acılarımla daha yeni yeni dost olmayı öğrendim ben. İstanbul da yeni acılar yaşayacak gücüm yok ki benim.
Hazır olduğumda güzelim, kendimi hazır hissettiğimde gelirim söz veriyorum. Şimdilik beni mazur gör, gönül koyma ne olur. Ben senin nasıl bir melek, ne bulunmaz bir arkadaş ve kalbi ne kadar merhamet dolu biri olduğunu biliyorum.
Bir gün kapını çalıp “Bak ben geldim işte” demek, diyebilmek dileğiyle.
Öpüyorum seni çok öpüyorum ve o kadar seviyorum ki.