23 Eylül 2016 Cuma

KÖTÜ HABERLER BİTSİN ARTIK
Sabahın erken saatlerinde veya gece geç vakit gelen telefonlardan korkarım ben, ürkerim. Sanki kanım damarlarımdan çekilir. Kalbim bir başka türlü çarpar ve bu çarpıntı vücudumun en ücra köşelerine kadar yayılır. Gözlerimin yanında ki, alnımda ki çizgiler daha bir derinleşirler. Telefonu tutan elimin titrediğini açık açık hissederim. Parmaklarım bir türlü “Aç” düğmesine gitmezler, gitmek istemezler.
Telefonda bana her zaman “Canımın içi nasılsın” diyen sesi tanıyamadım.”Güven” dedi, “Kadriye’yi kaybettim, yapayalnız kaldım. Seni aradım çünkü beni en iyi sen anlarsın”.
439 Hikmet. “Bir Sivaslı’nın Anıları kitabımı okuyanlar bilirler. Kitabın baş kahramanlarından biri. Kader arkadaşım, ortaokul arkadaşım, lise arkadaşım, İstanbul’da Sivas talebe yurdu arkadaşım. Beni her aradığında “Canımın içi nasılsın” diye soran canım arkadaşım. 439 onun lisede ki numarası.
Telefonda kala kaldım. Yanılmamıştım, bu bir erken telefondu ve kötü haberdi. Ne diyeceğimi bilemedim, “Yalnız değilsin” falan gibi bir şeyler geveledim. “Ne zaman” diyebilecek kadar kafam çalıştı. “Sabah saat beş buçukta” diye cevapladı ve telefonu kapattı.
Oturduğum yere çöktüm kaldım. “Evet seni en iyi ben anlarım Hikmet “ dedim ve yaşlar gözlerimden süzülmeye başladı. Hastanelere akın akın gelen hastaları, hamile kadınları, ameliyat olmaya gelenleri, hem ümit dolu, hem ümitlerini yitirmişleri, bir ilah gibi en önde yürüyen profesörleri, arkalarında kendilerini takip eden ve bütün yağcılıklarını sergileyen doktor adaylarını, tekerlekli sandalyeleri, hastane müdavimlerini, ilaç kolikleri, her yaştan, her kökenden, her cinsten hastanenin mermer koridorlarında kaybolmuş acı dolu, sancılı insanları hatırladım. Pet makinalarını, ultrasonları, tomografileri, M.R ları, akçiğer rontgenlerini, sayısız kan alımlarını, damar yolu açmaları, bulunamayan damarları, oksijen makinalarını, hiç bitmeyen anonsları, kalp çarpıntıları ile okunan test, laboratuar sonuçlarını, kemo terapi salonlarını, yoğun bakım günlerini de hatırladım.
Bir buçuk yıl biz işte bu hayatı yaşamıştık sevgilim, Yasemin’le.. Hikmet ve Kadriye Hanım tam 9 yıl. 9 yıl o mübarek kadın çocuklarından, torunlarında, eşinden, dostlarından ayrılmamak için inanılmaz bir sabır gösterdi, bir yaşam mücadelesi verdi. 439 Hikmet’te 9 yıl eşinin elini bırakmadı onu yaşatmaya çalıştı. Bunun yanı sıra canım arkadaşım ben Yasemin’imle hastanelerde yaşarken bana en büyük desteği verdi. Kendi derdini unuttu ve bana defalarca “Canımın içi nasılsın” diye teselli telefonları açtı. Beni hayata döndürmek için elinden geleni yaptı.
Kadriye Hanım fedakar bir eş, fevkalade bir anne, inanılmaz bir anne anne, baba anne, cömert, çok cömert bir ev sahibi ve inançlı bir hanım efendiydi. Allah mezarına nur yağdırsın. Mekanı cennet olsun. Geride kalanların onu çok özleyeceğini, arayacağını biliyor hepsine sabır diliyorum. Başınız sağ olsun Allah size ve sevdiklerinize uzun sağlıklı bir ömür versin diyorum. Gürbüzer ailesi, güzel aile, güzel insanlar, acınızı paylaşıyorum.
BİTMEYEN, TÜKENMEYEN KONSER
Çözmek elimde değil
Gönlümü senden kadın
Benim sana bağlanan
Sen beni bağlamadın
Şarkısıyla başlıyor konser.
Çoktan unuturdum
Ben seni çoktan
Ahhh… bu şarkıların
Gözü kör olsun
Şarkısıyla devam ediyor.
Sen gözlerimde bir renk
Kulaklarımda bir ses
Ve içimde bir nefes
Olarak kalacaksın
Şarkısıyla sona eriyor.
Sonra sil baştan.
21 ay oldu beynimde hep aynı şarkılar.
Dile kolay!
MUTLUYUM BEN
Ben bu gün çok mutluyum. Neredeyse ayaklarım yere değmiyor. Hani eski deyimle eteklerim zil çalıyor deriz ya!
Bir okurum bana telefon açtı bu gün. Bir beyefendi. “Güven bey” diye başladı. “ Ben sizin okurlarınızdan biriyim. Son kitabınız “Yasemin&Güven’i yeni bitirdim. Çok etkilendim, çok duygulandım. Mutfakta yemek hazırlayan eşime gittim, ellerini tuttum ve seni çok seviyorum dedim. 70 yaşının üstündeyiz ikimizde ve 50 yıllık evliyiz. Eşim yüzünde büyük bir şaşkınlık ifadesiyle yüzüme baktı, sonra bulduğu bir sandalyeye oturdu, daha doğrusu çöktü ve ağlamaya başladı. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da yüzünde o şaşkınlık ifadesiyle bana bakıyordu. Sarıldım daha doğrusu sarıldık birbirimize.
Biliyormusunuz o kadar sene sonra ilk defa eşime onu sevdiğimi söyledim. Sonra eşim çocuklarımızı birer birer aradı ve olayı anlattı. Allah sizden razı olsun. Çok teşekkür ederim.
Nasıl sevindim, nasıl duygulandım bilemezsiniz. İşte mutluluk bu. Bir yazarı bundan daha fazla mutlu edemezsiniz.
Bir senelik yorgunluğum, uykusuz gecelerim, geçti gitti işte.
Alın bu kitabı. Eşinize, erkek arkadaşınıza, sevgilinize hediye edin ve başlarında durup okutun. İnanın bu kitabın uyandıracağı o saklanmış duygulara ne onlar inanacaklar ne de siz.
Daha fazlasını yapamam.
TADINI ÇIKARIN
Yunanlıların efsane yazarı, Zorba’nın da yazarı Nicos Kazancakis’in çok sevdiğim bir kitabı vardır, “Letters to Greco” Yunanis’tana mektuplar isimli. Bu kitabın bir bölümünde Kazancakis hayat, yaşam ve ölümü şöyle anlatır; “Hayat muhteşem, üzerinde hiçbir şeyin eksik olmadığı bir ziyafet sofrasıdır. Yersiniz yersiniz, tıka basa karnınızı doyurursunuz ama bu sofradan kalmak bir türlü içinizden gelmez. Ne zaman yeter artık kalkayım diye düşünseniz, içinizden bir ses "Olmaz daha değil, birazda şundan ye, biraz da şunu dene" Diye sizi oturtur. Kalkamazsınız.
Bana” Ne güzel ne mutlu size hayatı doya doya yaşamışınız” Diyen sevgili okurlarıma; ne kadar dolu dolu da yaşasanız işte o sofradan kalkmak istemiyorsunuz.”Yaşamışınızla” İş bitmiyor yaşam devam ediyor, bitiremiyorsunuz yani, içiniz sevgi doluyken.
Onların” Akdeniz Akşamları” Varsa bizimde “ Marmaris Akşamlarımız var.
İyi yaşayın, hafta sonunuz güzel olsun. Her şeyin tadına bakın. Sofranızın tadını çıkarın, HESAP GELMEDEN diyorum.
( Marmaris’in Zorbası da ben mi oluyorum ne?)
PAMUK İPLİĞİ
Otuz yaşına girdiğimde öyle bir sene, öyle bir depresyon yaşadım ki tahmin bile edemezsiniz. Kanada da yaşıyordum. 10 senedir Türkiye’den, bütün akrabalarımdan arkadaşlarımdan, sevdiklerimden uzaktaydım. Birde üstüne üstlük okuldan mezun olmuş ve 4 yıllık kız arkadaşımdan ayrılmıştım. Yani her şey üst üste gelmişti.
İşte böyle “ne olursa olsun anasını satayım” ruh haliyle Volkswagen arabama atlayıp kışın en şiddetli zamanında 2500 kilometre sürecek bir yolculuğa çıktım. İnanın bu sanki bir intihar girişimiydi. Otuz yaşına girmem, birden doldurduğum formların yaş bölümüne yaşımı yazarken 3 ile başlamam beni o kadar etkilemiş, o kadar korkutmuştu ki. Sonunda ümitlerim boşa çıktı. önce Allah sonra meleklerim beni korudu, bana kıyamadılar demek ki. Yaşadım.
40 ıncı yaş günümü Kanada’da ki bahçesinde ceylanların gezindiği, rüya gibi evimizde Güzel eşim ve 40 arkadaşımla kutladım. Evimizin arkasında çapı en az 5 metreyi bulan bir ateş yaktık. Toronto’dan gelen Yunanlı, Ekvatorlu, müzisyen arkadaşlarım ve benim müzik gurubum “ The Orient Express” ile sabaha kadar müzik yaptık şarkılar söyledik, içtik dans ettik. Ve eğlencemizin zirvesinde Yasemin yüzünde mahçup bir ifadeyle kulağıma eğilip bir bebeğimiz olacağını fısıldadı. Herhalde o gece hayatımın en mutlu gecesiydi.
50 inci yaş günümü Marmaris’te yat limanına açtığımız eşi benzeri olmayan Mona Titti Restoranımızın önünde kutladık. Alman denizcilerin ve yelkencilerin oluşturduğu bir New Orleans tarzı caz müziği orkestrası sabaha kadar müzik yaptı ve neredeyse bütün Marmaris limanda saatlerce dans etti.
60 ıncı yaş günümü bu defa İçmeler’e villamızın altına taşıdığımız ve İsmi yine Mona Titti olan yeni restoranımızda yaptık. Sevgilim bana kocaman iki meme şeklinde bir pasta yaptırmıştı. Lokanta dolusu yerli yabancı misafirlerle çok eğlendik. Marmaris televizyonu bütün geceyi filme aldı ve ertesi gün Marmarislilerle paylaştı.
70 inci yaş günümü sizlerle paylaştım. Hislerim karmakarışık. 7 rakamı insanı ürkütüyor niye yalan söyleyeyim. Aslında hepimiz hayata pamuk ipliği ile bağlıyız. Ama işte yaş ilerledikçe isteseniz de istemeseniz de o pamuk ipliğinin artık bayağı inceldiğini hissediyorsunuz. Ne zaman “eh artık 70 yaşına da geldik” deseniz hemen etrafınızdakiler “daha neler siz aslan gibisiniz, karizmasınız, yaşınızı hiç göstermiyorsunuz” deseler de ipin iyice inceldiğini hepimiz biliyoruz. Ne yapalım danışıklı döğüş yani.
Hepinizi çok seviyorum. Bana gönderdiğiniz duygu dolu, zarif mesajlarınız için çok teşekkür ederim.
Sizler güzel insanlarsınız, hep güzel kalın, güzel yaşayın, olur mu?
BENDEN SÖYLEMESİ
Entipüften, değeri olmayan sebeplerden sevdiklerinizi üzmeyin, gücendirmeyin, ağlatmayın, yaralamayın, kırmayın.
Sonra Allah kalbinize öyle bir özlem yerleştirir ki, parça parça olursunuz.
YAŞ GÜNÜM
Yarın 24 Mayıs. Doğum günüm, 24 Mayıs 1946, Sivas, Perşembe öğleden sonra doğmuşum. Zor, lanet ikizler burcundan biriyim ben aslında. Aynı gün, yani yarın, imza günüm var. Yasemin&Güven, Blog Yazıları kitabımı imzalayacağım. Marmaris Belediyesi Sanat Merkezinde saat 17.00-20.00 arası.
Akşam Mona Titti’de, restoranımda 70. yaş kutlamam var. Müzik var. Derdimizi, hayatımızı yine notalara dökecek, yine sazımızın telleriyle paylaşacağız.
Nerelerden nerelere geldik. Son yıllarda o kadar olay yaşadım ki, Yoruldum be dostlarım, inanın yoruldum.
Neye heyecanlanacağımı, neye sevineceğimi, neye üzüleceğimi bilmiyorum artık.
Şaşırdım kaldım desem inanırmısınız?
(Müzisyen arkadaşlarım sürpriz yaptılar. Bu akşam geliyorlar. Mona Titti 'de müzik gecesi var bu gece. Hadi bakalım bize katılabilirsiniz.)
ANLATAMAZSINIZ
Çocuk sevgisi kitaplardan, internetten, haybeden öğrenilmez. Çocuk sevgisi yaşanır.” Biz böyle bir dünyaya çocuk getirmek istemiyoruz. Sevecek olsak etrafta çocuk mu yok” gibi entel dantel yorumlar züğürt tesellisidir. Bunun böyle olduğunu en iyi bu yorumları yapanlar bilirler.
Dedim ya çocuk sevgisi yaşanır, öğrenilmez. Çünkü o sevgi bambaşka bir sevgidir. Ne bitki, ne hayvan, ne insan, ne sevgili, ne arkadaş, ne anne, ne baba sevgisine benzer. Sihirli bir sevgidir. Gizemlidir, efsanevidir, esrarengizdir. Eşi benzeri olmayan daha önce hiç hissetmediğiniz apayrı bir sevgidir o. Siz bu sevgiyi ancak çocuğunuzu bağrınıza bastığınızda, kokusunu ciğerlerinize çektiğinizde, kalbinizin bir başka çarptığını fark ettiğinizde, hissedersiniz anlarsınız.
Hayatınız değişir. Çocuğunuzun üstüne titrersiniz. Seversiniz, seversiniz daha fazla seversiniz. Ne kadar büyürse büyüsünler, hiç büyümezler biliyor musunuz? Hiç büyümezler.
Çocuk sahibi olur olmaz bir mesuliyet duygusu çöker üstünüze. Bir koruma hissi damardan girer ve kimyasallar gibi yapışır bedeninize. Çocuğunuz kaç yaşına gelirse gelsin bu duygunun ölene kadar sizinle yaşayacağını bilirsiniz.
Anlatamazsınız!
YAŞAMIN ÖZETİ
Çocuğunuz hastalanır, ateşi çıkar. Aklınız başınızdan gider.
Sevgiliniz ameliyat olur, kolunda güç kaybı olur, çok üzülürsünüz.
Eşiniz ölür, hayata küsersiniz, kalbinizi gömersiniz onunla.
Şehit haberleri gelir yüreğiniz parçalanır, yüreğiniz.
Memleketiniz her geçen gün uçuruma gider dayanamazsınız.
Televizyonun her kanalın da, gazetelerin her sayfasında uzun adam. Mideniz kasım kasım kasılır kalbiniz sıkışır.
Uyursunuz, uyanırsınız karşınızda dürüst mü, sahtekar mı anlayamadığımız hep aynı yüzler.
Hayat devam ediyor diyorsunuz, olmaz olsun böyle devam eden hayat.
Bu gün Mona Titti mekanımı yeniden açıyorum. Dünyanın en ilginç yerlerinden biri.
O kadar emek verdim, o kadar çalıştım ki bilemezsiniz.
İçimde heyecan yok, inanın zevk almıyorum. Kendimi zorluyorum.
Böylemi olmalıydı, böylemi yaşamalıydık, böylemi hissetmeliydik.
Allah bizi bu hallere düşürenlerden hesabını sorsun diyorum.
Belki de bu 70 inci yaş sendromu.
Ama yoruldum be çocuklar, hakikaten yoruldum.
Böyle olmamalıydı.
Bizler iyi insanlarız, bunu hak etmiyoruz.
Hiç haketmiyoruz.
SEVGİ AYRI, SEVGİ NE GÜZEL ŞEY YAHU!
Ben bana “Seni seviyorum” diyen herkesi sevdim. Hiç unutmadım ve hep özledim. Aradan yıllar geçti. Şimdi 70 yaşına girmeme neredeyse günler kaldı. Eğer hayattaysalar bana “Seni seviyorum” diyenler yolları açık olsun. Eğer değillerse Allah mezarlarına nur yağdırsın. Aramızda sevgi lafı geçti ya, “Seni seviyorum” lafı geçti ya işte o yeter bana bu dünyada da, öbür dünyada da.
Bir deli şiir, tabi yine denemeler kitabımdan.
ORGAN MAFYASI
Senden uzaklaşmak istiyorum,
Hatta kaçmak istiyorum yalın ayak, senden.
Yangından, depremden, fırtınadan, afetten kaçar gibi,
Arkama bile bakmadan,
Ayaklarımın altındaki dikenlere, taşlara,
Hatta hala yanan sigara izmaritlerine,
Aldırmadan, alabildiğine deli gibi,
Kaçmak uzaklaşmak istiyorum senden.
Çünkü sana bir defa inandım,
Bir daha mı Allah göstermesin.
Sen karaduldan da betersin kızım.
O hiç değilse önce sevişiyor,
Sonra uyuşturuyor, sonra da yiyor aşığını.
Sen canlı canlı ciğerini söküyorsun insanın,
Kalbini eline veriyorsun.
Dedim ya Allah beni değil kimseyi eline düşürmesin senin.
Organ mafyasımısın nesin.

MUCİZE



Bu yazımı, çok sevdiğim çok değer verdiğim insanlara gönderdim. Bu defa ki derya gibi bir iç dünyası olan ve hayatta istediğine ulaşmasını çok arzu ettiğim, şeker mi şeker, mühür gözlü kızım Bahar'a gidiyor (Denemeler kitabımdan)
MUCİZE
Bazen hava insanı canından bezdirecek kadar kötü olabilir. Simsiyah gökyüzünü, inanılmaz bir hava basıncı, soğuk, yağmur, rutubet, insanın iliklerine kadar işleyen, sanki bende varım diyen sinsi bir rüzgar tamamlar. Ne yatağınızdan kalkmak ne de evinizden çıkmak istersiniz. İçinizden gelmez.
Sonra rüzgar sesinden de, pencerelere vuran yağmur damlalarından da, yalnızlıktan da gına gelir boğuluyor gibi hissedersiniz kendinizi. Bunalırsınız, Gönülsüzce dışarı çıkıp biraz hava alma ihtiyacı duyarsınız.
Şemsiyeniz varsa şemsiyenizi alır, yoksa öylece dışarı çıkar, omuzlarınızı kaldırır, amaçsız bir şekilde yürümeye başlarsınız. Nereye olursa . Adımlarınız sizi nereye götürürse. İstemeye istemeye yürürsünüz.
Sonra bir mucize gerçekleşir ve toprağı yarıp çıkmış bir çiçek görürsünüz. Evet sanki size” bak hayat devam ediyor, önce ben geldim, beni diğerleri takip edecek” diyen, sizi hayata bağlamaya çalışan, hayatın devam ettiğini söyleyen sevimli küçücük bir çiçek.
İşte o minicik çiçeğe baktıkça vücudunuzun ısındığını, kanınızın damarlarınızda yeniden dolaşmaya başladığını ve sanki hayata geri döndüğünüzü, canlandığınızı hissedersiniz.
Dokunursunuz o güzel çiçeğe, incitmemeye çalışırsınız, okşarsınız. Minnettarlığınızı göstermek istersiniz. Ben gördüm, bu benim çiçeğim” diye sahiplenmezsiniz. Koparıp evinize götürüp ruhsuz bir vazonun içine ölene kadar hapsetmeyi hiç düşünmezsiniz. Eğer insansanız, o çiçeğin başka insanlara ümit taşıyacağını bilir kıyamazsınız.
Sonra istemeye istemeye ayrılır yolunuza gidersiniz ama aklınız o küçücük çiçekte kalır, ve inşallah kimse koparmaz diye de dua edersiniz, ama gidersiniz.
“HAYAT DEVAM EDİYOR" YETMİYOR!
“Kul kurar, kader güler” derler. Aklımın ucundan dahi geçmezdi seneler sonra Kanada’dan Türkiye ye tatile geleceğim, aşık olacağım, evleneceğim ve Türkiye’ye kesin dönüş yapacağım. Evet, aklımın ucundan bile geçmezdi. Ben planlarımı başka türlü kurmuştum.
O kadar çok çalışmış, o kadar gayret göstermiş, o kadar sürünmüştüm ki başarılı olmak, kendimi ispat etmek için Kanada’da inanamazsınız. Bütün gece sabahlara kadar taksi kullanır, sabah okula giderdim. Aylarca günde birkaç saat uykuyla yaşadığım olurdu. Yolcu beklerken sınavlarıma çalışırdım. Üniversiteden dekanın şeref listesinde mezun oldum. Daha mezun olmadan Sheraton beni işe aldı ve deliler gibi çalışmaya başladım. Kısa zamanda kendimi kabul ettirdim ve mükemmel bir kariyer sahibi oldum. Hayallerimi süsleyen Amerikan filmlerinde ki gibi bir hayatım oldu. Havalarda uçuyordum.
Her şey bir çift yeşil gözün gözlerimin içine sevgiyle gülümseyerek bakmasına kadar sürdü. Dünyam değişti. İnandıklarım değişti. Değerlerim değişti. Amerikan Rüyası sona erdi. Senelerce uğraşıp elde ettiğim her şeyi bırakıp, Türkiye’ye kesin dönüş yaptım, arkama bile bakmadan. Sonrasını biliyorsunuz. Yani kul kuruyor, kader gülüyor, inanın öyle işte.
İnsanoğlu garip bir yaratık. Bir yandan inanılmaz acı çekiyorsunuz, bir yandan canınız baklava yemek istiyor, kebap yemek istiyor, rakı balık alemleri yapmak istiyor. Yanınızdan geçen güzel bir kadın görüyor veya güzel bir kadınla karşılaşıyorsunuz, aklınızdan neler geçiyor neler. Ama işte o yavaş yavaş kabuk bağlayan yaranın mevcudiyetini içinizde hep hissediyorsunuz ve o yara derinden derine hep kanıyor. Ne kadar kanayacağını, ne zaman kanamaya başlayacağını bilmiyorsunuz. O yara sanki tamamen bağımsız, kendi karar veriyor ne yapacağına. İnanın ne kadar uğraşırsanız uğraşın kanamayı durduramıyorsunuz, kontrol edemiyorsunuz ve çoooook yoruluyorsunuz.
Eksik ve yarım yaşamak güzel değil, hiç güzel değil.
“Hayat devam ediyor ” yetmiyor.
ÇARESİZLİĞİN KOKUSU
Yoğun bakıma iki gurup insan alınır. Birinci gurup geri çıkma veya çıkarılma ümidi olan hastalardır. Bunlar ya ameliyat sonrası alınırlar ya da belirli bir zaman için kontrol da tutulurlar. Sonra biraz tıbbın, birazda Allahın, meleklerin yardımıyla hasta odalarına transfer edilirler ve sonrada nasip olursa taburcu edilirler.
İkinci gurup ümitsiz olanlardır. Ölüp gideceklerini doktorlarda, hemşirelerde, tekniksiyenler de hastabakıcılar da yakınları da hatta kendileri de bilirler, eğer kendilerindeyseler.
Bu zavallılar yoğun bakımda ne kadar uzun kalırlarsa o kadar iyidir hastaneler için. Çünkü herkes kaderini kabullenmiştir. Yoğun bakımda kaldıkları her gün, solunum cihazından aldıkları her nefes, kollarına iş olsun diye bağlanan her serum, vücutların adet yerini bulsun diye zerk edilen her ilaç, bazı ihtiyaç sahiplerine, yüzme havuzu, çok pahalı bir araba, daha büyük bir ev, çocukların okuyacağı ateş pahası okullar, uzun tatiller, marka elbiseler, gözlükler, saatler, mücevherler olarak geri döner.
Yoğun bakım üniteleri normal hastaneler gibi kokmaz. Çünkü ölümün ve çaresizliğin anlatılması çok zor ama fark edilmesi çok kolay, kendine has, ürkütücü bir kokusu vardır.
ANNELER GÜNÜ
Normal doğum yaptı Yasemin. Kızımızın doğumuna girdim. Doğum belki de hayatımda en duygulandığım deneyimdir. Bir kadının anne olmak için yaşadığı sıkıntılara, sancılara, fedakarlığa bire bir şahit oldum. Hem eşime, hem de onun nezdinde bütün annelere karşı sevgim, hayranlığım arttı.
İnsan vücudunun tahammül edeceği maksimum ağrı sınırı 45 unite iken, doğum esnasında bir anne adayı 57 unite ağrı hissediyor. Bu ağrı 20 kemiğin aynı anda kırılmasına eşit bir ağrıdır.
İşte böyle ne anne olmak kolay, ne de anneliğin gerektirdiği fedakarlığın bir ömür boyu bilincinde olmak kolay.
Bütün anneler hepinizi çok seviyorum. Allah size uzun ömür, kuvvet, sabır, versin. emeklerinize değecek hayırlı, duygulu evlatlarınız olsun.
Anneler gününüz de kutlu olsun.
İNSAN OLMAK
Güzel insanları sevmek, Allah’ı peygamberi sevmektir. İnsanın kendisine, “Ben kimim? Bu dünyaya neden geldim? Nereye gidiyorum? Ne yapıyorum? Ne yapmam lazım? Diye sorması ne kadar gerekli.
Hazreti Mevlana insan bir iğne ucu ile dağları deler, öteye geçebilir, ama gururundan kurtulamaz; malın, mülkün, şöhretin, ilimin, her şeyin kendi gururu vardır. Neye güveniyorsun a mübarek hepsi emanet değil mi der.
İnsan olmak buradan başlıyor işte.

Serseri bir kurşun gibi girdin hayatıma
Serseri bir kurşun gibi çıktın gittin.
İnsan serseri bir kurşunu özler mi?
Özlüyor işte!!!
HALA SERGİDEYİM
Damadım Güçlü Kadir’in tabloları arkamda asılı olanlar. Bir tarafta kızımın, bir tarafta damadımın tabloları, içtiğim kırmızı şarap daha bir kırmızılaşıyor, daha bir güzelleşiyor.
Mutlu içmek güzel!!!
Ne kadar özlemişim yaşamayı.
( Bu arada üstüme giydiğim tişört kızımın dizaynıdır)
Çocukken bütün masallar "bir varmış bir yokmuş" diye başlardı. Sivas'ta bir Fikriye teyzemiz vardı. Dizinin dibine oturur ağzının içine bakardık. masala başlasın diye. Nasılda geçmiş seneler, nasılda eskimişiz. Yaaa!!! bir varmış bir yokmuş, nereden nereye. Ama gözlerimizde ki sevgi hiç değişmemiş. Bir defa baba kız, hep baba kız. Güzel mi?
BAHAR’IMIN SERGİSİ
Kocaman bir tuval alıp Bahar’ın önüne koyar “Hadi canım başlayalım, sen detaylarla başla, ben de konturları tamamlayacağım” derdi Yasemin Bahar’a. Bukleli, dalgalı saçlı, boylu boslu birbirinden güzel iki kadın bir şahaser daha yaratmak için kolları sıvar, adeta kendilerinden geçer çalışmaya başlarlardı. Ben de Pavarotti, Andrea Bocelli, bulabildiğim en güzel müzikleri güzel evimizin müzik sistemine koyar hayranlıkla kızımı, eşimi seyreder, nasıl sevinir, nasıl dualar ederdim. O kadar gururlu, o kadar mutlu hissederdim ki kendimi, neredeyse ayaklarım yerden kesilirdi.
Sizlerle Bahar’ın son sergisinden bazı resimlerini paylaşıyorum.
Yeşil gözlü güzel kadın gitmeden kızımızdan bir ressam, benden bir yazar yarattı. Allah ondan razı olsun.
DOĞUM DENEN MUCİZE
Kızımız Bahar Kanada’nın George Town isimli çok güzel bir kasabasında, güzel bir Nisan sabahı, Yasemin isimli, yasemin kokulu, yeşil gözlü çok güzel bir melekten doğdu ve ben oradaydım. Doğum sırasında eşimin neler yaşadığını, nasıl bir fedakarlık yaptığını gördüm. Onu bir daha sevdim, çok sevdim.
O ameliyathanede Yasemin doğum sancıları çekerken meleklerinin sevimli bir telaş içerisinde etrafında uçuştuklarını hissettim, gördüm biliyor musunuz. Kızım doğduğunda işte o meleklerin kucağına doğdu ve göbeğini ben kestim.
Ve o melekler eşimin ve kızımın çevresinden hiç ayrılmadılar. Yasemin Bahar daha üç yaşındayken kızımızı kucağına alıp minik kağıtlar üzerinde ona resimler çizdirdi, anatomi öğretti. Ne o güzel kadın çizdirmekten, ne de o güzel kıvır kıvır saçlı, kocaman kocaman gözlü kız çocuğu çizmekten usandı. Bu gün Bahar annesi gibi inanılmaz bir ressam. Aynı zamanda fevkalade piyano çalıyor, gitar çalıyor, şarkılar söylüyor, besteler yapıyor. Yeşil gözlü güzel kadın giderken kızını meleklerine bıraktı gitti. Gözü arkada kalmadı biliyorum, hissediyorum.
Bu gün 29 Nisan Marmaris Müjdat Gezen Sanat merkezinde kızımın eşi Kadir ve Ekvator’lu bir ressam hanımla karma resim sergisi var. O kadar güzel resimler yaptı ki. O kadar güzel bir sergi yarattılar ki.
Şimdi sizlerle paylaştığım resimlere çok iyi bakın. Kızımın yüzünü, gözlerini inceleyin.
Annesini, meleklerini görebiliyor musunuz?
Daha dikkatli bakın.
Ben görüyorum!
Ortada ki resmimiz de sağ omzumda bir el var kimin eli o biliyor musunuz?
70 yaşına girmeme çok az kaldı. Korkuyormuyum? vallahi korkmuyorum. Daha ne kadar sizlere aklı başında yazılar yazarım bilmiyorum. Aklım daha ne kadar benimle olur onu da bilmiyorum. Ürküyorum, bazen çok ürküyorum. Sizlerden ayrılmak zor. Elimden geleni yaptım zannediyorum. Yaptım mı onu bile bilmiyorum. Ama hem sizleri, hem de sizlere yazmayı sevdim, çok sevdim bir onu biliyorum, bir de deliksiz sevmenin güzelliğini.
KIZIMA
Eğer bir gün sana olan sevgimi sorgularsan çocuk, işte o zaman bu resmimize bak. Gözlerime odaklan. Bu gözler hayatının her evresinde sana hep böyle baktılar. Seni hep kıvır, kıvır saçlı, kocaman kocaman gözlü, şeker mi şeker bir kız çocuğu olarak gördüler be canımın içi.Hala da öylesin biliyor musun? Benim gözümde, gözlerimde, içimde...
Güzel kadınları severim,
Gülen güzel kadınları daha çok severim,
Bana sarılan gülen güzel kadınlara bayılırım.
İyi ki varsınız, dünya sizinle bir başka dönüyor :):)
KAYBOLMAK BU GALİBA
Kadın erkek ilişkileri hakkında kitaplar okuyorum. Magazinler dergiler okuyorum. Bana gelen mesajları okuyorum. Hayal kırıklıkları, kavgalar, kıskançlıklar, ihanet, şüphe, şiddet, yalanlar, yalanlar, daha neler neler.
İnanamıyorum. Bu nasıl bir hayat diye hayret ediyorum, üzülüyorum. Biz başka bir dünyada mı yaşadık Allah’ım diye soruyorum. Yoksa o güzel kadını daha 52 yaşında bana Hanya’yı Konya’yı anlatmak için mi, dünyanın gerçek yüzünü göstermek için mi elimden aldın. Ders vermek için mi, bana böyle bir melek nasip edip, beni ne kadar sevdiğini ispatlamak için mi? Şu çektiğim acıları, yalnızlığı, yapayalnızlığı, hasreti onun çekmesini istemediğin için mi? Ona kıyamadığın için mi? Bu bir ceza mı, imtihan mı, denememi, ne ki bu? Nereye kadar anlayabilirim, nereye kadar sorgulayabilirim, nereye kadar dayanabilirim?
Bilmiyorum ki, bilmiyorum ki, bilmiyorum ki.
Şeytanın içinde fink atmasına izin verme, şeytanın esiri olma. Bana bakışların, gözlerindeki ifade, duruşun, sesinin tonu değişmesin. Bu seni de beni de yalnızlığa geri döndürür.
Şeytanın günlüğüne “Oh, yine başardım, ben bu filmi daha önce de görmüştüm” yazdırma,
Önce kendini, sonra beni sevmeyi öğren.
İkimizi de sev.
Çok mu istiyorum ?
( Denemeler kitabımdan)
DÜNYA BU İŞTE. BİLMEM SİZ NE ZANNEDİYORDUNUZ.
Aslında her şey aynı zamanda oluyor biliyormusunuz. Kahkaha da, sevinçte, hüzünde, acıda. Bir kadın doğum sancıları çekiyor, bir can ortaya çıkıyor. Aynı anda başka bir yerinde dünyanın bir can dünyadan ayrılıyor. Bir yerde düğün var, bir yerde cenaze. Biri kalbi çarpa çarpa “seni seviyorum” derken,”bir başkası” senden nefret ediyorum, cehenneme git” diye haykırıyor. Birisi” rakım bitti” diye hayıflanırken diğeri yarına yiyecek ekmeğim var diye seviniyor.
Yani Ömer Hayyam’ın dediği gibi “cennette bu dünyada, cehennemde.
Çocukluğumu Sivas’ta yaşadım. Bir şeyleri kanıtlamak veya karşımızdaki ikna etmek için hep annemizin babamızın üstüne yemin ederdik. İkinci dünya harbi daha yeni bitmiş, yoksul ama sevimli şehrimizde başka kıymetli bir şeyimiz yoktu ki. Varsa da ana baba yoksa da ana baba. “Anam, babam ölsün ki doğruyu söylüyorum”, “Anam, babam ölsün ki ben almadım, “Anam babam ölsün ki ben de yok” işte böyle sürer giderdi. Tabi o zamanlar bilgisayarlar, cep telefonları, arabalar, oyunlar yoktu, değerlerimiz bu günden çok ama çok farklıydı.
Sizlere uzun zamandır aşk, sevgi, hasret, evlilik, birliktelik hakkında yazılar yazıyor, anı yaşayın, birbirinize sahip çıkın, mutluluğunuzu fark edin, bağışlayıcı, affedici olun, küçük problemleri büyütmeyin, bir tek ölüme çare yok diye sizleri uyarmaya çalışıyorum. O kadar samimiyim ki inanamazsınız. “Doğruyu söylemiyorsam Anam babam ölsün” diyemiyorum çünkü onları uzun seneler önce kaybettim. Ama yazdıklarımın samimi ve doğru olduğunu ispatlamak için sizlerle benim gibi düşünen, çok iyi tanıdığınız güzel bir insanın son sözlerini paylaşıyorum. Bence bu satırları en az 5 defa okuyun ve 10 defa düşünün. Düşünün bakalım hayatın neresindesiniz ve nasıl bir yaşam anlayışınız var.
STEVE JOBS'UN SON SÖZLERİ
İş dünyasında başarının zirvesine ulaştım. Diğer insanların gözünde, benim hayatım tam bir başarı örneği. Ancak, çalışmanın yanında mutluluğu çok az yaşadım. Sonuç olarak, zenginlik ve varlık hayatın alıştığım bir yönü oldu.
Şu anda bir hasta yatağında tüm hayatımı gözden geçirirken, kıvanç duyduğum tüm zenginlik ve tanınmanın ölümün karşısında solduğunu ve anlamsızlaştığını anlıyorum.
Karanlıkta bana hayat desteği veren cihazların yeşil ışıklarına bakarken onların çalışma uğultularını dinliyorum. Ölümün nefesinin giderek yaklaştığını hissediyorum…
Şimdi şunu biliyorum; hayatımız için yeteri kadar varlık elde ettiğimiz zaman, zenginlikle ilgisi olmayan konuların peşinden gitmemiz gerekir… Daha önemli olan şeylerin:
Belki dostluklar, belki sanat, belki de gençlik yıllarında kurduğumuz hayaller…
Sürekli olarak zenginliğin peşinde koşmak insanı benim gibi eğri büğrü hale getiriyor.
Allah hepimize zenginliğin oluşturduğu illüzyonu değil, herkesin kalbindeki sevgiyi hissedebilmemiz için duygular verdi.
Kazandığım zenginliği ve varlığı birlikte götüremiyorum. Birlikte götürebildiğim tek şey sevginin oluşturduğu hatıralarım. Sizinle birlikte olan, size güç veren ve size yola devam etmeniz için ışık veren gerçek zenginlik işte bu sevgi dolu hatıralar.
Sevgi binlerce kilometre gidebilir. Hayatın sonu yok. Gitmek istediğiniz yere gidin. Ulaşmak istediğiniz yüksekliğe ulaşın. Hepsi sizin kalbinizde ve ellerinizde.
Dünyada en pahallı yatak nedir biliyor musunuz? – “Hasta yatağı” …
Sizin için arabayı sürmesi için bir kişiyi kiralayabilirsiniz. Sizin için para kazanması için bir kişi bulabilirsiniz, ancak hastalığınızı sizin için taşıyacak kimseyi bulamazsınız.
Kendinize iyi bakın. Diğer insanlara şevkat gösterin. Kaybolduğu zaman asla bulamayacağınız bir şey var – “Hayat”.
Bir insan ameliyathaneye girdiğinde, o ana kadar okumayı bitirmiş olması gereken bir kitabın olduğunu fark ediyor “Sağlıklı Hayat Kitabı”
Şu anda nasıl bir hayat sahnesinde olduğumuzla, zaman içinde, perdeler aşağıya inince yüzleşiyoruz. Ailenizin, eşinizin ve dostlarınızın sevgilerine muhtaçsınız. Bunu hiç unutmayın.
.
Zaman deli gibi geçip gidiyor, adeta uçuyor. Bütün hayatım neyin yanlış neyin doğru olduğunu anlamaya çalışmakla geçti. Artık umurumda bile değil neyin yanlış neyin doğru olduğu. Herhalde 70 yaşında doğru yolu buldum, doğru yaşamayı öğrendim.
Yanlış mı düşünüyorum acaba?
SİTEM
Boynunu büküp rüyalarıma girme. Hüzünlü hüzünlü gözlerime bakma o rüyalarda. Seni düşünmediğim günüm, adını anmadığım saatim, seni özlemediğim, hasretini hissetmediğim anım var mı benim?
Var mı?
NEDEN YOK Kİ
Yine sevmek istiyorum. Sevmekten korkmuyorum. İçim sevgi dolu benim. Bir defa yürekten seven sevginin ne olduğunu bilir. Tiryakisi olur sevginin de sevmenin de. Yine sevmek istiyorum ama bu defa ölüm olmasın, veya olursa da bana olsun. Ayrılık olmasın. Sabahları yalnız uyanmayı, geceleri kendi kalbimin çarpıntısını duymayı, iliklerime kadar hüzünlenmeyi istemiyorum. Alışmak, sevmek, alışmak sevmek, sonra birden sevdiğini kaybedip yalnızları oynayacak gücüm yok benim. Bir ayrılığa daha dayanamam ki. Ama sevmek sihirli, sevmek güzel. Özlüyorum çok özlüyorum.
Sigarayı bırakma kampanyaları var da, sevmeyi bırakma kampanyaları neden yok ki ?

ŞÜKÜR

Denemeler kitabımdan; Hiç, tanışmadığım, yüzünü görmediğim, yazılarımı okuyan, kendisi çok güzel yazan, her konuştuğumuzda telefonda devamlı kahkahalar attığımız, hayata bakışına, hırsına, enerjisine hayran olduğum, güzel kalpli face book arkadaşıma gidiyor bu yazı ve onun ismini taşıyor.
ŞÜKÜR
Bir kenarda uyuduğunuzda, sizi uyandırmaya kıyamadan sessizce üstünüzü örten, terlediğinizde alnınızda biriken ter damlalarını silen, “Hayatım çıplak ayaklarınla yere basıyorsun, hasta olacaksın. Hadi al şu terliklerini giy Allah aşkına” diyen birisi varsa hayatınızda, cennetin ilk basamağına adımınızı attığınızı bilin ve sizi o basamağa çıkaran, o elleri koklayın, öpün, sarılın o insana, şükredin. O kadar şükredin ki!
KİTAP BASILDI GELDİ
Mayıs 24, 70 yaşına giriyorum. Nasip olursa. Burcum ikizler, boyum 1.80, kilom 90, göbeğim yok gibi. Yani biraz var. Bazen kayboluyor, bazen geri geliyor. Her gün spor yaparım. Yani 70 göstermiyorum. Eh 69 falan hala, meraklısına!
Tam 18 aydır sizlere yazılar yazıyor, sizlerle yazılarımı paylaşıyorum. 70 yaşında bir insan ne ister? Şöhret olmak mı? Para kazanıp köşeyi dönmek mi? Hayır, çok çok hayır.
70 yaşında bir insan anlaşılmak ister, paylaşmak ister, dinlenmek ister, okunmak ister, 70 yılını boşuna harcamadığına inanmak ister, adam yerine konmak ister. 70 yaşından sonra gelen şöhret veya para insana sadece yük olur, eziyet olur. Arka da bırakacakları artar. Daha fazla kaygı, daha fazla üzüntü olur. Gidenler giderken bir şey alabiliyorlar mı yanlarına? O güzel insan Mustafa Koç işte, ne götürebildi ki.
Demek istediğim şu; ben kitaplarımı şöhret olmak veya köşeyi dönmek için yazmıyorum. İnandığım için, sizlere bir şeyler verebilmek için, bire bir yaşanmış hayatımdan kesitler paylaşıyorum sizlerle. Hayatta insanın başına neler gelebileceğini anlatmaya çalışıyorum. Sizleri bir şekilde uyarmaya tabir caizse uyandırmaya uğraşıyorum, bir şeyler öğretmeye çalışıyorum giderayak.
Yeni kitabımda 120 adet yazım var. Total 400 sayfa. Bu yazdıklarımın sadece yarısı. 400 sayfa daha ilave ederseniz 800 sayfa, yani her ay en az 50 sayfa yazmışım. Yazdıklarımı kitap haline getirebilmek, düzenlemek için 400 sayfayı 20 defa okumuş düzeltmişim. Yani 8000 sayfa okumam icap etmiş. Bu, uzun saatler, uykusuz geceler, sabahlamalar, sigaralar, şişe şişe kırmızı şaraplar demek biliyorsunuz.
Şimdi kitap basıldı. Sizin tek yapacağınız bu kitabı almak. Hepsi bu yani. Daha önce de yazdığım gibi hayatımda ne ısrarcı oldum ne de ısrarcıları sevdim. Israr etmiyorum. Ama bu kitabı alıp sonuna kadar okursanız hayata bakışınızın değişeceğini, gözlerinizi kendi üzerinize çevireceğinizi, ilişkinize, eşinize, sevgilinize karşı davranışlarınızı iyi yönde etkileyeceğini, aşkın ne olduğunu, aşık olmanın güzelliğini hissedeceğinizi biliyorum, hem çok iyi biliyorum.
Dediğim gibi 120 yazım var bu kitabın içinde, yüzden fazlada resim var. Hepsini bir defada okumak zorunda değilsiniz. Bir roman olmadığından süreklilik yok. Mesela 5 yazı okur bırakırsınız, sonra devam edersiniz ne zaman vaktiniz veya gönlünüz olursa okumaya devam etmek size kalmış. Yani bir okuma, bitirme baskısı hissetmeyeceksiniz.
Başka ilave edeceğim bir şey yok. Zamanı gelince, kitabı bulabileceğiniz adresleri paylaşacağım. Bir daha da ”Aman alın veya almayın” yazmayacağımdan emin olabilirsiniz. Ben üstüme düşeni yaptım, verdiğim sözü de tuttum.
Romen vatandaşlarımın dediği gibi; “Bundan sonra çok da tın, çok da fifi” yani!
Şimdilik sevgiler diyorum.
Yorulmuşum.
İKİ KALP
Sevgilimle öyle bir sarılırdık ki birbirimize ikişer kalbimiz olurdu. Onun kalbi benim sağ göğsüme, benim kalbim onun sağ göğsüne yerleşir, benim kalbim onun sağ göğsünde, onun kalbi benim sağ göğsümde çarpardı. Bir kalp fazla çarparsa diğeri onu sakinleştirirdi. Böyle de uyur giderdik.
Sağ göğsüm de çarpan bir kalbi özledim, o kadar özledim ki!
Denemeler kitabımdanbir cevher daha;
UCUZLUK BİR BELADIR; ÖKÜZLER DE HEP ÖKÜZDÜR
Allah öküzü yarattıysa. Bir bildiği vardır. Öküz öküzdür. Ne kadar uğraşırsanız uğraşın öküz öküz olarak kalır. Öküz olmanın azı çoğu yoktur. Öküz öküzlüğünü bilmediği sürece mutlu yaşar. Zaten öküz olduğunu anlayan veya bundan rahatsızlık duyan bir öküz henüz ortaya çıkmamıştır.
Anadolu da bir deyim vardır. “Mayası bozuk” derler. Ucuz insanlar da böyledir. Ne yaparsanız yapın o kendilerine yapıştırdıkları ucuzluktan onları kurtaramazsınız. My fair lady sadece bir film, bir tiyatro eseri, bir fantazidir. Hakiki hayatta öyle şeyler olmaz.
Ucuzluk insanlara Japon Yapıştırıcısı gibi yapışır. Ne kadar uğraşırsanız uğraşın o ucuzluğu, kabul etmiş birisine kendine değer vermesini öğretemezsiniz. Boşuna kürek çekersiniz. Arzın merkezine seyahat etmek daha kolaydır.
Hatta deve bile hendekten atlayabilir.
ARKADAŞIM, CANIM CİĞERİM
Dün bir arkadaşım bana telefon açtı. Bir Sivaslının anıları kitabımı okuyanlar bilirler. Lise arkadaşım, kader arkadaşım, canım ciğerim gözümün nuru, vazgeçemediğim, kalbi her zaman benimle çarpmış, beni hiç yalnız bırakmamış, en kötü günlerimde yanımda olmuş, kardeşten ileri , mahalle arkadaşım, kader arkadaşım, yurt arkadaşım. Lise numarası ile 439 Hikmet . 56 yıllık arkadaşım. Dile kolay.
Dünyalar tatlısı, güzel insan, örnek anne, eşi K. Hanım 9 yıldır tedavi görüyor. Zor günler yaşıyor Hikmet. Nasıl dertleştik, nasıl ağladık, nasıl sarıldık telefonda birbirimize bilemezsiniz. Allah onun gibi bir arkadaşı, bizim gibi, arkadaşlıkları herkese nasip etsin. Sizin, size “Canımın İçi, nasılsın” diye telefon açan arkadaşınız var mı? Yoksa ne kadar yazık. İnşallah vardır.
Arkadaşlarınızın değerini bilin, onların Allah'ın bizlere bir lütfu olduğunu kabullenin. Candan, yürekten, bağlandığınız, sevdiğiniz kader arkadaşlarınızla yaşadığınız her an, geçirdiğiniz her dakika size cennetten bir armağandır, bunu hiç unutmayın. Hepimizin yapacak bir sürü işimiz, meşgalemiz var. Ama ne çiçekleri koklamayı unutun, ne de arkadaşlarınızı aramayı.
Bakın bu gün cumartesi. Bol bol zamanınız var. Hadi arayın arkadaşlarınızı, o ellerinizden hiç düşmeyen cep telefonunuzla. “İçimden geldi, özledim, kanım kaynadı, iyi ki varsın falan deyin” Veya “Hala mı içiyorsun lan” diye de sorabilirsiniz. Veya "Hani lise sonda, o önde sağda oturan Damla vardı ya Damla, ulan o kadar zaman geçti ben ona hala aşığım biliyormusun” gibi itiraflar sizi ne kadar rahatlatacak bilemezsiniz.
Hala vakit varken arayın. Sonra çok ararsınız.
“Nah” ararsınız.
ZİL ZURNA
Ben içkiye babamın tekel biralarıyla başladım, 14 yaşındaydım. Babam eve kasalarla tekel birası alırdı. İncecik bir tornavida ile metal kapakları bozmadan dikkatlice açar, bir bardak doldurur içer, aynı ölçüde su doldurur, şişeyi tamamlar ve kapağı tekrar dikkatlice kapatırdım. Bu derin operasyon sırasında, o zamanlar bizimle yaşayan yengem de yanımda durur “Bak bir gün babam anlayacak lan” diye beni ikaz ederdi. Çok şeker bir kızdı, oda daha 16 yaşındaydı.
Ve babam bir gün anladı. Adamcağız yordun argın birasını içerken anneme “ Naci, yahu bu tekel biraları iyice bozdu, su gibi oldu” deyince yengem kıkırdamaya başladı. Sonunda “Ne oldu kızım, niçin gülüyorsun” derken hanımefendi babamın bana dayak atmayacağı şartıyla bülbül gibi öttü. Ve babam bana döndü “Oğlum” dedi “mademki bira içmek istiyorsun, söyle evladım bir kasada sana alayım, sen de zevk al ben de zevk alayım. Neden benim biraları mı rezil ediyorsun?” Allah rahmet etsin, babam işte böyle kalender, böyle bir melekti benim.
Lisede ucuz şaraplara başladık. Bizi kimsenin göremeyeceği yerlere saklanır içerdik, sırayla aynı şişeden. Deniz Gezmişle birlikte içerdk. Daha önce yazdım ya Deniz benim Sivas’ta mahalle arkadaşımdı. Ucuz şaraplar üniversitede, talebe yurdunda devam etti. Domates, beyaz peynir, taze ekmek, yay hepsini gazete kağıdının üstüne, ohhh! dünya senin. Yoksul ama güzel günlerdi o günler.
Militanlık günlerimizde parkalarımızın sağ üst cebinde cep konyağı taşımaya başladık. Arkeoloji okurken derslerde ışıklar söner slayt gösterisi olurdu. Mumlarımızı yakar, millet deliler gibi not alırken biz konyak şişelerini cebimizden çıkarır, çikolata konyak kafaları çekerdik en arka sıralarda. Milli manken Merih Akalın, Rahmetli Arda Uskan, Rahmetli Erhan Akyıldız ve bendeniz. Erhan o kadar içerdi ki ders bitince yürüyemez, herkes çıkınca anfiden Arda ile koluna girer çıkarırdık. Birde çiçek pasajında votkalı Arjantin birasına bayılırdık.
Sonra ben Kanada’ya gittim ve bira devri başladı, çünkü herkes bira içiyordu. Üniversite günlerinde tekila ile tanıştım. Mezun oldum, çok çalıştım başarılı bir iş adamı, otel yöneticisi oldum ve lüks hayat başladı. Şarabın en güzeli, viskinin en alası, kokteyller, birbirinden güzel kadınlar, neler neler. Zaten Kuzey Amerika içkinin imparatorluğunu ilan ettiği bir kıta olduğundan içmemek imkansızdı.
Sonunda memlekete döndük ve rakı ile devam ettik kaldığımız yerden, rakı ve kırmızı şarap.
İşte böyle sayın seyirciler, sizlere benim içki serüvenimin bir özeti. Bu kadar senedir içkiyle iç içeyim, bir kere olsun ölçümü kaçırmadım. Yani hep ağzımla içtim. Duracağım yeri bildim. İçtim, sazımı aldım sahnelere çıktım türküler söyledim. İçtim, neşelendim sağıma soluma takıldım güldüm, güldürdüm. Ne kendime, ne etrafıma eziyet ettim. Bir kere bile zil zurna sarhoş olmadım. Hiç kimse beni sarhoş görmedi.
Ama zil zurna sevdim, zil zurna aşık oldum ben. Sadece bir kişiye zil zurna aşık oldum. Bir tek kişiye. Ve hala ayılamadım.O bunu öyle hak etti ki.
Ayılmaktan korkuyorum biliyormusunuz?
Eğer içip güzelleşiyorsanız devam edin. Bu gece de bana kadeh kaldırın, yani bize. Olur mu canlarım benim. Hepinizi çok seviyorum, çok seviyorum.
KENDİMİ DİNLİYORUM
“Zorlama beni felek, benim dert çekecek dermanım mı var?” diyorum. “Biz kalbimize bir sevgili koyarız, sembolümüz Kangal köpeğimizdir, onun bile bir eşi olur, bir tek eşi olur ömür boyu” diyorum.
Turnaların efsane olduğu memlekette doğmuşum. Turnaların da tek eşi olur. Eşini avcının vurduğu turna eşinin başından ayrılmaz, ayrılamaz ki diyorum.
Ben Sivas’ın havasını solumuş, suyunu içmiş, aşını, soğuğunu yemişim, mayam orada yoğrulmuş. Biz sevdiğimizi kaybedince, kalbimizi onunla gömer, yerine “Hayat devam ediyor” koyar öyle yaşarız, sevdiğimize kavuşuncaya kadar” diyorum. “Biz yarım gönül vermeyi, yarım sevmeyi, yarım sarılmayı bilmeyiz ki” diyorum.
Sonra sazımı elime alıp önce “Sivas Ellerinde sazım çalınır” sonra “Değme felek, değme bana derdim var benim” diyorum. “Yara dışarıdan olsa, halk ona bir melhem çalar, benim yarem içerdendir, çare bilmem ne edeyim” diyorum. “Yolun sonu gözüküyor, gözüksün anasını satayım, sonunda yeşil gözlüm varsa” diyorum. Diyorum işte, daha neler diyorum, neler diyorum. Veysel ile dertleşiyorum, Pir Sultan ile dertleşiyorum, Mahsuni’nin mısralarına sarılıyorum.
Kendim çalıp, kendim dinliyorum. Kendimi dinliyorum.
Denemeler kitabımdan
BAŞKA BİR YOLMU VAR BENİM BİLMEDİĞİM?
Seninle bir türlü uyduramadık adımlarımızı, ne kadar çok şey bekledik birbirimizden. Ne kadar çok şey girdi aramıza.
Beklentilerin aşkı öldürdüğünü biliyordum ama yüzünün asılmasına tahammülüm yoktu benim. Belki nedenlerin vardı ve ben o nedenleri sevmiyordum.
Kalplerimiz birlikte çarptığında, gözlerimiz sevgiyle birbirine baktığında, ne kadar da güzeldi hayat. Birden kuşlar ötmeye başlıyor, gökyüzü mavileşiyor, çiçeklerin kokusu daha bir belirleniyordu sanki.Baharda kelebeklerin uçuşmasını birlikte izlemek ne kadar da güzeldi. İşte o zamanlar yaşıyorduk be çocuk, dünya bizim oluyordu, bizde dünyanın.
Yıldızların çıkmasını beklemeye zamanım olmadığını biliyordum ben. Bu yüzden sana sarılıp öpmek istedim. Yine gideceğini biliyordum. Can Yücelin dediği gibi “Ben senin tabağında ki yemek kırıntıları gibiydim. Sen hep bırakıp gittin ve ben hep arkandan ağladım”
Sen her gittiğinde karaları bağlar, her döndüğünde saçlarını koklardım hiçbir şey olmamış gibi. Saçların yasemin kokardı. Sen saçlarının yasemin koktuğunu hiç bilmezdin, beni o kokunun nerelere götürdüğünü de bilmezdin, ama ben yine gideceğini bilirdim. Ve ne olursa olsun, ne kadar gidersen git, kapımı hiç kapamazdım sana.
Şimdi“Arkandan ağlarım “ diyorsun. Koy başını omzuma, ağla. Bak hala seninleyim. Arkamdan ağladığını bilemem ki ben.
Sonra ne faydası var. Sonraların ne faydası var?
Ölümden öteye yol yok ki güzelim.
Güzel ölmek züğürt tesellisi, güzel yaşasaydık ne olurdu sanki?
Bak yine kayboldun ve ben alıştım artık.
Sonunda insanın kalbi de nasırlaşıyor biliyormusun?
BİR HASRET YAZISI DAHA
Aslında bu gün sizinle başka bir yazımı paylaşacaktım ama bakın ne oldu vazgeçtim, yerine bu yazımı paylaşıyorum.
Bu akşam evime gelmeden önce her zaman yaptığım gibi mahalle bakkalına uğradım. Süper marketlerden alışveriş yapmayı sevmiyorum. Bana Kanada günlerimi, gurbet ellerdeki yalnızlığımı hatırlatıyorlar.
Neyse alacaklarımı aldım. Tam kapıdan çıkarken kapının önünde kır saçlı, yapılı bir adam elinde cep telefonu bir şeyler söylüyordu. Elimde olmadan kulak kabarttım.
“Karıcığım” dedi adam, “Ekmek almamı istermisin? başka bir ihtiyacımız var mı?”
İşte bu soruyu bir kerecik olsun sormak, o güzel sesi bir defa daha duymak için her şeyimi verirdim ben biliyormusunuz?
Boşuna sizlere sevgilinizin, eşinizin kıymetini bilin, şükredin diye yazmıyorum.
Öyle bir ararsınız ki, öyle bir arıyorsunuz ki.
BİR ŞİŞE KIRMIZI ŞARAP
Ölüm herkes için. Sana veya bana. Erken veya geç. Bırakın ölümü düşünmeyelim, ama aklımızdan da çıkmasın ölüm. Yalnız baharın kokusunu, yazın sıcağını, kışın soğuğunu, sonbaharın hüznünü unutturmasın, bize ölüm.
Bir yazarım ben. Sadece bana sarılana sarılır, bana uzatılan elleri tutar, beni öpeni öperim. Ne ısrarcı olmayı, ne ısrarcı olanı severim. Çok kendi halinde bir yazar olduğunu düşünen ama aslında hiç de öyle olmayan, olamayan bir yazarım ben.
İnsan “Eskiler alıyorum, eskiciiii”diye bağırmak ister mi ? Neler geçer içimden bilemezsiniz. Ne ölümler, ne aşklar, ne terk etmeler, ne terk edilmeler, ne isyanlar, ne hayata yeniden başlamalar, ne küsmeler, ne barışmalar, daha neler neler. İşte bu içimden geçenlerin bazıları parmaklarımı tutar bilgisayarımın tuşlarına götürürler, sonra da beni terk eder, sizin olurlar. Ama bazıları benimle mezara gideceklerini bilirler. Sessiz, sakin hesap gününü beklerler.
Bazen bütün gün konuşurum. Hayatımdan kesitler, hikayeler anlatırım, yazılarımdan bahsederim, fıkralar anlatırım, öğünürüm, hatta şımarırım. Hep konuşurum, gülerim, hiç susmam, susamam ki. Çok gülerim, güldürürüm de beni dinleyenleri. Tutabilene aşk olsun yani.
Sonra akşam olur, o adam gider ve yerini bambaşka birine bırakır. Sonra da bütün hikayelerim, yazılarım fıkralarım terk ederler beni birer birer, bırakır giderler.
Ben de bir şişe kırmızı şarapla paylaşırım yalnızlığımı.
Bir tek o bir şişe kırmızı şarap terk etmez işte beni.
BİR UCUNDAN İSYAN
Elinin ucuyla tutma ellerimi
Ağzının ucuyla öpme
Ya adam gibi sarıl
Ya adam gibi terk et
Yarım sarılmalara alışkın değilim ben
Kalbinin ucuyla sevme beni
“Git” diyorum bak kızmıyorum, işte kapı
Sokaklarda senin olsun
Gece kulüpleri de, barlarda, meyhanelerde
Oralarda bulursun kalbinin ucuyla sevenleri
Senin gibileri
Veya hiç sevmeyenleri,
Sevemeyenleri.
Ve hep ağlayıp, şikayet edenleri.
ŞEYTAN BUNUN NERESİNDE
“Senin başın öyle iyi olmadı. Kaldır bakalım başını, şu yastığı biraz düzelteyim. Hah şimdi daha iyi oldu değil mi güzelim. Üstünü de örtelim rahat bir uyku çek. Yorgun gözüküyorsun” deyip dudaklarından öpen, sonra da “Aaaaa, uyandın mı hayatım, bak ne güzel olmuşun ne kadar dinlenmiş yüzün, deyip güler yüzünde gülücüklerle, saçlarını okşayıp dudaklarına yine bir öpücük konduran, “Şimdi artık birlikte bir kahve içeriz değil mi canım diye soran bir eşin, sevgilin, kadının varsa, Cenneti başka yerde arama. Haddini bil, şansını zorlama.
Tap o kadına lan tap o kadına, elinin, başının üstünde tut. Kalbinin içine sok, ağzını ye onun sen. Secde et sen onun önünde, secde et.
Biliyormusunuz aslında dünya böyle bir kadın, böyle bir erkek arayan yalnızlarla dolu. Ah birde şu egolarından vazgeçseler, ah bir de şu egolarından vazgeçseler. Burunlarından kıl aldırsalar. Şeytanın nereler de gizlendiğini bir bilseler, bir bilebilseler.
O HEP YANIMDA
İnternette şarkılar, türküler dinliyorum. Yeşil gözlü güzel kadın hep yanımda. Birlikte söylüyoruz, o türküleri şarkıları.
Şehirlere, kasabalara sokaklara bakıyorum. Yeşil gözlü güzel kadın hep yanımda. Ya kolumda, ya eli elimde. O şehirleri kasabaları sokakları birlikte geziyoruz.
Yeşil gözlü güzel kadın hep yanımda biliyormusunuz?
Biliyorsunuz, biliyorum.
O hep yanımda.
Ve ben onu çok seviyorum.
Onu da biliyorsunuz, biliyorum.
Ne çok şey biliyorsunuz siz!
YAŞAMAYA ÇALIŞMAK
Eşimin hastalığı sırasında birçok acı yaşadım, çok yoruldum, çok üzüldüm. Ama iki acı var ki, ne kadar uğraşırsam uğraşayım, kalbime derinlemesine çakılmış iki temel çivisi gibi sökülmeleri imkansız.
Birincisi o ruhsuz tekerlekli sandalye günleri. Senelerce boyunu, yürüyüşünü, endamını hayranlıkla seyrettiğim, eteklerini dizlerine kadar çekip Rita Hayworth gibi danseden, yüzünde o güzel gülüşüyle kendinden geçerek, büyük keyif alarak oynayan, dans eden güzel, çok güzel kadının, kolundan tutmadan ayakta duramamasını, dengesini kaybetmesini, düşmesini, sonunda tekerlekli sandalyeye mahkum olmasını hiç kabullenemedim. O sandalyeyi iterken neler hissetmedim, neler yapmadım ki sevgilimin moralini yüksek tutmak için.
Hikayeler, fıkralar anlattım, şarkılar, türküler söyledim. İyileşir iyileşmez onu tekrar Roma’ya götüreceğime söz verdim. Güzel günlerimizden bahsettim. Onu ilk defa öptüğümde ne kadar heyecanlandığımı itiraf ettim. Kızımızın en şeker olduğu günlerinden bahsettim. Geceleri mışıl mışıl huzur içinde uyurken ayı şığında onu seyrettiğimi, Allah’a dualar ettiğimi söyledim. Kanada hatıralarımızı paylaştım . Ona bir İngiliz buldoğu gibi sarılıp, ne olursa olsun bırakmayacağıma söz verdim. Kendimi hep içi kan ağlayan, ama sirkte insanları eğlendirmekten başka bir alternatifi olmayan zavallı bir palyaço gibi hissettim ben, o hiç bitmeyen sancılı 9 Eylül Hastanesinin koridorlarında, Yasemin’in sandalyesini iterken.
İkincisi; güzelimin harikalar yaratan, tablolar vitraylar yapan, sihirli gölgeler ışıklar veren o zarif parmaklarının cep telefonunun tuşlarına basamayacak, kalem tutamayacak, imza atamayacak hale gelmesi, çaresizleşmesi, gücünü yitirmesiydi.
İşte bu iki acıyı kabullenemedim, affedemedim. Ne olursa olsun ne derseniz deyin, kader mi, alın yazısı mı, hayat mı, imtihan mı, Allah’ın özene bezene verdiği bu güzellikleri, yeşil gözlü güzel kadına ve bana büyük acılar çektirerek çekip almasını affedemedim. O güzel kadın, o melek huylu kadın, bunları hak etmemişti.
Ben bir yazarım. Yazarlar unutmazlar ve her detayı en ince ayrıntılarına kadar hatırlarlar. Yani işim çok zor benim. Hatırlamamak için nasıl mücadele veriyorum, inanamazsınız. Bazen kalbim öyle ağırlaşıyor ki, taşıyamıyorum. Omuzlarım çöküyor, yaşam arzumu yitiriyorum. Hiçbir şey yapmak istemiyorum. Yataktan çıkmak istemiyorum. Bir şeyler yemek istemiyorum: Su bile içmek istemiyorum. Kimseyi görmek, kimselerle konuşmak içimden gelmiyor ve işte böyle günlerde böyle yazılar yazıyorum. Dedim ya kalbimi artık taşıyamadığımdan, kendi derdime düştüğümden.
Hani sizler hep “Hayat devam ediyor” diyorsunuz ya! İstemesem de bayılmasam da YA Ş A M A Y A Ç A L I Ş I YO R U M!.
Hepsi bu işte hepsi bu, anlatmaya çalıştığım, paylaşmaya çalıştığım.bu. Gidecek başka yerim yok ki benim.
KIZIM FACE BOOK’A ANNESİNİN BİR RESMİNİ KOYMUŞ
Şimdi sen gel de bu kadını özleme, gel de hüzünlenme, gel de yazma, gel de hatırlama.
32 yıl sana kıskançlığı, şüpheyi unutturmuş, sana fedakarlığı, höş görüyü affetmeyi öğretmiş,seni hayata bağlamış,sana hayatı sevdirmiş, yaşadığın her güne bir güzellik bir mana eklemiş, her "YASEMİN" dediğinde sana cenneti yaşatan bu gülümsemeyle bakmış, unutulmaz resimler yapmış, eserler bırakmış, inanılmaz bir anne, bir eş, bir insan örneği olmuş, bu güzel kadının yokluğu nasıl bir eksiklik biliyormusunuz? Hasreti nasıl bir acıbiliyormusunuz?
Bilemezsiniz, inanın bilemezsiniz ve ben bilmenizi de beklemiyorum.
Ama şunu bilin; kokusu hala, yatağımda, yorganımda, yastığımda, evimde, arabamda, nefesimde, ellerinin sıcaklığı hala ellerimde. Gözleri hiç gözlerimden gitmiyor ki!
Bahçemize bahar geldi ve Yasemin'in ağaçları çiçek açtılar, öyle güzeller ki. Bu yazımı 15 ay önce paylaştım ve çok yakında çıkacak( Artık günleri sayıyorum) Yasemin&Güven Blok Yazıları kitabımda yer alıyor. Yasemin'in o güzel ağaçlarını açmış görünce dayanamadım. tekrar sizlerle paylaşıyorum.
SENİ SEVİYORUM
Marmaris'te turizm sezonu ilk baharın sonlarına doğru start alır. Temizlik başlar. Duvarlar boyanır, bütün kış yalnız ve hüzün içerisinde kendi başlarına terk edilmiş mekanlar canlanmaya başlarlar. Nalbur dükkanları dolar boşalır, aman sezona yetişsin de ne olursa olsun kafasıyla yarım kalan binalar mucizevi bir şekilde bitirilir, sonra da çiçeklendirme başlar.
Eşim Yasemin ve ben de bu sırayı takip ettiğimizden hem Marmaris Netsel Marinada ki mağazamızı hem de İçmelerde ki lokantamız Mona Titti'iyi çieklendirmek için çiçekçilere çok giderdik.
Yine böyle bir sezon başı gittiğimiz çiçekçide almak istediğimiz çiçekleri aldıktan sonra, iki adet orta boy, birisi bembeyaz çiçekler açmış diğeri pembemsi mor çiçekler açmış iki ağaç dikkatini çekti sevgili eşimin.
''Bak sevgilim'' dedi. ''Şu ağaçlar ne kadar güzel açmışlar. Bizim 500 metre kare bahçemiz var, biz hiç böyle bahar da güzel çiçekler açan ağaçlar dikmedik, şunların güzelliklerine bak. Keşke bizimde böyle ağaçlarımız olsaydı, ne kadar güzeller''
Aldıklarımızın parasını ödedik ve Marinada ki mağazamıza geldik. Ben Yasemin'i mağazada bıraktım çiçekçiye geri döndüm, iki ağacıda satın aldım ve bahçemizin en güzel yerlerine diktim. Sonra ortası boş üçken şeklinde kırmızı balonlar aldım ağaçların dallarından astım. Sonra da her balona bir kart iliştirdim ve üstlerine "Seni çok seviyorum" yazdım, bıraktım.
O gün akşam karanlığında geldiğimiz için Yasemin bahçedeki ağaçları fark etmedi.Sabah erkenden uyandım ve balkonumuzda güzel bir kahvaltı hazırladım, sürpriz.. Sonra Yasemin'i uyandırdım.
Yüzünde o her zaman ki güzel gülümsemesiyle balkona çıktı ve birden ağaçları fark etti..Arkası bana dönük bayağı bir süre öylece durdu. Sonra o güzelim yemyeşil gözleri gülerek bana döndü, bu arada gözlerinden şıpır şıpır yaşlar aktığını fark ettim. Hem gülüyor hem ağlıyordu. Hani bir taraftan güneş açar bir taraftan yağmur yağar ya.İşte aynı öyle. Böyle birbirimize bir müddet baktık, sonra bana doğru yürüdü , sımsıkı sarıldı ve ''Sağ ol canım, çok teşekkür ederim, seni çok seviyorum, sen bir tanesin" diyerek ve bunları defalarca tekrarlayarak, öptü, öptü defalarca öptü beni.İşte böyle bahar kokan bahçemizde yeni ağaçlarımıza bakıp birbirimizin kalp atışlarını dinleyerek, yüzme havuzumuzun parıltılarını seyrederek, kuş sesleri arasında sarıldık sarıldık.
Dostlarım, bu anları, bu sözcükleri, bu gülümsemeleri bu göz yaşlarını ne parayla ne malla ne mülkle alamazsınız. Sadece sevdiklerinizi dinleyerek, onların nelere ilgi duyduklarını fark ederek, daha doğrusu onların sizin hayatınızda ki önemini hissederek yakalayabilirsiniz mutluluğu inanın bana. Onları ne kadar mutlu ederseniz, o mutluluk katlanarak size geri dönecektir, buna inanın yeter.
Mutlu olmak, mutlu etmek için sevgililer gününü, özel günleri beklemeyin. Klişe olmaktan kendinizi kurtarın olur mu?
Hepsi bu
10 TÜRK LİRASI
Cebimde 10 liram var. Sadece on liram var. 10 Türk Lirası. Helal para, sıcacık, ve ben mutluyum böyle yaşamaktan.
10 Liramı çok seviyor, harcamaya kıyamıyorum. Hatta mümkün olsa bir tasma takıp yanımda gezdirmeyi düşünüyorum. Neden olmasın? Helal para. Alnım açık. Herkes görsün 10 liramı.
Dedim ya, ben mutluyum böyle yaşamaktan. Başım dik, gururluyum. Gözlerim yorgun ama pırıl pırıl. Sevgi doluyum ve insanların gözlerinin içine bakmaktan korkmuyorum, utanmıyorum.
Korumalarım da yok benim, meleklerim var.
KALP KALBE
Kalbim ağrıyor. Bilhassa geceleri. Bayağı bir ağrı yani. Kulak ağrısı, diş ağrısı, eklem ağrısı, bel ağrısı gibi. Bazen bayağı ağrıyor kalbim. Dayanamıyor, erken yatıyor, sağ elimi kalbimin üzerine koyuyor, parmaklarımla yavaş yavaş okşuyorum kalbimi.
“Beni çok üzüyorsun biliyormusun?” diyor. “Bir yandan Yasemin Hanım’ın özlemi, bir yandan senin dertlerin, çok yoruldum, çok yordun beni” diyor. Utana utana “Biliyorum” diyorum. “Biliyorsun ama hiç bir şey yapmıyorsun, onu da biliyormusun?” diyor. Bu defa daha fazla utanarak “Biliyorum” diyorum. “Bak, ikimizde 70 yaşına yaklaştık, senden ayrılmak istemiyorum, seni seviyorum” diyor. Teşekkür ederim ben de seni seviyorum, ama güzel günlerde yaşadık değil mi? diye soruyorum. “Evet, o yüzden zaten bu acılara katlanıyorum ya” diyor.
Bayağı bir susuyoruz. Sonra birden, Yasemin Hanım beni öperdi biliyormusun?” diye soruyor. Sessiz kalıyorum. “Beni öperdi o güzel kadın” diye devam ediyor. “Neşesi yerinde olunca, yahu sen ne güzel adamsın, ne güzel kalbin var senin, gel yanıma öpeceğim o kalbini der öperdi, o kadar mutlu olurdum ki, sevimli bir köpek yavrusu gibi kuyruk sallamak gelirdi içimden, kalbim çarpardı, yani çarpardım” diye tamamlıyor cümlesini. Cevap veremiyorum. Ne söyleyeceğimi bilmiyorum ki.”Ne oldu neden sustun, kıskandın mı yoksa?”diye soruyor.
Gülüyorum, “İnsan kendi kalbini kıskanır mı” diyorum. “Belli olmaz senin işin, artık seni tanıyamıyorum ki” diye devam ediyor. Suçlanıyorum, susuyorum. O kadar hakli ki, bende artık kendimi tanımıyorum, itiraf ediyorum içimden.
Bir müddet susuyoruz. Ben onu parmaklarımla yavaş yavaş okşamaya devam ediyorum. “Senden bir şey isteyebilirmiyim” diye soruyor. “Tabi ne istersen” diyorum. “Beni cerrahlara sakın teslim etme” diyor. “Damarlarımı falan değiştirmesinler. Bu yaştan sonra yeni damarlara alışamam ben, damarlarıma bir şeylerde sokuşturmasınlar. Nasıl geldiysem öyle gitmek istiyorum. Olur mu? Diye soruyor. “Elbette” diyorum. Söz veriyorum. “Geldiğin gibi gideceksin” diyorum, “Yani geldiğin gibi gideceğiz, sen hiç merak etme” diyorum. “İyi o zaman rahatladım” diyor. Sonra “Ben sakinleşip uyuyana kadar lütfen elini üstümde tutarmısın?” diye rica ediyor. “Tabi, seve seve” diyorum.
Çarpıntılar, yavaş, yavaş azalıyor, biraz sonra belli belirsiz hale geliyorlar, Göğsümün üstündeki baskının kalktığını hissediyorum.
Önce o uyuyor.