Sevgili dostlarım, sizlerle daha önceleri birkaç öykü paylaşmıştım. Neredeyse 70 yaşına gelmiş bir adamın aşk öyküleri yazması komik oluyor belki ama aldığım yüzlerce mesajda maalesef yeni neslin sevgiden aşktan ne kadar uzak ve bihaber olduklarından yakınılıyor. Bizler eskimiş insanlarız. Hala Allahın bize verdikleriyle idare ediyoruz. Ne kalbimize bir cep telefonu, nede beynimize bir bilgisayar yerleştirdik. Sonunda istesem de istemesem de aşk öyküleri de yazmaya karar verdim. Fransızların bir lafı vardır “Sakalsız öpüş, tuzsuz ekmeğe benzer” derler. Bende de içinde aşk olmayan bir hayat, tuzsuz ekmeğe benzer diyorum. İşte size halen üzerinde çalıştığım“Denemeler” kitabımdan bir öykü daha. Biliyorum uzun yazıları sevmiyorsunuz ama bunu okumayı deneyin, seveceksiniz.
MEKTUP
Ben hiç değişmedim tatlım
Hala eski benim ben.
Sakallarım düzensiz,
Saçlarım dağınık,
Pantolonum kirli,
Ama kalbim hala kocaman,
Ve tertemiz.
Bir tek onu kirletemedim,
Bir tek onu kirletemediler.
KEDİLERDEN KORKAN KIZ
Seninle şöyle tanışıyoruz; Bilmiyorum, tam hatırlamıyorum, Mart sonlarımı, Nisan ayımıydı, mağazama giriyorsun. Gözlerin, ilgimi çekiyor. Çünkü gözlerin hem gülüyor hem üzgün. Bir yerlerde, bir şekilde yaralanmış gibisin sanki.
40 yıldır birbirimizi tanıyor gibi oturup konuşmaya dalıyoruz. Derinden, sanki genzinden gelen tuhaf, çekingen bir sesin var, bazen duyamıyor, senden söylediklerini tekrarlamanı istiyorum. Sesinde gözlerin gibi buğulu sanki.
Gözlerine daha dikkatli bakıp seni dinledikçe, seni üzmüş ve halen üzen bir takım olaylar yaşadığından adeta emin oluyorum. Sonra mağazaya giren müşterilerle ilgilenmek zorunda kalıyorum ama göz ucuyla da seni inceliyorum. Dalıp dalıp gidiyorsun, yüzündeki ifade değişiyor, dudaklarının yanında çizgiler belirginleşiyor, uzaklaşıp gidiyorsun bir yerlere. İçinde saklamaya çalıştığın acıların, endişelerin o kadar belli oluyor ki. Benim seni incelediğimi fark edince gülümsüyorsun. Yüzün aydınlanıyor. Birden gittiğin yerden geri geliyorsun sanki.
Uzun bir müddet sohbet ediyoruz, gülüyoruz, şakalaşıyoruz.Tekrar uğrayacağına söz verip sessizce, geldiğin gibi gidiyorsun. Hiç gitmeni istemiyorum. Sonra söz verdiğin gibi tekrar uğruyorsun ve aramızda bir arkadaşlık oluşuyor. Bu masum ve güzel bir arkadaşlık. İkimizde zor günler geçirdiğimizi biliyoruz. Belki de bu bizi yakınlaştırıyor birbirimize.
Küçük seyahatlerimiz oluyor birlikte. Çok iyi vakit geçiriyoruz. Hayatında ilk defa bir begonvil ağacı görüyor, çok heyecanlanıyor, hayran oluyorsun. Soluk soluğa bana “Bu çiçeğin ismi ne “ diye soruyorsun. Hem inanamıyorum hem de sana sevgim artıyor. Çünkü hayatımda ilk defa, ilk defa begonvil gören birisiyle karşılaşıyorum. Sonra yüzmeye gidiyoruz birlikte. Çok eğleniyorum. Yüzmeye gayret edip çırpınıyorsun. Su yutmamak için yanaklarını şişirdiğinden yüzün o kadar komik gözüküyor ki, gülüyorum, çok gülüyorum. Bir de üstüne üstlük duş alırken bütün elbiselerini ıslatıyorsun.
İkimizde aramızdaki ilişkinin bir arkadaşlıktan ileri gitmeyeceğinin bilincindeyiz. Kafalarımız uyuyor. İyi vakit geçiriyoruz. Aylardır ilk defa gülüyorum. Konuşuyoruz bir şeyler paylaşıyoruz. Bir arada olmayı seviyoruz. Senin deyiminle bulutlarımızı dağıtıyoruz. Hepsi bu.
Aradan biraz zaman geçiyor ve korktuğum başımıza geliyor. Mahalle baskısı, kasaba baskısı, birilerinin baskısı derken sonunda aramıza istemesek de soğukluk giriyor. Anlaşamazlıklar, uzun konuşmalar, uzun telefon mesajları derken ayrılıyoruz.
Bayağı bir ayrılıyoruz, uzun süre. Tamamen yakandan düşmeye, o senin çok kendine ait dünyandan çıkmak için kemik gibi bir karar veriyorum. Çünkü birlikteliğimiz balıkla kuşun ümitsizce arkadaşlık etmeye çalışmasına benziyor. Ne yaşımız uyuyor nede dünyalarımız.
Ne arıyorum, ne soruyorum, ne bir mesaj atıyorum, ne de düşünüyorum artık seni. Üzülmüyormuyum? üzülüyorum. Özlemiyormuyum? Özlüyorum. Ama sarılmak isteseydi sarılırdı diye düşünüyorum ve seni tarihten bir yaprak olarak kabul etmeye karar veriyorum. “Sevdiğim ama ayrıldığım güzellikler” isimli kitabımın en son tarihli vukuatlarının arasına bir yere not ediyorum. Orada kalıyorsun.
Sonra biraz yaralarım iyileşip, yeni hayatıma, alışabilme mücadelesi verirken, aylar sonra birden beni arıyorsun. Cevap vermiyorum. Ama kararlısın. İç parçalayıcı mesajlar geliyor senden. Sonunda yapmamam gerekeni yapıyorum, dayanamıyorum, öyle veya böyle yine barışıyor, bir araya geliyoruz. Yetmemiş demek ki. Kavgalar, anlaşmazlıklar, kırgınlıklar hiç bitmiyor, tükenmiyor. Yine ayrılıyoruz. Neden ayrıldığımız bile belli değil, kimin hatalı olduğu da artık önemli değil. Sen senin yoluna gidiyorsun, ben benim yoluma. İkimizde kendi dünyalarımıza çekiliyoruz. Ve ben kendimi tam şartlandırıyorum bu defa. “Değmez diyorum”. “ Bu kadarı yetti artık” diyorum. Seni suçlamak hem kolayıma hem de işime geliyor. “Benim derdim bana yeter diyorum” ve bu defa hakikaten unutuyorum seni, sanki hiç tanımamış, hiç görmemiş gibi. Siliyorum seni kafamdan okumak istemediğim bir duvar yazısı gibi, siliyorum.
Sonra yine aylar geçiyor ve bir gün çalmaması gereken bir telefon çalıyor. Telefonda korka korka, güçlükle konuşan bir kız çocuğu ufacık bir sesle “Beni tanıdın mı” diye soruyor. Tanımıyorum, hakikaten tanımıyorum. Bir zamanlar güle oynaya konuştuğum, daha duyar duymaz ağzımı kulaklarıma getiren, beni hakikaten eğlendiren, güldüren bu sesi tanımıyorum. O kadar şartlandırmışım ki kendimi. Sonra “Sen misin” diyorum. “Evet benim” diyorsun.
Ve sen bana, “Ben seninle beraberken vicdan sorgulaması yapıyorum” diyorsun. Ne vicdanı, ne sorgulaması, o zaman neden hep sen bana dönüyorsun? demek geliyor içimden. Neden arayan hep sen oluyorsun, eskilerin deyimiyle “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” diyorum kendi kendime ve yine kendim cevap veriyorum. Çünkü bir farklıyız diyorum sana. Çünkü sen kelebekleri kovalamayı seven kızsın, bense senin kelebekleri kovalamanı hatırlayan ve hiç unutmayan tek insanım hayatında belki de diyorum. Ne sen kendi çevrende benim gibi birini bulabiliyorsun, nede ben kendi çevremde senin gibi birisini bulabiliyorum da ondan diyorum. İşte bu yüzden birbirimizi yememiz diyorum. Bir “Ne seninle, ne sensiz sendromu” yaşıyoruz ki. Evlere şenlik diyorum.
“Hayatta hiçbir şey tesadüf değildir güzel kız. Belki seneler sonra sen keşfedebilirsin neden kaderin bizi karşılaştırdığını ama benim o kadar zamanım yok” demek istiyorum, demiyorum.
“Aslında sevgi ve aşk o kadar farklı ki birbirlerinden. Evet, sevginin olmadığı yerde aşk olmaz” derler ama sevginin olduğu yerde illa ki aşk olması da gerekmiyor ki. İki insan kendi dünyalarında yaşayıp birbirlerini sevebilir, hem de çok sevebilirler. İlla da birlikte olmaları, birbirlerinin hayatına karışmaları, birbirlerinin ayaklarına dolaşmaları gerekmez. Sevginin o kadar çeşidi var ki. Çok arada sırada da olsa bir telefon konuşmasında kalplerinin birbiri için çarpması, eğer karşılaşırlarsa bir yerlerde, Issız Adamın son sahnesi gibi sarılıp “Sen iyi misin” demekte sevgidir. Veya birden hatırlayıp, “İnşallah iyidir, mutludur” diye iç geçirmesi de sevgidir insanın. Sevgi bir defa yerleşir kalbe ve orada kalır. İşte insanın kalbine yerleştirdiği bu sevgidir insanı insan yapan, yaşamına anlam veren, yüreğini enginleştiren, gözlerini, gözlerinin bakışını güzelleştiren, onlara mana veren” Demek içimden geliyor ama bunları da söylemiyorum.
Yaaaa… İşte böyle kedilerden korkan kız. Hayat bir defa oynanan bir oyun, bir defa oynanan bir kumardır. İnsanın eline her zaman güzel kartlar gelmez.
Somurtmak sana hiç yakışmıyor, Çünkü sen güldükçe, gülümsedikçe güzelleşiyorsun. Güneşi, hisset, saçlarını hayatın akışına bırakmayı öğren, huzurlu ol. Kelebekler hep uçacaklar hayatında ve sen onları kovalamaya devam edeceksin. Endişe şeytanın en büyük silahıdır, onu kullanmasına izin verme, sakın izin verme.
Ben senin hep iyi ve özel birisi olduğuna inandım. Sen de inan. Son olarak, bu yazımı kopyala ve dosyandaki diğer yazıların yanına koy. Gözlerinle mühürlemeyi de unutma.
Ben hep buralarda olacağım, olabileceğim kadar, gücümün yettiği kadar, ama bu yazımın devamı yok artık.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder