17 Kasım 2016 Perşembe

EĞER
Marmaris Sonbahar da güzeldir, bilhassa Ekim ayı. Yerli ve yabancı turistler evlerine döndüğünden, trafik ve park sorunu yoktur. Plajlar bomboştur. Deniz hala sıcak olduğundan rahat rahat yüzersiniz. Güneş artık boğucu ve yakıcı olmaktan yorulduğundan sahilde yürümek hatta dağlara tırmanmak bir zevk haline gelir. Güneş ışıkları yumuşadığından renkler ortaya çıkar ve mükemmel fotoğraflar çekebilirsiniz. Bana her sorulduğunda Marmariste en güzel, en sevdiğim ay Ekim ayıdır derim, derdim.
Yeşil Gözlü Güzel Kadını, tam iki yıl önce, en sevdiğim mevsimde, en sevdiğim ayın 19 unda, bir Pazar gününde kaybettim. Bakın nasıl da geçti iki koca yıl.
Şimdi Sonbaharı, Ekim ayını, 19 rakamını, Pazar günlerini sevmiyorum, sevemiyorum.
Eğer böyle bir acı yaşamasaydım, eğer her şey kötü bir rüyadan ibaret olsaydı, eğer zamanı geri çevirebilseydim, eğer Yeşil Gözlü Güzel kadınımla eski mutlu günlerime dönebilseydim;
Daha az konuşur, daha fazla dinlerdim.
Daha az şikayet eder, ne kadar “Hayır” dese de ona mutfakta yardımcı olurdum.
O salak futbol proğramlarını gece geç vakitlere kadar seyretmez, onunla birlikte yatardım.
Daha fazla sarılır, gamzelerini daha fazla öperdim.
Defalarca Roma’ya götürürdüm onu.
Onunla daha fazla dans eder, türküler söyler, düğünlerde göbek atardım.
Ona daha fazla çiçek getirirdim.
Onu her fırsatta kırlara, dağlara çıkarırdım.
Dizine yatar, o saçlarımla oynarken gözlerinin içine bakar hayaller kurardım.
Daha fazla seyahat planları yapardım.
Daha fazla şiir, kitap, öyküler yazardım ona.
Her fırsatta ne kadar güzel olduğunu söyler daha fazla iltifat ederdim.
O resim yaparken yanı başında sessizce saatlerce oturur, incecik parmaklarını seyreder, hiç yanından ayrılmazdım.
Daha fazla şımarır, daha fazla şımartırdım.
Daha fazla güldürürdüm onu, daha fazla gülerdim onunla.
Ama daha fazla sevemezdim!..
HIZIR’IN YERİ VE MEKANI OLMAZ
Kanada’da Üniversitede okurken en iyi arkadaşım Michael Liang Honkong’tan gelmiş bir Çinliydi. Mike diğer Çinlilere benzemeyen, daha beyaz, birazcık melez, tatlı bir çocuktu.
Mike Barbara isimli kız arkadaşı ve Barbara’nın kız kardeşi Tina ile birlikte yaşıyordu. Barbara’da birazcık melez, cici ve güzel bir kızdı. Kız kardeşi Tina ise kendi halinde, biraz içine kapanık bir kızdı.
Sonunda beklenmedik bir şey oldu. Mike ile Barbara’nın arasındaki ilişkiyi aşırı derecede kıskanan Tina intihara teşebbüs etti. Mike, Barbara ve bendeniz o gece hastanede sabahladık. Sonun da Tina hayati tehlikeyi atlattı ve hepimiz rahat bir nefes aldık.
Ertesi gün Tina hastaneden taburcu oldu. Ailesi Tina’nın Toronto’dan Ottawa’ya akrabalarının yanına taşınmasına karar verdi. Benim de o günlerde bir minibüsüm olduğundan, Tina’nın eşyalarını Ottawa’ya taşımaya gönüllü oldum. Fedakar arkadaşım ya, damarlarımda Türk kanı dolaşıyor ya!...
Pazar sabahı uçakla Ottawa’ya uçan Tina’nın eşyalarını benim minibüse doldurduk, yola çıktık. Hava eksi 35, kışın en soğuk günlerinden biri, her taraf, otobanlar dahil, buz pateni pisti gibi takır takır buz. Ne kimse araba kullanıyor, ne kimse evinden çıkıyor.
Altı saatte Ottawa'ya vardık. O gün Çinlilerin soğuğa karşı zerrece dayanıklı olmadıklarını öğrendim. Mike ve Barbara arabadan dışarı çıkamadıklarından bendeniz vefakar Türk, bütün eşyaları tek başıma evin üçüncü katına çıkardım ve hemen Pazartesi önemli bir imtihanımız olduğundan, Toronto’ya doğru yola çıktık.
Gece yarısından sonra gözlerim kapanmaya başladı. Hem buzla kaplı yolda araba kullanıyor, hem de uyumamak için inanılmaz bir çaba harcıyordum. Bu arada arkada kedi yavruları gibi birbirine sarılmış mışıl mışıl uyuyan Barbara ve Mike’ı gördükçe içimden el frenini çekip ikisine de temiz bir dayak atmak geliyordu.
Neyse midemdeki ülserime rağmen her fırsatta bir kahve içerek yolun sonuna geldim. Sabaha karşı 5 sularında Toronto’nun ışıkları gözüktü. Yollarda bizden başka bir Allahın kulu yoktu. Birden arabada bir gariplik hissettim ve sağa yanaşıp durdum. İndim, sağ ön lastik patlamış, cant yerde, Allah’ım delireceğim. Yorgunluktan ayakta sallanıyorum. Hava inanılmaz soğuk. Adım gibi biliyorum ne Mike’tan ne de Barbara’dan hayır var. Tam bildiğim bütün küfürleri İngilizce, Türkçe sıralamaya hazırlanırken inanılmaz bir mucize oldu ve nerden çıktıysa bir araba geldi ve arkamızda durdu. Hey Allah’ım 6 saatte gördüğüm tek araba.
Arabanın kapısı açıldı ve soğuğa karşı fevkalade giyinmiş 30 yaşlarına birisi inip yanıma geldi.
What is the problem? – Problem nedir?
I have a flat tire.- Lastiğim patladı
I help you to change it.- Lastiği değiştirmene yardım ederim.
Allah’ım kulaklarıma inanamıyorum. Yedek lastiği arabamın burnundan sökmeye gittiğimizde lastiği tutan cıvatalardan birinin kilitli olduğunu ve anahtarı da Toronto’da evde bıraktığımı hatırladım, kalakaldım. “Hayrola, problem nedir?” diye içtenlikle soran adamcağıza durumu anlattım utanarak. “Hadi gidip anahtarı alalım” dedi. Ama evim buradan en az 30 Km diyince, “So what?”-Ne olmuş yani? Diye cevap verdi.
Ve adam beni arabasına aldı. Eve geldik, anahtarı aldık. Arabaya döndük. Yedek lastiği çıkardı. Arabasındaki alet çantasını getirdi, lastiği değiştirdi. Gitmeden bana hiç değilse gitmeden önce adını ve telefon numarasını vermesini, bu iyiliğini öyle veya böyle ödemek istediğimi söyledim. “Hiç önemli değil, sadece yardıma ihtiyacı olanlara yardım et” dedi ve çekti gitti.
Şimdi 70 yaşındayım ve bu olayı 40 yıl önce yaşadım. 40 yıldır yolda kalmış, yardıma ihtiyacı olan herkese yardım elimi uzattım, hala da uzatıyorum.
Ha bu arada Mike ve Barbara o sene sonunda, kesinlikle tekrar bir araya gelmemek üzere ayrıldılar.
VİCDAN
Aslında ölü canlar; atalarımız, analarımız, babalarımız, arkadaşlarımız, sevdiklerimiz ölüp gitseler de içimizde yaşamaya devam ederler. Hayatımızı etkileyecek birçok kararı onlar verip, sessiz sedasız bizi yönlendirmeye çalışırlar. Tabii hissedip, kulak verip dinlersek. İşte vicdan denilen aslında budur.
Veya şeytana uyup hayatın zevkini çıkarırız.
ESKİ DOSTLAR, YENİ BECERİ
Doğu ve Güney Doğu Anadolu da yaşayan halk kötü bir şey söyleyeceği zaman “Haşa, sözüm meclisten dışarı” der, sonra da ne isterlerse söyler, gerekirse sıçar sıvarlar, hatta söverler.
İngiliz kültüründe; “You can not teach a new trick to an old dog” yani Türkçesi; Yaşlı bir köpeğe yeni oyun öğretemezsiniz diye bir söz vardır. Haşa, sözüm meclisten dışarı, onu diyen bok yemiş.
Eski dostlar, seneler sonra İnternetten veya Face’ten birbirlerini buluyorlar. Tabii bir çoğu bu operasyonu gerçekleştirecek beceriye veya sabra sahip olamadıklarından çocuklarından veya torunlarından rica ediyor, yardım alıyorlar.
İşte belki 50 yıldır görmediğiniz veya sesini bile duymadığınız eski bir dostunuzun mahcup mahcup “ Nasılsın gardaş?” diye araması veya bir mesaj göndermesi böyle bir mucize sonucu oluşuyor.
Valla işte böyle biz moruklar bırakın 40 yaşını 60 yaşından sonra saz çalmak zorunda kaldık.
Teknoloji, hay senin ben sülaleni…….diyoruz ama, alışınca o kadar da fena değil canım!...
YENİDEN YILDIZLARIN ALTINDA OLMAK
Hayatımdaki en güzel anlar hayata gülerek baktığım anlardı. Ne olursa olsun her şeyin komik bir tarafını keşfeder, yumuşatırdım ortamı. Çalıştığım iş yerlerinde, gittiğim okullarda, spor yaparken bana “Enerji makinesi” adını takmışlardı. Mükemmel bir kayakçı, dikkatli bir motorcu, deli bir sörfçü, iyi bir yelken yarışçısıydım. Günde 5 set tenis oynar, sonra da ağırlık çalışırdım. “Abi sen hiç yorulmaz mısın? Seninle birlikte olan ölmez” derlerdi. Yorulmak, pes etmek benim kitabımda yoktu. Çok mutluydum, coşkuluydum. Kim olursa olsun insanlara hep sevgiyle yaklaşırdım. Hayata o kadar bağlı, yaşamayı o kadar seviyordum ki.
Ve bir gün olanlar oldu. Kendimi çok kötü bir rüyanın içinde buldum. Ben hayatın hep sevdiğim gibi, benim istediğim gibi devam edeceğini sanıyordum.
Yalnız kalmıştım bir anda, köküne kadar yalnız kalmıştım. Bu hiç beklemediğim, hiç hazırlıklı olmadığım bir durumdu. O güler yüzlü, gözlerinin içi hayat dolu adam yoktu artık. Bu sadece benim yaşamak zorunda olduğum, kimseyle paylaşamayacağım, insanı sinsi sinsi çürüten, aynı zamanda silindir gibi ezen bir yalnızlıktı. Sanki yaşadığın o güzel günlerin hesabını çatır çatır vereceksin diye yakama sarılan, benden mutlu günlerimin hesabını soran ve bundan sadistik bir zevk alan, şeytanın oynadığı oyunlardan biriydi bu. Başkaları da yalnızdı eminim ama herkesin yalnızlığı değişikti. Belki de başkaları gibi yalnız olsam rahatlayabilirdim. Ama benim yalnızlığım çok acımasız, sadece bana ait bir yalnızlıktı. Hali vakti yerinde olmak, güzel bir insan olmak, üstelik zeki bir insan olmak beni kurtarmaya yetmiyordu. Bu sanki dipsiz bir kuyuya tepeaklak düşmeye benziyordu. Hep düşüyordum. Bir türlü kuyunun sonu gelmiyordu. Hep düşüyordum.
Tam “Buraya kadarmış” demeye hazırlanırken, meleklerim beni kollarımdan tuttukları gibi bilgi sayarımın önüne oturttular. Yazmaya, deliler gibi yazmaya başladım. Ne zaman yorulsam yazmayı bıraksam, ellerimi okşadılar ve yavaşça harflerin üstüne koydular.
Düşmem devam etti ama yazdıkça yavaşladı. Belli bir süre sonrada durdu. Kuyunun içindeydim ama düşmüyordum artık . Sonra kuyunun ağzını fark ettim. Yıldızları gördüm, sevindim çok sevindim. Ben yıldızların bu kadar güzel olduğunu ve yıldızları bu kadar özleyeceğimi hiç bilmiyordum. Sonra yazdım yazdım, hiç durmadan yazdım. Yazdıkça yıldızlara, kuyunun ağzına doğru yükselmeye başladım.
Hala kuyudayım ama bir gün o kuyudan çıkıp sırt üstü çimenlere yatıp yıldızları seyredeceğimi biliyorum.
İnanıyorum da!...
BİZDE POLLYANNA’LAR BİTTİ
“Asla sıkıldığını söyleme. Sıkıntı demek Allah’a inanmamak demektir. Sıkıntı inancı yok eden bir rahatsızlıktır. Hayat yüce Allah’ın bir hediyesidir. Bu durumda imanlı birisi hayattan nasıl sıkılabilir ve memnun olmaz ki. Allah’ın işine asla isyan etme. Hayat güzeldir ve zevklidir, ama kötü bir ruhun karamsarlığı en iştah açıcı lezzeti bile kirletir. İnan bana acıdan sonra mutluluk gelir, umutsuzluğun zevkli yönleri vardır. Ölümden de alınacak dersler vardır. Gökyüzü mavi yeryüzü yeşilken ve çiçekler mis gibi kokarken nasıl sıkılabiliriz ki? Kalplerimiz sevme yeteneğine, ruhlarımızda inancın gücüne sahipken nasıl moralimiz bozulabilir ki? Şeytandan kaçmak için Allaha sığın ve sakın sıkıldığını söyleme.”
Necip Mahfuz Nobel kazandığı Midak Sokağı kitabında yazmış bütün bunları. Kitabı okuyup bitirdikten sonra, “Gel kardeşim” demek geldi içimden “Gel de sen bizim memlekette yaşa bakalım ne kadar dayanacaksın, nasıl sıkılmadan yaşayacaksın. Miden ne kadar tahammül edecek bu olup bitenlere, sindirim sistemin nasıl iflas edecek. Kaç kalp damarını değiştirecekler, kaç stent takacaklar. Kasalarla bira, şişelerle rakı, şarap, paket paket sigara götüreceksin ama yine sıkılacaksın. Son yıllarda en çok kullandığımız söz ne biliyor musun? “Sıkılıyorum.” Ardından “Çok gerginim, endişe içindeyim, korkuyorum, moralim sıfır, sinirliyim, ne oluyor, nereye gidiyoruz, geliyor.
Yavaş yavaş kafayı yiyoruz yani. Biz de Pollyyanna’lar bitti Necip Mahfuz amca biz de Pollyanna’lar bitti.
Demek geldi içimden!...
BULUTLARIN ÜSTÜNDE YAŞAMANIN GÜZELLİĞİ
Bu sabah bir email aldım, kıtalar arası New York’tan, David’ten. Yazılarımı lütfedip devamlı okuyan okurlarım hatırlarlar. David eşim Yasemin’le Toronto’da yaşarken kapı komşumuzun çocuğuydu. Bir bakıma belli bir süre neredeyse kucağımızda büyüdü. Şimdi ailesi ile New York’ta yaşıyor ve başarılı bir avukat.
David büyük bir coşkuyla bir erkek çocukları daha olduğunu müjdeledi, bana. "Hiç zamanın olmuyor mu? New York'a gelsene, çocuklarım dedeleri ile tanışsınlar, çok istiyoruz" yazmış, bana, bir Müslümana.. Ben de ona büyük bir coşkuyla "Allah bağışlasın çok sevindim, ilk fırsatta geleceğim yazdım, David’e bir Musevi’ye.
Bulutların üstünde yaşamak o kadar güzel ki!
BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİNDEN
Bazen kafamın içinde koca bir dünya taşıyormuşum gibime geliyor. Bu öyle bir ağırlık ki birden başım yarılacak her şey dışarı dökülecekmiş gibi hissediyorum. Omuzlarım sanki öne doğru çöküyorlar. Karpuzlara sempatim artıyor.
Bazen sanki o her şey kaybolup uçup gidiyor bir yerlere. Kafam rahatlıyor, omuzlarım yerine geliyor ve ben kendimi boş bir teneke veya boşalmış bir Aygaz tüpü gibi hissediyorum. Bu noktada karpuzlara acıyorum, kendi boynuma sarılıyorum ve diyorum ki;
Ne olursa olsun, ne ihanet ettim, ne de ihaneti yaşadım, veya böyle düşünmek işime geldi. Ama bir sevdim mi, hep sevdim ben. “Al ellerin senin olsun, sen de kalbimi geri ver” demedim kimselere.
Bir de, her ayağa kalktığında insan aynı insan olmuyor. Biliyorum çoook iyi biliyorum. Belki de bu yüzden her ayağa kalktığımda kalbimi yokluyorum, hala benim mi, benimle mi diye.
Kafama bugün hangi renk hunimi taksam acaba? Pembe dünyada olmaz, onu dün takmıştım. Kırmızı, mavi, sarı, hayır kırmızı kırmızı, beyazı mı denesem yoksa? Sıkıldım yav! Ömer Hayyam Amcam, sen boşuna “Kararsızlık cehennemin ilk basamağıdır” dememişsin. Ne adam mışın be, kurban olurum o bunları döktüren ellerine.
Müziğe dönmem lazım. Evet, müziğe geri dönmem lazım. Ne çok sevmişim meğerrrr, ağzını yemişim meğerrrr, sana geberiyordum, kafayı yemişim meğerrr.
Söz bitti. günlük devam ediyor.


HER ŞEY DAHİL
Korku, endişe, sevinç, heyecan, rahatlık, sancı, özlem, huzursuzluk, coşku, masraf, bitlenme hepsi bir arada, okullarda açıldı.
Hayırlı olsun.
METRES
Eğer güzel giden mutlu bir birliktelik veya evlilikte, bir ihanet, sadakatsizlik, iki yüzlülük oluşursa, o birliktelik veya evlilik inanılmaz bir yara alır ve o yara ne olursa olsun, ne kadar zaman geçerse geçsin iyileşmez, çünkü taşlar bir kere yerinden oynamıştır.
Bu çok severek yediğiniz bir yemekten kıl veya sinek çıkmasına benzer. Dedim ya ne olursa olsun aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, o yemek önünüze konduğunda o kılı veya sineği hatırlarsınız. Ya yemek istemezsiniz, ya da mecburen, tiksinerek yersiniz.
“Ne yapalım, kaderim buymuş” deyip, boynunu büken, o veya bu nedenle böyle yaşayıp giden, birlikteliklerini, evliliklerini her şeye rağmen devam ettiren o kadar çok insan var ki tahmin edemezsiniz.
Adamın karısı kocasının bilgisayarına girip bir metresi olduğunu keşfetmiş. Müthiş sinirlenmiş. Akşam adam eve gelince açmış ağzını yummuş gözünü kadın. “Allah senin belanı versin, boşanmak istiyorum adi herif senden, bir metresin var ha?”demiş. Adam gayet sakin bir tavırla “Tamam hayatım boşanalım” diye yanıtlamış “ Ama sakın unutma kredi kartlarını, limitsiz harcamalarını, çifter çifter hizmetkarlarını, boğazdaki malikanemizi, dünya seyahatlerini, altındaki Mercedes’i, pahalı restoran yemeklerini kaybetmeyi göze alıyorsan boşanalım.
Susmuş kadın, kapıyı çarpıp bir hışım çıkmış odadan. Kendi odasına çekilmiş, iyice bir düşünmüş ve evliliğine devam etme kararı almış.
Belli bir zaman geçmiş aradan, bir gün kocasıyla çok pahalı bir restorana gitmişler. İçkilerini beklerlerken “Aaaa” demiş kadın” şaşkınlıkla,”Arif bu bizim İsmail Bey değil mi? Bak bak yanındaki kadın kim karısı değiiiil?.””Metresi” demiş adam, “Metresi hayatım” Kadın şöyle bir bakmış “Amannnn” demiş “Bizim metresimiz daha güzel”
EH… ARTIK İÇİMİ DÖKÜYORUM!..
Bir yazarın hayatı kolay değildir, kolay geçmez. Bilgisayarın başında uzun saatler geçirmenin yanı sıra çoğu zaman yalnızdır yazar. Bazen oturur sayfalarca yazarsınız, bazen saatlerce bir paragrafı tamamlayamazsınız. Yeri gelir, kendi çayınızı kendiniz demler, kendiniz doldurursunuz. Yeri gelir şişelerce ucuz kırmızı şarap tüketirsiniz. Eğer sigara tiryakisiyseniz sigara tablaları dolar da dolar. Küller, izmaritler çalışma masasının üzerine dökülene kadar o sigara tablaları boşaltılmaz.
İlham gelince saatlerin nasıl geçtiğini fark etmezsiniz. Gece başlarsınız yazmaya, bir bakmışsınız güneş doğmuş üzerinize. İlham gelmez sıkıntıdan patlarsınız. İki de bir saatinize bakar, derinden derinden bir “ahhhh” çekersiniz, iç geçirirsiniz. “Lanet olsun yeter ulan” diyip kalkmak, herkes gibi televizyon seyretmek, rakı balık yapmak, okey oynamak, maç seyretmek istersiniz, yapamazsınız, kalkamazsınız.
Sonra öle gebere yazdığınız kitabınız biter ama dertleriniz bitmez, rahatlayamazsınız çünkü sıra kitabınızı bastırmaya gelmiştir. Yayım evi, yayım evi gezersiniz. Aynı zamanda kitabınızın kopyalarını yayım evlerine gönderirsiniz. Cevaplar hep aynıdır. “ Özür dileriz, kitabınız bizim standartlarımıza uymuyor” Yani kibarca “Başka kapıya canım” derler. Hem de bu değerlendirmeyi çoğu zaman kimler yapar biliyor musunuz? Hayatında bırakın kitap yazmayı, bir öykü bile yazmamış zat-ı muhteremler. İşte böyle mideniz kasıla kasıla araştırmaya, uğraşmaya devam edersiniz.
Sonunda bir yayım evi lütfeder bütün masrafları ödemeniz şartıyla kitabınızı basmaya razı olur. Boynunuzu büker, borç harç bütün masrafları ödersiniz. Bazı yayım evleri insaflı çıkar ve ödemenizde yardımcı olmak için taksit yaparlar. Sonra büyük ümitlerle yazdığınız kitabınızın satmasını ve hiç değilse harcadığınız zamanın ve paranın bir kısmının karşılığını beklersiniz, beklersiniz, beklersiniz.
Sonra daha birinci kitabınızın borçlarını ödemeden hayalinizdeki okurlar için ikinci kitabınızı yazmaya başlarsınız. (Unutmayın beş yayımlanmış kitabım var benim. Yani beş defa bu çileyi çektim, bu sürünmeyi yaşadım)
Ve okurlarınızdan bir iki güzel yorum, bir iltifat, bir teşekkür gelir, her şeyi; bütün yorgunluğunuzu, bütün çektiklerinizi unutursunuz. “No hard feelings” önemi yok, feda olsun dersiniz. Çayınızı yine siz demler, siz doldurur, ucuz kırmızı şaraba devam edersiniz. Sigara tablalarından izmaritler küller yine taşar, güneş yine üstünüze doğar fark etmezsiniz.
Yazarlık aslında bir delilik, bir manyaklık, bir büyük platonik fedakarlık, hatta karşılıksız aşktır.
Bilin istedim!..
HALA GÜZEL İNSANLAR VAR BİLİYOR MUSUNUZ?
(Bu yaklaşık bir yıl önce yaşadığım bir olaydır)
9 Eylül Hastanesinde yatarken Yasemin’in devamlı tansiyonunu ölçüyorlardı. Taburcu olup eve giderken orada ki hemşirelere sorup tavsiye ettikleri bir tansiyon ölçüm aleti aldım. Eve döndüğümüzde muntazam bir şekilde eşimin tansiyonunu ölçtüm. Sonra onu kaybedince tansiyon ölçme aletini de bir köşeye attım.
Aylar sonra alet gözüme ilişti. Çalışıp çalışmadığını kontrol etmek amacıyla tansiyonumu ölçmeye karar verdim. Bayağı yüksek çıktı bizim tansiyon. Belki de alet bozulmuştur diye düşündüm ve hastaneye gitmeye karar verdim.
Hastane de tansiyonumu ölçtüler daha da yüksek çıktı ve acil de beni bir yatağa yatırdılar, hayatımda ilk kez. Sonra bana dilaltı denen ilaçlardan verdiler, hayatımda ilk kez. Sonra da koluma serum bağladılar, hayatımda ilk kez.
Sessizce yattım. Kimseye de haber vermedim. Kimseyi rahatsız etmek istemedim. Aylarca yanında oturduğum bir hastane yatağının içindeydim şimdi. Üzülmedim, sadece insan hayatının bir köşe kapmaca oyunu olduğunu düşündüm o kadar.
Böylece birkaç saat geçti. Bu arada tabi acil bölüm olduğu için devamlı bir hareketlilik yaşanıyordu. Birden içeri Marmaris Çarşısından tanıdığım bir çocuk girdi, arkadaşı motor kazası geçirmiş. Beni görür görmez” Vay Güven Abim ne oldu” diye yanıma koştu. Ona iyi olduğumu tansiyonum yükseldiğini, düşürmeye çalıştıklarını, korkulacak bir şey olmadığını söyledim ( Bu arada beraber geldiği arkadaşını falan unuttu)
“Kimse yok mu yanında” diye sordu telaşlı telaşlı. “Hayır” cevabını verdim ve kimsenin olması gerekmediğini söyledim. “Olur mu Abim” dedi “Şimdi ben yanındayım, sen iyileşmeden şuradan şuraya da gitmem”. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım başımdan ayrılmadı. Evrak işlerini falan halletti, her beş dakika da bir “bir şeye ihtiyacın var mı” diye sordu.
Sabah saat beş sularında tansiyonum normale döndü. Nöbetçi doktor bana birkaç ilaç yazdı. Cengiz’le hastaneden çıktık. Koluma girdi. Elini cebine attı. Yirmi lira çıkardı. “Abim” dedi bütün param bu, inşallah yeter, hadi gidip ilaçlarını alalım” Onu paraya ihtiyacım olmadığına kendim ilaçlarımı kendim alabileceğime güçlükle ikna ettim. Sonunda “Bak Cengiz artık ısrar etme. tansiyonumu yükseltiyorsun” dedim gülerek. “O zaman yarın dükkanına gelip ilaçlarını içip içmediğini kontrol ederim tamam mı?”dedi. “Tamam” dedim. Hakikaten bir hafta boyunca her gün bana uğrayıp iyi olup olmadığımı, ilaçlarımı alıp almadığımı kontrol etti.
Daha önce de yazdım. İyi ki hala iyi insanlar var. Bazen hayatın hakikaten hala yaşanmaya değer olduğuna bile inanıyorum biliyor musunuz?
Hadi bu yazımı da Mevlana’dan bir söyleşi ile bitireyim.
Gözünü açıyorsun,
Doğdu diyorlar.
Gözünü kapatıyorsun,
Öldü diyorlar.
Bir göz kırpışa,
Ömür diyorlar
SONBAHAR DA BİR SEVGİ YAZISI
Sevgi insanları değiştirir, hem çok değiştirir. Sevgi dolu, bir insanın duruşu farklıdır, insana bakışı farklıdır, dünyaya bakışı farklıdır. Sevgi dolu bir insanın gözlerinin içi güler, coşkuludur, yerinde duramaz, kuşların ötmesini duyar, kelebeklerin uçuşunu izler, çiçekleri görür, gün batımında duygulanır, mehtapta siirler okur, şarkılar söyler, sonbahar da biraz hüzünlenir.
Sevgi dolu insanlar güneş ışıkları gibidir. Yaydıkları enerji ile içinizi ısıtırlar, verdikleri ışıkla size yol gösterirler. Dünyayı, dünyanızı değiştirirler.
Birbirlerinin elini tutmuş, birbirlerine dayanarak yürüyen yaşlı eşleri seyretmeye bayılırım.Ne çok paylaşacakları vardır kim bilir diye düşünürüm.. Birbirlerine baktıklarında neler hatırlıyorlar acaba diye merak ederim. İlk tanışmalarını mı, ilk öpüşmelerini mi, çocuklarını ilk kucaklarına aldıkları zamanı mı, kavgalarını barışmalarını mı, ayrılıklarını hasretlerini mi. evlerini yaptırdıklarında veya satın aldıklarında ki duygularını mı neler neler aklıma gelir.
Ne güzeldir insanın sevgiyle sevdiğiyle bir ömrü birlikte geçirmesi. Ne güzeldir iyi günlerinde de kötü günlerinde de el ele olması ve hiç bırakmaması. Ne güzel sevgi dolu, sevgiyle yaşamak.
Ne güzel…
İşte çok sevdiğim, hayranı olduğum büyük insan Ömer Hayyam’ın duygu dolu, sihirli satırları;
Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz.
Kuklacı felek, kuklalarda biz.
Oyuna çıkıyoruz birer ikişer
Bitti mi oyun sandıktayız hepimiz.
Unutmayın kimse dünyaya kazık çakmıyor, çakamıyor. Sevgiyi parayla satmıyorlar, ne güzel belki de paranın ulaşamadığı tek şey dünyada.
Sevgiyle, sevgiliyle kalın diyorum.
İyi pazarlar.
Anne baba ister. Allah yazar, nasip eder, uygun görür çocuk olur. Anne baba Allah’la çocuk arasında bir merdivendir, bir köprüdür.
Ana babasını reddeden, inkar eden, tanımayan çocuk işte o köprüyü yıkar. O kutsal bağlantıyı koparır. Sonra da hayatı boyunca demir tarayan bir tekne gibi sürüklenir durur.
Bu hayatta yapılacak en büyük yanlışlardan biridir.
Temelsiz ev olmaz. İlk fırtınada ya uçar ya yıkılır gider.
AHHH…ÇOCUKLUK
Dünkü yazımı paylaştıktan sonra sizlerden çok duygulu, güzel mesajlar aldım. Hatta yolda yürürken elimi sıkan, bana sarılan bazı okurlarım geçmiş olsun dileklerinde bulundular. Kendime dikkat etmem hususunda beni uyardılar. Hepinize teşekkür ederim. Beni şımarttınız. İnsan 70 yaşında da olsa 100 yaşında da olsa hala şımartılmak hoşuna gidiyor.
Eh, bu kadar şımartılınca ben de sizlere terbiyesiz, biraz iğrenç ama komik bir yazı yazmaya karar verdim.
Biz Sivas’ta çocukluğumuzda çok küfürlü konuşurduk. Tabiri caizse ağzımızdan bok akardı. Hep analara tecavüz edilir, nedense babaların ağzına sı…..dı. Birbirimize kızdığımızda Hay ananı… veya hay babanın ağzına… diye başlar giderdik. Nedense anaya babaya edilen küfürler ılımlı karşılanır ama araya kız kardeş, bacı girince muhakkak kavga çıkardı.
Bu arada daha yaratıcı, komik ve hınzır küfürlerimizde vardı. Mesela yabancı birisi ismimizi sorduğunda” Sorana sokan” derdik. ( bu yazıyı okuyan benim yaşıtım Sivaslı kardeşlerimin kıkırdadığını duyuyorum) Eğer bize bu soruyu soran yaşlı başlı bir amcaysa hemen “Terbiyesiz, sen kimlerdensin, baban ne iş yapıyor” diye sorar biz de “Sorana sokuyor” der kaçardık.
Ne yapalım, o zamanlar cep telefonları yoktu. Google yoktu. Beynimizi kullanırdık.
Şimdi küfrettiğim bütün arkadaşlarımdan özür diliyorum. Buna geçte olsa masum bir günah çıkartma diyebilirsiniz.
Beni çok seviyorum ben!
Aliquis non debet esse judex in propria cause (Ara sıra delirmek hoştur)
Tekrar teşekkürler.
YÜZMEYE DEVAM
Yüzmeyi çok severim. Yüzmeyi seven birisi için Marmaris’te yaşamak Allahın bir lütfudur. Bu arada ben 12 ay yüzerim, yani kış, yaz hiç fark etmez. Marmarislilerin bedenleri çok naziktir. Kış aylarında soğuk bir şey içmezler,( Ah bir de kış olsa yüreğim yanmaz) kat kat giyinirler ve devamlı hasta olurlar. Kışın ben denizde yüzerken onlar beni deli sanar, ben de onları.
Marmaris ve civarında yüzmek büyük zevktir. O kadar güzeldir ki deniz. Bozburun, Söğüt, Orhaniye, Turgut, Palamutbükü, Datça, Amos, Turunç, Kulubük, nereye gideceğinizi şaşırırsınız. Ben denize bir atladım mı çıkmak bilmem. Uzun süre yüzerim ve hiç yorulmam, daha doğrusu yorulmazdım!
Son günlerde bana anlayamadığım bir şeyler olduğunun farkındayım. Yüzerken nefesim daralmaya, göğsümde tuhaf bir ağırlık hissetmeye başladım. Hatta zaman zaman neredeyse müzmin bir sigara tiryakisi gibi nefes nefese kalmaya başladım. Herhalde bu kalbimin artık yavaş yavaş teklemeye başladığını gösteriyor diye düşünüyorum.
Hastanelerden o kadar yıldım, o kadar ürktüm, o kadar bezdim ki, ne olursa olsun her şeyi oluruna bırakmaya niyetim var. Çünkü eğer bir muayeneye gidersem başıma gelecekleri tahmin edebiliyorum. Hemen mermiler atılmaya başlayacak. Üç damarınız tıkalı, beş damarınız tıkalı, hayret nasıl böyle yaşayabilmişsiniz, her an bir kriz geçirebilirsiniz, bir an önce ameliyat olmanız lazım, belki balonla veya stent takarak halledebiliriz, geç kalmayın falan filan.
Küçük bir kasabada yaşamanın en güzel taraflarından biri hemen hemen herkesi tanımanızdır. Yıllar önce çok sevdiğim bir doktor arkadaşım kendi hastanesini açmıştı. Bir gün hastanesinin önünde sohbet ederken bana “Bak Güven Abi bizim işimiz senin restoran işletmesine benzer aslında. Sana bir masa, bize bir hasta aynı şeydir. Sen şampanya açar para kazanırsın, bizim şampanyamızda ameliyattır” demişti gülerek.
İşte böyle, kimseye şampanya açtırmaya niyetim yok. Bu yaştan sonra bir takım maceralar yaşamaya da hiç niyetim yok. Son on senede yaşadığımız olaylardan sonra hangimizin kalbi sağlam kaldı ki?
“Gidebildiği yere kadar” diyorum.
Yüzmeye devam yani!..
DEPREM
Dün gece Marmaris’te deprem olmuş dostlar. Kimine göre 5. 4 kimine göre 5.6 şiddetindeymiş. Ben hiç fark etmedim.
Ara sıra sallanmak iyidir. İnsanlara patronun kim olduğunu hatırlatır. O ilahi güç sanki” Toparlanın, aklınızı başınıza alın, her şeyi bilmiyorsunuz” der. “ O kadar küçüksünüz, o kadar merhametime muhtaçsınız ki” der. "Kocaman bir filin önünde karınca sürüleri gibisiniz, o kocaman filin sizleri ezmemek, sizlere bir zarar vermemek için ne kadar gayret ettiğini, ne kadar sabrettiğini ve ne kadar yorulduğunu artık fark edin" der.
Bu mesajı anlayan anlar. Anlamayan da “ Deprem” der geçer.
Dünya hali yani!..
ZİHNİM AÇILIYOR, NORMALLEŞİYOR UM GALİBA!...
Zihnim açılıyor, normalleşiyor um galiba. Normalleşme ne ise, normal ne ise, kime göre normal, neye göre normal ise.
Normal veya normalleşme insanların kendi yarattığı, bir kavram, daha doğrusu kendi etraflarına ördükleri bir duvardır. Böylece insanlar gönüllü olarak o duvarların arasına kendilerini hapsederler. Bu normal veya anormal kavramları “Mahalle baskısı” denen okullarda öğretilir. Her ulusun normali, a normali ayrı ayrı, her ulusun mahalle baskısı okulları değişiktir. Bir yerde normal kabul edilen, bir başka yerde “Hayırrrr” imkansız olabilir. İnsanlar bu kendi yarattıkları değerlerin kurbanı olmayı kabullenir, kendi ördükleri bu duvarların arasında yaşar giderler. Hatta bu duvarları yıkmak yerine ölümü veya öldürmeyi bile tercih edebilirler.
Aslında bu normal, a normal meselesi çok komiktir. İşte size bir örnek; İki Arap, üstlerinde tipik Arap giysileri, İngiltere’de bir sinemadan çıkarlar. Filmin adı” The love triangel”, yani aşk üçkenidir. Yani adam iki kadın arasında kıvranır durur ve devamlı trajediler yaşanır. Araplardan biri öbürüne döner ve der ki “Yahu filmi sevdim sevmesine ama anlamadım. Neden ikisiyle birden evlenmedi ki?” Dedim ya herkesin normali farklı farklıdır. Mesela IŞID’ kafa kesmek normal, doğuda 6 yaşında bir kız çocuğu ile evlenmek normal, birçok ülkede kadın zina yaptı diye taşlayarak öldürmek normal, Çin’de yemekten sonra yemeği beğendiğini göstermek için geğirmek normal, bu konuda sayfalarca yazılabilir, yüzlerce örnek gösterilebilir.
İşte böyle; birden nerelerden nerelere geldik sayın seyirciler. Neyse başa dönelim. Normalleşiyor um galiba. Artık sabahları kalktığımda aynaya bakabiliyorum. Yüzüm biraz yangın enkazı gibi ama dişlerim hala güzel ve daha önce de yazdığım gibi kendi orijinal dişlerim. Gözlerimde fena değil, güzel bakıyorlar. İştahım açıldı. Dedikodu bile yapmaya başladım. Dükkanların önünde okey oynayanları, çilingir sofrası kuranları kıskanıyorum. Uzun bacaklı, dolgun kalçalı, iri memeli güzel kadınları fark ediyorum, ama azmadım. Çünkü 70 yaşında bir adam azmaz veya azamaz. 70 yaşında bir adamın güçlü olması, hayata bağlı olması, hayatı sevmesi, coşkulu olması normal değildir. Sessiz sedasız ölüp gitmesi normaldir.
Ben de “Güzele bakmak sevaptır” diyip yaşayıp gidiyorum. Allah’tan atasözlerimiz var. Böyle olunca her türlü magandalık normal.
Bir de kız arkadaşım var. Ayak bilekleri ve kolları incecik. Yüzü bir gün hüzünlü, bir gün öfkeli, bir gün sevgi dolu. Bazen bu değişiklik saat, hatta dakika başı da olabiliyor. Bir gün beni seviyor, bir gün beni sevdiğine hayret ediyor.( Aslında ben de hayret ediyorum) Bana “Seni sevmeye korkuyorum, seni sevmemek için elimden geleni yapıyorum” diyor ama her maaş aldığında beni yemeğe götürüyor. İsmi de “Gül”. Ben ona Gül demeye korkuyorum. Neden biliyor musunuz? Bizim oralarda bir türkü vardır “ Ben yarim’e gül demem gülün ömrü az olur” diye işte ondan. Normal mi dersiniz?
Bu arada iki yıl sonra ayakkabılarımı boyattım, yepyeni oldular.
Dedim ya, zihnim açılıyor, normalleşiyorum galiba, ama çok korkuyorum.
Bugün dünya gülme günüymüş “F” vitaminlerim. Bu yazım size bir Pazar yazısı olsun. Gülün istedim.
PAPATYA FALI
Seviyor sevmiyor, sevebilir sevemez, seviyor sevecek, sevecek sevmeli, sevsin sevmesin…
Lan! şu yaşa geldin uğraştığın şeye bak. Bir papatya falın kalmıştı. Saçından sakalından utan. Senin yaşıtların Kabe’nin etrafında fırıl fırıl dönüyorlar, ruh hastası.
Papatyalar bitti. Zakkumlara mı başlasam acaba?
Nerede kalmıştık?
Seviyor sevecek, sevecek sevmeli, seviyor, sevsin, sev…
ALLAH’TAN HİÇ KORKMADIM BEN. ARASIRA İYİ İNSAN BİLE OLDUM!...
Allah’tan hiç korkmadım ben.
Yetim hakkı yemedim. Kadınları taşlamadım. Çalmadım. Eşcinselleri yüksek binalardan aşağı atmadım, inşaat araçlarından asmadım. Kafa kesmedim. Tekbir getirerek kimselere saldırmadım. Cennette huriler bekliyor diye canlı bomba olup, çoluk çocuk, yaşlı genç, birçok masum insanın ölümüne sebep olmayı aklımdan bile geçirmedim.
Kanada’da 20 yıl yaşadım. Dünyanın dört bir yanından gelmiş insanlarla tanıştım, birlikte yaşadım, birlikte çalıştım. Hepsini çok sevdim. Irk, renk, dil, din, mezhep, milliyet bilmem ben.
Her çalıştığım yerde aldığım parayı sonuna kadar hak ettim. Her yaptığım işi tam yaptım. Açtığım iş yerlerinde benimle çalışanları sabırla yönlendirdim, eğittim. Asla onlara hakaret etmedim, küçük görmedim. Alacaklarını son kuruşuna kadar ödedim. Çok sevdim onları. Onlarda beni sevdiler. Ne ben onları unuttum, ne de onlar beni unuttular.
Bulunduğum çevreyi güzelleştirmek için çok çalıştım, çok emek verdim. Yalandan, yalancılıktan iğrendim. İnsanları etiketlemedim. Önce iyi bir sevgili, sonra iyi bir eş, sonra da iyi bir baba oldum. Maalesef iyi bir kayınpeder olamadım.
Allah’tan hiç korkmadım ben. Korkacak bir nedenim yoktu ki. Tersine onu incitmekten korktum. Büyüdükçe, dünyayı tanıdıkça Allah’a olan sevgimde saygımda hayranlığımda büyüdü, kocaman oldu, göğüs kafesime sığmaz oldu. Her geçen gün onu daha fazla sevdim, ona daha fazla bağlandım.
Bildiğim kadarıyla ( As far as I know) verilecek pek fazla hesabım yok benim.
Ara sıra iyi bir insan bile oldum!..


EĞER
Eğer sevmemişsen, eğer sevmeyi bilmiyorsan, eğer sevemiyorsan, eğer sevilmemissen, ha güneş doğmuş, ha güneş batmış,ha bademler çiçek açmış, ha gökyüzü yıldız dolmuş, ha ayın on dörtüymüş,
Ne fark eder ki?
NASİP
Çok seyahat ettim. Dünyanın birçok ülkesinde bulundum. Bizim ülkemizdeki kadar bindiği arabaya yakışmayan insanlar görmedim.
Önünüzde veya yanınızda veya yakınınızda bir araba duruyor. Son model, nasıl güzel, nasıl temiz, bakımlı ve pırıl pırıl. İçinden öyle biri iniyor ki bir saçınızı başınızı yolmadığınız kalıyor. Kirli, düzensiz bir sakal, ayakta parmak arası terlikler, kıçindan kaçan lekeli bir şort veya tişört, elde sigara, koca bir bira göbeği ve olmazsa olmaz diğer elde koca bir tesbih. Yakasına sarılıp “Ulan şu arabana gösterdiğin itibarın hiç değilse onda birini kendine göstersen olmuyor mu?” diye sormak geliyor, neyse…
Bir de, unutmuşum 4X4 arabaya özel dev tekerlekler taktıranlar var. Adam bir arabadan iniyor, daha doğrusu inmeye çalışıyor sürünüyor, çünkü boyu tekerlekler kadar. Yahu kardeşim senin bu boyla böyle arabalarda ne işin var demek istiyorsunuz ama diyemiyorsunuz, öyle minik ki kıyamıyorsunuz. İçinizden "Gel lan buraya" diyip kulağını çekmek geliyor.
Siz hiç araba kullanırken bindiği Mercedesin penceresinden ayağını çıkarmış bir zat-ı muhterem gördünüz mü? Ben gördüm.
Veeee, sol eli direksiyonda sağ elinin işaret parmağını sokabileceği kadar burnuna sokmuş beyninin kıvrımlarını okşayanlar var.
Ölüp öbür dünyaya gittiğimde ilk eleştireceğim ne biliyor musunuz? NASİP
NE DERLER ACABA?
Adamla karısı neredeyse aynı zamanda ölmüşler. İyi insanlarmış cennete kabul edilmişler. Cennette bir sofra, kuşun sütü dahil her şey var. Adamcağız gözlerine inanamamış. Sofranın başına geçmiş, korka korka elinin ucuyla bir şeylerin tadına bakmaya başlamış. Tam o anda dünya güzeli bir huri gelmiş, “Yiyin efendim lütfen istediğinizden istediğiniz kadar yiyin çekinmeyin” demiş. Adamcağız ”ama benin şekerim var, kolestrolum yüksek, ben de tansiyon var” diye kekeleyince huri “ Şu anda cennettesiniz onların hepsi geçti , hadi başlayın yemeye” diyince adam bir hışım karısına dönmüş “Ulan lanet” demiş, senin o diyetlerin olmasaydı biz buraya seneler önce gelmiştik”
70 yaşında diyet yapmaya başladım iyi mi?Herhangi bir rahatsızlığım yok, sadece şekle girmek için.Güzelleşeceğim ya! Bilirsiniz Anadolu’da bir deyim vardır ”Kırkından sonra azanı teneşir paklar” derler. Yetmişinde şekle girmek için diyet yapanı ne paklar acaba ?
Allah azdırmasın!... Allah azdırmasın…
SON PERDE
Her insanın onlarca yüzü ama bir tanecik kalbi vardır. İşte o kalp bir ömür boyu bu yüzlerin kahrını çeker. Onları toparlamaya, bir araya getirmeye, idare etmeye çalışır. Sonunda yüzler yorulur yaşam hala devam eder.
Kalp yorulur, perde iner.
NE OLUR
Arabamdan indim, yürüyorum. Nasıl güzel bir Marmaris akşamı, begonviller, Japon gülleri, zakkum ağaçları her yerde, her renk. Hava mis gibi zeytin kokuyor, limon kokuyor. Gökyüzü pırıl pırıl, ay tepede. Bu Heredot’un milattan önce 400 senelerinde Marmaris’e geldiğinde hayran olduğu ayın aynısı. Acaba o da benin gibi kafasını kaldırıp hayran hayran aya baktı mı diye düşünüyorum.
Yürümeye devam ediyorum. Önünden geçtiğim balkonların birisinden çok taze bir bebek ağlaması geliyor, sonra bu ağlama gülücüklere dönüşüyor “Allah'ım” diyorum “Şu bebeğe de bizlere de merhamet et. Biz seni de senin yarattığın bu güzel dünyayı da çok seviyoruz. Bu olanlara bir dur demenin zamanı gelmedi mi? Çok yorulduk, acılar içinde kaybolduk. Ne yapacağımızı, nasıl davranacağımızı bilmiyoruz artık. İçimiz dışımız kan ağlıyor, gülmeyi unuttuk. Bu bebeğin daha güzel günleri olsun, olur mu?” diyorum. “Ne olur” diyorum.
BİR KADEH RAKI
Rakıyı böyle severek içmek ne güzel.
Hiç bir şey beklemeden,
sarhoş olmayı istemeden
neşelenmeyi ümit etmeden,
bir şeyleri hatırlamayı ummadan,
bir şeyleri unutmaya çalışmadan,
hesap kitap yapmadan,
kimsenin gönlünü kırmadan,
rakıya işkence etmeden,
utandırmadan,
olduğu gibi,
bardakta durduğu gibi.
Rakı bardağını böyle tutmak ne güzel,
severek,
okşayarak,
sevgilinin elini tutar gibi,
acıtmadan,
incitmeden,
kırmadan,
şükrederek,
en kötü günümüz böyle olsun diyerek,
şerefe diyerek,
can cana diyerek
,
seni seviyorum!... diyerek.
YAKINMA
Üç ay da bir olsa da temiz çarşaflarda yatmak güzel. Çamaşır makinasını sonunda kullanmasını öğrendim. Şimdi hangi deterjanın neye yaradığını söktürmeye çalışıyorum. “Öğrenmenin yaşı yok boşuna” dememişler. Bir de toz almayı, mutfağı temiz tutmayı öğrenebilsem, neredeyse hayatın hala yaşanmaya değer olduğuna inanacağım. Temiz, düzenli, kadın eli değen bir evde yaşamak ne kadar da güzelmiş. 22aydır hala bana ne olduğunu anlamaya çalışıyorum.
Bizler gibi ümitsiz vakalara kendi başımıza yaşamayı öğretecek okullar, kurslar yok mu kuzucuklarım?
KIRMIZI ELBİSE
Genç, orta yaşlı, orta yaşlıdan biraz daha yaşlı anne babalar girin bakın çocuklarınızın face book sayfasına, neler neler göreceksiniz. Boy boy resimler, çeşitli yazılar, dünyanın dört bir yanından gelen gelen mesajlar, arkadaş sevgili fotoğrafları, müzikler, videolar, komik sözler, derin sözler, ayıp sözler, haberler, kutlamalar, oyunlar, capsler, gifler, laf geçirmeler, dokundurmalar, dürtmeler, neler neler.
Neyi görmeyeceksiniz biliyor musunuz? Kendinizi. Çünkü siz hep oradasınız ya…, çocuklarınızın hayatında sizler demir başsınız ya... Anneler, babalar gününde birkaç nezaketen yazılmış mesaj veya yaş gününüzde veya evlenme yıldönümünüzde adet yerini bulsun diye neredeyse “ ben zoraki yazılmış bir mesajım” diye bağıran mesajlar haricinde sizler hakkında maalesef başka bir şey bulamayacaksınız. Bu annemle babam, bu annem babam ve ben, bu annemle babamın evlilik fotoğrafları, bu ilk arabamız fotoğrafları olmayacak. Dedim ya siz demir başsınız ya… Nasıl olsa varsınız ya…, Oradasınız ya…
Ne zaman yazacaklar, ne zaman fotoğrafınızı koyacaklar biliyor musunuz? Sizler hastane yatağında kolunuzda serum takılı, göğsünüzde kablolarla yatarken. Babamı hastaneye yatırdık veya annem yoğun bakımda lütfen dua edin, gibi. Veya “canım babam iki yıl oldu seni kaybedeli, çok özlüyoruz.” Veya “canım annem mekanın cennet olsun, boşluğun bir türlü dolmuyor”… gibi.
Benim genç okurlarım bu yazımı okurken bana kızdığınızı, gönül koyduğunuzu hissediyorum. Şimdi sizlerle Leo Buscaglia’nın bir öyküsünü paylaşacağım.
Bir gün Leo’nun ofisine 60 yaşlarında, elinde kırmızı bir elbise tutan biri girer. “Leo” der. “Eşim hayatı boyunca benden bir kırmızı elbise almamı istedi. Her seferinde reddettim. Şimdi eşim öldü. Çok pişmanım. Bu kırmızı elbiseyi ona giydirip gömmek istiyorum ne dersin? Leo öfkeyle ayağa fırlar “ defol ofisimden pis herif ” diye bağırır. “Kadıncağız senden bütün hayatı boyunca kırmızı bir elbise istemiş almamışsın da ölünce mi aklına geldi? Neye yarar, kime faydası var şimdi? Defol ofisimden” der ve kovar adamı.
Yaa benim facebook dostlarım;Kızsanız da gönül koysanız da bu yazıyı yazmak zorunda hissettim kendimi. Sizi dünyaya getiren, her ne olursa olsun arkanızda duran, kaç yaşında olursanız ve ne yaparsanız yapın sizden vazgeçmeyen, affeden ve sizleri hakikaten seven insanlara ara sırada da olsa yer verin,facebook sayfanızda. Hatırlayın, hatırlarını alın onların. Belli etmeseler de o güzel insanların hepsinin içinde bir kırmızı elbise isteği vardır.
Yani o kırmızı elbiseyi alın ve giydirin hala vakit varken. Yoksa hayatınız boyunca elinizde kalır o elbise. Koyacak yer bulamazsınız. Bir başkasına giydirmek de içinizden gelmez. Çoook üzülürsünüz çok!...
ÇARESİZLİK
Ey ölüm, olmaz olasın diyorum, olmuyor.
Ey ölüm, acelen mi vardı, diyorum olmuyor.
Ey ölüm, mezarlar mı dolmuştu diyorum olmuyor.
Ey ölüm, yer mi kalmamıştı diyorum, olmuyor.
Ey ölüm, çağırınca gelmezsin,
Alman gerekeni almazsın diyorum, olmuyor.
İsyan etsem, olmuyor, etmesem olmuyor.
Ölümsüz bir dünyada olmuyor,
Ölümlü bir dünyada olmuyor.
ÜZÜLMEK
İnsan oğlu üzülür. Üzülmekle hiç bir sorunu çözemeyeceğini , hiç bir yere varamayacağını bilir, ama üzülür. Hatta ölüp ölüp dirilir. Dünyası değişir, içi oyulur, gözyaşı döker, midesi kasım kasım kasılır. Kalbine ağrılar girer, gülmeyi unutur, beli bükülür, yemekten içmekten kesilir, içine kapanır, çöker, bakışları değişir, gözlerinin altı simsiyah olur, gözlerinin feri kaçar gider bir yerlere.
Üzülmek doğal bir duygudur ama üzüntünün içinde kaybolmak ve bunu zevk haline getirmek, şeytanın insanlara oynadığı en sinsi, en pis oyunlarından biridir.
“Dertleri zevk edindim, bende neşe ne arar” şarkısını çoğumuz biliriz. Hatta iki kadeh atınca kendimizden geçerek avaz avaz söyleriz. Yalan mı?
George İvanovich Gurdieff “İnsan her şey den vazgeçer bir tek sürünmesinden vazgeçemez” boşuna dememiş.


BİR MESAJ
Allah'ın dertleşeceği, şikayet edeceği, yardım isteyeceği, ellerini açıp dua edeceği bir Allah'ı yok.
Üzmeyin!..
Bazı insanlar maalesef bunadıklarını bilmiyorlar veya kabul etmek istemiyorlar.
Üç tatlı yaşını başını almış hanım efendi sohbet ediyorlar. Birisi diyor ki, “ Kızlar bazen çok unutkan oluyorum. Buzdolabının kapısını açıyorum, bakıyorum bakıyorum, tekrar kapatıyorum; niye açtığımı unuttuğumdan.”Bir diğeri söz alıyor” Ah sorma hayatım” diyor. “Bazen evin merdivenlerinin tam ortasında kalakalıyor, aşağı mı iniyorum, yukarı mı çıkıyorum hatırlamıyorum.” Üçüncü hanım,” Allah’ıma şükürler olsun benim öyle şikayetlerim yok,” diyor, önündeki tahta masaya üç defa vuruyor ve “Kapıda biri var galiba” deyip kapıya koşuyor.
Bunadığını veya bunamaya başladığını anlayanlar için tehlike azalıyor, ya anlamayan ve bilmeyenler?
İki amca konuşuyorlar. Birisi, “ Yahu bizim evde çok cilveli bir hizmetçimiz var,” Karım olmadığı zaman kızı evde kovalıyor sonra da yakalıyorum, ama neden yakaladığımı hatırlamıyorum”
Birde bunadığını bilmediği gibi, nerede olduğunu bilmeyenler var.
Orta yaşlı bir hanım, ne de olsa yaşlı başlı diye 75 yaşını geçmiş bir beyle evleniyor. Evliliklerinin ilk gecesinde ayrı ayrı yatmaya karar veriyorlar. Gece yarısından biraz sonra kadının kapısı çalınıyor. Adam gayet kibar bir ses tonuyla “Yanınıza gelebilir miyim” diye soruyor. Kadın da ne de olsa kocam, belki uykusu kaçmıştır diye düşünüyor ve “Gelebilirsin” diyor. Adam kadını yanına uzanıyor ve mercimeği fırına veriyorlar. Kadın şaşkın ama mutlu. Birazdan adam gayet kibar bir şekilde, “Özür dilerim seni rahatsız ettim” diyor ve odasına çekiliyor. Bir saat sonra adam yine kapıda, yine aynı soru, kadın yine içeri alıyor, bir mercimek fırın daha. Adam özür diliyor ve yine odasına çekiliyor. Birkaç saat sonra adam yine kapıyı çalınca kadın hayretler içinde, Aşk olsun Arif Bey” diyor. “Bu kadar erkek tanıdım, senin gibisini görmedim. Ne kadar azgınsın ayol, bu kaçıncı? “Aaa..” diyor adam, ben daha önce buraya geldim mi?”
MORUK VE ÖTESİ,Haziran2013
70 YAŞ BLUES
Yaşımı yazarken 7 rakamı ile başlamanın beni bu kadar ürküteceği, hiç aklıma gelmezdi. Daha doğrusu 70 li yaşlara ulaşacağıma ihtimal bile vermezdim.
Sabahları aynada bu neydi başımıza gelen? Bize ne oldu, nasıl da geçiverdi 70 yıl şaşkınlığıyla bana bakan bir surata alışmak kolay değil.
Dişlerimi fircalarken "A... ne güzel hala dişlerim var" diye sevinip bir adrenalim paltlaması yaşiyorum ki inanilmaz.
Geçmişe dönmek istemiyorum. Evet, güzel bir hayatım oldu, ama aynı acıları yaşayacak gücüm yok.
70 yaşında birisinin gelecek planları yapması biraz buz üstüne yazı yazmaya benziyor. İsteseniz de, istemeseniz de verdiğiniz sözleri yaptığınız planları unutuveriyorsunuz.
Sevdiğim, hoşuma giden her şeyi belki de bu son görüşümdür diye hafızama kazımaya calışmaktan yoruldum.
Bu günlerde giden gidene. Kaybettiklerimle bir araya gelmem mümkün olsa, inanılmaz bir duygu travması yaşar, kime sarılacağımı, ne söyleyeceğimi şaşırırdım. Ağlardım çok ağlardım, ama güzel ağlardım.Gülerek ağlardım.
Hayatımda değişmeyen tek şey; hala beni en fazla üzen en sevdiklerim...
Sağ olsunlar
BAHARDA RÜYA
Beni yine sev, çok sev, sarıl bana hayat
Yanımda güzel uyan.
Gözlerin gözlerime gülsün
Sabahları sevdir bana.
Kaygılarım bitsin artık
Yoruldum hastane koridorlarından,
Test sonuçlarından, hastalardan
Mahcup hasta bakışlarından.
Bunaldım, tükendim inan.
Yaşamak hala güzel mi?
İnandır bana.
Bir elimle seni
Bir elimle dünyayı tutmak istiyorum ben
Köprü ol, yol ol.
Yeni doğmuş anılarımız olsun
Bahar bebekleri gibi şirin
Erguvan ağaçları gibi güzel.
BENİM UYKULARIM KAÇMIYOR
Bazı hastalık türleri vardır. Yakasına sarıldığı hasta ile kedi fare ile oynar gibi oynarlar. “Hah sonunda kurtuldum” derken bir bakarsınız her şey tersine dönüvermiş. Bu hastalıklar vücudun direncini düşürdüğünden, hastada alerjiler, enfeksiyonlar oluşur. Sonunda zavallı hasta hastalığını unutup, bu rahatsızlıklarla uğraşmaya başlar. Bu alerjiler, enfeksiyonlar öyle müzmin hale gelirler ki hasta asıl hastalığını adeta unutur.
İşte canlarım, bugün maalesef milletçe içine düştüğümüz durum bu. Kendi dertlerimizi unuttuk. Neye üzüleceğimizi, kime inanacağımızı, nereye gideceğimizi, bütün bu olanları nasıl karşılayacağımızı nasıl sindireceğimizi bilmiyoruz. Şaşırdık kaldık yani.
Ey Fetullah Hoca, her verdiği vaazda, her Allah dediğinde zırıl zırıl ağlayan adam. Hiç mi söylediklerine inanmadın? Bu insanlar bu güzel memleket sana ne yaptı da, bizleri bu hallere düşürdün? Bu hırsın bu nefretin kime? “Ben din adamıyım, Allah’ın aciz bir kuluyum” demesini biliyorsun, hiç mi Mevlana’yı okumadın? O mübareğin “Gurur en tehlikeli şeydir. İnsan bir iğne ucuyla şu dağı deler, öteye geçebilir, ama o gururundan kurtulamaz; malın, mülkün, şöhretin, ilmin, her şeyin kendi gururu vardır. Neye güveniyorsun a mübarek, hepsi emanet değil mi” dediğini hiç mi duymadın? O kadar sene din okumuşun, Allahın adı ağzından düşmemiş, hiç mi ders almadın. Bu yaptıklarının hesabını ahiret te burnundan fitil fitil getireceklerini, orada Amerika'ya sığınmanın mümkün olmadığını hiç mi bilmiyorsun, hiç mi düşünmedin?
Gelelim öbür tarafa; binlerce insan gözaltına alınıyor, hapse atılıyor, işlerine son veriliyor, “ bu daha buz dağının görülen kısmı, daha suyun altında neler neler var” deniliyor. Bu insanların içinde hakimler, savcılar, polisler, polis yetkilileri, askerler, komutanlar, rektörler, öğretim üyeleri, daha kimler kimler var. İyi ya kardeşim bu insanlar gökten zembille mi indiler. Bunların tayinlerini, atamasını kim yaptı? Bunların senelerdir yerleşmesi, teşkilatlanması nasıl görülmedi, nasıl fark edilmedi.
Yani canlarım benim. Artık milletçe şaşırdık kaldık. Kime inanacağımızı bilmiyoruz. Kimin eli kimin cebinde onu da bilmiyoruz. Dedim ya bize kendi dertlerimizi unutturdular. Ama Allah var. Bizleri bu hallere düşürenler, bu dünyada veya hakkın huzurunda, yaptıklarının hesabını çatır çatır verecekler, bunu biliyorum.
Zamanın bir diliminde bir kasaba da zengin bir adam ölmüş. Vasiyetinde mirasını almaları için bütün gece, sabaha kadar mezarının başında beklemeleri şartını koşmuş iki oğluna. Oğlanlar cenaze toprağa verildikten sonra bir beklemişler iki beklemişler, sonunda sıkılmışlar. Bir hamal bulmuş adamı para karşılığı mezarın başında beklemeye ikna etmişler, sonra da çekmiş evlerine gitmişler. Neyse sabah olmuş. Mezara dönüp merak içerisinde hamala sormuşlar ne olup bittiğini. Zavallı hamal son derece yorgun, ayakta sallanıyormuş. “Gece yarısından sonra Sorgu Sual Melekleri geldi” demiş. Şu sırtımdaki ipin hesabını sabaha kadar veremedim. Valla babanız bu kadar malla, mülkle hapı yuttu” diye bitirmiş sözlerini.
Bu olanlar kimsenin yanına kalmayacak. Öyle veya böyle, bizleri bu kadar üzen, ümitsizliğe düşüren, bu memlekete bu hainliği yapanlar eninde sonunda yaptıklarının hesabını çatır çatır verecekler, inanın.
Ne demiş Konfücyüs ” Eğer hiçbir şeyin yoksa, hiçbir şeyin hesabını vermek zorunda değilsin” if you have nothing, you have nothing to worry about”( İngilizcesini özellikle yazdım. Muhterem Amerika’da yaşıyor ya!..)
Gönlünüz rahat olsun. Şimdi onlar düşünsün, ne yapacaklarını, nasıl hesap vereceklerini.
Benim uykularım kaçmıyor.Bakın ne güzel oturmuş çayımı içiyorum.
ANILAR
Anılar canlıdır, nefes alırlar, yaşarlar. zayıflarlar, yıpranırlar, hatta hastalanırlar ama ölmezler. Ne kadar uğraşırsanız uğraşın yok edemezsiniz, yok sayamazsınız anılarınızı, sadece üstlerini örtersiniz ve daha arkanızı döner dönmez kafalarını örtüden çıkarıverirler.
İSKELE BABALARI…
İbreler hep annelerden yanadır. Anneler için şiirler, romanlar, öyküler yazılır, şarkılar bestelenir, türküler yakılır, Atasözleri yaratılır. Anne bir sanatçıdır, en güzel eseri de yavrusudur. Hiç unutulmayacak yüz anne yüzüdür. Bir anne evladını 9 ay karnında, üç beş sene kucağında ve bir ömür boyu kalbinde taşır. Anasız ev ıssız geceye benzer. Annen giderse senin için gerçek ağlayan gider. Annen giderse darda yetişen elin gider, aklın gider, canın gider. Annen giderse öpülecek elin gider, bayramın gider. Bir anne bütün dünyayı değiştirebilir. Hiçbir doktorun tavsiyesi bir annenin ” öpeyim de geçsin” sözü kadar işe yaramaz.
İşte bunlar anneler için yazılan daha binlerce örneklerini verebileceğim övgülerden bazıları. Peki ya bizler, zavallı babalar, bizim hiç canımız yok mu ? Adet yerini bulsun, ayıp olmasın diye bir kaç hayır sahibi bizler için bir şeyler karalar ara sıra, ZÜĞÜRT TESELLİSİ yani.
En çok bozulduğum laf ise; “Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar” Biz babalar, içedönük ağlarız. İçimiz tamamen gözyaşları ile dolduktan sonra gözlerimizden yaşlar akmaya başlar ve öyle bir ağlarız ki, hıçkıra hıçkıra, sarsıla sarsıla, deliler gibi. Göstermeyiz, veya göstermemeye çalışırız, ama ağlarız. Bir baba yalan ağlamaz, yalan ağlamayı bilmez, beceremez ki…
Ne olur bizi de annelerin yanına koyun artık. Yorulduk, hakikaten yorulduk. Bizim de canımız, emeğimiz var çocuklarımızın hayatında, biz de bir şeyler yaptık, yapıyoruz yani!..
Bozuluyoruz, gönül koyuyoruz .
Bizler “iskele babası” değiliz. Ama!...
Baba gidince nereye bağlanacağınızı bilemezsiniz, savrulursunuz, demir tararsınız kaybolusunuz.
Benden söylemesi.( pardon yazması )
Babalar gününde çocuklarım, kızım Bahar ve damadım Kadir bana bir çift ayakkabı aldılar babalar günü hediyesi olarak. Çok ihtiyacım vardi.O kadar sevindim. o kadar makbule geçti ki. Babalar gününden bu güne neredeyse bir ay geçmesine rağmen henüz giymedim, kıyamıyorum. İçimde 70 yaşında bir çocuğun bayram sevinci var. Ayakkabılarıma sarılip uyumak istiyorum.
RENKLENİRSİNİZ
Şımarmanın, şımartılmanın yaşı yoktur, sihri vardır. İşte bu kısacık anlar da insan yaşadığını hisseder, hayata bağlanır, mutlu olur, çok mutlu olur. O kadar mutlu olur ki, adeta kalbi göğüs kafesine sığmaz. Gülmek ve şımarmak ömrünüzü uzatır, renklenirsiniz.
HALA GÜZEL İNSANLAR VAR
Şimdi bu resmi iyice inceleyin, çünkü sizlerle güzel bir yazı paylaşacağım.
Resmin ortasında beyaz uzun sakalı, uzun boyu ile dimdik ayakta duran Ortodoks Musevi şahsın ismi David. Yanındakiler ise, Allah bağışlasın 8 çocuğu ve eşi.
1982 yılında evlendik ve dünya güzeli eşim Yasemin’i Toronto, Kanada’ya gelin getirdim. Çok güzel bir mahallede, çok güzel bir evde yaşamaya başladık. Yasemin eve de mahallemize de bayıldı bayıldı.
Tam yanımızda ki evde bir Musevi aile yaşıyordu. Karı koca ve iki çocuk, David ve Rachelle. Evin hanımının ismi Jean, evin reisi babanın ismi ise Mordi. Mordi emekli bir avukat, Jean emekli bir öğretmendi. Kısa bir süre sonra 22 yaşlarında kendilerine her baktığında yüzünde gamzeleri açan, yemyeşil güzel gözleri gülücüklerle dolu güzel eşim Yasemin’i öyle bir sahiplendiler, öyle sevdiler ki
O zamanlar David 12 Rachelle ise 10 yaşlarındaydı. Çok güzel çocuklardı. Anne baba kendilerini çocuklarına adamışlar, onları en güzel bir şekilde yetiştirmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Çocuklar da onların bu uğraşılarını anlıyorlar, anne babalarını hayal kırıklığına uğratmamak , onların bu çabalarını boşa çıkarmamak, için çok çalışıyorlardı. Derslerinin yanı sıra David dersllerinden fırsat bulduğunda evlerinin salonunda ki kuyruklu piyanonun önüne oturuyor, Rachelle kemanını eline alıyor , bizlerde hep beraber onları zevkle dinliyorduk. Aramızda o kadar güzel bir dostluk oluşmuştu ki. Yasemin o zamanlar o kırık dökük İngilizcesiyle bu sevimli çocuklarla bir çocuk gibi oyuyor, onlara resim yapmasını öğretiyordu.
Ve aradan seneler geçti. Her Kanada’yı ziyaret ettiğimizde bu aileyeuğradık. Çocuklar büyüdüler üniversiteye başladılar. David bir avukat, Rachelle başarılı bir doktor oldu. Bu arada baba Mordi öldü, çok üzüldük. Anne hala Baltimor’da yaşıyor. David ailesine büyük bir sürpriz yaparak bir Ortodoks Yahudi’ye dönüştü. İsrail’de evlendi ve 8 çocuğu oldu. Şimdi Newyork’ta yaşıyor ve başarılı bir avukatlık bürosu var.
Şimdi bunları neden yazdım? Birkaç gün önce David bana bir mesaj gönderdi face book’tan. Bizi özlediğini, merak ettiğini nasıl olduğumuzu, yaşamımızı nasıl sürdürdüğümüzü sordu. Ona mümkün olduğu kadar münasip bir dille Yasemin’i 23 ay önce kaybettiğimizi yazmak zorunda kaldım. Uzun bir süre hiçbir şey yazmadı sonra. “Güven özür dilerim, çok üzüldüm devam edemeyeceğim, sonra yazarım” dedi ve sustu. Ağladığını adım gibi biliyorum, o kadar hissettim ki. Sonra David bana uzun uzun yazdı. Hayatını benimle paylaştı, resimler gönderdi. “Newyork’a yolun düşmüyor mu Güven” diye sordu. “Gelirsen ne olur bize gel. Seni ailemle tanıştırmayı çok isterim, sizi o kadar anlattım ki çocuklarıma ve eşime dedi.
İşte böyle sevgililerim, iyi insanlar hala var. Resimde gördüğünüz bu upuzun, dev gibi, bu muhafazakar Yahudi, çocukluğunda tanıdığı o güzel gözlü, güzel kalpli bir Müslüman genç kız için gözyaşı dökebiliyor. Biliyorum son zamanlarda hepimiz çok acılıyız, ümitsiziz, kaygılıyız. Ama hala güzel insanlar var bu dünyada. Bu dünyanın bir otobüs garajı, bir istasyon, bir han, gelip geçici bir yer olduğunu hala anlayamadılar. Bu merhametsizlik, bu nankörlük dünya kurulduğundan beri sürüp gidiyor. Neyi paylaşmaya çalışıyorlar, bu kadar hırs, bu kadar gaddarlık, bu kadar acımasızlık niye ki?
Dayanamadım yazdım işte, içimden geldi.
Hala güzel insanlar var, hala güzel insanlar var.
Allah onlardan razı olsun...
AREFE
Arefe gününün dini derinliklerini bilmem, ama Arefe gününün özelliğini hissederim. Sanki bu günler de kalbim bir başka çarpar. Bence bu günler insanların ders alacakları, kendilerine çeki düzen verecekleri, mezarlıkları, ölenlerini ziyaret ederek ölümün herkes için olduğunu, sıranın bir gün kendilerini de geleceğini anlayacakları gündür.
İşte o günlerde mezarlıklara kocaman bir özlem ve bekleyiş heyecanı yerleşir. O kimi yapılmış, kimi öylece bırakılmış, kimi pırıl pırıl çiçeklendirilmiş mezarlarda kollar açılır, kucaklamalar gerçekleşir. Gören gözler bunu görür, kabaran kalpler birleşir, toprak titrer ve bu bütün gün devam eder.
Arefe günlerinde mutlu olmuş mezarları da hayal kırıklığına uğramış, boynunu bükmüş mezarları da hissederim ben. Artık beklemekten ümidini kesmiş olanlara, karınca kararınca bildiğim duaları okur, renk değiştirmiş mermerlerine dokunur, selamlaşır yalnızlıklarını paylaşmaya çalışırım.Ulaşabildiğim kadar.
Bazı mezarlar beni öyle duygulandırır ki, içimden başuçlarına oturup ”Hadi anlat” demek gelir.”Hadi anlat, rahatla”
Koyacağınız bir demet çiçek, yanlış olsa bile okuyacağınız bir dua, dudaklarınızdan dökülen birkaç güzel söz, serpeceğiniz bir sürahi su iç dünyanızı duygularınızı öyle bir değiştirir ki.
İnanamazsınız.
Ferahlarsınız.
BİR YAZ SABAHI
Saatime bakıyorum Sabahın dördü, hatta dördü on bile geçiyor. Bir türlü uyku tutmadı. Döndüm durdum yatağımda. Denemediğim pozisyon kalmadı uyumak için, olmadı olmadı. Sonunda kalktım, çalışma odama indim, masamın başına geçtim, yazmaya başladım. Bir de sigara yaktım, iyi mi?
İşte, yazarlık böyle bir şey, kafanızda satırlar dans etmeye başladı mı yandınız. Dolu bir kafayla uyuyamıyorsunuz. Yazmanız lazım, boşaltmanız lazım o satırları. Başka türlü rahatlamanız mümkün değil.
Güzel bir sabah diyelim. Ortalık serinlemiş. Bu gün mübarek Kadir Günü, bahçemden öyle bir yasemin kokusu geliyor ki inanamazsınız, buram buram. Mahallenin bütün horozlarını tek tek dinliyorum. Köpekler havlıyorlar. Bazıları o kadar kararlı ve ısrarlı havlıyorlar ki sanki dünyanın sonu geldi sanıyorsunuz. Gece kuşları da var bu arada, dev çam ağaçlarının karanlığında ötüyorlar.
Oturdum sağ elim çenemde, bir yandan sakallarımla oynuyor, bir yandan düşünüyorum. 22 aydır sizlere yazıyorum. Sonunda yeşil gözlü güzel kadını hepinize tanıttım. Onu sizlerle tanıştırdım. Gerekliydi bu yazılar, gerekliydi. Çünkü Yasemin yalnız güzel, çok güzel bir kadın değil, aynı zamanda asil, fedakar, sağlam duruşlu, dünyaya ender gelen, insanlara örnek olacak bir kadındı. Birde üstüne üstlük inanılmaz yaratıcı bir ressamdı. Onun böyle sessiz sedasız ölüp, gömülüp gitmesine gönlüm razı olmadı. Çok yoruldum, çok üzüldüm, çok gözyaşı döktüm, çok midem yandı ama sonunda sizlere bir melekle yaşamanın güzelliğini, ve o meleği kaybetmenin inanılmaz acısını anlatabildim. Bana binlerce mesaj gönderdiniz. Rahmet okudunuz. Hatta bazılarınız yeni doğan bebeklerinize Yasemin adını koydunuz. Dahası bahçelerine, iş yerlerinin önüne yasemin çiçekleri diken okurlarım oldu. Nasıl sevindim, nasıl mutlu oldum bilemezsiniz.
Sizlere güzel kızım Bahar’ı da anlattım. Boy boy resimlerini koydum. Onun o kalbiyle bakan güzel, derin kocaman gözlerini gördünüz. Kızımı da tanıdınız biraz. Yeşil gözlü güzel kadın, henüz Bahar 3 yaşındayken onu kucağına alıp, sabırla insan anatomisini, resim yapmasını öğretti. Ona el verdi. Onunla ruhunu paylaştı. Bu gün Bahar fevkalade bir ressam, başarılı bir piyanist, aynı zamanda gitar çalıyor, besteler yapıyor ve şahane şarkılar söylüyor. Sesi o kadar güzel ki. En önemlisi; herkesin sevdiği, sanatına ve kişiliğine saygı duyduğu bir insan oldu ve hiç kimsenin anlayamayacağı gizemli derin bir iç dünyası var.
İşte böyle “F” vitaminlerim canlarım benim. Bu iki insan bana cenneti yaşattılar. En güzel günlerimi onlarla paylaştım. Çok şanslı birisiyim çok. Benim ufkumu açtılar, bana güzel bir insan olmayı öğrettiler. Onlar sayesinde, onların sevgisiyle kocaman bir kalbim oldu benim. Şimdi birisi cennette, diğeri çok mutlu bir yaşam sürdürüyor kendisi gibi bir ressam olan eşiyle. Allah ağzının tadını bozmasın mutluluğu daim olsun.
Bana gelince yoruldum ama görevimi tamamladım. Bundan sonra sizlere farklı yazılar yazacak, hayatın farklı taraflarını paylaşacağım. Daha önce de yazdığım gibi kitaplarımdan alıntılar koyacağım facebook sayfama. Eşimle kızımı unutacağımı sanmayın, zaman zaman onlara da döneceğim, ama ağırlıklı olarak hayatımdan yeni kesitler bulacaksınız, yeni insanlarla tanışacaksınız satırlarımda. Biliyorum, bu günlerde hepimiz sıkıntılıyız, ama inanın hala güzel insanlar var yaşadığımız dünyada.
Bu arada kitaplarımı alın, okuyun, sevdiklerinizle paylaşın, tembellik etmeyin. Bakın bu yaşa geldim hala sizleri düşünüyor, sizlere yazıyorum. Yeni kitaplar yayımlatmak için desteğinize ihtiyacım var. Başka türlü olmuyor maalesef. Birbirimize muhtacız yani.
Hadi hayırlısı. Bakalım önümüzde ki günler ne gösterecek, neler getirecek, ben de sizler kadar merak ediyorum inanın.
Saat sabahı beşi oldu. Horozlar, köpekler, gece kuşları hiç birimizi uyku tutmadı. Bir sigara daha mı tüttürsem ne?
Kadir gününüz mübarek olsun. Hep birlikte inşallah,ağız tadıyla, güzelliklerle kalın.