5 Ağustos 2017 Cumartesi

YAŞLANMAK KOLAY DEĞİL
Yaşlanmak kolay değil çünkü yaşlandıkça insanın enerjisi azalıyor. Enerjisi azaldıkça sabrı azalıyor, tahammül gücü zayıflıyor, kaprisler devreye giriyor. Yani "Canım" deseler "Ölünün körü (elinin körü de olabilir)" gibi geliyor. Eğer her şeye, her yapılana "Eyvallah" deyip koyun gibi yaşarsanız, "Güzel dede" oluyorsunuz. Aksi taktirde ya "Huysuz ihtiyar", ya "Aksi moruk" etiketi yapıştırıyorlar kıçınıza.
Yaşlanmak kolay değil çünkü enerjiniz azaldıkça,yapmak isteyip de yapamadıklarınız artıyor, huzursuzluğunuz artıyor. Mesela zaman gelmeden neye veda edeceğinizi, nasıl veda edeceğinizi bilemiyorsunuz. "Yahu ben kendimi iyi hissetmiyorum" deseniz bir dayak yemediğiniz kalıyor. Etrafınızdakiler bir şeyiniz olmadığından o kadar eminler ki. Söylediğinize söyleyeceğinize pişman oluyor, hatta utanıyorsunuz.
Yaşlılık kolay değil. Giderken hiç bir şey götüremeyeceğinizi kabul etmek hic kolay değil. Hele bir de geride bırakacaklarınıza ne olacağını bilememek var ya, işte o öldürüyor insanı ölmeden.
(Torunlara maymun taklidi yapma dehşetinden bahsetmek istemiyorum. O başlıbaşına bir tez konusu)
Yaşlanmak kolay değil, vallahi değil.
BAYRAMI SAKIN GEÇİRMEYİN...
Belki hepiniz bilirsiniz, veya anımsarsınız. Platonik aşklar taaaa ilkokul sıralarında başlar, devam eder gider. Oğlan kıza aşıktır ama bir türlü açılamaz. Günler, haftalar, aylar, hatta seneler geçer. Kız bunu fark eder. Ya domuzluğundan ya sabrından bekler, fark etmiyormuş gibi davranır. Sonunda beklemekten usanır ve başkasını buluverir.
İngilizcede "shit hit the fan" diye sevdiğim bir deyim vardir. Bok vandilatöre çarptı demektir. Turkçemizde biz buna; "Süpürgeye sıçarsın,sağa sola saçarsın" deriz. İste kiz başkasını bulunca bok vandilatore çarpar, yani supürgeye sıçılır. Gözyaşlari, tehditler, küsmeler, deprasyonlar devreye girer, " Seni ben ellerin olsun diye mi sevdim" şarkıları, "Mezarımı taştan oyun" türküleri söylenir, tajediler oluşur.
Naylon şeyhiniz olarak bu yazımda anlatmak istediğim şu; hislerinizi iltifatlarınızı, varsa güzel sözlerinizi saklamayın. İş işten geçmeden kabak çiçeği gibi açılın. İnanın en güzel hareketler bunlar. Aksi taktirde bayram geçer kınayı kıçınıza yakmaya çalışırsınız. Kınaya da yazık olur. kıçınıza da.
Su yolunu bulur, tecrübe yazdırır..
HAA...NEREYE KADAR ?
Marmaris Taşlıca köyünün gri kayalarla, dikenli çalılarla kaplı, kelebeklerin çift, bal arılarının vızır vızır uçtuğu tepelerinde, vahşi görünüşlü, bakımsız vücutları kıllarla kaplı, başıboş eğersiz atların koşuşturduğunu görürsünüz. Bu tepelerde yığma taşlardan yapılmış gübre ve ıslak idrar kokan ilker ahırlarda bahar gelince keçiler doğum yaparlar. O rengarenk minik yavrular o kadar hareketli, o kadar hayat dolu, o kadar sevimlidirler ki... Kucağınıza alıp bastınızmı bağrınıza içinizden bırakmak gelmez. Ve o minik oğlaklar büyüdüklerinde katilleri olacak kasaplarına minicik kuyruklarını sallayarak koşuşturur, onların parmaklarını emerler. O kasaplarda yüzlerinde bir timsah gülümsemesiyle oğlakçıkların başlarını okşarlar.
Bense o gülümsemenin ne kadar sahte olduğunu bildiğimden öfkelenirim. Hep aklıma çocukluğumda Sivas'ta çok iptidai bir sirk çadırında izlediğim boa yılanı ve sevimli tavşan gelir. Sirk sahibi bana o uyuşuk uyuşuk yatan yılanın acıktığında birden hareketlenip tavşanı yuttuğunu ve her ay yeni bir tavşan aldıklarını söylemişti. Bense zavallı tavşancığın başına geleceklerden habersiz yılanla oynamaya çalışmasını, yılanın orasını burasını yalamasını üzülerek, korkuyla, ibretle seyretmiştim.
Yaaa... İşte böyle sayın seyirciler. Burada naylon şeyhiniz devreye girer ve der ki; Ha kasap, ha oğlaklar, ha boa yılanı, ha tavşan, ha hayat, ha alın yazısı, ha kader ne fark eder. Bizim oğlakcıklardan, tavşandan ne farkımız var ki? Dostumuzu, düşmanımızı biliyor muyuz ? Yarına çıkacağımız, yarın başımıza ne geleceği belli mi? Anı yaşayın, hayattan zevk almanın yollarını keşfedin, her şey sonunda olacağına varıyor diye boşuna yırtınıp durmuyor bu fakir.
Çırpın çırpın nereye kadar?
Haa... nereye kadar?
HASRET ÜSTÜNE...
Ölenler oldüklerini bilmezler. Ama geride kalanlar bilirler. Hem çok iyi bilirler.
Toprak atılır, gömme tamamlanır. Mezar kapanır kapanmaz perde açılır. Hasretin en acılı cinsi, " Ölene hasret" başlar.
Ölene hasret çeşit çeşittir ama aslında dünyanın her tarafinda aynıdır. Ana hasreti, baba hasreti, abla hasreti, abi hasreti, kardeş hasreti, arkadaş hasreti, eş hasreti, amca hasreti, hala hasreti teyze hasreti, dede hasreti, sevgili hasreti, dost hasreti, hatta hayvan hasreti, bu liste uzar gider ama öyle veya böyle sonunda hepsi aynı kapıya çıkar.
Hasretin ne zaman kapınızı çalacağı hiç belli olmaz. Yan etkileri dünya genelinde aynıdır; Gözler kuruluktan yanar. Eller ayaklar buz gibi olur. Kalp çarpar çarpar, sonra sanki durur. Omuzlar çekilir, kaskatı olur. Boyun sağa sola oynamaz, sabitlenir. Göğüs kafesine sanki dünyayı yüklerler. Mide çatır çatır yanar. Boğaz kurur, yutkunamazsınız. Rüyalar kaybolur. Yalnızlık hem zevk hem eziyet haline gelir. Gülmek unutulur. Gülenler sevilmez.
Ömür biter, yol bitmez derler. Ömür biter hasrette biter ölenler için. Çünkü onlar hasretlerini geride kalanların omuzlarına yükler giderler.
Hasret insanın kendisine yaptığı en büyük eziyetlerden biri, cehennemin ilk basamağıdır.


EĞER...
Eğer bir gün yollarımız ayrılırsa sevgilim.
Sen bir yöne ben bir yöne çeker gidersek.
Sonra karşılaşırsak bir yerlerde, bir sekilde. Sen bir başkasının kolunu,
ben bir başkasının elini tutmuşsam. İnan ne kızarım, ne öfkelenirim, ne kırılırım ne de kiskanırım seni. Boynumu da bükmem. Sadece olmadı mı olmuyor derim, içim acır. Kaybettiğimiz yıllara üzülürüm. Ve eğer senin yüzünde mutlu bir gülumseme görürsem sevinirim. Ne güzel derim hala hayat dolu ve hala ne kadar güzel.
Ve olur da göz göze gelirsek, belki de sen, çicekleri vazolara hapsetmeyi ne kadar sevmediğimi hatırlarsın.
EVLİLİK
Geçenlerde marinada ki mağazamızda otururken iki delikanlı okurum beni ziyaret etti. Sohbet arasında bana " İyi bir evlilik nasıl olmalı?" diye sordular. Naylon şeyhim ya...
İyi bir evlilik ha!... diye başladım ciddi bir ses tonuyla. Sonra gözlerimi boşluğa dikip epey bir sustum. Sağ elimin parmaklarıyla dalgın dalgın sakalımı okşadım. Duruşumun bayağı etkili ve inandırıcı olduğundan emin olduktan sonra yavaş yavas kafamı diktiğim boşluktan çevirip, önce birinin, sonra diğerinin gözlerinin içine baktım. Tane tane anlatmaya başladım.
Iyi bir evlilik için iyi birisiyle evlenmeniz, o iyiliği anlamanız, o iyilikten feyz almanız, o iyiliğe aynı şekilde karşılik vermeniz gerekir diye söze başladım. Sonra sustum. Pür dikkat dinlendiğimden emin olduktan sonra, yine tane tane devam ettim.
Eşinizin ellerini tuttuğunuz zaman dünyanızın değiştiğini, gözlerinin içine baktığınızda kaybolup gittiğinizi hissetmelisiniz dedim. Sabah evden ayrılır ayrılmaz onu özlemeniz, aksam işiniz biter bitmez kalbiniz çarparak evinize koşmanız lazım dedim. Geceleri uyanıp onun nefes alışını dinlemeniz, kokusunu içine çekmeniz, ellerinizi açıp, "Allahım sana şükürler olsun bana böyle birini nasip ettiğin için" diye şükredip sessizce dua etmeli, gülümsemelisiniz, mutluluktan, coşkudan gözleriniz yaşarmalı dedim.
Annem, ablam, arkadaşım, sevgilim, kardeşim, sırdaşım avukatım, doktorum, meleğim, psikoloğum çocuklarımın anası, ne güzel hepsi sensin ne şanslıyım, seni seviyorum deyip, her fırsatta sevginizi ifade edip sarılmalısınız, sevinmelisiniz, teşekkür etmelisiniz, dünyalar sizin olmalı dedim.
Sonra sustum, bekledim ve yine ikisinin de gözlerinin içine bakarak gülümsedim. Beni masalcı dede gibi dinleyip, bir Walt Disney filmi gibi seyrettiklerini fark edince kafamı çevirip, gözlerimi yine boşluğa diktim.
Sonra konumumu hiç degiştirmeden " Veya" dedim." Geçersiniz plazma televizyonunuzun, karşısına karı-koca, çevirirsiniz en favori dizinizi, alırsınız cep telefonlarınızı elinize, biriniz bir tarafa, diğeriniz diğer tarafa uzanır, birbirinizin farkında bile olmadan misler gibi yaşar gidersiniz " diye noktaladım konuşmamı.
Bir müddet hepimiz sustuk. Sonra döndüm." Hangisine varsınız? " diye sordum. Bir cevap çıkmadı. Sanki sorum onları ürkütmüştü. Emin değillerdi. Belki de korkmuşlardı.
Sakallarımla biraz daha oynadım. Biraz daha derinlere dalmış pozlarında sustum. Sonra tane tane " O zaman" dedim " Bana değil google' a sorun".
Çoooook rahatladılar. Hep birlikte sesli güldük.
BİR O KALDI
Ömur biter dert bitmez lafı doğrudur. Derdin yaşı olmaz. " Derdini söylemeyen derman bulamaz " demişler eskiler. Demek ki o zamanlar insanlar daha aydınmış daha iyi niyetliymis, daha yardım severmiş, merhametliymiş. Demek ki o günler de yaşayanlar " Aman sus zaten benim derdim bana yetiyor " diye kestirip atmıyormuş. Demek ki o günlerde heryer dert dolu, ama derdini anlatamayan, paylaşamayan insanlarla dolu değilmiş.
.
Dert öyle bir şey ki paylaşsanız olmuyor, sussanız olmuyor, içinize atsanız hiç olmuyor.
Son on yıldır " Derdim çoktur hangisine yanayım" türküsü neredeyse ulusal marşımız oldu.
Allah yardımcımız olsun. Veysel'in dediği gibi "uzun ince bir yoldayız " ve o yol incelip duruyor. Bir o yolu asfalt döküp çift yol yapamadılar.
Yani...
EVET, HALA GÜZELİNSANLAR VAR
Kanada da yaşarken daha önceleri de sizlerle paylaştığım gibi işim icabı çok seyahat ederdim. Bu seyahatlerimden birinde Toronto’ya 150 Km mesafede Peterborough isimli bir kasabaya gittim. O gün arabamın sigortasının sona erdiğini fark ettim. Kanada da sigortasız araba kullanmanın cezasının büyük olduğunu bildiğimden diken üstünde hissetmeye başladım kendimi. Bir de kış mevsimi olduğundan çok dikkatli olmam gerekiyordu. Neyse, toplantılarımı bitirdim. Toronto’ya dönüşe geçmeden önce bir alışveriş merkezine yolda içmek için bir şeyler almaya girdim. Alacaklarımı aldım. Tam Alışveriş merkezinden çıkarken önümdeki araba aniden durdu. Frene bastım ama yerler buzlu olduğundan kaydım ve arabaya arkadan bindirdim.
Çarptığım arabanın kapısı açıldı ve yaşlı bir karı koca telaşla dışarı çıkıp arabalarında ki hasarı incelemeye başladılar. Sigortam bittiğinden eğer polise haber verirsek başıma gelecekleri bildiğimden, cebimden çek defterimi çıkardım. Boş çeke imza attım. Adama uzattım, özür diledim. Arabasını yaptırmasını ve ne tutarsa çekin üstüne yazıp ödeme yapmasını rica ettim. El sıkıştık ve yaşlı çiftin şaşkın bakışlarını üzerimde hissederek arabama bindim, ayrıldım.
Toronto’ya döner dönmez sigorta sorununu hallettim. Sonra başıma gelen olayı şirkette ki arkadaşlarıma anlattım. Boş çeke imza attım der demez herkesin yüzüne neredeyse bir dehşet ifadesi yayıldı. “Nasıl yaparsın?” diye sordular. Adam şimdi o çeke istediğini yazar, arabasını baştan sona tamir ettirir, ocağını batırır senin” dediler. Ben de o insanların böyle bir şey yapmayacağına inandığımdan açık çek verdiğimi söyleyip, kendimi haklı çıkarmaya çalıştım. Ama arkadaşlarımın bana salak muamelesi bitmedi. Bu defa ben ya adam beni dolandırır ise diye düşünmeye başladım. Hiç aklımda yokken duyduğum endişeden uykularım kaçmaya başladı.
Çok huzursuz geçirdiğim üç gün sonra adam telefon açtı. Arabasını tamir ettirdiğini 230 dolar ödediğini söyledi. Arkadaşlarının "Fırsat bu fırsat arabanı baştan aşağı yaptır, boyat bak enayi sana açık çek vermiş" önerilerinden bıkıp usandığını, hatta arabasını tamir için götürdüğü ustanın, "Yeni tampon takalım" teklifini kabul etmeyip eski tamponu tamir ettirip, boyattığını söyledi. Çevresinde bu kadar fırsat düşkünü insan olduğuna inanamadığını ilave etti. Kendisine defalarca teşekkür edip özür diledim sebep olduğum kaza ve verdiğim rahatsızlık için. Bu birinci öykü.
Gelelim ikinci öyküye, dönelim Marmaris’e, Kanada’nın Peterborough kasabasından 9000 Mil uzaklıktan. Dün kızım ve damadım’ın müşterek düzenledikleri resim sergisinden çıktım. Kız arkadaşım Gül ile arabama bindik, İçmeler’e gitmek üzere yola çıktık. Temmuz, Ağustos aylarında tatil için Marmaris’e binlerce araba geldiğinden herkes her yere park eder. Girdiğim dar sokaklardan biri trafiğe kapatıldığından geri çıkmam icap etti. Hava zaten sıcak, bir gün önce deprem yaşamışız. Konsantrasyon bozukluğundan mı aceleden mi, dikkatsizlikten mi, beceriksizlikten mi her neyse geri geri çıkarken arkadan bir çatırtı geldi ve maalesef sol tarafa park etmiş eski bir kamyonetin arka fren lambasını parçaladım.
Arabamdan indim aracın sahibi genç temiz yüzlü bir çocuk koştu geldi. Zararı inceledim. Cebimden 100 Tl çıkardım çocuğa zararın bu rakamı geçmeyeceğini söyleyip parayı uzattım. “Olmaz abi hak geçer” dedi. Evladım dedim, bak hava çok sıcak ve benim acelem var. Özür dilerim isteyerek olmadı. Sen bu parayı al, şu da telefon numaram. Eğer masrafın daha fazla olursa beni ara, ben telafi ederim. Bu kasabada beni herkes tanır, merak etme dedim. “Peki o zaman” dedi ve parayı ve telefonumu aldı. Biz de yolumuza devam ettik.
15 dakika sonra lokantama tavuk almak için park ettiğim dükkanın önüne son sürat geldi arabasına çarptığım çocuk. Arabasından indi “ “Abi ben tamirciyi aradım lamba 50 liraymış sana 50 liranı geri getirdim hak geçmesin” dedi.
Yaaa… sayın seyirciler işte burada yine naylon şeyhiniz devreye girer ve der ki; Kanada nere Marmaris nere?. Bakın iyi insanlar her yerdeler. Daha önce de yazdığım gibi eğer bu gün dünya dönüyorsa, onların sayesinde dönüyor. Kıyamet kopmadıysa onların sayesinde, yaratanın onlara kıyamadığından, onlara duyduğu merhametinden kopmadı. Biliyorum son yıllarda olanlar sizleri çok üzdü ve malum şahıslardan nefret ettirdi ama bakın hala güzel insanlar var. Fark edin onları ve değerlerini bilin.
Olur mu?
DEPREM
Anadolu da biz deprem ne demek bilmezdik. Bizim dilimizde”Zelzele” kelimesi dolaşırdı. Varsa zelzele yoksa zelzele. Ve bu kelime bizi korkutmazdı çünkü bizim oralar, Sivas zelzele bölgesinde olmadığından böyle olaylar yaşamazdık. Mesela ben Liseden mezun olana kadar Sivas’ta yaşadım. Bir tek zelzele bile olmadı.
Türkiye büyük depremi yaşadığında Eşim Yasemin, kızım Bahar ve ben Kanada’ya tatile gitmiştik. Tatilimizin ikinci günü bizi evinde misafir eden çok yakın arkadaşım David Stephenson verdi haberi. Hemen televizyonun başına koştuk ve çok kısa da olsa olanları izledik. Sonra telefon açıp yakınlarımızla temasa geçmeye çalıştık. Tabii telefon hatları hasar gördüğünden uzun bir süre kimseye ulaşamadık, ancak birkaç gün sonra konuşmamız mümkün oldu. Birazcıkta olsa bilgi aldık, biraz olsun rahatladık. Bu kıta da milletin derdi Türkiye olmadığından, ve televizyonlar çok limitli bilgi verdiğinden bir türlü tam olarak ne olduğunu bittiğini öğrenemedik. Nereye gitsek, ne yapsak bir türlü içimiz rahat değildi.
Kanada ve Amerika da iki aya yakın kaldıktan sonra Paris’e uçtuk. Bu kadar uzun vatanımızdan ayrı kaldığımızdan depremin dehşetini yaşamadık. Aradan iki ay geçtiğinden biraz olsun yaralar kabuk bağlamıştır, enkazlar falan temizlenmiştir diye düşündük. Sonunda Türkiye’ye dönüş günümüz geldi ve Air France ile Paristen İstanbul’a uçuşa geçtik.
Uçak İstanbul’a yaklaştığında kaptan kemerleri bağlamamızı, inişe geçeceğimiz anonsunu yaptı. Kemerleri bağladık. Aradan neredeyse yarım saat geçti hala indiğimiz falan yok. Allah Allah dedim kendi kendime, neden bu kadar uzun sürüyor ki inmek, neredeyse havada asılı kaldık. Zaten uçmayı sevmem deli olacağım neyse sonunda inebildik. Bavullarımızı bulduk ama ne bir tane ne polis var, ne gümrük memuru var, ne pasaport polisi var, ne de arayan soran var. Elimizi kolumuzu sallaya salllaya hava limanından çıktık. Yasemin’e döndüm “Yahu Yasemin görüyor musun ne kadar medeni bir millet olmuşuz. Polis yok, gümrük kontrolunu kadırmışlar, ne rahat, ne güzel, turistler tabii ülkemizi severler” dedim. Neyse bir taksi bulduk, bavullarımızı koyduk. Armada otelin adresini verdim, Sultan Ahmet'e doğru yola çıktık. Ama soför son derece rahatsızdı. Devamlı göz bebekleri oynuyor, kıpır kıpır hareket ediyor bir türlü rahat oturamıyordu. “İyi misin sen? Diye sordum. “Nasıl iyi olayım abi ? 15 dakika önce çok kötü sallandık yine” dedi. Meğer bizim uçağın öküz arabası gibi inmesinin sebebi varmış. Uçağın kaptanına haber vermişler, buralar normal hale gelinceye kadar inişe geçme diye. Polisler ve gümrükçülerde deprem sallayınca tüymüşler. Yani hava limanında ki yerlerini bırakıp kaçmışlar. Kimseler o yüzden yokmuş.
Taksi İstanbul’a yaklaştıkça parklardaki çadırlar, parklarda oturan, yatan insanlar çekti dikkatimizi. Allah Allah dedik bu parklar neden bu kadar dolu? Neden bu insanlar parklarda yatıyorlar ki? Tabi biz saftirikler hiçbir şey yaşamadığımızdan hiçbir şey anlamıyorduk. Sonunda otelimize geldik. Parklarda, bahçelerde yatan insanlara sempati duyarak odalarımıza çıktık ve güzel bir uyku çektik. Ertesi gün otelin kapalı garajında ki arabamızı alıp Marmaris ‘e geldik. Ondan sonraki günler devamlı varsa deprem, yoksa deprem dinledik. Ama daha öncede belirttiğim gibi olayların içinde olup yaşamadığımız için her şey bize masal gibi geliyordu. Ta ki o geceye, daha doğrusu o sabaha kadar.
Marmaris’e döndükten 10 sonraydı galiba. Marinada toplantım olduğundan gece yarısı eve geldim. Ben ne zaman eve geç gelsem eşimin hep uykuda olduğunu bildiğimden salonda biraz oturmaya karar verdim. Biraz oturdum birden Yasemin yatak odasının penceresini açtı ve “ Güven, bu akşam tuhaf şeyler oluyor, hayvanlar, kuşlar çok acayip sesler çıkarıyorlar, bir türlü uyku tutmadı. Deprem mi olacak ne” dedi. Ben de “ ne depremi deli misin? Hadi uyu artık” diye çıkıştım, sonra da rahat edemedim ben de yattım.
Sabah üç sularında inanılmaz ürkütücü, ne kadar korkutucu olduğunu anlatamayacağım bir gürültüyle uyandık. Koca ev horon teper gibi zangır zangır titriyor gidip geliyordu. Duvarlar çatlamaya, eşyalar devrilmeye, bir şeyler kırılmaya başladı. Hemen kızımı ve eşimi dışarı, evimizin karşısındaki ormana çıkardım. Dehşetle evimizin gidip gelmesini izledik. İşte o zaman milletimin neler çektiğini, neler yaşadığını anladık.
Benim başta Bodrum olmak üzere, Ege bölgesinde yaşayan güzel dostlarım; Nasrettin Hoca’nın hikayesini bilirsiniz. Damdan düşenin halini ancak damdan düşen anlar. Hepinize sarılıp teker teker geçmiş olsun diyorum. Allah tekrarını nasip etmesin.
Bununla geçmiş olsun. Güzel insanlar hepinizi çok seviyorum.
Naylon şeyhiniz...
EGO ZİRVESİ
Ben "sarıl" diyorum sarılıyorsun. Ben "öp" diyorum öpuyorsun. Ben "elimi tut" diyorum tutuyorsun. Ben "gözlerime bak" diyorum bakıyorsun. Ben anlat diyorum anlatıyorsun..
Allahtan ben varım da seni hep nerelerdeysen alıp aĺıp getiriyorum.
Kendimi alnımdan öpsem mi ne
Ne benim be...
Aslında ben sizlere bugün 15 Temmuzla ilgili bir yazı yazacaktım. Ama midem kaldırmadı, çok fena oldum vazgeçtim.
HÜZÜN MÜ ? NE HÜZNÜ ?
“Akşam olunca bir hüzün çöker içime” demiş şair, yazar, şairler, yazarlar.
Doğru olmasına doğru da…
Akşam olmuş, almışın sevgilini yanına, oturmuşun salaş mı salaş bir sahil meyhanesine, tutmuşun kızın yumuşacık sağ elini ki elinle, düşmüşün gözlerinin içine, ağzının içine, masayı donatmışlar; acılı ezme, haydari, plaki, gavur dağ salatası, mis gibi kavun, tam yağlı Ezine peyniri, buz gibi yeni rakı, tertemiz yağda kızartılmış çıtır çıtır lapa balığı, açmışın bağrını denizden tatlı tatlı esen melteme, bir de midye dolma satan ihtiyar geçerse lokantanın önünden, bir de hafiften doğru orantılı müzik.
Bir başka oluyor Ege akşamları kardeşim...
Hüzün mü? Ne hüznü?

Kahroluyoruz..

Son yazımı okuyan bazı okuyucularım benim kendime yazık ettiğimi düşünüp üzülmüs ve bunu yorumlarında belirtmişĺer. Herşeyden önce bu hassaslikları icin çok teşekkür ederim.
Yalnız, vicdan muhasebesi yapan ve bunu dürüst ve açık kalplilikle yapan birisi ne kendisine ne de cevresindekilere yazık eder.
Asıl vicdan muhakemesi yapmayanların, yapmak istemeyenlerin, yapmayı bilmeyenlerin, red edenlerin bizleri ne kadar üzdüğunü, bu ülkeyi ne hale getirdiklerini hep birlikte izliyoruz, kahroluruyoruz.
Ben mi yanlış yapıyorum?
BİLİYORUM AMA ANLATAMIYORUM, ANLAYAMIYORUM DA...
Aynanın karşısına geçip, "Ben kendimden başkasını düşünmeyen birimiyim acaba?" diye soruyorum kendi kendime. Bütün hayatım bir sinema şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden. Gerilere çok gerilere gidiyorum. Dürüst, namuslu bir cevap vermek istiyorum bu soruya, ama cevap vermek o kadar zor ki. Güzel olduğu kadar haksız, haksız olduğu kadar, düşündürücü, düşündürücü olduğu kadar acımasız bir soru bu. Nereye kaçacağımı bilemiyorum. Çünkü nereye kaçarsam kaçayım bu soru gelip buluyor beni. Yakama sarılıyor ve öyle bir silkeliyor ki... "Cevap ver" diyor, " Cevap ver ulan hayatının kaçta kaçın da kendinden başkasını düşündün sen?" Sanki içimde herşeyi araştıran bir savcı var bir yargılama heyeti var hiçbir şeyi kaçırmayan. Sanki bir ön yargı bu..
Sonra bembeyaz saçlarım, sakallarim, yüzümdeki çizgiler, gözlerimdeki ifade, daha sonra utangaç utangaç kalbim devreye giriyor. "Düşündün diyorlar hep düşündün sen başkalarını, hayatın boyunca düşündün. Hâla da düşünüyorsun. Neden bu hale geldik zannediyorsun? Yazdıklarına bak, gelen yorumları oku, hâla mı anlamadın, hâla mı inan mıyorsun?
Utanıyorum, kafam karışıyor " Peki o zaman" diyorum ama hâla emin değilim ve hâla bir şeyler korkutuyor beni. Bir şeylerin cevabı tam değil yani. Hep bir yerlerde bir takım hatalar yaptım, yanlıs kararlar verdim, birilerini üzdüm diye düşünüyorum, rahat değilim. Hatasız insan olmaz falan diyorum, züğürt tesellisi gibi geliyor.
Orhan Veli'nin yazdığı gibi " Bir şeyler var, biliyorum ama anlatamıyorum" anlayamıyorum da...


Insan " Cemal Süreya'nın dediği gibi " Biliyor musun sevgilim hiç yanımdan ayrılmana dayanamıyorum. Kafanı çevirip başka yere baksan seni özlüyorum" dediği kadını sevmez mi? Sever eşekler gibi sever.
Peki neden sevdiğini anlaması uzun sürer?
Eşekliğinden.
GIYBETTEN KİM ÖLMÜŞ
Bu gördüģünüz vatandaş Alamanya'nın en zenginlerinden biri. ( Alamanya realite show) Marinada'ki mağazamıza geldi eşiyle, arkalarinda da koca bir televizyon ekibi. Bütün mağazayı çektiler. Sonra ben adama" Sen de benim gibi süslüsün, gel lan seninle dosta düşmana karşı bir fotograf çekinelim dedim.
Çok sevindi.
(Saçlar boya, alın ve yüz botoks, dişler yapılmış, burun ameliyatlı)
Biz fakir olduğumuzdan ben bıçak değmemiş orijinal benim. Kıymetimi bilin !..

HAYIRLISI
Sanayide usta çırağına tecavüz etmiş. Sonra da bir köşede ağlayan çocuğa; “Kes zırlamayı lan belki de hakkımızda hayırlısı buydu” demiş.
Millet hala “Hayırlısı” diyor inanamıyorum. Allah’ım sen büyüksün, ne olursun aklıma sahip çık.

AKLINIZI BAŞINIZA ALIN!
Dostlarım bu gün sizlere aile bağları ile ilgili bir yazı yazmaya karar verdim. Daha önceki yazılarımda benim iki abim, iki de ablam olduğunu, benim en küçük kardeş olduğumu yazmıştım. Eklediğim resimde gördüğünüz bu sevimli, güzel şahıs benim büyük abim İsmet Karabenli’dir.
Büyük Abim İsmet Karabenli ailenin Rudolf Valentinosu’ydu ve çok yakışıklıydı. Babamın öğretmen maaşı beş çocuğa yetmediğinden, İsmet abim sanat okulunu ordudan aldığı bursla okuyup,mezun olur olmaz astsubay olarak Silahlı Kuvvetler’ katılmak üzere daha gencecik hatta çocuk yaşlarda İstanbul’a gitti ve kısa zamanda adı büyük şehrin skandallarına karışmaya başladı. Ara sıra birkaç günlüğüne hasret gidermek için Sivas’a gelen abimi mahalleli gazetelerden ve magazin haberlerinden izlediğinden iyi tanırdı. Ben ise abimin şöhretini bildiğimden her fırsatta mahalle ki çocuklara poz atardım. Abime hayrandım. Her gelişinde bir yığın bavulla gelir, çok şık giyinirdi.( Hala öyle) Sayısız elbisesi ve ayakkabısı vardı.
Sonra her nasılsa Abim gönüllü olarak Kore Savaşına katıldı. O zamanlar savaş devam ederken, Ankara Radyosu’nda Kore’deki askerlerin istedikleri şarkılar okunurdu. Proğramın yayınladığı saatlerde bütün aile radyonun başına toplaşıp, acaba abim hangi şarkıyı isteyecek diye merakla beklerdik. Hep “Ayağına giymiş sedef nalini” şarkısını isterdi. Annem ve ablam Suzan birbirlerine sarılıp ağlar, babamın gözleri nemlenirdi. Bense adam hem sağ hem de şarkı istiyor, herkes niye ağlıyor diye hayret ederdim.
Abim İsmet o inanılmaz disiplini ve o sert görünüşünün altında ki yumuşacık kalbiyle bana çok iyi bir abi oldu. Eklediğim resimde birbirimize ne kadar duygu ve sevgi ile baktığımızı görüyorsunuz. O kadar sene sonra gurbet ellerinden ülkeme dönmemin en büyük nedenlerinden biridir bu koca çınar. Şimdi sizlerle bana doğum günümde yolladığı mesajı paylaşıyorum.
“ Canım kardeşim; senin ağabeyin olmak benim için tarif edemeyeceğin kadar büyük mutluluk. Doğduğundan bu güne seni bize bağışlayan tanrıma şükranlarımı, dualarımı iletiyor, sevginle dolu kalbimle seni kucaklıyor, doğum gününü kutluyorum
.
Şimdi dostlarım ben bu yazıyı neden yazdım. O kadar çok birbiri ile geçinemeyen hatta birbirlerini eğer yapabilseler bir kaşık suda boğmaya çalışan kardeşler var ki inanamıyorum. Allah bana iki abi iki abla nasip etmiş. Kurban olurum onlara da, onları yaratan Allah’ıma da. İşte tam burada naylon şeyhiniz devreye girer ve derki. “Siz o ana rahmini paylaştınız, orada hayat buldunuz. Bundan kutsal ne olabilir ki. Hala vakit varken aranızda ki dünyevi sorunlar ne olursa olsun sarılın kucaklaşın, birbirinize sevgi ile bakın. Hoşgörüden asil ve güzel bir davranıştır yok unutmayın.
Sonra çiçekler dikmek, sulamak, gözyaşı dökmek, toprağı öpmek yetmeyecek. Bunu böyle bilin, çok içiniz yanar çooook…
Aklınızı başınıza alın.

OLSUN; SİZİN CANINIZ SAĞOLSUN !
Dün bir yazımı paylaştım sizlerle. Bir taşlanmadığım kaldı. Bazı okurlarım kahırlı bir yazı olduğunu, bazı okurlarım olumsuz bir yazı olduğunu, bazıları da aslında benim gayet mutlu olduğumu, böyle santimantal yazılar yazarak sempati toplamaya çalıştığımı ima ettiler. Bütün bu yorumlara hürmetim var, lütfetmişler yazmışlar. Ama ben samimiyetle, sadece bire bir hissettiklerimi yazmaya çalışmıştım.
İster sevelim, ister sevmeyelim, ister kınayalım ister kınamayalım, hüzün insan hayatının karşı konulmaz, atsan atılmaz bir gerçeği dostlarım. Nefes almak gibi, kalp çarpması gibi kendi başına oluşuyor. .Ne zaman ortaya çıkacağı, nasıl bir etki yaratacağı, ne kadar süreceği belli olmayan, insandan insana değişen bir duygu. Hüzün hem faydalı, hem tehlikeli olabiliyor keskin bir bıçak gibi. O bıçakla insan kendini veya birisini öldürebiliyor, aynı bıçağı kullanarak mükemmel bir heykel de yapabiliyor.
Evet ben zaman zaman hüzünleniyor ve bu hüznümü sizlerle paylaşıyorum. Çok hareketli bir 71 yıl yaşamış birisinin ara sıra hüzünlenmesini normal karşılayın. Çünkü o kadar çok anı biriktirmişim ki kafamda 5 adet kitap yazdım, hala yarısına bile gelemedim. Çocukluğumu hatırlarlıyorum annemi, babamı, artık olmayan baba evimi kaybolan mahallemi, okul günlerini, okul arkadaşlarımı, öğretmenlerimi, seyahatlerimi, gurbet ellerini, kaybettiklerimi, sevgililerimi, sevdiklerimi, çok sevdiklerimi, neleri neleri hatırlıyorum. Ortaokul,lise arkadaşlarımın numaralarını bile hatırlıyorum. Bir kitap yazıyorum, biraz rahatlarım diye düşünüyorum. Ama boşalan yer hemen doluveriyor. Dedim ya insan neyi ne zaman hatırlayacağını, ne zaman hüzünleneceğini kontrol edemiyor. Bu çok doğal bir duygu. Herhalde ?...
İnsan her hüzünlendiğinde üzülür mü? Hayır. Mesela ben hüzünlendiğimde bana acı veren anılarımın yanı sıra beni çok mutlu eden anıları da hatırlarım. Çoğu zaman yüzümde bir gülümseme oluşur hatırladıkça hüzünlendikçe. Yıllar önce Dalay Lama'nın bir mülakatını seyretmiş, bu muhteşem insana hayran olmuştum. Çünkü her hüzünlendiğinde gülümsüyordu. Öyle güzel günlerim, yıllarım oldu ki.
Gelelim dünkü yazıma: Dostlarım o yazı ne kahırlı ne de olumsuz bir yazıydı. Evet, hüzünlendiğimi itiraf ettim ama yorum yapan dostlarım, sizler üzüldüğüme hükmettiniz. Ben üzüldüğümü değil hüzünlendiğimi yazdım. Evet, sigara içtiğimde kendimi çok kötü hissediyorum. Evet, içki içtiğimde yoruluyorum. Demek ki direncim azalmış. Bunlar samimi olarak sizlerle paylaştığım duygularım hissettiklerim. Tekrar okursanız dünkü yazımı şikayet etmediğimi sadece yaşadıklarımı paylaştığımı görürsünüz.
Gelelim yaşamayı istemek ve yaşamaya çalışmak bölümüne. Son 10 yıldır hangimiz hakikaten mutluyuz, hangimiz yataktan kalktığımızda “Merhaba hayat, işte uyandım, o kadar mutluyum ki” diyebiliyoruz? Gazete okuyamıyoruz, televizyon seyredemiyoruz, kara haber üstüne kara haber işitmekten yorulmadık mı? Şehit haberleri duymamak için kulaklarımızı kapamaya çalışmıyor muyuz?. Çocuklarımızın, torunlarımızın geleceğini düşündükçe tüylerimiz diken diken olmuyor mu? Etrafımızda olup bitenleri hazmedebiliyor muyuz? Bakın 70 yaşında adamcağız bu sıcağın altında İstanbul’a yürüyor adalet için. Evet, kabul etseniz de etmeseniz de büyük bir çoğunluğumuz yaşamayı istemek yerine artık yaşamaya çalışıyoruz. Yalan mı? Ben şahsen böyle bir hayata, böyle bir gidişe10 yıl daha tahammül edemeyeceğimi yazdım, bunun neresi sempati beklemek veya toplamaya çalışmak?
Yani dostlarım, dün bana fazla yüklendiniz ve bu yazıyı yazdırdınız.
Olsun, canınız sağ olsun.
No hard feelings.
YAŞAMAK VE YAŞAMAK
Hüzünleniyorum, bir sigara buluyorum kimden bulursam. Sigarayı yakıyorum. Hani hüzünlenen insanların elinde hep bir sigara olur ya, ben de hevesleniyorum. Bir nefes çekiyorum başım dönüyor. İkinci nefeste sanki dünyayı sırtıma yüklüyorlar. Öyle bir depresyon dalgası yakalıyor ki beni dayanabilirsen dayan. Nikotine karşı direnç sıfır.
Hüzünleniyorum, rakı içiyorum. 
Hani hüzünlenince insanlar rakıya saldırırlar ya, ben de hevesleniyorum. Birinci kadeh beni şöyle bir silkeliyor. İkinci kadehte yerimden kalkmak içimden gelmiyor. Sanki birisi omuzlarıma oturmuş gibi hissediyorum. Üçüncü kadehte uykum geliyor. Uzanacak bir yer arıyorum. Alkole karşı direnc kalmamış ki
Hüzünleniyorum, hevesleniyorum, bir on yıl daha yaşamak istiyorum. Sonra üşeniyorum. Çok sıcak!..çooook
Yaşamak istemek ile yaşamaya çalışmak o kadar farklı ki birbirlerinden.
O CANADA !...
Bu gün Kanada’nın 150 inci doğum günü. İçim bir tuhaf oldu özledim be.
Biliyorsunuz daha önceki yazılarımda sizlerle bazı Kanada anılarımı paylaşmıştım. Dile kolay 20 yılım geçti. İkinci vatanım. Bana kucak açmış, vatandaşlık vermiş, güzel memleket, örnek memleket, dünyaya insanlık dersi veren memlekettir Kanada. Hiç unutmadım “Kanadolu” isimli 350 sayfalık bir kitap bile yazdım.
Hani halk arasında derler ya “Evliya gibi adam, mekanı cennet olsun” diye, işte aynısını ben bu güzel ülke için söylerim.Kanada dünyadaki ülkelerin evliyasıdır inanın. Yıllardır birçok muhtaç insana, harp malulu, haksızlığa uğramış, evsiz, fakir, yardıma muhtaç insana kucak açmış, fırsatlar yaratmış, onlara yeni bir hayat sunmuş, onları hayata bağlamıştır.
İnsana değer verilir Kanada’da.İnsanlık dersi de verilir Kanada da. Ben Toronto’da yaşarken şehrin en büyük çocuk hastanesinde bir çocuk yanlış tedavi sonucu hayatını kaybetti diye televizyonda ilgili doktorları ve hastane çalışanlarını bir ay sorguya çektiklerini bilirim. Hayvanlara, vahşi hayata değer verilir Kanada’da. Kuşların hayatı tehlikeye girmesin diye sivrisinek ilacı bile yapılmaz.
İşte böyle güzel okurlarım benim. Kanada bana da kucak açtı. Üniversiteyi okudum. Yıllarca çalıştım, çok çalıştım. Bana verdikleri emeği, bana sağladıkları imkanları sonuna kadar ödedim. İyi bir vatandaş oldum. Yaptığım işlerde o kadar başarılı oldum ki, son işimden ayrılıp Türkiye’ye döneceğimi bildirince yemin ediyorum o koca şirketin en ağır yöneticileri beni ikna etmek için ellerinden geleni yaptılar bir yalvarmadıkları kaldı. Kısacası ben o ülkede, memleketimi çok iyi temsil ettim. Güzel örnek oldum. “Türk” derlerdi bana “Türk, sen becerirsin bir defa aklına koydun mu yaparsın” derlerdi güvenirlerdi, inanırlardı bana, severlerdi.
Şimdi burada beni çok duygulandıran bir anımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Kanada’da 3 yılını doldurduktan sonra eşim Yasemin’e Kanada Hükümetinden vatandaşlık teklifi geldi. Müracaatımızı yaptık. Gereken evrakları tamamladık verdik.
Tören günü geldiğinde törenin yapılacağı binaya gidip, dünyanın hemen hemen her tarafından Kanada’ya göçmen olarak gelmiş, her yaştan, her ırktan, her renkten insanın doldurduğu salona girip oturduk. Birazdan vatandaş olacakları ve refakatçileri ayrı oturttular. Töreni yönetecek hakim yerini aldı. Hep birlikte ayağa kalktık, oturduk ve tören başladı.
Önce Kanada Ulusal Marşı, sonra da “Tanrı kraliçeyi korusun” marşları çalındı. Sonra hakim söz aldı. Ben vatandaş olurken herhalde heyecandan söylenenleri dinlememişim. Bu defa hakimin ağzından çıkan her kelimeyi dikkatle dinledim. Çok duygulu bir konuşma yaptı. Kanada’nın insanlara ne kadar değer verdiğini, senelerdir dünyanın neresinden gelirlerse gelsinler din, ırk, renk ayrımı yapmadan bütün insanlara kucak açtığını ve onlara hayatlarını yeniden kurmaları için gerekli olan fırsatları verdiğini söyledi. Kanada vatandaşı oldukları için gurur duymalarını, Kanada’nın yeni vatandaşı olmaya kararı verdiklerinden kendileriyle gurur duyduğunu da söyledi. Söyledikleri o kadar babacan, o kadar sevgi dolu, o kadar içtendi ki, Kanada da ki ilk günlerimi anımsadım. Gözlerimden ceketimin yakalarına yaşlar düşmeye başladı ve hakim sözlerini bitirinceye kadar devam etti, durduramadım, öyle duygulandım ki. Çünkü hakimin söyledikleri tamamen doğruydu.
Sonra hakim yüzünde şefkatli ve içten bir gülümsemeyle herkesin elini sıkıp vatandaşlık sertifikalarını verdi. O gün Kanada’yı ne kadar sevdiğimi ve bana verdikleri için ona ne kadar minnet duyduğumu bir kez daha anladım.
Dedim ya, özlemişim. Yine gözlerim doluyor.
Buradan sizler, Kanada’da bırakıp geldiğim bütün arkadaşlarım hepinize selam yoluyor, öpüyorum.
Doğum yılın kutlu olsun güzel memleket, Allah daha nice yıllar nasip etsin sana. Çok seviyorum seni, ikinci memleketim benim.
DELİYİZ DE ONDAN
.
Birisi kalp krizi geçirir sanki seferberlik başlar. Insanlar bir anda insanlaşırlar, telaşlanırlar, ne yapacaklarını saşırırlar. O kalp durmasın, tekrar çalışsın diye ellerinden geleni yaparlar. Ambulans cağırirlar, olmazsa arabaya atar hastaneye götürürler, filmlerden, dizilerden gördükleri gibi adamla konuşur "kendini bırakma, hayat hala güzel, bu kalp seni unutur mu?, Fener bu sene garanti sampiyon dayan" falan derler. Kalp masajı denerler, hatta gerekirse dudaktan dudaga nefes vermeyi düşünenler bile olur
Bir mucize olur adam iyileşir, kurtulur. ayağa kalkar. Allah yüzüne baktı, yaşayacak ömrü varmış diye bir sevinirler bir sevinirler. Birbirlerine sigara ikram eder Birer sigara yakarlar " Éhhh artık sigarayı bırakması lazım canııım" derler.
Sonra aradan zaman geçer, adam sürünür, aç kalır, iflaz eder, malına mülküne haciz gelir, kimse umursamaz.
Peki ama neden böyle?
Çünkü hepimiz deliyiz de ondan. Veya delirmek üzereyiz. Çooook sıcak dostlar yahu havada bulut yok.
Ulan Libya yaktın bizi Ama neyse ki "Atımız araptır bizim, yükümüz şaraptır bizim! Muğla Dalaman yöresinde bir laf vardır. Herkes bilir bu lafı. "İç sarabı, sev arabı derler.
Simdi bu Libya çöl sıcakları da bizi seviyor...
Ne demisler Romalılar? "Aut insanit homo, aut versus facit". Insan ya delirir ya da şiir yazar.

Aliquis non debet esse judex in, propria causa (Ara sıra delirmek iyidir);
Sizler var ya sizler, yazmıyorum, yazmak istemiyorum ama düsünuyorum da son yıllarda İslam adı altında öyle unutulmaz, öyle tüyler urpertici vahşet sergilediniz ki içim yanıyor, deli oluyorum.
Dinden imandan soğuttunuz adamı. Bütün dünyayı İslamdan da Islamiyetten nefret ettirdiniz. Allah' a inanan, kuranı hatmetmis, hoşgörülu, yürekleri merhamet dolu, karıncayı bile incitmekten cekinen inançli insanların ne suçu vardı? Maşasınız siz, maşasınız. Sizi çatırrrr çatırrrrr kullanıyorlar anlamıyormusunuz? Cennette huriler bekliyor ha? Ah sizi nerede, kimlerin beklediğini bir bilseydiniz, şimdi o sakallarınızı kendi elinizle tel tel yolar, o sarıklarınızı yerdiniz.Bayramı kutlamak nasıl içinize siniyor acaba?
Sayenizde içimden bayramı bile kutlamak gelmiyor. Cünkü ne zaman ezan duysam, sela duysam, tekbir duysam aklıma hep sizin cani suratlarınız ve vahşetiniz geliyor
Beyinlerinizi yıkayıp sizleri bu hallere getirenlere lanet olsun.
İYİ BAYRAMLARINIZ OLSUN
Bayramlar güzeldir. Ama bayramlar yalnızların kendilerini çok daha yalnız hissettikleri zamanlardır. Bu insanlar" İyi bayramlar" derken hüzünlenir, akşam olmasını hiç istemezler. Çünkü akşam olunca daha bir gariplik çökeceğini bilirler içlerine. Elalem gülüp eğlenirken, gidecekleri bir meyhane, kadeh kaldıracakları bir dost, bir sevgilinin yokluğuna katlanmak kolay değildir ,bayram gecelerinde.
İşte burada naylon şeyhiniz devreye girer ve der ki "Sevdiklerinizin değerini bilin. Sarılın onlara, cok iyi sarılın, bayramlaşırken. Akşam olduğunda hala meyhaneler açıkken sevimli birine kapağı atın.. El ele tutuşun. Kadeh kaldırın. Bibirbirinizin gözünün içine bakarak, "Seninle her günüm bayram, sevgilim, şerefine" demeyi sakın unutmayın o zaman şeker bayramının daha bir şekerlendiğini hissedeceksiniz"
Bir kadehte benim için kaldırın olur mu? Antenlerim var benim.
Şeker bayramınız kutlu olsun.
BAYRAM GELMİŞ NEYİME
Dün gece müthiş temizlik planları yaptım. Malum bayram geliyor ya! Ben de daha arife gecesinde bir heves, bir heves.( Buna bir nevi utanma duygusu da diyebilirsiniz). Sanki bütün Marmaris evimi ziyaret edecek, benimle bayramlaşacak. Birden bu enerji, bu karşı koyulmaz heyecan nereden geldiyse, yatağa yattım, uyuyabilirsen uyu. Planlar yapıyorum, nereden başlayacağımı düşünüyorum. Bir türlü karar veremiyorum. Ev o kadar karışık ve kirli ki. 450 Metre kare dile kolay temizleyebilirsen temizle.
Dedim ya uyku tutmadı. Nereden başlayacağımı bilemiyorum. Bu biraz Merhum Aziz Nesin’in bir öyküsüne benzedi. Adam eski, külüstür arabasını tamire götürüyor, “Bu araba çalışmıyor bozuldu” diyor. Usta kaputu açıyor biraz inceliyor, bir sigara yakıyor, derin bir nefes çekiyor, dönüyor adama bakıyor “ Ulan bunun sağlam yeri yok ki bozuk yerini bulayım” diyor. Bizim mekan da aynı öyle işte. Temiz yeri yok ki nereden başlayacağını bilemiyor insan.
Neyse önce elektrikli süpürge ile şöyle bir başlamaya karar verdim. Spor kıyafetlerimi giydim. Süpürgeyi itinayla dolaptan çıkardım. Borularını taktım. Salondan başladım. Uğraşıyorum, uğraşıyorum hiçbir şey olduğu yok. Her şey olduğu gibi duruyor. Kapağı açtım torba dolmuş. Birden hatırladım bu süpürge en az 2 yıldır kullanılmıyor, yani torbanın içindeki toz ve en az 2 yaşında. Beton gibi olmuş. Torbayı çıkardım attım. Aradım aradım yedek torbaları buldum. Bir tane çıkardım paketten takabilirsen tak. Lan diyorum çıkarırken nasıl takıldığına baksana. Yemin ediyorum yarım saat uğraştım. Sonunda bir mucize oldu, kendi kendine takıldı. En fazla ben hayret ettim. Ah canım meleklerim yerim sizleri ben.
Yatak odasına geçtim. Yatağın kenarlarını yerleri süpürüyorum. İçimde şeytan ve meleklerimin mücadelesi başladı. Şeytan diyor ki “Sakın yatağı kaldırıp altını süpürme. Yatağın altını kim görecek, belini ağrıtırsın yavrucuğum. Melekler; “ Yatağı altını almadan olmaz, toz dolmuş, gece nefes alamazsın. Meleklerimi dinledim. Yatağın altını temizledim. Ama misafir odasında ki yatağın altını temizlemedim. Bu defa şeytana uydum. “Misafir gelirse kendi temizlesin” dedi. “Sen kendi nefes almana bak” dedi. Hem misafir ediyorsun hem de yatağın altını mı süpüreceksin? Ayyyy, kıyamam sana kız” dedi.
Süpürge faslı bitti. Belim ağrıdı, terledim ( zaten çok terlerim) ama bayağı bir iş yaptım. Sıra geldi süpürgeyi aldığım yere, yani dolabına koymaya. Bir türlü süpürgeyi dolaba sokamıyorum. Elimle birbirine monte ettiğim boruları birbirinden ayıramıyorum. Deli olacağım. Bir ara atolyemden spiral makinesini getirip boruları kesmeye karar verdim. Birden aaaa alt tarafta küçücük düğmeler varmış bastın mı borular ayrılıyor. Dünyalar benim oldu. Eminim Edison ampulü keşfettiğinde bu kadar sevinmemiş, heyecanlanmamıştır.
Eeee dedim süpürge faslı bitti. Şimdi bir sigara molası. Sonra sigara içmediğim aklıma geldi devam ettim. Mutfak lavabosundan başladım. Yıllar önce temizlikçi kadın temizlerken görmüştüm, cif kullanıyordu. Cif var mı? Tabi yok. Arabaya atladım Migros’a gittim. Aramaktan nefret ettiğimden kızlardan birisine sordum, “jif nerede” diye. Sağ olsun önüme düştü beni elektronik eşyaların olduğu yere götürdü. “Jif istemiştim” dedim. “Aaaaa çok özür dilerim, ben pil anlamıştım” dedi. Ne alakası varsa. Sonunda eve döndüm lavaboları bir güzel temizledim parlattım. Sıra geldi tuvaletlere. Çamaşır suyu var mı? yok. Hadi Migros’a. Bu defa yine aynı kız görür diye başka bir Migros’a gittim. Sonunda eldiven almayı unuttuğumdan gözlerimi kapatarak çıplak elle tuvaletleri temizledim.( iyi ki gözlerimi kapamak aklıma geldi. Göz görmeyince gönül katlanıyor) Çamaşır suyu ile işim bitti. Koyacak yer ararken iki şişe açılmamış çamaşır suyu buldum.
Çamaşırları topladım, çamaşır makinasına attım. Allahtan 2 sene öncesinin ayarları aynen duruyor. Bir rahatladım, bir rahatladım. Hiç dokunmadım. Küçük dolabı açtım deterjan yok. Ne var? Bir şişe el sabunu var hiç kullanılmamış. Bir ara kapağı açıp makineye boşaltmayı düşündüm, içim razı olmadı, haydi Migros’a canım.
İlk gittiğim migrosa tekrar gittim. Kimseye görünmemeye çalışarak deterjanlar bölümünü buldum. Hey Allah’ım, adamlar yatmamış kalkmamış çamaşır deterjanı icad etmişler. Ne alacağımı, nereye bakacağımı şaşırdım. Hepsinin üstünde “En iyisi benim” yazıyor. Sonunda temiz yüzlü bir kızcağız buldum ve “Acaba çamaşır yıkamak için hangi deterjanı uygun buluyorsunuz diye sordum. Bu arada buluyorsunuz derken “yorsunuz” kısmını ağzımı büzerek bilhassa “yor” kısmını görmemiş şirket yöneticileri gibi uzattım. Kız gülerek elime içinde mor kapsüller bulunan bir kutu tutuşturdu. Burada hepsi var, işinizi görür dedi. Teşekkür ettim. Sonra raflarda ki boy boy detarjanlara dönüp ulan boyunuzdan utanın şu küçücük kutunun içine hepinizi tıkmışlar” dedim. Eve geldim beni ne olursun sık patlat diye insanı tahrik eden kapsüllerden birini makinenin içine attım. Kapağı kapattım, düğmeye bastım. Makine çalışmaya başladı. Ohhh dünya varmış.
Yatak örtülerini değiştirme faslını yazmayacağım, ağlarsınız. Çünkü ya çarşaflar ya da renkler yanlıştı çözemedim. Camlara gelince camları öyle bıraktım çünkü hala dışarıyı görebiliyorum.
Eeeee temizlikçi kadın gelse olmuyor mu? Diye sorabilirsiniz. Maalesef Marmaris’te ki bütün temizlikçi kadınlar şu anda Paris’te düzenlenen “Dünya temizlikçi kadınlar haftasına” gittiler. Şaka yapıyorum, Bayram öncesi, veya bayram esnasında Marmaris’te temizlikçi kadın bulmak cehennemde kar topu bulmaktan daha zordur. Affınıza sığınarak bilgilerinize arz ediyorum.
Şimdi buradan bütün dünya kadınlarına sesleniyorum. Allah sizlerden razı olsun. Şu mübarek arife günü sizlere dua ediyorum. Siz olmasanız yemin ediyorum biz erkekler pislikten, ölürdük, sürünürdük. Allah ne muradınız varsa versin. Bu yaptıklarınızı, bu kadar çalışmanızı fark etmeyen, teşekkür etmeyen, size yardımcı olmayan bir eşiniz varsa evi birkaç ay, olmazsa birkaç hafta ona bırakın.
Döndüğünüzde yepyeni bir insan bulup çok eğleneceksiniz.
Allah hepinizin yardımcısı olsun. Sizleri seviyorum. İyi ki varsınız.
Özür dilerim. Bitirmek zorundayım merdivenleri yıkamam lazım.

ARKADAŞLIK KUTSALDIR
Şanslıyım, çok şanslıyım. Benim çooook güzel arkadaşlarım var.. Bunlar benim can arkadaşlarım, kader arkadaşlarım. 20 yıl uzak kalmamıza rağmen sevgimizden bir gram bile kaybetmediğimiz, bir araya geldiğimizde sanki hiç ayrılmamışız gibi her şeye bıraktığımız yerden başladığımız arkadaşlarım.
Geçenlerde bu arkadaşlarımdan biri bana “Toplandığımızda herkes sarılıyor birbiriyle öpüşüyor ama senin sarılman öpmen bir başka” dedi.
Çünkü dedim. Siz benim gibi 20 yıl gurbet ellerinde yaşamadınız. Ben işte o 20 yılın özlemiyle sarılıyorum. Ben sana sarıldığımda, 5 yaşında mahallede oyunlar oynadığım çocuğa, orta okul günlerimde oturduğum sırayı paylaştığım sıra arkadaşıma, liseden mezun olduğumuz delikanlıya, ve “Yıllar nasıl da geçti, baba olacağım, dede olacağım hiç aklıma gelmezdi” diye hayret eden, saçları, sakalları bembeyaz olmuş karşımda duran güzel adama, hepinize birden sarılıyorum, öptüğümde hepinizi birden öpüyorum dedim.
Duygulandı, hüzünlendi. Elimi tuttu. Kim bilir bir daha ne zaman nasip olurda görüşürüz der gibi gözleri dolu dolu gözlerimin içine baktı.
“Ne güzel insansın sen” dedi.
Beni de hüzünlendirdi.
YAŞLILIK RÜZGARLARI
Yaşlandıkça kadınların makyajı. erkeklerinse aksesuarları fazlalaşır.
Bu, bir çeşit ben hala buradayım, ben de hala iş var mesajıdır.
Bu, yaşam devam ediyor çırpınması, bir şekilde yaşama tutunma çabasıdır.
Çaresizlikte diyebilirsiniz, panikten ve yalnızlık korkusundan kaynaklanan masum bir gösterişte.
Nasıl yorumlarsanız.
İSKELE BABALARI…
İbreler hep annelerden yanadır. Anneler için şiirler, romanlar, öyküler yazılır, şarkılar bestelenir, türküler yakılır, Atasözleri yaratılır. Anne bir sanatçıdır, en güzel eseri de yavrusudur. Hiç unutulmayacak yüz anne yüzüdür. Bir anne evladını 9 ay karnında, üç beş sene kucağında ve bir ömür boyu kalbinde taşır. Anasız ev ıssız geceye benzer. Annen giderse senin için gerçek ağlayan gider. Annen giderse darda yetişen elin gider, aklın gider, canın gider. Annen giderse öpülecek elin gider, bayramın gider. Bir anne bütün dünyayı değiştirebilir. Hiçbir doktorun tavsiyesi bir annenin ” öpeyim de geçsin” sözü kadar işe yaramaz.
İşte bunlar anneler için yazılan daha binlerce örneklerini verebileceğim övgülerden bazıları. Peki ya bizler, zavallı babalar, bizim hiç canımız yok mu ? Adet yerini bulsun, ayıp olmasın diye bir kaç hayır sahibi de bizler için bir şeyler karalar ara sıra, ZÜĞÜRT TESELLİSİ yani.
En çok bozulduğum laf ise; “Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar” Biz babalar, içedönük ağlarız. İçimiz tamamen gözyaşları ile dolduktan sonra gözlerimizden yaşlar akmaya başlar ve öyle bir ağlarız ki, hıçkıra hıçkıra, sarsıla sarsıla, deliler gibi. Göstermeyiz, veya göstermemeye çalışırız, ama ağlarız. Bir baba yalan ağlamaz, yalan ağlamayı bilmez, beceremez ki…
Ne olur bizi de annelerin yanına koyun artık. Yorulduk, hakikaten yorulduk. Bizim de canımız, emeğimiz var çocuklarımızın hayatında, biz de bir şeyler yaptık, yapıyoruz yani!..
Bozuluyoruz, gönül koyuyoruz ama!..
Bizler “iskele babası” değiliz.
Olmuyor ama yani!..


YAŞASIN KÖTÜLER
Ben kötü biri olmadım. Daha doğrusu olamadım. Aslında bir çok nedenim vardı kötü olmak ıçin. Bir cok fırsatım da oldu. Uğraşmadım değil. Zaman zaman heveslendim kötü olmaya. Sonra bir kalbim ağrımaya, bir midem yanmaya başladi, ben de kötü olmayı kötülere bıraktım. Sırtımdan öyle bır yük kalktı ki sormayın
Yaşasın kötüler
Kötü olmak kolay değil yani..
1963 SENESİ; YAŞADIĞIM İLK BÜYÜK ACI
1962 ylının son günleriydi. Yılbaşını kutlamak için Sivas’tan annem, babam, yengem Esin, bebeği Levent ve ben trenle Kayseri’ye Suzan ablamlara gitmiştik. Yılbaşını kutladık. Babamın mesuliyetleri gereği ve benim okulum olduğundan, annemler Kayseri,de kaldı, ben ve babam trenle Sivas’a döndük.
Gece yarısına doğru eve geldik. Ev çok soğuk olduğundan, babam soba yakmak için odun hazırlamaya başladı. Ben de bavulları odaya taşıdım. Sonra babam odaya gelip bana bir şeyler anlatmaya çalıştı fakat söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordum. Birden babamın ağzının sağa doğru eğilmiş olduğunu fark ettim, korktum. Hemen koluna girip yavaş yavaş evimizin karşısındaki hastaneye götürdüm. Yolda o bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor, ben bir yandan ağlamamak için büyük gayret sarfediyor, bir yandan söylediklerini anlıyor görünmeye çalışıyordum.
Sonunda hastaneye vardık ve uzun süre nöbetçi doktoru bekledik. Beklerken babam o güzel gözlerini gözlerime dikti ve devamlı “Bana bir şey olursa sen ne olacaksın” der gibi bana baktı durdu. O halinde bile kendisini değil beni düşünüyordu. Sonunda kaba ve duygu yoksunu nöbetçi doktor teşrif etti. Hiç sempati göstermeden, artık konuşamayan babama kollarını kaldırmasını söyledi. Babam bir tek sağ kolunu havaya kaldırdı ve şaşkınlıkla kalkmayan sol koluna bakmaya başladı. Daha 17 yaşında bir lise talebesiydim. Çaresizlikle o kalkmayan kolunu kaldırmaya uğraşan babamın ellerine sarılıp öpmek, öpmek hiç bırakmamak istedim. Sonra babam içimden geçenleri anlamış gibi bana döndü ve “Üzülme ben iyiyim” der gibi gözlerimin içine uzun uzun baktı. Sonra onu sedyeye koydular ve yukarı kata çıkardılar. Babamı son görüşüm oldu bu.
Eve geldim. Çok ama çok soğuk bir geceydi. Babamı yattığı oda bizim evin penceresinden görüldüğünden, gözyaşları içinde ne yapacağımı bilemeden pencerenin önünde oturup bütün gece o odayı gözetledim. Bazen yorgunluktan uyuya kaldım. Rüyamda aynen hastanede olanları görüyordum ve babamın kalkmayan kolu gözlerimin önünden gitmiyordu. Bunun bir rüya olduğunu varsaymaya çalışıyor, uyanınca her şey düzelecek diye kendi kendimi ikna etmeye çalışıyordum.Öyle yalnızdım, öyle çaresizdim, öyle üşüyordum ki.
Maalesef olanlar bir rüya değildi. Sabaha karşı hastanenin pencerelerinden bizim eve bakanlar bir hayli çoğalınca babamın öldüğünü anladım.
Sonra annemler Kayseri’den geldiler. Komşular geldiler. 35 yıllık öğretim üyesi, örnek insan babamı öğleden sonra belediye bandosu refakatinde Shopen’in cenaze marşıyla cenaze arabasına koymadan, omuzlar üstünde taşıyarak Halifelik mezarlığına getirdik. Ocak ayının üçüncü günü inanılmaz bir zemheri ayazında toprağa verdik. 1963 senesini hiç sevmedim. Hala da sevmem.
Seneler sonra; ilk kitabım “Bir Sivaslının Anılarının” ilk sayfasına şunları yazdım. ”Bu kitabı; yaz-kış demeden Sivas’ın köy okullarını bazen yaya, bazen at sırtında, bazen bulabildiği herhangi bir vasıtayla teftiş etmiş, okulu olmayan birçok köye okul yapılmasına önayak olmuş, Sivas öğretim kurumlarına 35 yılını vermiş güzel insan Gezici Baş öğretmen babam Ahmet Karabenli’ye ithaf ediyorum”
Yaaa! sevgili “F” vitaminlerim, bütün hayatım boyunca böyle bir babayı örnek aldım ve ona layık bir evlat olmaya çalıştım. 3 ocak 1963 senesinden bu güne tam 54 sene “Babam” diyememenin acısıyla, hasretiyle yaşadım. Şimdi bana hayat veren, beni hayata bağlayan en güzel laf kızımın ağzından çıkan “Babam” lafıdır.
Babalarınızın değerini bilin, anlayın olur mu?
BABALAR GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN.
BıÇAK KEMİĞE DAYANMASIN
Sabah kalkıyorum. Hava mis gibi kokuyor. Zakkumlar nasıl güzel açmışlar, kat kat, renk renk. Evimin önündeki yokuştan aşağı doğru sol ayağım topallıyarak iniyorum. . Komşular uyanmışlar, selamlaşıyoruz. "Gel Güven abi" diyorlar gel bir kahve içelim, gel Allahını seversen kahvaltı etmediysen kahvaltı edelim" diyorlar. Kahvaltı değil de bir kahvenizi içerim diyorum. Oturuyorum, kahve içiyoruz birlikte dertleşiyoruz. Nasıl çırpınıyorlar nasıl uğraşıyorlar bana bir seyler ikram etmek için. Vedalaşıyoruz kucaklaşıyoruz . "Yemeğe de gel bak güceniyoruz ama bizi iyice boşladın" diyorlar.
Eve dönuyor arabama atlıyorum. Marmaris merkeze geliyorum. Kırtasiyeden alacaklarım var. Bir şeyler seçiyorum. "Hoşgeldin Güven Abi" diyorlar. Gözlerinin içi gülüyor. Çay içiyoruz dertleşiyoruz. Herkesin derdi aynı. "Ne olacak bu turizm?, ne olacak bu memleketin hali?" Diye soruyorlar. Herkes dertli, herkes gırtlağına kadar dolu. Olup bitenleri kabul edemiyorlar, hazmedemiyorlar.
Balık haline giriyorum. Balıkçılar etrafimda toplanıyorlar. "Bak senin sevdiğin beyaz sokkan var. Sen şöyle otur güzel abim biz hallederiz" diyorlar. Mısır ununa batır, yağda kızart, bir kadehte buz gibi rakı yakışır abimize" diyorlar. "Mısır unun var mı? Yoksa verelim" diyorlar Öyle samimi öyle içten konuşuyorlar ki. Ne ben gitmek istiyorum ne de onlar gitmemi istiyorlar.
Neyse balıkları arabaya koyup çarşıda geçmiş olsunlar arasında yürüyorum, hava pırıl pırıl. O kadar sıcakta değil. Bir yandan yüruyorum, bir yandan Marmaris'i inceliyorum. O kadar degişti ki kasabacık. Simdi diyorum eskiler mezarlarindan kalkıp Marmaris'in bu halini görseler ne hissederler di ?. Küfredecekleri kesin de kaybolurlarmıydı acaba diye düşünüp gülüyorum. Yürüyorum, yürüdükçe selam verenler, gülümseyenler çoğalıyor.
Marinaya geliyorum. Bütün esnafla teker teker selamlaşıyorum. Birbirimize "Hayırlı işler" diliyoruz. Hepimiz biliyoruz ne iş kaldı, ne de hayır. Lafin gelişi alışmışız. Otomatik pilot devreye giriyor yani.
Ülen, diyorum kendi kendime, ülen dinci münafıklar, götünüzu yırtın bakalım.
Ve şunu bilin ki; ne Cumhuriyete dokunabilirsiniz ne bu insanları değistirebilirsiniz. Ne yaparsanız yapın, ne sahtekarliklar, ne düzenler kurarsanız kurun, gücünüz yetmez buna. Çünkü puştluk mayalarında yok bu insanların.O mavi gözlü güzel insan, hani "
Beton Mustafa" diyorsunuz ya, beton gibi yoğurmuş bizi. Öyle bir temel atmış ki feriştahıniz gelse yıkamaz.
Bıçak kemiğe dokunmasın. Tamam mı yeter ki bıçak kemiğe dokunmasın. Öyle bir kayaya toslarsiniz ki feleğinizi şaşırırsınız. Ne o şeytanın uşaği jöleli danışmanlarıniz kalır, ne o sırtınızı dayadığınız, bütun emirlerini terbiyeli maymun gibi yerine getirdiniz güçler, ne o görmemişlik abidesi sarayınız kalır ne de siz kalırsınız.
Hala mı anlamadınız? Hala mı, göremiyorsunuz? Hala mı uyanamadınız?
Hala mı?
Diyorum...
SON PİŞMANLIK FAYDA ETMİYOR!
Yıl 1982. İnsanı canından bezdiren, tam koca bir ay süren, hiç bitmeyeceğini sandığım nikah işlemlerinin sonunda İstanbul da evlendim. 34 yaşındaydım. Kanada da yaşıyordum. Nikah işlemlerinin bu kadar uzamasından dolayı Kanada’ya dönmemizin zamanı geldiğinden, alelacele bir düğün yemeğinden sonra sabah erkenden bütün aile hava limanına geldik.
Eşim ailenin iki kızından küçüğüydü. Ablası evli ve biri kız biri oğlan iki çocuğu vardı. Eşimin anne ve babası 60 yaşının üzerindeydiler. Beş vakit namazını kılan, inançlı bir hanım olan kayınvalidem, kızının evden ayrılıp dünyanın bir ucuna gitmesini normal karşılıyor gibiydi. Belki de kızının güzel, modern bir ülkeye gelin gittiğine seviniyor, oralarda onun Allah vergisi resim yapma kabiliyetini geliştireceğine inanıyor, hislerini belli etmiyordu. Ama kayınpederim tam bir panik yaşıyordu. Zavallı adamcağız yerinde duramıyor, kalkıp kalkıp oturuyor, eline kolunu koyacak yer bulamıyor, sigara üstüne sigara içiyordu. Ara sıra gözleri dolu dolu kızına bakıyor, sağına soluna anlamsız, birbirini tutmayan laflar ediyor, başını öne eğip düşünüyor, sonra gülümsemeye çalışarak tekrar kızına bakıyor. Herhalde onu büyütüp bu yaşa getirinceye kadar yaşadığı anılar gözlerin önünden bir film şeridi gibi geçiyordu. Bense zaman dolsa da artık gitsek diye dua ediyordum. Cemal Beyin, kayınpederimin bu halini izlemeye dayanamıyordum, midem yanıyordu. Kendimi suçlu hissediyordum.
Sonunda hava limanına gelen bütün akrabalarla teker teker vedalaştık, uçağımıza bindik. Gözyaşları sel oldu. Kanada’ya vardık.
Eşimin Kanada’ya alışması zor olmadı. 1987 yılında bir kız çocuğumuz dünyaya geldi. Çocuğumu kucağıma aldıktan sonra hayata bakış açım, dünya görüşüm, değerlerim öyle bir değişti, öyle bir değişti ki inanamadım. Bir saat görmezsem kızımızı özlüyordum. İşte o zaman kayınpederimin gözü gibi sevdiği, kızını gurbet ellerine, Türkiye’den uçakla 13 saat çeken yabancı bir ülkeye yollarken yaptığı fedakarlığı ve çektiği acıyı çok daha iyi anladım. Ben daha bir haftalık kızımın özlemine dayanamıyordum.
Bahar’ın doğumuna kadar Türkiye’ye kesin dönüş yapmayı hiç düşünmemiştim. Ama artık durum çok farklıydı. Bu güzel insanlar kızlarının yanı sıra bir de torun hasreti çekmek zorundaydılar. Ama ben de senelerce tahsil görmüş, insanüstü çalışmış, yabancı bir ülkede kendimi kabul ettirmiş, sonunda mükemmel bir kariyer edinmiştim. Ev bark sahibi olmuş, çok başarılı birisiydim. O kadar emek vermiş, o kadar mücadele etmiştim. İnsanların yerleşmek için can attıkları dünyanın en medeni, en güzel ülkelerinden birisinde yaşıyordum. Aynı zamanda Kanada vatandaşlılığına kabul edilmiştim. Diğer taraftan bu insanlara bu kadar hasret çektirmeye hakkım var mıydı? Kızım köklerini, akrabalarını tanımayı hak etmiyor muydu?
Kafam karmakarışık olmuştu. Sabahlar kadar uyuyamıyor, bir türlü karar veremiyordum. Sonunda zor da olsa kararımı verdim. Eşime verdiğim kararı açıkladım. İşimden ayrıldım. Her şeyimizi sattık ve Marmaris ‘e 1988 yılında kesin dönüş yaptık. Çocuğum dedesi, anneannesine kavuştu. Onlar da torunları ve kızlarına kavuştular. Dualar ettiler, defalarca bana sarılıp sarılıp “Allah razı olsun” dediler. Tabi ben de 20 yıl sonra da olsa ağabeylerime, ablalarıma, arkadaşlarıma kavuştum ve 40 yaşında yeni bir hayata başladım. Sonunda çok çalıştık, hep çalıştık, ne yaptıysak başarılı olduk. Dualar yerini buldu.
Sonra ne oldu, pişman mı oldum? Keşke böyle bir karar vermeseydim, keşke Kanada’dan dönmeseydim diye yakındım mı? Kocaman bir #Hayır. Ama insanların bu kadar cahil, bu kadar duyarsız, bu kadar nankör olabileceğini, Atalarına, bayraklarına ihanet edeceklerini, bu günleri yaşayacağımızı, bu günlere geleceğimizi düşünmemiştim.
Şimdi pişmanım. Kızımın bunları yaşamasını, görmesini istemezdim.
Üzgünüm, ama pişmanım.
YALNIZLIK
Bazıları yalnızlığı sever. Bu vatandaşlar yalnızken daha rahat hissettiklerini, daha iyi düşündüklerini, yalnız olunca daha yaratıcı olduklarına inanırlar. Ama bunların sayısı dünya genelinde yalnızlığı sevmeyen insanlarla karşılaştırıldığında çok azdır.
Yalnız yaşamak, yalnızlığa alışmak kolay değildir. Bilhassa mutlu ve hareketli bir hayat yaşadıktan sonra hiç kolay değildir. Çok sevdiğim, bana her telefon açtığında " Canımın içi nasılsın?" diye sorarak konuşmasına başlayan, çok sevdiğim bir kader arkadaşım, bir yıl önce 40 yıllık eşini kansere kaybetti.
Son görüşmemizde bana" Yalnızlık ne kötu bir şeymiş Güven, aradan bir yıl geçti bir türlü alışamadım yalnız yaşamaya. Bazen evdeki aynada kendimi gorüyorum. Ne güzel evde biri var diye seviniyorum" dedi.
Son olarak Naylon seyhiniz derki; hala vakit varken sevdiklerinize sarılın. İş işten geçtikten sonra, işte böyle ya aynalara bakar kendinizi kandırırsınız, ya da bayram geçer gider kınayı nerenize yakacağınızı bilemezsiniz.
Benden söylemesi...