17 Mart 2016 Perşembe

TARİHTEN BİR YAPRAK DİYELİM



1970 yılında Kanada’ya gittiğimde hiç vakit geçirmeden İngilizce kurslarına başladım. Şans eseri Alman kızların bulunduğu bir guruba düştüm. Çok işime geldi, çünkü onlar kendi aralarında Almanca konuşuyor, ben Almanca bilmediğimden benimle İngilizce konuşuyorlar, ben de pratik yapma imkanı buluyordum. Hepsi de çok güzel kızlardı ama içlerinde Almanya’nın küçücük bir kasabasından gelen Margit, inanılmaz güzel, güzel olduğu kadar da naif bir kızdı. Orta boylu, menekşe gözlü, kızıla yakın kumral, her zaman muntazam taranmış beline kadar inen saçları, kalkık burnu, sanki Michael Angelo tarafından çizilmiş gibi bir ağzı, bu güzel ağzı çeviren kıpkırmızı dudakları ve pırıl pırıl, kusursuz cildiyle, Margit Alman ırkının iftihar ettiği ve etmekte yerden göğe kadar haklı olduğu güzellikte bir kızdı. Ders aralarında hemen birbirimize koşar, kırık dökük İngilizcemle uzun uzun konuşurduk. Onun İngilizcesi benden çok daha iyiydi.

Kışa girerken Margit’in Almanya’ya döneceği tarih de iyice yaklaşmıştı. Ona o kadar alışmıştım ki, gittiğinde onu çok arayacağımı biliyordum. Bir derste kafamı çevirdiğimde Margit’in hayran hayran beni seyrettiğini gördüm. O kadar dalmıştı ki, benim ona baktığımı fark etmedi bile.

Nihayet ayrılık günü geldi. Gruptaki diğer kızlarla şirin bir İtalyan lokantasında Margit’e bir “Goodby” yemeği düzenleyip hediyelerimizi verdik. Yemek esnasında onunla göz göze gelmemek için elimden geleni yaptım, çünkü ona sımsıkı sarılıp rezil olacağım diye korkuyordum. Hiç gitmesini istemiyordum ki.

Yemekten sonra okula döndük, ben de koridorda bir sigara yaktım. Biraz sonra Margit’in bana doğru geldiğini gördüm. Tam karşımda durdu ve minicik bir tavşan ürkekliği ile gözlerimin içine uzun uzun baktı. Lacivert paltosu, spor ayakkabıları, genişboğazı paltosundan taşan el örgüsü beyaz kazağıyla o kadar güzel bakıyordu ki… Yavaşça elimi tuttu ve elime üzerinde Almanya’daki adresi yazılı olan bir kağıt tutuşturdu. Sonra yumuşacık bir ses tonuyla “Beni ara veya yaz, çok sevinirim” dedi ve ayak parmaklarının üstünde yükselip dudaklarıma küçücük ama sevgi dolu bir öpücük kondurdu, hemen arkasını döndü ve geldiği gibi sessiz soluksuz çekti gitti. Hiç arkasına bakmadı. Ama ben yanaklarından koridora damlayan gözyaşlarını görebiliyordum. Olduğum yerde çakıldım kaldım.

Bir yıl sonra Margit’le Paris’te buluştuk ve inanılmaz bir üç hafta geçirdik birlikte. Kırmızı bluzuyla, menekşe gözleriyle her gittiğimiz yerde Fransız erkekleri büyüledi hınzır kız.

İşte böyle dostlarım, dert ortaklarım benim. Yasemin’i kaybettikten iki ay sonra Margit beni face book’tan buldu. Düşünebiliyormusunuz? 45 yıl sonra. Evli, bir oğlu var 20 yaşlarında kendi de 65 yaşında şimdi. Birbirimize yazıyoruz, ayrıca cep telefonlarımızı da verdik . Fırsat buldukça konuşuyoruz. Ona bir gün Almanya’ya uçup onu muhakkak göreceğimi söyledim. Oda bana, beni hala sevdiğini, sabırlı olmamı, her şeyin sonun da düzeleceğini söyledi ve Paris’te çektirdiğimiz fotoğrafları gönderdi. İşte sizinle paylaştığım fotoğraf onlardan biri. 45 yıl saklamış bu fotoğrafı, o güzel kadın.

Sevginin yaşı, ırkı, rengi, Müslümanı, gavuru, milliyeti yok işte. Ah insanlık bunu bir öğrenebilse, bir öğrenebilse.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder